Türk Silahlı Kuvvetleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türk Silahlı Kuvvetleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ocak 2020 Cuma

Türk Subaylarının, Oslo’da PKK ile Yapılan Anlaşma Uyarınca Soruşturulması na Başlanmıştır ..



''  Türk Subaylarının ''  Oslo’da PKK ile Yapılan Anlaşma Uyarınca Soruşturulması na Başlanmıştır ..


Yazar: Ümit Özdağ 
06.12.2013

2007’den buyana Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarına karşı devam eden karalama, yalan, iftira, tutuklama ve yargılamalar, son aylarda yeni bir aşamaya ulaşmıştır. 
Gazeteci Saygı Öztürk’ün 30 Ekim 2013 tarihli Sözcü 
gazetesinde de açıkladığı gibi özellikle son aylarda 1992-1995 yılları arasında Güneydoğu Anadolu’da PKK’ya karşı mücadele eden Jandarma Genel Komutanlığı’nda mensubu 200 civarında subay hakkında faili meçhul cinayetler iddiası ile davalar açılmıştır. 

Önümüzdeki günlerde bu davaların sayısında hızla bir artış olacaktır. 

Nitekim 2 Kasım 2013 tarihli Taraf gazetesi “Fırat’ın doğusu on savcıya kaldı” başlığı ile verdiği haberde 10 savcının 10 bin faili meçhul dosyasını bölüştüklerini belirtmekte, aynı haberde Diyarbakır Baro Başkanının da bu gelişme karşısında önemli bir gelişme dediği görülmektedir. 

Bu iki haber konuyu yakından izleyenlerin aklına derhal 10 Haziran 2012 tarihli Taraf gazetesinde Emre Uslu’nun “Güneydoğu Anadolu’da görev yapan askerler ve polisler savaş suçlusu olarak yargılanacak” başlıklı yazısını getirmektedir. Emre Uslu anılan yazısında “Güneydoğu Anadolu’da görev yapan askerler ve polisler savaş suçlusu olarak yargılanacak” cümlesinin Oslo’da yapılan görüşmelerde PKK ile MİT arasında mutabakat metninde yer aldığını ve görüşmelere katılan hakem devlet tarafından imzalanarak kasasına kaldırıldığını ifade etmektedir. Emre Uslu tarafından ortaya atılan bu iddia Hükümet veya MİT tarafından yayınlanmamıştır. Çünkü, bu iddianın belgesi MİT soruşturmasını 
yürüten savcıların elindedir. Nitekim, Emre Uslu bu hususu şöyle devam etmektedir: “Bu ifade MİT krizini tetikleyen belgelerin içindeki, MİT-PKK mutabakatlarında yer alan, devlet kayıtlarına girmiş bir ifade.” Emre Uslu tarafından ortaya atılan bu büyük iddia konusunda basın anlaşılmaz bir suskunluk içine girmiştir. MHP bu gelişmeyi yakından takip etmiş, Grup Başkan vekili Oktay Vural konuyu kamuoyunun gündemine taşımıştır. MHP Ankara Milletvekili Sayın Özcan Yeniçeri, 12 Haziran 2012’de bir soru önergesi ile hükümetten bilgi istemiştir. 

Türk subay ve polislerine karşı ancak Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra işgal güçlerinin uyguladıkları kapsamda bir tutuklama dalgasının planlandığı ilk gündeme getiren Emre Uslu’dan da önce 19 Kasım 2010’da Habertürk gazetesinde Fatih Altaylı “Terörü bitirmek için protokol imzalandı mı?” başlıklı yazısında dile getirmiştir. Altaylı şöyle demiştir: “PKK’nın yaptığı infazlar ile son 25 yılda Güneydoğu’da resmi görevlilerin terörle mücadele adı altında yaptıkları hukuksuz eylemleriaraştıracak bir Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurulacak. PKK bu komisyona istediği bilgileri verecek, arşivlerini açacak. İlgili devlet görevlileri de ifade verecek.” 

Yeniçağ gazetesinde Yavuz Selim Demirağ ise durumu daha da açık bir şekilde ortaya koyan gazeteci olmuştur. Yavuz Selim Demirağ, 2 Aralık 2010’da Yeniçağ gazetesinde yazdığı “JİTEM Dalgasıyla terhis” başlıklı yazısında şu tespitleri yapmıştır: “Obama’ya yapılan şikayette, “17 bin faili meçhul” rakamını ortaya atanlar, İmralı’dan gelen ‘Hakikatleri Araştırma Komisyonu’ emri ile Güneydoğu’da terörle mücadele eden askeri personelden intikam alma planını uygulamaya koymak için düğmeye bastı. Yandaş medya görevi erkenden yüklenip “JİTEM Dosyası” haberleri ile ortalığı ısıtıyor. Haziran 2011 seçimlerinde Doğu ve Güneydoğu’dan daha fazla oy almayı planlayan AKP hükümeti, askere vurdukça prim kazanma mantığı ile yüzlerce subay-astsubayın tutuklanmasını sağlayacak yeni bir davanın açılması hazırlığında. Üstelik bu defa dokunulmaz zannedilen eski Genelkurmay Başkanları’na kadar götürecekler işi. 

Emekli olurken bile direnen İlker Başbuğ için şu günlerde üflenen “ İfade verecek... Yargılanacak ” yoklamaları sözde JİTEM davası ile taçlandırılmış olacak. Zira İlker Başbuğ, Diyarbakır Kolordu Komutanlığı gibi terörle mücadelede etkin birliklerin başında bulunmuştu... 

Neredeyse 30 yıldır devam etmekte olan mücadelede kim görev aldıysa peşinen ” zanlı” sayılacak. 

Teğmenliğinde, yüzbaşı, binbaşı, albay, generalliğinde sorumluluk sahibi kim varsa teker teker çağrılacak... Mevcut komuta kademesindekilerin bir an önce tasfiyesi, emekli edilmesi, görevden alınıp üniformalarının çıkarılmasıyla yetinilmeyip tutuklanmaları bile sağlanacak.” 

12 Mart 2011 tarihinde yazdığı “14 Mart düğün davetiyesi” başlıklı yazısında Demirağ şunları söylüyor: 

“Ömürleri terörle mücadeleyle geçmiş askerler Hasdal’da neredeyse üst üste yatıyor. 100 metreyi bile bulmayan koğuşlarda 36 kişi ranzalar arasında yürüyecek yer bulamıyor. Yıllar boyu dağlarda, çadırlarda yattıkları için onlar şikâyetçi değil(….)toplamda 130 kişilik kapasitesi olan Hasdal Askeri Cezaevi yetmediğinden, önümüzdeki günlerde başlayacak yeni dalgalar için hazırlık yapmak zorunda kalıyorlar. Yeni inşaat yerine mevcut barakaları tadil 
ederek cezaevi sınırlarına dâhil edip tel örgüleri genişletiyorlar. Yani Hasdal’da hummalı bir çalışma var. (...) JİTEM dalgası adı altında önümüzdeki günlerde terörle mücadele eden askeri birliklerin komutanlarına Hasdal’da yer açılıyor.” 

17 Şubat 2011 tarihli “Bin subay” başlıklı yazısında Demirağ şöyle demektedir: “Şu anda yüzde 10’u hapiste olan general sayısı yüzde 50’nin üzerine çıkarılacak. Uzman çavuşu, astsubayı, yüzbaşısı, albayına kadar binlerce subay, astsubay gözaltına alınıp terhis işlemi kısmen başarılacak. Bu arada Güneydoğu’da PKK’nın kontrolündeki oylar hedeflenip, İmralı’daki caninin ‘Hakikatleri Araştırma Komisyonu’ talebi yerine getirilmiş olacak.” 

6 Ocak 2012’de Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ tutuklanmıştır. 9 Mayıs 2013’de TBMM’de AKP ve terör örgütü PKK’ya müzayir bir partinin katılımı ile “TBMM Toplumsal Barış Yollarının Araştırılması ve Çözüm Sürecinin Değerlendirilmesi” komisyonu kurulmuştur. Böylece Abdullah Öcalan’ın isteği kısmen yerine getirilerek bir TBMM komisyonu kurulmuştur. Taraf gazetesi 16 Ocak 2011’de bu komisyonun kurulacağını MİT aracılığı ile terörist başı Abdullah Öcalan’a bildirildiğini duyurmuştur. 

Bu komisyonun adı bile PKK’ya teslimiyetin göstergesidir. Türkiye’de toplumsal barış ile ilgili bir sıkıntı yoktur. Türkiye 1984’den buyana PKK terörü ile devlet güçleri arasında devam eden bir çatışma vardır. 

“Toplumsal barış” dediğiniz zaman, Türk toplumunun bir kesimini PKK’nın temsil ettiğini zımnen kabul edersiniz ki, AKP bunu yapmıştır. Bu komisyonun başkanı Naci Bostancı, BDP’nin TBMM Çözüm Sürecini Araştırma Komisyonu’nda terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan ve Kandil ile görüşülmesini istemesine de “olabilir” cevabını vermiştir. Öte yandan binlerce faili meçhul cinayet iddiası ile Türk subayları ile ilgili davalar açılmaya başlanarak PKK’nın talepleri karşılanmaya başlamıştır.

Olayların akışı ve eldeki bilgiler AKP Hükümeti, Oslo’da PKK ile hakem devlet gözetiminde yaptığı müzakereler neticesinde Güneydoğu Anadolu’da PKK ile mücadele eden Türk subaylarının ve polislerinin yargılanacağına dair bir uzlaşma yaptığını ve bu uzlaşmanın hakem devletin kasasına imzalanarak girdiği anlaşılmaktadır. Anlaşılan MİT müsteşarını sorgulamak isteyen savcılar bu belgelere ulaşmışlardır. 
Önümüzdeki aylarda Türk Ordusuna ve subaylarına yönelik çok kapsamlı yargılama ve tutuklama davalarının geldiği anlaşılmaktadır. 

http://www.21yyte.org/ adresinden 
06.12.2013 18:07  tarihinde indirilmiştir

.***

7 Eylül 2019 Cumartesi

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ NİN TOPLUMSAL VE KURUMSAL DÖNÜŞÜMÜYLE İLGİLİ TEORİLER., BÖLÜM 3

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ NİN TOPLUMSAL VE KURUMSAL DÖNÜŞÜMÜYLE İLGİLİ TEORİLER., BÖLÜM 3



Silahlı kuvvetlerde görev yapan sözleşmeli üniformalı personelin ise sözleşmeleri sona erdiğinde ne şekilde değerlendirilecekleri netliğe kavuşmamıştır. Özellikle sözleşmeli er teminlerinde asgari lise mezunu olan ve 25 yaşlarına kadar orduya başvurabilen erlerin otuzlu yaşlarında ordudan ayrılmaları durumunda ellerinde silahtan ve savunmadan başka meslekleri bulunmazken hangi şekilde istihdam edilecekleri belirsizdir. Aynı durum sözleşmeli Subay ve Astsubaylar için de geçerlidir. Üniforma giyen, silah tutan ve ölmek-öldürmek sanatını icra eden personeli genç yaşta emeklilikleri durumunda kamu kurumlarında istihdam 
etmek sakıncalıdır çünkü aldıkları eğitim gereği hiçbir zaman masa başı işlere adapte olamayacaklardır. Bu eğitimli personelin özellikle büyükşehirlerde meçhul vaziyette kalmaları ise illegal örgütlerin ilgisini çekerek mafyavari oluşumların insan kaynağı olarak kullanılmalarına sebebiyet verebilecektir. Alacakları tazminatta yetersiz olan bu personelin sözleşmeleri sona erdiğinde ve yenilenmediği takdirde en uygun yol sivilde olsa yine ordu bünyesinde istihdam edilmeleridir. 

Silahlı Kuvvetler ile ilgili bir başka gelişmede Ordu Komutanlıklarını kapsamalıdır. Soğuk savaş konseptine göre oluşturulmuş numaralı ordu komutanlıkları kaldırılarak yerlerine batıdaki modern tipte müşterek kuvvet komutanlıkları tesis edilmelidir. 

Türkiye coğrafyasıda dikkate alınarak Avrupa, Avrasya ve Ortadoğu Müşterek Kuvvetler Komutanlıkları oluşturulmalıdır.(Yılmaz, 2008: 367) Müşterek Kuvvetler Komutanları Korgeneral rütbesine haiz subaylardan oluşmalı ve bu 
komutanlar direkt olarak Genelkurmay Başkanına bağlı Orgeneral rütbesindeki Türkiye Müşterek Kuvvetler Komutanına bağlanmalıdır. 

Modernize silahlı kuvvetlerden evvel Türkiye’de Prusya modeli denilen ordu tipine göre kara kuvvetleri öncelik teşkil ederken karacılar ordunun her şeyiydi. Harbiye denilen Kara Harp Okulu, denizcilerin, havacıların ve jandarmanın da asli kaynağı hüviyetindeydi. 1940’ların ortasından itibaren Prusya modeli, Batı ittifakına uygun olarak terk edilmeye başlandı. Bu gelişmenin silahlı kuvvetlerin kurumsal yapısına da doğrudan yansıdığı görülmektedir. 31 Ocak 1944 tarihinde Hava Kuvvetleri Komutanlığı Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde ayrı bir komutanlık hüviyetine kavuşmuştur.(Başar, 1981: 52) 1947 yılında ordu seviyesine çıkartılmış, 1950 yılında ise Harp Akademisi dışındaki hava harekât, eğitim ve lojistik birliklerini emrinde toplamıştır.(Erendor, 2015: 382) Deniz Harp Okulu ise 1928 yılında kurulmuş, 1961 yılında, Boğazlar ve Marmara Kolordu Komutanlığı ‘’Kuzey Deniz Saha Komutanlığı’’, İzmir Deniz Komutanlığı ise ‘’Güney Deniz Saha Komutanlığı’’ olarak yeniden teşkilatlandırılarak bugünkü 
Deniz Kuvvetleri Komutanlığının güncel teşkilat yapısı ortaya çıkmıştır.(Erendor, 2015: 389) 
Yani Kara Harp Okulu günümüzde asli subay ihtiyacını karşılayan birim olmaktan çıkmış, her kuvvetin ayrı müstakil harp okulları, akademileri, talimnameleri ve müfredat yapısı oluşturulmuştur. Harp Okullarına giriş koşulları aynı olduğu gibi, sonradan muvazzaf veya sözleşmeli olacak  subaylarında kuvvet komutanlıklarına kabulü aynı sisteme dahildir. Globalist dünya düzeninde Hava ve Deniz Kuvvetlerinin ne derece önemli olduğu ortadayken Türkiye’nin coğrafyasıda dikkate alınarak Genelkurmay Başkanlığı; Havacılara ve Denizcilere hatta Müşterek Kuvvet Komutanlığının hayata geçirilmesinden sonra Müşterek Kuvvetler Komutanlığına da açılmalıdır. Türk Ordusu en azından Genelkurmay nezdinde Kara ağırlıklı ekolü terk etmeli diğer kuvvet birimleride motive edilmelidir. Bu uygulamanın ilk aşaması olarak şimdilik Genelkurmay İkinci Başkanlığına, karacı olmayan bir Orgeneral getirilebilir. 

Silahlı Kuvvetlerin dönüşümüyle ilgili önemli bir hususta Askeri Liseler meselesidir. Harp Okulunun ve subay ihtiyacının temel kaynağı olan bu liselerde öğrenciler günümüzde dört sene eğitim görerek istemeleri durumunda Harp Okullarına devam etmekte Harp Okullarındaki dört senelik eğitimin ardından toplamda sekiz senede Teğmen rütbesiyle mezun olarak sınıf okullarına 
katılmaktadırlar. Orduların gelişmesine uygun olarak nasıl ki geçmişin Askeri Rüşdiyeleri(ortaokul) kapatıldıysa günümüzde de Askeri Liseler kapatılmalıdır. Askeri Liselerin bulunduğu ve savaş koşullarının hakim olduğu yıllarda dört senede liseden mezun olanlar üç yıl daha harp okulu okumaktaydılar. Fakat Cumhuriyet dönemiyle beraber bu süreler yeniden belirlenmiş Harp Okulu 
eğitim öğretim süresi iki yıl olarak düzenlenmiştir. Yine 27 Mayıs 1928 tarihinde yayımlanmış olan emirle, Mekteb-i Bahriye’nin adı Deniz Lisesi ve Deniz Harp Mektebi olarak değiştirilmiştir.(Ünlü, 1997: 169) Mektebi Bahriyede eğitim süresi dört senedir. Savaş koşullarının ve kitlesel orduların bulunduğu yıllarda bile askeri liseler ile harp okullarında verilen eğitim günümüzdekinden oldukça kısaydı. Strateji, harp oyunları ve askeri tekniğin geliştiği, insan gücünün yerini teknolojik gereçlerin aldığı günümüzde askeri liselerde önemini yitirmişlerdir. Askeri Liseler kapatılarak binalarının mülkiyet ve kullanım hakkı Genelkurmay Başkanlığında kalmalı; ulusal ve uluslararası toplantılar, kongreler, müze birimi olarak sergilerin düzenlendiği kültür merkezleri yapısına kavuşturulmalıdır. 

Harp Okulları ise Harp Üniversitesi gibi faaliyet göstermeli kontenjanları dahilinde başarılı sivil/asker olmayan öğrencileride bünyelerine dahil etmelidirler. Bu uygulamanın benzeri Harp Okulları ve Harp Akademileri bünyelerinde faaliyet gösteren Yüksek Lisans-Doktora programlarının uygulandığı Enstitülerde görülmektedir. Enstitülere askerler dışında sivil kaynaktanda öğrenciler kabul edilmektedirler. Bu uygulama devam ettirilmekle beraber enstitülerin kitleye yayılabilmesi için öğrenci alımlarının daha yoğun olarak duyurulması ve ikinci öğrenim programlarınada yer vermeleri gerekmektedir. Harp okulları ve Silahlı Kuvvetler enstitüleri sivil üniversiteler ve enstitülerlede ortak programlar düzenlemeli, araştırma grupları oluşturulmalı, 
asker sivil ilişkilerinin dengeli koordinesi ve muazzam eğitim olanağının asker ve sivillere sunulması bakımından kapatılan Milli Güvenlik Akademisi de yeniden açılmalıdır. Bütün bu eğitsel çalışmalar militarize bir toplum yaratmaya yönelik bir gayreti ifade etmemektedir. Aksine, zorunlu askerlik uygulamasının kademeli azaltılmasıyla asker ve sivillerin kaynaşması, müstesna askeri eğitim kurumları nın sivil eğitim camiasınada olanak vermesi, iyi yetişmiş öğrenciler ve standartı yüksek eğitim kurumlarıyla bazı ortak programların silahlı kuvvetlerinde olumlu biçimde faydalanabileceği bir potansiyel olarak yaratılması amaçlıdır. Böylelikle 
Türkiye’de, strateji, güvenlik bilimleri, savunma konsepti gibi hususlarda tek başlarına birer düşünce kuruluşu gibi çalışmalar yürütebilecek asker ve sivil kişiler kazanılabilecektir. Silahlı Kuvvetlerin dönüşümü dünya ölçeğine uygun olarak iç hiyeraşik yapısınıda etkilemelidir. Ast üst veya üniformalı üniformasız ayrımı yerine bütün ordu personeli Askeri Personel sıfatı ve ortak tanımında birleştirilmelidir. Örneğin ağırlıklı olarak Milli Savunma Bakanlığına bağlı Askerlik Şubeleri ile MSB birimlerinden başlanmak üzere, Müdür, Şube Müdürü, Daire Başkanlığı gibi kadrolara asker rütbesini taşıyan fakat asker olmayan sivil personel ile ast personelde getirilebilmelidir. Özellikle personel birimlerinde üst subayların görev yapmaları yerine (atama başkanlıkları hariç) diğer personel değerlendirilmelidir. Yine Askeri Personel ortak kimliğinin oluşturulmasının bir uzantısı olarak yakın geçmişte gerçekleştirilen düzenlemeyle bütün ordu personeline açılan Orduevleri ve askeri tesisler, Subaylar da olduğu gibi diğer 
personelin aile bireylerini de kapsamalıdır.6 Silahlı Kuvvetlerde hiyeraşi tesislerde ve kamplarda değil görev esnasında uygulanmalıdır. 

SONUÇ 

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin dönüşümü yalnız postmodernsit bir moda ve asker sivil ilişkilerinin yanlış yorumlanması neticesinde salt sivilleşmeden ibaret bir süreç değildir. Türkiye’nin askeri geleneği, coğrafi yapısı ve milli karakteri neticesinde, toplumsal ve kurumsal düzenlemeler; askeri birimlerin topyekün kaldırılmasına ya da keskin vesayetçi varlığını sürdürebilmesine yönelik 
değil global dünyanın gerekliliklerine uyarlanmasına yönelik olmalıdır. MGK, Askeri Mahkemeler nicel değerlerden ziyade niteliklerine göre geliştirilerek, Genelkurmay Başkanlığının kurumsal yapısı yeniden ele alınmalıdır. Ordunun manevi iktisadi itibarının devam ettirilmesinin ve dış güvenlik hususunda dikkate alınması gereken temel birim kabulünün yanında sivilleşme denilen kavram neticesinde; harp okullarının ve enstitülerin sivil öğrencilere/akademisyenlere daha çok açılması, sözleşmeli personel uygulamalarının devam ettirilmesi, ordunun ihtisaslaşmış üniversiteler ile ortak programlar yürütebilmesi en önemli 
gelişmelerden olacaktır. Böylelikle strateji, Arge ve harp taktik hususlarında hızlı ilerlemeler sağlanabilecektir. Şu da unutulmamalıdır, Türkiye gibi uzun askeri geçmişe sahip bir ülkede belirlediği geleneklerini korumada dirençli ordu hatta 
karargah nezdindeki düzenlemelerle, öncelikle diğer güvenlik bürokrasisi kuruluşlarına sonrasında ise Türkiye bürokratik yapısına örnek ve öncelik teşkil edilerek bürokratik mekanizmanın dönüşümü ve evrimi hususunda önemli bir katkıya imza atılmış olunacaktır. 

Kaynakça; 

AKKAYA, Erdal (2006), Türk Ordusunda Stratejik Ve Doktriner Değişiklikler, Y.Lisans Tezi-Ankara Üniv., Ankara 
AKMAN, Nurettin (1991), Yönetimde İç Güvenlik Ve Jandarma, Jandarma Dergisi, Sayı73, s.3-4, Ankara 
ALYOT, Halim (1947), Türkiye’de Zabıta, Kanaat Basımevi, Ankara 
AYDIN, S. Ve TAŞKIN, Y., (2014), 1960’tan Günümüze Türkiye Tarihi, İletişim yayınları, İstanbul 
BALCI, Muharrem (2000), MGK Ve Demokrasi (Hukuk-Ordu-Siyaset), Yöneliş Yayınları, İstanbul 
BALTA, Evren (2014), Küresel Siyasete giriş Uluslararası ilişkilerde Kavramlar, Teoriler, Süreçler, İletişim Yayınları, İstanbul 
BAŞAR, Bilal (1981), Hava Kuvvetlerinin Dünü Bugünü Yarını, Silahlı Kuvvetler Dergisi, Ankara 
BEŞİKÇİ, Mehmet (2010), Birinci Dünya Savaşında Devlet İktidarı Ve İç Güvenlik: Asker Kaçakları Sorunu ve Jandarmanın Yeniden Yapılandırılması, PAKER, E.B., AKÇA, İ(ed.), Türkiye’de Ordu, Devlet Ve Güvenlik Siyaseti, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 
Dünyada Jandarma, Jandarma Dergisi, Eylül-2014, Sayı 140, Aankara 
ERENDOR, Metin (2015), Türk Ordusu Tarihi Ötüken’den Ankara’ya, Bilgeoğuz, İstanbul 
FRIEDMAN, G&M (2015), (Çev:Enver Günsel), Savaşın Geleceği 21. Yüzyılda Güç, Teknoloji ve Amerikan Dünya Egemenliği, Pegasus Yayınları, İstanbul 
GEDİK, Hüseyin (2010), Adil Yargılanma Hakkı Bakımından Türkiye’de Askeri Mahkemelerin Durumu Ve Geleceği: Karşılaştırılmalı Hukuk Açısından Bir İnceleme, Y.Lisans Tezi- Ankara Üniv., Ankara 
GLİSSEN, John (1982), (çev:Nazım Sucu), Askeri Hukukun Bugünkü Evrimi Üzerine Genel Bildiri-I, Yargıtay Dergisi, C.8, Sayı.1-2, Ocak-Nisan, 313-325 
GÜRSOY, Yaprak (2012), Türkiye’de Sivil Asker İlişkilerinin Dönüşümü, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları 
GÜVENÇ, Serhat (2010), Abd Askeri yardımı Ve Türk Ordusunun Dönüşümü:1942-1960, , PAKER, E.B., AKÇA, İ(ed.), Türkiye’de 
Ordu, Devlet Ve Güvenlik Siyaseti, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 
HALE, William (2014), (çev: Ahmet Fethi), Türkiye’de Ordu Ve Siyaset, Alfa Yayınları, İstanbul 
HELD, D. (2005), Democracy And Global Order: From The Modern State To Cosmopolitan Governance, Stanford University Pres, Stanford 
KARABEKİR, Kâzım (1994), Ankara’da Savaş Rüzgârları:II.Dünya Savaşı, Emre Yay., İstanbul 
KARABEKİR, Kâzım (2001), Türkiye’de Ve Türk Ordusunda Almanlar, Emre Yay., İstanbul 
KOÇAK, Cemil (2015), Dönüşüm, Ordu, Din, Hukuk, Ekonomi Ve Politika Türkiye’de İki Partili Siyasi Sistemin Kuruluş Yılları(1945-1950) Cilt4, İletişim Yayınları, İstanbul 
LUTHER, Jörg (2003), Military LaW In Italy European Military Law Systems, NOLTE, G(ed.), De Grugter Recht, Berlin 
MOSKOS, C. & WILLIAMS, J. And SEGAL, D.R.(2000), Armed Forces After the Cold War The Postmodern Military, Oxford University Pres, New York 
NOGAYEVA, Ainur (2013), Orta Asya’da Abd Rusya Ve Çin Stratejik Denge Arayışları, Usak Yayınları, Ankara 
ÖZCAN, Gencer (2010), Türkiye’de Cumhuriyet Dönemi Ordusunda Prusya Etkisi, PAKER, E.B., AKÇA, İ(ed.), Türkiye’de Ordu, Devlet Ve Güvenlik Siyaseti, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 
ÖZDAĞ, Ümit (2013), Kendi Ülkesinde Kuşatılan Ordu Türk Silahlı Kuvvetleri, Kripto, Ankara 
ÖZTÜRK, Saygı ve YURTERİ, Kemal (2011), Mgk Dünü Ve Bugünüyle Milli Güvenlik Kurulu, Doğan Kitap, İstanbul 
ROWE, Peter (2003), Military Law In The United Kingdom, NOLTE, G(ed.), De Grugter Recht, Berlin 
ÜNLÜ, Rasim (1997), Birinci Dünya Harbinden Önce Cumhuriyetin Kuruluşundan Sonra Türk Bahriyesinin Yeniden Organizasyonu Ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığının Oluşumu Ve Askeri Sonuçları, Genelkurmay ATASE yay., Ankara 
YILMAZ, Sait (2006), 21.Yüzyılda Güvenlik Ve İstihbarat, Alfa Yayınları, İstanbul 
YILMAZ, Sait (2008), Güç Ve Politika, Alfa Yayınları, İstanbul 
YILMAZ, Sait (2009), Ulusal Savunma, Kum Saati Yayınları, İstanbul 
YILMAZ, Sait (2014), Türkiye’deki Amerika İkili İlişkiler Ve Abd’nin Örtülü Operasyonları, Kaynak Yayınları, İstanbul 
ZABCI, F.(2013), Yeni Savaşların Gizli Yüzü: Özel Askeri Şirketler, Tasam-Stratejik rapor no:56 

DİPNOTLAR;

1 Harp Akademileri Komutanlığı, Haliç Üniversitesi Mezunlar ve Mensuplar Platformu Genel Başkanı, 
2 Bu çalışmanın doğrudan konusu olmamakla birlikte İç Güvenlik Müsteşarlığı olarak tabir edilen kavram bugünün Emniyet Genel Müdürlüğüdür. 
Emniyet’in Başbakanlığa bağlı bir Müsteşarlık olarak yeniden yapılandırılması İç Güvenliğin profesyonellik katsayısının yükseltilmesine büyük katkı 
sağlayacaktır. 
3 DGM’ler ağır terör suçlarını yargılayan mahkemeler olup her üç üyesinden bir tanesi askeri hakim hükmünde faaliyet göstermekte, bu sebeplede özellikle 
Avrupa Birliği tarafından Yürütmenin Yargıya müdahili ile Kuvvetler Ayrılığı ilkesinin zedeleyici unsurları olarak sunulmakta. 
4 Yargılamaya adil hukuka tarafsız bir zemin oluşturulduğu takdirde kimin nerede yargılandığının pek bir önemi yoktur. Fakat yukarıdaki hususu örnekle yorumlayabiliriz. Bir sivilin örneğin ordu mensubuna hakareti sivil mahkemede yargılanabilir ve bu normal olandır. Fakat örneğin bir sivilin askeri bir ihaleye girip ihale komisyonundaki asker ile yolsuzluğa karışmasının yargısal mercii askeri mahkemeler olmalıdır. 
5 Sivilleştirilme; Jandarma’nın Kır Polisine dönüştürülmesi olarak tanımlanarak son derece yanlış bir kurama imza atılmıştır. Birincisi dünyanın hiçbir yerinde polis teşkilatları sivil birimler hükmünde değillerdir, ikincisi Jandarma personeli ile Polisin şark görev tanımları ve tazminatları farklılık göstermektedir, üçüncüsü ise iki birimin özlük haklarıyla iç kurumsal yapıları tamamen farklıdır. 
6 Silahlı Kuvvetlerde görev yapan Subayların çocukları süresiz olarak askeri tesisleri kullanmakta, Sivil personelin çocukları tesislerden kısa süre öncesine kadar 25 yaşlarına kadar yararlanmakta . Bu uygulama ufak bir değişiklik geçirerek Sivil Askeri Personelin çocuklarının 35 yaşına kadar askeri tesislerden yararlanmaları yönünde düzenlenmiştir. Ayrıca sözleşmeli personelde(Subay, Astsubay…) Silahlı Kuvvetlerden ayrıldıktan sonra sözleşme sürelerine göre kendileri ve aileleri askeri hastaneler, tesislerden yararlanabilmekte yine bu emekli askerleri personel sözleşme sürelerine göre emeklilik dönemlerinde belirli bir süre sonra silahlarını teslim etmektedirler. Hiçbir Silahlı Kuvvet personelinin öncelikli hedefi, tesisler veya silah bulundurma serbestisi değildir lâkin kurumsal aidiyetin sağlıklı tesisi için yeni düzenlemelerin yapılması şarttır. 


***

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ NİN TOPLUMSAL VE KURUMSAL DÖNÜŞÜMÜYLE İLGİLİ TEORİLER., BÖLÜM 2

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ NİN TOPLUMSAL VE KURUMSAL DÖNÜŞÜMÜYLE İLGİLİ TEORİLER., BÖLÜM 2




Askeri Mahkemeler, 

15.yüzyılda sürekli orduların kurulmasıyla birlikte askeri yargı faaliyetleri başlamıştır. 16’ncı yüzyıldan itibaren de başta İspanya’da ve İtalya’da asker kişiler hakkında ciddi suçlarla ilgili divan-ı harpler ile divan-ı harplere hukuki tavsiyelerde bulunan ordu müfettişliği kurumları ihdas edilmiştir.(Glissen, 1982: 314) Osmanlı devletinde ise Yeniçeri Ağalarının yaptığı askeri yargılama yerini İstiklâl Harbinde, Divanı Harplere ve Ordu müfettişliklerine bırakmıştır. 

Türkiye’de 1961 Anayasası ile askeri yargı anayasal bir kurum haline getirilmiş ve askeri mahkemelerin teşkilinde çoğunluk, asker üyelerden hukukçu üyelere 
geçmiştir.(Gedik, 2010: 101) Günümüzdeki vaziyete baktığımızda askeri mahkemeler yasal düzenlemelere tabi tutularak bir takım değişiklikler geçirdiğini vurgulayabiliriz. Her şeyden evvel sivil yargılamada söz sahibi olan Devlet Güvenlik Mahkemeleri(DGM)lerinde asker üye varlığı sona erdirilmiş3 Haziran 2004’te ise DGM’ler tamamen feshedilerek yetkileri özel yetkili ağır ceza mahkemelerine devredilmiştir. Temmuz 2006’da yürürlüğe giren kanun değişikliği ile askeri mahkemelerin barış zamanında sivilleri yoklama kaçağı olma durumları dahil olmak üzere yargılama yetkileri tamamen kaldırılmıştır.(Gürsoy, 
2012: 15) Askeri yargının kurumsal bünyesinde de bazı değişikliklere gidilmiştir. Evvela askeri mahkemelerde bulunan Subay üyelerin varlığı 2010 yılında 6000 sayılı kanunun iptaliyle sona ermiştir. Artık askeri mahkemeler yalnızca askeri hakimlerden oluşmaktadır. 
Bu değişiklikten evvel askeri mahkemelerde yer alan Subayları birlik komutanı belirlediğinden yargının tarafsızlığı hususu sarsılmaktaydı. Yine Anayasa mahkemesinin kararı üzerine askeri hakimler hakkında birlik komutanı veya kıdemli askeri hakim tarafından düzenlenen Subay sicil notu uygulaması kaldırılmış böylelikle kurumsal manada isabetli bir düzenleme daha 
gerçekleştirilmiş olunmuştur. Bütün bu düzenlemelere rağmen günümüzde askeri mahkemeler özellikle yargısal çift başlılığa sebebiyet verdiği gibi gerekçelerle eleştirilere tabi tutulmaktadır. Türkiye’de askeri mahkemelerin düzenlenmesi ile ilgili teorileri oluşturmadan evvel dünyadaki uygulamaları bir şablon misali ortaya koyabilmek sağlıklı bir güzergah belirleyebilmede 
yardımcı olacaktır. İtalya’da, barış zamanında ordu bünyesindeki bütün asker ve siviller ile ordu mensubu olmayan bazı sivil şahıslar (suçun konusuna göre) askeri mahkemelerde yargılanmaktadır.(Luther, 2003: 490) İspanya’da askeri başsavcılık sivil başsavcılığa bağlı görev yaparken Kara Deniz Hava kuvvetlerine göre yargılama terk edilmiştir. Fransa’da ise askeri mahkemeler bulunmazken askeri davalar adliyelerdeki ihtisas dairelerinde görülür. Sivil hakimlere rütbe verilen Fransa’da askeri savcılık yoktur.(Gedik, 2010: 54) İngiltere’de askeri mahkemeler bulunmakla birlikte bütün ordu personeli askeri yargıya tabi olmaktadır. Askerlerin işlediği suçlar sivilleri mağdur edecek nitelikteyse yargılama yeri sivil mahkemelerdir.(Rowe, 2003: 882) 

Abd’de ki askeri mahkemelerde ordu emrindeki bütün personel yargılanır.(Gedik, 2010: 91) Rusya’da ise askeri mahkemeler askerler ve askerlere karşı suç işleyen her sivili askeri mahkemelerde yargılamaktadır. Askeri yargılamaya haiz ihtisas mahkemeleri her ülkede bulunmakla birlikte nitelikleri ülkelerin askeri ve adli yapılarına göre farklılık göstermektedir. 

Türkiye’nin ise mevcut durumu dünya örnekleri de göz önüne alındığında yeniden yorumlanabilir. Öncelikle askeri mahkemelerin kuruluşu ve kaldırılması Milli Savunma Bakanlığının takdirindedir. Askeri Hakimlere disiplin cezaları ile meslekten çıkarma gibi yaptırımların uygulanması Milli Savunma Bakanının kararıyla olduğu gibi, askeri hakimler Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Milli Savunma Bakanının imzalarının bulunduğu üçlü kararnameyle atanmaktadırlar. 
Hiçbir demokratik ülkede mahkemeler, hakimler ve savcılar idari işleme tabi değildirler. Bu vesileyle Genelkurmaya dahi bağlı olmayan bir özerk Askeri Hukuk Konseyi kurularak, terfi, tayin gibi işlemlerle, askeri hakim-savcı, yazı işleri müdürü, zabıt katibi, mahkeme ve savcılık personellerinin mesleğe kabulü, özlük hakları, müeyyide gibi hususları yürütmeli askeri mahkemelerin üzerlerindeki idari vesayet sona erdirilmelidir. Bunun dışında askeri mahkemeler mutlak surette garnizonların dışına çıkartılmalı, askeri hakim ve savcıların 
üniforma giyme zorunluluğu kaldırılmak suretiyle kişisel isteğe bırakılmalıdır. Askeri mahkemelerde sivil hukukçu teminleri devam ettirilmeli sivil hukukçu askeri personel arasından da, gerekli niteliklere haiz olanlardan sivil fakat rütbeli hakim savcı ile adli müşavir sınıflarına geçişler yapılabilmelidir. Sivil askeri personelin idari davaları Askeri Yüksek İdari Mahkemelerinde görüldüğünden ordu içerisindeki çift başlılığı sona erdirmek için modern askeri mahkemelerde olduğu gibi bütün personel ‘her bakımdan’ askeri yargıya tabi olmalıdır. Askeri hakim ve savcılardan başarılı olanlar, sivil yargıda olduğu gibi yurtdışına yüksek lisans, doktora ve dil öğrenmeye gönderilerek kendilerini geliştirmelerine 
olanak sağlanmalıdır. Ordu mensubu olmayan siviller ise suçlarının niteliklerine göre askeri yargıya tabi olmalı ya da olmamalıdırlar.4 

Hulasa, askeri mahkemeler bu hususlar doğrultusunda modernize edilerek varlığını sürdürmelidirler. Askeri mahkemeler özel ihtisas mahkemeleri 
oldukları için ihtisas mahkemelerinin yargıda çift başlılığa yol açtığını söylemek mümkün değildir. 

Jandarma Genel Komutanlığı, 

Fransız kaynaklarında ‘Silahlı Adamlar’ manasına gelen ‘Gendarmerie’, XIV.Louis zamanında Fransız kralının muhafız kıtası olarak kullanılmaktaydı. Krala bağlı olup sarayı korumakla görevli olan Jandarma’nın(Akman, 1991: 3) Avrupa’da ilk doğduğu ülke Fransa’dır. Zamanla Fransa’da genel asayişi sağlayabilmek için daimi ve paralı askeri birimin kullanılması gerektiğinden Jandarma ve benzeri teşkilatlar; Fransa geneli ile Avrupa kıtasında kullanılmaya başlanmıştır. Türk güvenlik sistemi incelendiğinde ise askeri statülü kolluğun binlerce yıllar evveline uzandığı görülmekle beraber, ‘Subaşı’ olarak tabir edilen ve asayişi sağlamakla görevli askerler göze çarpmaktadır. (Alyot, 1947: 10) Geleneği Türk-İslam medeniyeti evveline dayanan askeri statülü kolluk, Jandarma adıyla Osmanlı devleti zamanında özellikle cihan harbinde firarlarla mücadele etmede kullanılan 
asli unsur olmuş ve kurumsal yapısı tanımlanmıştır.(Beşikçi, 2010: 159)Bu devirde, Umum Jandarma Komutanlığı olarak adlandırılan birim askeri talim ve terbiye bakımından Harbiye Nezareti’ne, diğer görevleri dolayısıylada Dahiliye Nezareti’ne tabiydi. Cumhuriyet döneminde ise yeni kabul edilen Jandarma kanunuyla Binbaşı ve yukarı rütbeliler İçişleri Bakanı’nın önerisi üzerine Cumhurbaşkanı’nın onayı ile atanmaktaydı. 1937 yılındaki Jandarma Kanunundaki ilave ile de, Jandarma Subaylarının, geçici olarak, valiliğe, kaymakamlığa ve nahiye müdürlüğüne vekaleten atanmalarına imkan sağlanmıştı.(Koçak, 2015: 35) 

1961’de Jandarma Bölge Komutanlıklarının kurulmasından sonra Jandarma Komutanı 1982 Anayasası ile Milli Güvenlik Kuruluna dahil edilmişti. Günümüze baktığımızda Türkiye’de çok tartışılan Jandarma teşkilatı ile ilgili iki değişiklik kısa süre evvel gerçekleştirilerek bugünkü yapı sağlanmıştır. Birinci değişiklik ile Jandarma sınırlardaki görevini Kara Kuvvetlerine devretmiş, ikinci düzenlemeyle ise Jandarma Komutanlığı askeri statüsünü korumakla beraber İçişleri Bakanlığına bağlanmıştır. 

Jandarma’nın yapısıyla ilgili teorileri incelemeden evvel Dünya’da ki Jandarma birimlerine değinmek yerinde olacaktır. Avrupa, Asya, Afrika ve Güney Amerika’da 56 ülkede askeri statülü Jandarma ve benzeri birimler bulunmakla birlikte teşkilatların tamamı İçişleri Bakanlığına bağlıdır. Bu birimler askeri konular sebebiyle Savunma Bakanlığına bağlı olup genelde kırsal bölgelerde görevlerini icra etmektedirler. İstisna olarak Şili’de tüm Ülkede görev yapan Jandarma, Azerbaycan, Kırgızistan ve Kazakistan’da İçişleri Bakanlığı’nın yetkilendirmesi durumunda yine bütün ülkede görev yapar. İtalya’da ise bölge kısıtlaması olmamakla birlikte ihbarı alan ilk kolluk birimi olayla ilgili çalışmaları yürütmektedir. (Jandarma Dergisi, 78-79) 

Bu uygulamalara baktığımızda Türkiye’nin askeri sosyolojik perspektifide dikkate alındığında Jandarma’nın genel kolluk olarak sürekliliğini koruması önemlidir. Yine bu vaziyette Polis ve Jandarma bölgeleri olarak belirlenen alanlarda kolluklar müstakil olarak görev yapmalıdırlar. Profesyonelleşme İç Güvenlikle alakalı bir teşkilatlın temel doktrini olduğundan Jandarma bünyesine hiçbir surette kısa dönem erler kabul edilmemeli orta vadede ise yükümlülerin hiçbirisi Jandarma bünyesinde görev yapmamalıdır. Kapatılan Uzman Jandarma Çavuş okulu yeniden açılarak Jandarma’nın asli kaynağı olarak Uzman Çavuş 
yetiştirilmesine devam edilmelidir. Jandarma teşkilatının idari yönden İçişleri Bakanlığına bağlanmasında bir sakınca olmamakla birlikte, Jandarma’nın halk nazarındaki itibarının korunması ve ötesinde özerk kolluk tanımının devam ettirilmesi için Generaller ile birlikte İl Alay Komutanlarıda Jandarma’nın iç yapısı içerisinde askeri silsileye göre atanmalıdırlar. Türkiye’de bir süre Jandarma’nın topyekün kaldırılması/sivilleştirilmesi5 savunulmuş fakat bunun pratikte bir getirisi olamayacağından şimdilik bu tartışmalardan vazgeçilmiştir. Jandarma her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de Polise nazaran daha ağır silahları bulunan bir 
teşkilattır. Bunun yanı sıra askeri konumu itibariyle halkta fevkalade yatıştırıcı bir psikoloji yaratmaktadır. Jandarma’nın bulunmadığı ülkelerden örneğin İngiltere’de yüksek gerilimli toplumsal olaylarda polisin yetersiz kalması durumunda ordu birliklerine talimat verilmesi tartışmalara sebebiyet vermektedir. Jandarma ise Polis ile Kara Kuvvetleri arasında ara bir kolluk 
misali toplumsal dengeleyici yapısı bakımından oldukça mühimdir. 

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kurumsal Yapısının Dönüşümü İle İlgili Diğer Teoriler 

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Sovyetler Birliği’nin dağılması salt coğrafi ve ideolojik bir çizginin değişmesinden daha geniş tabanlı manalar taşıyordu. Dünya modern ötesi de denilen postmodern kavramı tanımaya başlayacak, siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel hatta inançsal değişimler güvenlik ve güvenliğin temel aktörü ordulara da yansıyacaktı. Postmodernitenin siyasi 
alandaki karşılığı her şeyden evvel devlet mekanizmasının ulusal ve uluslararası platformda otoritesini başka aktörler ile paylaşmak zorunluluğuna evrilmesidir. Yani Modern Devlet kavramı yeniden tanımlanmak zorunda kalmıştır. Modern devlet önce sınırlarıyla varolur. Diğer yandan ülkeselliğin çizdiği sınırlar, ülke içindeki tek kamusal otoritenin de sınırlarıdır. Devletin içinde artık başka herhangi bir otorite tanımlanamaz. Sınırlar içinde yalnız devlet güvenliği sağlar, dışarıdan gelen tehditleri durdurur, ekonomik ve mali bir düzen kurar ve kültürel bütünlüğü sağlar.(Balta, 2014: 37) Sınırlar dışında da devlet yegane aktördür; devletin uluslararası alandaki özerkliğinin korunması, tüm devletlerin ortak önceliğidir.(Held, 2005: 78) Devletin asli unsur olduğu düzende realist bir felsefe uluslararası ilişkilere hakimdir. Realizme göre bencillik, saldırganlık ve güç arzusu, bu dünyanın kaçınılmaz olarak güç ve şiddet içermesi sonucunu doğurur.(Nogayeva, 2013: 17) Güçlü olmak ve sürekli gücü arttırmak için temel argüman büyük, kitlesel, savaşçı subayların bulunduğu orduların tesis edilebilmesidir. Büyük ordu, harp okullu savaşçı subay kavramı soğuk savaş sürecinde de devam etti fakat ordular birtakım değişiklikler geçirdi. İkinci dünya 
savaşı sırasında İngiliz Hava Kuvvetlerinin radarı ilk olarak kullanmalarıyla daha önce savaşla yüzeysel olarak ilgilenen bir sınıf insan da savaşla askerler gibi ilgilenmeye başladılar.(Friedman, 2015: 65) Teknik sınıfın yıldızının parlamaya başlamasının ardından atom çalışmalarında Manhatton projesinin kara kuvvetleri personelinden(Friedman, 2015: 69) California üniversitesine devredilmesi yetkinin subaylar dışında bilim insanlarına verilmesi manasını taşıyordu. Tekniki personelin ordular içerisinde öneminin yükselmesiyle Soğuk savaşın sona erdiği tarihten itibaren katı realist görüş güvenlik politikalarında terk edildi. Bu yeni ‘’Modern Devletler’’ artık egemenliklerini, uluslararası kurumlar, şirketler ve sivil toplum kuruluşlarıyla paylaşacaklardı. İki kutupluluk sona erdiğinden yeni düzende ve yeni devlet sisteminde kitlesel ordulara da gerek kalmadı, 
1990’larda 6 milyondan fazla personel ordulardan ayrılmak durumunda kaldı.(Zabcı, 2013: 10) Paramiliter tehdit ve insani müdahale operasyonları gibi yeni güvenlik algılarına göre küçülen ve profesyonelleşme katsayısı artan ordularda sivil ve üniformalı personel arasındaki uçurum kapandı, sivillerde silahlı kuvvetlerin hayati unsurları arasına girdi. 




Tablo 1: Ordu tiplerinin dönemlere göre karşılaştırılması (Moskos vd., 2000: 14) 

Dünya’da her alanda olduğu gibi güvenlik alanında da değişimler yaşanırken Türkiye’de de birtakım farklılıklar yaşanması kaçınılmazdı. Sivil Asker ilişkilerinin dönüşümü bağlamında idari ve mali denetimin eskisine nazaran daha kuvvetli olması ve kurumsal manada profesyonel ordu çalışmaları göze çarpan gelişmelerdendir. Türkiye coğrafyası gereği ve maliyet külfeti sebebiyle kısa ve orta vadede zorunlu askerliğin uygulanmadığı bir ülke olamaz. Zorunlu askerliğin kaldırılarak tamamen profesyonel ordu yapısına sahip olabilmek uzun vadeye yayılarak hayata geçirilmesi gereken bir proje olmalıdır. İlk etapta silahlı 
kuvvetlerde karma sistem uygulanmalıdır. Sözleşmeli ve muvazzaf er temini hızla devam ettirilirken, askerlik yükümlüleri de vazifelerini icra edebilirler. Askerlik belirli kıstaslara haiz olanlar ve talep edenlerin belirlenmiş meblağyı yerine getirmeleri durumunda muaf olacaklar kategorisini de kapsamalıdır. Gelir yalnızca silahlı kuvvetlerin ihtiyaçları doğrultusunda kullanılmalı, yükümlü erler geri hizmet veya pasif görevleri icra ederlerken, saha; eğitimli profesyonellere bırakılmalıdır. Böylelikle orta vadede işin ehli, mobilize, daha küçük bir ordu yapısı sağlanmalıdır. Fakat profesyonelleşmenin asli sebebinin terör olduğu gibi 
yanlış bir kanı oluşmamalı ve tasarı bu yanlış kanı üzerine inşa edilmemelidir. Çünkü Türkiye’de terörle mücadele İçİşleri Bakanlığı vasıtasıyla; Emniyet Genel Müdürlüğü ile Jandarma Genel Komutanlığı tarafından yürütülmektedir. Bunun dışında ancak yoğun asayişsizlik sebebiyle Kara Kuvvetleri Komando Tugaylarına başvurulmaktadır. Yani Silahlı Kuvvetlerin profesyonel yapıya kavuşması iç güvenlikten çok dışsal güvenlik kaygılarına yönelik bir girişimdir. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ NİN TOPLUMSAL VE KURUMSAL DÖNÜŞÜMÜYLE İLGİLİ TEORİLER., BÖLÜM 1

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ NİN TOPLUMSAL VE KURUMSAL DÖNÜŞÜMÜYLE İLGİLİ TEORİLER., BÖLÜM 1




 Onur Dikmeci*1 
*1 Harp Akademileri Komutanlığı, Haliç Üniversitesi Mezunlar ve Mensuplar Platformu Genel Başkanı, 
onur.dikmeci@gamail.com, 
dikmecionur.blogspot.com 




 Özet 

Güvenliğin bireysellik sınırlarını aşıp toplumsallaşmasıyla birlikte oluşan ordular, klasik güvenlik anlayışının yeniden tanımlanmasıyla sistemlerini değiştirmişler dir. 
Modernist ordular eskisine göre daha hareketli, küçük ve profesyonel olmalarının yanı sıra askeri ve toplumsal kültürlerinin doğrultusunda iç yapılarında yeni düzenlemeleri gerçekleştirmişlerdir. Türkiye’de ise sivil asker ilişkilerinin dönüşümüyle özellikle Milli Güvenlik Kurulu, Askeri Mahkemeler ve Jandarma Genel Komutanlığı hususlarında farklılıklar gerçekleştirilmiştir. 
Bu çalışmada Silahlı Kuvvetlerdeki önemli gelişmelere değinilmekle birlikte postmodern güvenlik konseptine göre Türk Silahlı Kuvvetlerinin toplumsal ve kurumsal yapısıyla ilgili ne gibi düzenlemelerin yapılması gerektiği 
vurgulanarak kimliğini kaybetmeyen fakat modernize edilen Silahlı Kuvvetler tahayyulü üzerinde durulmuştur. 

GİRİŞ 

Tarihin her döneminde güvenlik insanlar için en gerekli ihtiyaç olmuştur. Bu bağlamda insanları ve toplumları etkileyen çevresel veya diğer toplumlardan kaynaklanan tehditler hep var olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Binlerce yıllar evvelinde güvenlik ihtiyaçlarını ekseriyetle bireysel karşılayan insanlar zamanla güven ihtiyaçlarını karşılamak çatışmaları önlemek ya da yönetmek ve tüm bunların yol açabileceği zararlardan korunmak için kişisel koruma refleksleri ile yetinmeyerek, klan, aile düzeninden toplumlaşma sürecine ulaştıkça, kişisel korunmanın yanı sıra toplumsal korunma için de değişik kurumlar oluşturma 
yoluna gitmişlerdir. Çatışmayı önleyerek dışarıdan gelecek tehdidi ortadan kaldıracak ve düzeni sağlayacak olan kurumsal yapılar, tarihi insanlık tarihi kadar eski olan askeri kurumları oluşturmuştur.(Erendor, 2015: 15-16) 

1648 yılında imzalan Westfalya anlaşması ile ulusal devletler inşa edilmeye başlanmış devletlerin algıladıkları tehdide yeterli olacak sürekli bir ordunun bulundurulması devletlerin öncelikli gayretlerinden biri olmuştur.(Yılmaz, 2009: 60) 

Fransız ihtilâli ile teşekkül edilen yurttaş ordular, 19. yüzyılda Prusya modeliyle profesyonel subay ve askeri okulların yer aldığı askeri kültür kavramına 
evrilmiş tir. 
Türklerde coğrafyaları gereği her daim tehdit altında bulunduklarından binlerce yıl evvelinden askerlik ve ordu kurumunu oluşturmuş kendilerine özgü harp teknikleriyle uzun yıllar muvaffak olmuşlardır. Harp galibiyetlerinin kesilmeye 
başladığı 17. yüzyılda Karlofça anlaşmasıyla ilk toprak kaybı yaşanmış, 1768-1774 savaşı sonunda ise Kırım’ın kaybedilmesi(Özdağ, 2013: 35) devlet ve halk nezdinde büyük tedirginlik yaratmıştır. Ordunun öncelikli kurum olduğu devlet 
geleneğinde başarısızlıklar askeri zafiyetlere yorulmuş ve askeri ıslahatın yegane kurtuluş olabileceği düşüncesi özellikle devlet erkanında belirmiştir. III.Selim zamanında başlanılan fakat yetersiz kalan askeri ıslahatlarda ağırlığını hissettiren ilk ekol Fransız ekolü olmuştur. Sultan Mecid zamanında Fransa’dan orduya muallimler getirilmiş harp okullarında Fransızca dersler 
açılmıştır.(Karabekir, 2001: 199) 

Ağırlıklı olarak ise II. Abdülhamit ile 1908’den sonra İttihat Ve Terakki’nin esas aldıkları Prusya modeli olmuştur. 

Osmanlı-Rus savaşındaki ağır yenilgiden sonra Albay Otto August Kahler başkanlığındaki yeni Prusya askeri heyeti 1882’de Türkiye’ye gelerek çalışmalara başlamıştır. Kaehler’in 1885’te ölümünden sonra heyetin başkanlığını General 
Comlar Freiherr von der Goltz üstlenmiştir. Bu dönemlerde harp okullarında Fransız eğitim sistemi terk edilerek yerlerine Berlin harp okulu sistemi kabul edilmiştir.(Özcan, 2010: 179) 

Türk Harp Okullarındaki Alman ekolü Cumhuriyet’in ilk döneminde de sürmüş Alman subaylar askeri okullarda görev yapmaya devam etmişlerdir. 
Karabekir, Kasım 1940’taki TBMM konuşmasında Alman talimnamelerinden alıntılar yaparak bu talimnamelerin manevi yönünü vurgulamış (Karabekir, 1994: 242) ve bu sistemi örnek bir model olarak sunmuştur. 1940’ların ortalarından itibaren Soğuk Savaş döneminin başlamasıyla tercihini Batı 
ittifakından yana kullanan Türkiye’de bu konsept Türk Ordusu’nda da hissedilmiş ve Fransa modelinden sonra uygulanan Prusya sistemi de terk edilerek Amerikan modeli benimsenmiştir. 1943’ten itibaren Harp Akademilerinde Amerikalı uzmanlar Türkiye’de ilk kez görevlendirilmiş, Amerikan Askeri Yardım Kurulu 1948’den itibaren sınıf okullarında eğitim programları düzenlemiştir.(Güvenç, 2010: 261-265) Birçok subay ve astsubayda Amerikan silah ve malzemelerinin kullanımını öğrenmek için ABD ve Batı Almanya’da kurslara katılmıştır. Soğuk savaş konseptine göre düzenlenen güvenlik algısı gereğince Amerikan 
talimnamelerinden aynen tercüme edilen Sahra talimnameleri oluşturulmuştur.(Yılmaz, 2014: 164) 

Türkiye’nin 1952’de Nato’ya katılmasıyla Silahlı Kuvvetlerin anlayış ve teşkilatı Nato esaslarına uygun hale getirilmiştir. O tarihten itibaren Türkiye’de 
faaliyete geçen Amerikan üsleri ve ikili antlaşmalar bazı çevrelerde tartışma konusu olarak Ordu’nun bağımsızlığını yitirdiği dile getirilmiştir. Fakat 1969’da 55 adet ikili antlaşma tek bir antlaşma altında toplanarak, Türkiye’de ki üslerin mülkiyetinin Türkiye’de bulunduğu ve Türk askerinin denetimine tabi olduğu hükmünü içermekteydi.(Yılmaz, 2014: 173) 

Askeri gelenekte, Kara Hava Deniz ve Jandarma’yı ifade eden Ordu kavramı yerine kurumsal ifade için 4 Ocak 1961 tarihinde kabul edilen 211 sayılı iç hizmet kanunu ile Türk Silahlı Kuvvetleri adı kullanılmaya başlanmış(Akaya, 2006: 7) ve bugüne değin intikal etmiştir. 

TSK, kurumsal yapısında 1993 yılında gerçekleştirdiği yenilikle önemli bir değişikliğe imza atmış Soğuk Savaşın bittiği düzende konvansiyonel tehditten düşük yoğunluklu harp algısını belirleyip Özel Kuvvetler Komutanlığını var etmiştir. TSK 2007’den itibaren milli talimnamelerini yazmaya başlamış bulunmaktadır. Silahlı Kuvvetler Osmanlı Devleti zamanından itibaren 
gerektiğinde bir denetim mekanizması olarak devreye girerek kimilerine göre bir vesayet mercii misyonunu üstlenirken bazı çevrelere göre ise tıkanan siyasi mekanizmanın açılmasında sorumluluk üstlenen bir kurum olarak yorumlanmış tır. 

Türk ordusunun tarihsel mirasının ise üç ana öğesi olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, Osmanlının büyüklük döneminden itibaren ordunun neredeyse bütün devletle bütünleşmesi. İkincisi 19.yüzyılın reform hareketlerinden itibaren Subayların Batı tekniklerinin benimsenmesine dayalı yeni aydınlanmanın öncüleri olduklarına dair inanç. Üçüncüsü Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren ordu görevinin kışlalarla sınırlı olması gerektiği ancak devlet güvenliğinin tehlikeye düşmesi halinde açıkça siyasete müdahale edebildiği şeklinde yeni bir geleneği miras aldığıdır.(Hale, 2014: 34) Son yıllarda özellikle 1999 Helsinki zirvesinin 
getirdiği Avrupa ile bütünleşme isteğinin doğmasından itibaren sivil asker ilişkilerinde birtakım toplumsal ve kurumsal düzenlemeler gerçekleştirilmiştir. Fakat sivil asker ilişkilerinin tepeden inmeci ve zoraki düzenlenmesi ile global güvenlik politikalarının özümsenememesi, halen profesyonel ordu yapısı, Genelkurmay’ın durumu, askeri eğitim kurumları gibi başlıklarda ne gibi reformların yapılmasının tasarlandığı? sorularını yanıtsız bırakmaktadır. Özellikle son yıllarda yasal düzenlemelerin gerçekleştirildiği ve kurumsal düzenlemeler içermesinin yanında toplumsal yönüde ağırlıklı bulunan Milli Güvenlik Kurulu, Askeri Mahkemeler, Jandarma Genel Komutanlığının idari durumu meseleleri ençok tartışılan başlıklardan olmuştur. 

Milli Güvenlik Kurulu 

Milli Güvenlik Kurulu’nun Türkiye’de ilk defa 1961 Anayasası ile tesis edildiği gibi doğru olmayan bir bilgi mevcuttur. MGK adı ve bugüne değin uzanan istikrarlı yapısıyla 1961 Anayasası’nın ürünü de olsa MGK benzeri oluşumlar Türk siyasi tarihinde görülmektedir. Maliyenin para dağıtımına hakim olmak birinci planda ordu ihtiyaçlarının karşılanması konusunda idari mekanizma üzerinde yetkiler kullanarak cephenin etkin bir şekilde desteklenmesini sağlamak için 14 Ocak 1922’de Harp Encümeni Komisyonu kurulmuştu. Komisyon Başkomutan’ın emrinde ve Başkomutan’a karşı sorumlu bir kuruldu. Bu komisyon bugünün Milli Güvenlik Kurulu’nun çekirdeği olarak görülmektedir. Yine 1933 yılında hayata geçirilen Yüksek Müdafaa Meclisi; Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı ile Bakanlar Kurulu üyelerinden oluşmaktaydı.(Öztürk ve Yurteri, 2011: 19-21) 31 Mart 1949 tarihinde kabul edilen bir kanunla ise Milli Savunma Yüksek Kurulu hayata geçirildi. Cumhurbaşkanı Başkanlığında toplanan kurulda, Başbakan, Genelkurmay Başkanı ile Başbakan’ın önerisiyle hükümetçe seçilecek Bakanlardan oluşmaktaydı.(Koçak, 2015: 40) 1961 Anayasası ile Milli Güvenlik Kurulu adında asker ve sivillerden oluşan bir yapı hayata geçirildi. 

Cumhurbaşkanı Başkanlığındaki kurul, kuvvet komutanları, Başbakan, Milli Savunma, İçişleri ve Dışişleri Bakanlarından oluşmakta hükümete temel görüşler bildireceği belirtilmekteydi.( Aydın ve Taşkın, 2014: 92) 1982 Anayasası ile de MGK’nın ağırlığı arttırıldı sekreterliği güçlendirildi ve kurula Jandarma Genel Komutanıda dahil edildi. Bugüne baktığımızda MGK Türkiye’de asker sivil ilişkileri bakımından en çok tartışılan konulardan biri olmuş kurulun toptan kaldırılmasını savunanlar olduğu gibi son yıllarda gerçekleştirilen yasal düzenlemelerle kurulun özellikle sekreterliğinin işlevini kaybettiği yönünde eleştiriler öne sürülmüştür. Milli Güvenlik Kurulu ile alakalı teorilere değinmeden evvel Dünya’da MGK emsali yapıların bulunup bulunmadığı ile iç yapıları hakkında hususlara değinmek yerinde olacaktır. Pek çok ülkede Milli Güvenlik kurulları bulunmakla beraber bu kurulların isimleri, üye sayıları ile üye dağılımları güvenlik paradigmalarına göre değişiklik gösterse de amaçsal benzerlikleri söz konusudur. Güvenlik ile alakalı her hususun görüşüldüğü kurullar genellikle bağımsız bir erk’ten ziyade 
askerlerin askeri konularda sivilleri bilgilendirdiği ve topyekün ulusal güvenlik meselelerinin görüşüldüğü bir oluşum mahiyetindedirler. Almanya’da Savunma Bakanının başkanlığını yürüttüğü Federal Güvenlik konseyine Maliye Bakanı da 
üyeyken, Belçika’da Savunma Konseyine Maliye ve Ekonomi Bakanları da dahildirler. İtalya’da Savunma Yüksek Kurulu adı verilen yapıda üyeler arasında Hazine, Ticaret ve Sanayi Bakanları da mevcuttur. Yunanistan’da sekreteryasının General tarafından yürütüldüğü kurulun kararlarını Bakanlar Kurulu uygulamak zorundadır.(Balcı, 2000: 250-251) Polonya’da Devlet Savunma Konseyi denilen Konsey hem danışma hem de bir karar organıdır. Ulusal güvenliği ilgilendiren konularda temel ilkeleri belirleyebilmekte ve kararlar alabilmektedir. Alınan kararlar Bakanlar Kurulu tarafından uygulanır.(Yılmaz, 2006: 725) 

Türkiye’de MGK’nın tarihi geçmişi, gerçekleştirilen düzenlemeler ve dünya genelindeki örnekler dikkate alındığında MGK ile alakalı noksanları ve gelecek tahayyulünü önermeler ile bütüncül bir perspektifte sunabilmemiz mümkündür. Öncelikle, Türkiye’de sivil asker ilişkilerinin yanlış yorumlanması ve uygulanması ile alakalı noksanlıklar göze çarpmaktadır. MGK niteliğinden ziyade nicel düzlemde değerlendirilmiş ve sivil asker dağılımı bağlamında sivillerin sayısının çoğaltılması temel güvenlik hususu olarak görülmüştür. Bir başka deyişle gerçekçi olmayan bir yaklaşım neticesinde sivillerin sayısını arttırmak adına dünyada eşi görülmemiş bir uygulamayla kurula Başbakan Yardımcıları dahil edilmiştir. Bu durum, Bakanlık müsteşarları ile Komutan yardımcılarının da kurula dahil edilebilme gibi gayrı ciddi tasarılara pekala zemin hazırlayabilir. İlk olarak kuruldaki Başbakan Yardımcılarının varlıkları sona erdirilmelidir. 

Ekonominin müstakil bir istihbarat ve güvenlik branşı olarak kullanıldığı günümüzde Başbakan Yardımcıları yerine, Ekonomi Bakanı ile Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı gibi müstesna bir kurumla önemli hava ve deniz birimlerinin bağlı bulunduğu Ulaştırma Bakanı kurula dahil edilmelidir. Kuruluşu ve 
günümüzdeki konumu itibariyle de, dış istihbarattan sorumlu olması gereken Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarının da kurulda yer alması gerekmektedir. Bunun dışında Güvenlik Müsteşarına da2 kurulda yer verilmeli, Türkiye’nin özellikle komşu ülkelerinde yaşanan karışıklıkların orta ve uzun vadede son bulmasının mümkün olamayacağı aleni belli olduğundan kurul iki ayda bir yerine eskisi gibi ayda bir toplanmalıdır. Kurul hiçbir surette yaptırım mercii ve siviller ile askerlerin güç gösterilerine kalkıştıkları vesayet organı olarak kullanılmamalı alınan kararlarda partisel politikaların yansıtılmamasına dikkat edilmelidir. 
MGK sekreteri askerlerden seçilebileceği gibi günümüzdeki uygulamasıyla sivillerden de seçilebilmelidir. Fakat MGK gibi müstesna bir kurumun sekreterliğine hiçbir güvenlik çalışması bulunmayan mülki idare kadrosundan bir Vali atanmamalı dır. MGK sekreterliğine atanacak sivil şahıslarda eğitsel ve kişisel üstün nitelikler aranmalı, dünyayı tanıyan ve dünyadaki güvenlik politikalarına hakim büyükelçiler, akademisyenler veya güvenlik-strateji konularında doktora tezleri, bireysel çalışmaları bulunan kamu görevlileri gibi şahsiyetler belirlenmelidir. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

15 Ekim 2018 Pazartesi

Türk Silahlı Kuvvetleri ve Tehditler, Alaettin Parmaksız,

Türk Silahlı Kuvvetleri ve Tehditler, 


Alaettin Parmaksız 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                        
Orta Doğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi
27 Eylül 2007 Perşembe

Kara kuvvetleri komutanı, Kara Harp Okulunun yeni öğretim yılının açılışı nedeniyle yapmış olduğu konuşmada çok önemli konulara vurgu yapmıştır. Aslında bu vurgulamalar Türk devletinin karşı karşıya olduğu tehditleri tehlikeleri ortaya koymaktadır.

Bunlar kısaca:

İrtica kaygı verici boyutlara ulaşmıştır. Cemaatler toplumu bu yönde etkilemiştir. Bununla bağlantılı olarak Anayasadaki laiklik tanımı tartışılamaz.

Ortak hedef ulus devlettir. Onu yaşatmak zorundayız. Bu nedenle etnik milliyetçilik kabul edilemez. Dilini kaybeden ulus yok olur. Aydınlar yaşanmakta 
olan fikir karmaşasında toplumu gerçeklerle aydınlatma yerine kendilerine dayatılan fikirleri savunmaktadır.

Irak'taki gelişmeler bu gelişmelerin Türkiye'ye etkileri ve bu konudaki Amerikan politikaları konusunda da şimdiye kadar hiçbir devlet adamının değinmediği kadar açıklıkla görüşlerini belirtmiştir. Bu sadece kendi görüşlerini değil, Türk Silahlı Kuvvetlerin görüşlerini temsil ettiğinden kimsenin şüphesi olmasın.  Muhtemelen benzer konuşmalar diğer Harp Okullarının açılışında da yapılacaktır.

Irak'la ilgili olarak öncelikle Türkmenlerin durumuna dikkat çekmiş ve "Türkmenlerin bir iç savaşta çatışan taraf olması Türkiye açısından çok ciddi 
bir durum ortaya çıkarabilir. Türkiye'nin belki olaylara tek başına yön verebilecek gücünün olmadığı söylenebilir, ancak gelişmeleri engelleyebilecek bir güce de sahibiz" demiştir. Hükümetin yok saydığı bu konunun Türkiye açısından önemini çok açık ortaya koyan bir açıklamadır.

Irak kuzeyindeki oluşumun Kürtlere tarihte hiç olmadığı kadar siyasal, hukuki, askeri ve psikolojik güç kazandırdığını bu durumun ülkemize etkilerini 
vurgulamıştır.

Irak'taki yuvalanan, beslenen ve desteklenen PKK terör örgütüne karşı ABD'nin hiçbir şey yapmamasının da iki ülke arasındaki ilişkileri olumsuz yönde 
etkilediğini, ABD'nin bu konuda laf üretmekten başka bir şey yapmadığını, artık eylem zamanın gelip geçtiğini ve bu bölgede Türkiye'nin içinde olmadığı bir 
çözümüm başarı şansının olmadığını açıklamıştır. Konuşmasının sonunda da "TSK'nın Cumhuriyetin kuruluş felsefesinin temelini oluşturan ulus devlet, 
üniter devlet, Cumhuriyetin temeli olan demokratik, laik, sosyal ve hukuk devleti niteliklerine sahip çıkma ve koruma konusunda TSK her zaman taraf 
olmuştur ve olmaya da devam edecektir" diyerek, TSK'nın kırmızı çizgilerini ortaya koymuştur.

Konuşma kendi içinde tutarlı ve kelimelere muhteşem analizler sığdırılmış durumda, ancak sorun şu: Mevcut hükümetin bütün politikaları yukarda açıklanan görüşlerle çatışmaktadır.

Özetlersek, hükümet ve onun yandaşları açısından irtica diye bir tehdit yoktur. Cemaatler sivil toplum örgütleridir. Laiklik, yeni anayasa yapılırken yeniden 
tanımlanmaktadır. Hükümetin ulus devlet diye bir kaygısı yoktur. Sözde onu savunsa bile özde icraatları ile federal bir yapıyı gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Hükümetin Türkmenler diye bir sorunu yoktur. Kürt peşmergeler tarafından adeta soykırıma tabi tutulmalarına ve bu politikalar ABD tarafından fiilen desteklenmesine rağmen Hükümetin dişe dokunur tek bir açıklaması dahi yoktur.

Hükümet kuzey Irak'ta ortaya çıkan oluşumu tehdit olarak algılamadığı gibi ona maddi ve manevi alanda destek olmakta Talabani ve Barzani'yi kucaklamaktadır.

ABD'nin PKK'ya verdiği desteği adeta görmezden gelmektedir. Üretilen bütün laflarla oyalanmakta, bu arada ABD'nin isteklerini yerine getirmektedir.

Şimdi can alıcı noktaya geliyorum: Hükümetle TSK arasında ana konularda yani irtica, laiklik, Irak Kuzeyindeki oluşum, Türkmenlerin durumu, PKK ve bölgeye 
yönelik ABD politikaları konusunda bu kadar derin görüş ayrılıkları varken, dış politikayı hükümet belirlerken ve bu konuları hiç dikkate almazken ve yetkilerde 
siyasi otoritede iken TSK NASIL TARAF OLACAKTIR? İkinci önemli soru sözde mi taraf olacaktır, Özde mi taraf olacaktır? Nasıl?

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/orta-dogu-ve-afrika-arastirmalari-merkezi/2007/09/27/1020/turk-silahli-kuvvetleri-ve-tehditler

..

25 Mart 2017 Cumartesi

HİÇ,

HİÇ,


Yekta Güngör Özden 
03.05.2004/Sayı:55


Atatürk Cumhuriyet’ini yıkma yarışında dış düşmanları geçen iç düşmanlar ne derlerse desin görünen köy kılavuz istemiyor. Kaldı ki böyle kılavuzlara da gerek yok. Ne oldukları, ne istedikleri, kimlere ve nasıl hizmet ettikleri çok belli. Yalan-dolan, abartı, arsızlık, yüzsüzlük, pişkinlik, sırıtma, pis dalkavukluk. Bilgisizlikle yoğunlaşan ahlâksızlık. Çıkar amaçlı düşüklük ve yanlılık. Paralı askerler türü bağımlılık. Bozukluklarının kanıtı saldırganlık. Bir şeyler söyleyip yazdığını sanan, oturtulduğu medya köşesinde verilen talimatları yerine getirdiği ölçüde şımartılan “karışık karıştırıcılar” gerçekleri tersine çevirerek okuyanları, izleyenleri aldatıyorlar. Bu hengâme içinde doğrunun, yararlının ne olduğunu ayırt etmek güçlüğünü çeken seçmen şaşkın. Yıllardır “evet” denilmesi için, her yolu, her yöntemi deneyen, para musluklarını sonuna kadar açan, siyasal baskıların en ağırını uygulamaya geçiren AB ve ABD’nin çabalarına karşın alınan sonuçlar bağımsızlığı, özgürlüğü, egemenliği, güvenliği ve onuru savunanları haklı çıkarmıştır. Bunca yüklenmeye karşın KKTC’de “evet”lerin %90 olması gerekirdi. Demek ki usunu kullanan, varlığının nedenini bilen, geleceğini güvenceye almaktan vazgeçmeyen karakterli, onurlu, değerbilir insanlar tükenmedi. “Hayır” diyenleri çözüm karşıtı olmakla suçlayan bilirbilmezler var. Kimse çözümsüzlüğü savunmuyor, istemiyor. İstenen, ezilmeden, erimeden, eğilmeden, eşit, onurlu, güvenceli biçimde Kıbrıs Devleti’nin asıl öğesi olmaktır. İsveç görüşmelerini, Annan’ın İngiltere kaynaklı ABD destekli amaçlı planını Lozan’la karşılaştırmak, Lozan’da ver-kurtulculuk oynandığını söylemek çirkinliğine, aymazlık ve sapkınlığına düşenler, ne dediklerini bilmeyen bağnazlardır. Bir yaşlıya, bir büyüğe, bir devlet başkanına nasıl hitap edileceğini bilmeyecek ölçüde gözü dönen, terbiyesini yitiren patron maşalarının kullandığı sözcükler, okuyanları tiksindirmektedir. Aynı yayın organında birbirinin tersi yazılar, düşünce özgürlüğünün değil, medya çarpıklığının göstergesidir.

Kıbrıs sınavı

Kıbrıs konusunda söylenecek o kadar çok şay var ki, sıralamakta, doyurucu düzeyde belirtmekte güçlük duyuyorum. Ancak Kıbrıs olayları çok kişi ve kuruluş için gerçek bir sınav oldu. TBMM, Cumhurbaşkanlığı, Milli Güvenlik Kurulu, Bakanlar Kurulu, siyasal partiler, demokratik kitle örgütleri, medya başta olmak üzere, kimin ilkeli, tutarlı, kararlı, etkin ve içtenlikli olup olmadığı daha iyi anlaşıldı. Özellikle Genelkurmay Başkanı’nın okuduğu ve konuştuğunun birbine bağlantısı unutulup değişik görülmesi, yansız görünme özeni ile yeterli açıklıktan yoksun bulunması, Cumhurbaşkanı’nın kimi yetkilerini kullanmaya gerek görmemesi sürekli tartışılacak ve sık sık anılacaktır. Düş kırıklığı, umutsuzluk, güvensizlik artmaktadır. Anlamsız ve aşırı hoşgörü demokratlık değildir.

Dayatmalı oylamanın sonuçlarını iyi değerlendirmek, gerçekçiliği elden bırakmamak gerekmektedir. Kanımca “ hezimet ” sayılması gereken sonucunun “zafer” gösterilmesi aldatmacanın âlâsıdır. Hem de dik âlâsı. Oylama sırasında bile rumların yeni kazanımları Plan’a ekletip işlettikleri gerçeği karşısında Kıbrıslı Türklerin ne aldığı, ne kazandığı hiç sorgulanmamıştır. Durumları iyiye mi, kötüye mi gitmiştir, içtenlikle ilgilenen olmamıştır. Tüm çabalar, AKP iktidarının bir şey yaptığı, bir şeyler kazandırdığında yoğunlaşmış, odaklanmıştır. Siyasal gösteri için Kıbrıs gözden çıkarılmıştır. Bunun da asıl nedeni AB’ye girme yolunun açılmasıdır. Oysa şimdiye kadar nasıl oyalamışlarsa bundan sonra da öyle oyalayacaklar, yeni bahanelerle yeni ödünler koparacaklardır. Şimdi KKTC’ye ekonomik destek, ambargonun gevşetilmesi, AB bürosu açmak gibi etkisiz göstermelik yaklaşımlar, çoğu boş sözler rüzgârı estirilmektedir. KKTC’nin tanınması gibi bir aşama asla gündemde yoktur. Kıbrıs’ta toplam %89.1 “evet” oyuna karşılık %110.9 “hayır” oyunun çıkması rumların istediği doğrultuda sonuca gelindiğini göstermektedir. Asla unutulmamalıdır ki, rumlar birleşmeyi istemedikleri gibi Türklerin adada bulunmasına da katlanamamaktadır. Megali İdea’dan, Enosis’ten vazgeçmeleri olanaksızdır. AB dağılırsa Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması ilkedir. AB üyeleri ve ABD açıkça ve çok yanlı biçimde Yunanistan’ı tutmakta bu nedenle Kıbrıs’ın acı gerçekleri gözardı edilerek yapay ve yararsız bir birliktelik için uğraşılmaktadır. KKTC iktidarı Türkiye Cumhuriyeti’ni istememekte, rumlara, Yunanistan’a bağlılık ve bağımlılığı yeğlemektedir. Tüm sorun, çıkarda düğümlenmektedir. Türkiye’nin güvenliği kimsenin umurunda değildir. Tek rum devleti oluşturmak, Kıbrıs’ı Yunan adasına çevirmek çabası açıkken tehlikeleri önleyen, erteleten, evetçileri kurtaran, hayırcılar oldu. Geçiş düzenlemesi, para yardımı, tüzük değişikliği, sınır belirlemesi de rumların aldıkları yanında bir hiç.

Sözde Dostlar

Türkiye’den beklentileri nedeniyle arada sırada gülümseyen sözde dostların sözleri de inandırıcı değildir. Aldatıldıklarını açıklamalarına karşın rumları antlaşmalara aykırı biçimde AB’ye alanların sınırlı tepkisine rumlar gülüp geçmektedir. Onlar için değişen bir şey yoktur. “Hayır” demekle kendi ayrıcalıklarını vurgulamışlar, dış baskılara boyun eğmediklerini, istemediklerini kabul etmeyeceklerini göstermişler, onurlu davranmışlardır. M. A. Talat yönetimi ödünler vermiş, vereceğini göstermiş, yalvar yakar olmuş, rumların yararına Türklerin zararına her maddeye katlanmış, aldatıcı reklamlar ve ısmarlama toplantılarla oy artırmaya çalışmış, çıkar için Plan nasıl olursa olsun kabul edeceklerini açıklamış, sonuçta yalnız, elleri boş kalmıştır. Rumların bile istemediğine razı olarak ezilip büzülmüştür. AB’nin, ABD’nin çabaları barış için değil, yeni haçlı seferinin başarısı içindir. Adaletsiz, haksız, yanlılığı çok belirgin plan ve dayatmalı referandumu desteklemek başka anlama gelemez. Şimdi yeniden referandum çıkışları duyulmaktadır. Sözde dostlara asla güvenilmez. Hukuka uygunluğu gözetmeden neler önerecekleri belli olmaz. Kimbilir yakında neler getirecekler, neler görecek, duyacağız? Bu kadar ödün verdikten sonra AB ve ABD gülmüş, yakınlaşmış ne çıkar? Irak’taki çuval unutuldu mu? Afganistan için yeni görev zorlaması yok mu? Büyük Ortadoğu Projesi nedir? Kıbrıs’ta bir şey alınıyor mu? Rumların eklettiği, doldurttuğu boşluklara karşı Kıbrıs’lı Türkler için Plan’da küçük bir düzeltme oldu mu? Olacak mı, olabilir mi? Yazılan haksızlıklar, eşitsizlikler, kurumların oluşum ve yetkilerinden vergi paylarına uzanan çizgideki ayrıcalıkları, nüfus ve konut sorunları, Türk gemilerine sınırlama ne olacak? Batının amacı Kıbrıslıları Türkiye’den ayırmak, Türkiye’nin ilişkisini tam kesmektir. Verilmiş görüneni sonradan alan siyasi kurnazlık ürünü düzenlemeler. Verilenleri saklayan, Batı yanlısı, hattâ tutsağı medya. Dincilerin “cennet” sözü gibi çıkarcı Batıcıların “AB’ne girme” sözünün boşluğu, kaba sözler, çirkin yakıştırmalar, nereler kimlerin eline geçti, kimler neredelerde oturuyor, hangi yetkileri kullanıyor, ibretle izliyoruz. Aşağılamalara, çuval olayı gibi, tepkisiz, duyarsız bir yönetim. Tüm dertleri amaçladıkları düzeni gerçekleştirmek. “Bile bile lades” sözünü anımsatan tutumları da dış destek ve koruma için. Laiklik konusundaki çelişkili tutum ve sözleri ortada. Parayı onurdan üstün tutan pespayeler alkış tutuyor. AB zaptiyeleri böyledir.

Ya Bizimkiler(!)?

Sözde dostlar bir yana ya içimizdekiler? Kimi görevdeki ve emekli diplomatlar dahil ilgililerin çoğu Türkiye Cumhuriyeti’nin değil, karşıtlarının adamı gibi çalıştılar. Hele gazete köşelerinde ne olduklarını bir kez daha gösteren nağmeler dizenler. Denktaş’a saldırıp istifaya çağıranlar. AB düşkünlüğü, bağımlılığı giderek tutsaklığa dönüştü. “DEP davasını AB için Kıbrıs’tan sonra yeni bir engel kılmağa kimsenin hakkı yok.” diye kendi yargısını azarlayan, köşesini evetçilere bırakan enseciler, yapılanların Lozan’da da ver-kurtulculuk yapıldığını anımsattığı ileri süren palavracılar, neler neler. TBMM’nin “Şey”le gündemdeki başkanının 23 Nisan resepsiyonunda konuşulanlar insanı acı acı güldürüyor. Kıbrıs gidiyor, ülkede neler oluyor, orda neler konuşuluyor... Ne PKK/KADEK’in yeni saldırıları, ne amaçlı Anayasa değişikliği, ne irtica yuvalarının basılması, ne işsizlik, eğitim, kadrolaşma hiç biri gündemde değil. Bir belirsiz güç gözleri kapamış, kulakları tıkamış, dilleri bağlamış, elleri kelepçelemiş, ayakları demirlemiş gibi.

İktidar başının övgülerinden geçilmiyor. “Dünyanın 100 etkin kişisinden biri seçildiği”ni yabancı basından aktararak duyuruyorlar. Aynı yabancı basın Atatürk’ü nasıl değerlendirmişti, unutuldu mu? Yabancıların işlerine geldikçe çocukların elma şekeriyle kandırılmasına ağırlık verildiği gibi Türkiye’yi iyice avuçlarının içine almak için iktidarı okşayıp duruyorlar. Tam bir siyasal alış veriş. “Al takke ver külah” sözünü hatırlatıyor. Recep Tayyip ne yapmış da etkin olmuş? Kimleri nasıl etkilemiş? Batı bu kadar zayıf ve edilgen mi? Yoksa yine vücut dili mi konuşturuluyor? Neresinden bakılsa amaç ve araç belli. Valilikler ve üniversiteler de bozulacak.

Kimi eski faşist yeni şeriat özentisi de “ılımlı İslam”la getirilmek isteneni benimsetmeye çalışıyor. Şeriatı yararlı, şirin ve gerekli göstermek için islamiyetin sert yanlarının bırakılarak uygulanması anlamında bir gereksiz çıkışa yandaş toplamak istiyor. Aslında şeriatın açılımına ortam ve iklim hazırlanıyor. Din, dindir. İslamiyet de islamiyet. Ilımlısı, ateşlisi, serti, yumuşağı diye ayırmak dinin doğasına, niteliğine, yapısına aykırı. Dini din okutmaktan çıkarıp siyasal amaçlı sömürü, şeriatı yerleştirme çabalı yozlaştırma sonucu teröre elverişli kılma çabalarını kırmak yerine büsbütün köktendinciliği kışkırtmak için ustalıklar, oyunlar sergileniyor. Abant toplantılarını Washington’a taşımanın başka anlamı yoktur. ABD kendini Irak batağından kurtaramamışken Türkiye’ye yeni çerçeveler çizmekte, hazırlıklarına omuz vermektedir. Dinciler de inanç temizliğiyle Fethullah Gülen’in ABD konukluğunu nasıl bağdaştırdıklarını vicdanlarına sormamaktadır. Orda kimin yanında, kime yararı oluyor, kimlere ne yapıyor, neler yaptırıyor? Ateist ve teröristi bir tutmanın yanılgısı düşünce düzeyini ortaya koymaktadır. Yineliyorum, bilgili ve terbiyeli bir kimse inançsız da olsa inançlara saygılıdır. İnanca saygı, onun sahibi kişiye saygının doğal gereğidir. İnançsızı teröristle bir tutmak, ikisinin de ne olduğunu bilmimiktir. Amaç, varsa islamiyetin ateşini düşürmek, yanılgılarla, yanlışlıklarla gölgelenmesini önlemek değil, laikliği sulandırmak, yozlaştırmak, etkisiz ve geçersiz kılmaktır. Türkiye’nin bugünü ve geleceği ABD’de biçimlendirilmekte, görevlileri saptanmakta, yeni reçeteler bu amaçla hazırlanmaktadır. “Ilımlı islam” da bir ABD dayatmasıdır. Bu çıkış kimi AKP’lileri bile ayağa kaldırmıştır. Öylesine tehlikelidir. Ayrıca teröristlerin dindarlardan değil, dincilerden çıktığı da unutturulmak istenmektedir.

Ortak yanları

Bir tanıdık sıkılarak ve çekinerek söylüyordu “Bırakınız fog-mog çocuğunu, ne çocuğu olduğu belirsiz, arsız-yüzsüz, soysuz-terbiyesiz, rezilden de rezil, pişkin ve sırıtkan, Türkiye, Türklük, Atatürkçülük, insanlık düşmanı kaşağılık aşağılıklarla gideceğimiz yer bellidir. Sevr’in intikamını, Lozan’ın öcünü almaya kararlı Batı işbirlikçilerini bulmuştur. İşte ermeni soykırımı tasarılarının geçişi. Gıkları çıkıyor mu? İttihatçıların torunları boş durmuyor. Gençleri kandırıp kırdıran dönekler Lozan’ı suçluyor. Yüzü kara olanlar enselerin karartılmamasını isteyerek omuzlarımıza, sırtımıza haçlıları oturtuyor. Hangisi bizim kadar içtenlikli, hangisi bizim kadar barıştan yana, hangisi bağımsızlıkçı?” Doğruyu kınamak doğru değildir. Bir şey söylemeye gerek yok. Powell demedi mi “Rumlar merak etmesin, 1974 tekrarlanmayacak” Peki kıyıma uğrayan Türkler miydi, Rumlar mı? Niye “İki yan da merak etmesin” ya da “Türkler de merak etmesin” demedi. Onlar için AKP iktidarı çantada keklik. Kurşun askerlerle oynayan çocuklar gibi ne isterlerse yaptıracaklarına eminler. Fransa’da 15’i aşkın ermeni anıtına yenileri ekleniyor. ABD Califonria Valisi Schwarzenegger “Konstantinopolis” diyerek 24.04.2004’ü “Ermeni Soykırım Günü” ilan etti. Kanada Avam Kamarası Ermeni Soykırım Tasarısı’nı kabul etti. Cılız, sönük, zayıf, etkisiz yanıtlarla geçiştiriliyor. Haklı çıkışın, onurlu duruşun, eşit konumun hiçbir belirtisi yok. Türk-Osmanlı sentezini benimseyenler hiç ilgimiz olmayan Osmanlı’yı bile savunamıyorlar. Bilimin dinleri inceleyebileceğini ama dinlerin bilim olamayacağını söyleyemiyorlar. Vatanı olmayanın dininin olmayacağını bilmiyorlar. Ümmet düşüncesi kişiliğin, ulusun, bağımsızlığın önüne alınıyor. Laiklik güvenceyken değeri bilinmiyor, yadsınıyor. TBMM komisyonunda laiklere çamur atılıyor, laiklik suçlanıyor.

Nasıl Türk Ceza Yasası’nın 163. maddesi (Özal zamanında oldu) kaldırılınca şeriatçılık ve terör arttıysa şimdi de Leyla Zana’yı düşünce suçlusu (!) gösterip yapılacak yeni değişikliklerle düzenlemelerle etnik terörü azdıracaklar. Kendilerini köktendinci ve etnik teröre araç durumuna getirenleri doğrulara çekmenin olanaksızlığını bilmeyecek, olanları görmeyecek, olacakları kestiremeyecek durumda olanlar siyasete soyunursa böyle olur. Oy toplayacaklarını sanarak verdikleri ödünlerle Türkiye’nin temelini yıkmaktadırlar. Kimileri de parti parti dolaşıp bir yere kapılanmak için kişiliğini gözardı edip yanaşma çabaları içindedir. Bu arada en önemli olay Kürtçülerin tahliye edilmeyip yine cezaya çarptırılmalarına kızıp Türk yargısına saldıran Avrupalılara etkin yanıtlar verilmemesidir. Bağımsızlığını tartışmalı duruma getirdikleri Türk Yargısı’na yabancıların saldırısı kendilerinin aymazlık ve bağnazlıklarının belirtisidir. Yanlılıklarının ve Türkiye düşmanlıklarının çirkin yeni örnekleridir. Türkiye’de ilgilenilecek başka konu, kurum ve kişi yok mudur? Durumu kötü olan yalnız Leyla Zana ve arkadaşları mıdır? Olayın içeriğinden yeterli bilgileri var mıdır, yoksa içimizdeki işbirlikçilerinin etkisiyle ısmarlama işlemler, amaçlı destekler peşinde midirler? Türkiye Batının sömürgesi midir, mandası, dominyonu mudur? Recep Tayyip AB’nin Türkiye Genel Valisi midir? Kıbrıs’ta Kuzey’in “evet” demesi için Güney’in “hayır” diyeceğini günlerce işleyen medyanın yaptığı kışkırtıcılık, kurduğu baskı, görevlendirdiği kişiler gözetilirse bağımsızlığımıza ve onurumuza yönelik saldırılardaki suskunluğuna ne anlam verileceğini belirlemek güçleşiyor. Eşine az rastlanır, hatta benzeri görülmemiş bir pişkinlik ve utanmazlıkla sürdürülen Kıbrıs yayınları tarihimizin “mütareke basını” sayfalarından daha karanlık olacaktır.

Son günlerde anamuvafakat partisi durumuna düştüğünü üzülerek izlediğimiz yine de ABD ajanlarının el atmasından, ele geçirmesinden çekindiğimiz CHP’lilerin yanlış kalkışmalarıyla Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Yasası’nın 35. maddesi gündeme geldi. Bilinen karşıtları nasıl da sevindiler. Unutuyorlar ve bilmiyorlar ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu gücü içinde Silahlı Kuvvetler’in önemli bir yeri vardır. Nasıl Anayasa’da ulusun egemenlik hakkını yetkili organlar eliyle kullanacağı öngörülmüşse, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en doğal görevi olan Cumhuriyet’i koruyup kollamanın da hukuksal bir vurgulaması olacaktır. Laik Cumhuriyet’i kuran Atatürk’ü yetiştiren ocağın önderine, Başkomutan’ına bağlılığın olağan ve gerekli bir anlatımını 35. madde yansıtmaktadır. Bu yalın anlatımı darbe dayanağı sanmak ya da öyle göstermek büyük bir yanılgıdır. Darbeler doğal direnme hakkının kullanılmasıyla olabileceği gibi çoğunlukla yasadışı olarak gerçekleşir. 35. maddeye bahane gösterip Silahlı Kuvvetler’i çekindirecek, etkisiz kılacak, hatta dışlayacak biçimde öneri getirmenin anlamı yoktur. Bu olsa olsa Milli Güvenlik Kurulu’na ilişkin düzenlemeyle başlayan Silahlı Kuvvetler’i suskun, tepkisiz, ilgisiz, iktidar buyruğunda bir güç kılma amacına hizmettir. Şeriatçıların girişimlerinin önündeki başlıca engelden, laikliğin ödünsüz ve gerçekçi bir koruyucusundan kurtulmak istenmektedir. Ulusun en güvendiği kurumdan korkanların sık sık bu tür istek ve paslaşmalarla zaman alacağı, gündem değişikliği sağlayacağı sezilmektedir. Silahlı Kuvvetler karşıtları sevindiklerini saklamıyor.

Yine ve her zaman laiklik

Geçmişi geleceğinin göstergesi olan kimi yazarların iktidar palyaçoluğuna soyunduğu ortamda laikliğin eleştirilmesi beklenen bir yaklaşımdır. Anayasa Mahkemesi’nin sıkmabaşla ilgili ilk kararında bilimsel yönden incelenip kezlerce tanımı yapılan laikliği yalnızca din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak göstermek yeterli değildir. Din ve vicdan özgürlüğü, kişinin istediği inanca bağlı olması, onu yaşamasıdır. Laiklik bu özgürlüklerin güvencesidir. Ailede, okulda, devlet yönetiminde dayanağın inanç değil, hukuk, akıl, uygarlık, yaşam gerekleri olduğunun bilinmesidir. Laiklik dinlerin olduğu yerde vardır, olmadığı yerde yoktur. Başta inanç ve düşünce özgürlüğü olmak üzere tüm hak ve özgürlüklerin güvencesi bağımsızlığın, demokrasinin kaynağı, siyasal, hukuksal, ulusal birliğin dayanağı, eşitlik, kardeşlik, insanlık, barış, bilimsellik ve çağdaşlığın en sağlıklı ortamıdır. İnanç karşıtlığı değil, inançlar yönünden devletin saygın bir yansızlığıdır. Yüzlerce tanımı yapılabilir. Türkiye’de laiklik sayesinde barış, toplumsal dayanışma, tam bir inanç özgürlüğü vardır. Batılıların katılığı yanında Türk ulusunun inancını yaşamaktaki hoşgörüsü örnek olacak düzeydedir. Kimsenin inancına karışılmamakta, dinsel görevlerini yerine getirmesi engellenmemektedir. Dünyadaki müslüman çoğunluğu barındıran ülkeler içinde hiçbiri Türkiye’deki kadar inancını özgür yaşamamaktadır. Hiçbirinde Türkiye’deki kadar demokrasi ve uygarlık yoktur. Köktendincilerle iç ve dış destekçilerinin “din özgürlüğü olmadığı” savı tam bir yalandır. Onlar din sömürüsü olduğunu dinsel terörün sürdüğünü söylemez saklarlar. Türkiye’de kimse inancı konusunda laiklerden zarar görmemiştir. Laikler insan yaralamamış, yakmamış, öldürmemişlerdir. Hücre evleri, domuz bağları, insan kaçırıp boğarak öldürme, oruç tutmadığı için dövme, sıkmabaşa olur vermediği için düşman ilan etme, kötülükleri, insanlıkdışı davranışları yoktur. “Devletin laik olacağı, bireyin olmayacağı” görüşü de bilgisizlik ürünüdür. Amaçlı bir anlatımdır. Lakliği benimseyen, koruyan, yaşamında uygulayan insan laiktir. Laik devleti de ancak laik olanlar yönetir, laikliği ancak bu nitelikte olanlar uygular. Ülkemizde laikliğe ters düşen oluşumlar, laiklerden değil karşıtlarından gelmektedir. Siyasetçilerin ödünlerle yozlaştırmaya çalıştığı bu kavramın, bu kurumun değerini bilmek zorundayız. Mezhep kavgalarının, köktendinciliğin önlenmesi, insanlığın erdeminin hakkıyla yaşanması için laikliğe önem göstermeliyiz. Daha birkaç gün önce Sakarya ve Kahramanmaraş’ta medrese eğitimine baskın yapılarak irticai kalkışmalar izlemeye alındı. Denizli Garnizon Komutanı’nın uyarısı unutulmadı. Toplu namazlar, devlet yapılarından yükselen ezan sesleri, mescitler, tarikat dayanışması, köktendinci kadrolaşma, imam hatip okulları kavgası, gerici giysilerin arttığı sokaklar, neler neler... Laikliği kendi anlayışlarına uygun duruma getirip şeriatçı açılımlarını sağlamak için yabancı destekli toplantılar büyük giderlerle düzenleniyor. Kimi rektörler de bu tehlikeli açılımı destekleyerek, kendi üniversitesini anlayışlı gösterip reklamcılık yapıyor. İmam hatipleri övenleri “geleceğe doğru gelişim” diye sunan çürük beyinliler çıkıyor. Şeriatın yeni adı “ılımlı İslam” olacaktır. Şeriat bu adla yumuşatılarak dayatılacaktır. Gericiliğe, köktendinciliğe, şeriatçılığa karşıtlık sözde islamiyeti yumuşak gösteren bu adla önlenecektir. Bu ad, bu niteleme, bu tanım islamiyete aykırıdır. Ama amaçları için dini de araç olarak kullanan kafalar bu aykırılıktan da kaçınmazlar. Gerçekte ne demokrasinin islamcısı, ne de islamcının demokratı olur. Din dindir, demokrasi de demokrasi. Din siyasallaştırılırsa demokrasi dinselleşir, demokrasi olmaktan çıkar. “Ilımlı islam” şeriatçılığın benimsetilip uygulanmasına hız vermek için getirilen ara formüldür. Böylelikle insani ve demokratik gösterilip şeriat daha kolay uygulanmak istenmektedir. Gerçekte ve özde bulunanla değişen ne ki “ılımlılık” öneriliyor? Dini her yere sokmak çabası açıklıkla saptanmaktadır. Aynı kafalar soykırımı yadsıyıp kürtçü açılımların düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesinden yanadır. Gerçeklerin bu ölçüde uzağında olanların nasıl siyaset yaptıklarına şaşanlar giderek artmaktadır. Saddam Hüseyin’in diktatörlüğünü ağır biçimde kınamakla birlikte ABD işgaline karşı çıkışını desteklemeyi “Saddamcılık” saymakta direnen kepazelerin yabancı uşaklığının yarattığı tiksinti gibi. ABD’de, Almanya’da, Fransa’da, başka ülkelerde zindanlarda çürümekte olan soydaşlarını bırakıp zararlılar için af isteyenler bakalım gelecekte nasıl anılacaklar?

Türkiye’de laikliğin “din düşmanlığı” olduğunu söyleyenler laiklik düşmanı şeriatçılardır. Şeriatın ne olduğunu da doğru dürrüst bilmezler, tarih de okumamışlardır. Son yıllarda olanları da gözardı ederler. Bunları kandıran Batılı da “din özgürlüğü yoktur” savıyla okşayıp daha çok ödün almaya koyulur. Yabancılara güvenen yabancılaşır.

Ve her zaman Atatürk

İktidarın dolu dizgin gidişine ayak uydurmak için kendini yadsıyan kişiler ve kuruluşların bu ölçüde olacağını sananlar azdı. Yargının bile etkilendiği konuşmalardan, önerilerden, tutumlardan anlaşılıyor. İç ve dış borç, kayıtdışı artışları sürüyor. İşsizlik büyüyor. Ücretler eriyor. Yatırım yapılmıyor. Kimse ekonominin iyi gittiğini ileri süremez. Halkıyla alay eden halktan olamaz, halk adamı olamaz. Üniversiteler, yurtsever işadamları, memur, işçi aileler yakınıyor. İktidar amigoları, iktidar mızıkacıları hangi şarkıyı söylerse söylesin güçlükler dayanılmaz, katlanılmaz çizgiye geliyor. Kıbrıs’ta yeni oyunlara başlanacaktır. Durumu fırsat bilip yeni ödünler isteyeceklerdir. AB’ye ve ABD’ye asla güvenilmez. Hukuka aykırı nice çözüm önerileri dayatacaklardır. Elverişli iktidar onların iştahını kabartmaktadır. Oyalama, avutma, çarpıtma, saptırma, dayatma, kandırmaca, alavere dalavere “Kıbrıs Yunanistan’a” yapacaklar. Suları bulandıracaklar. Umarız kanlandırmazlar.

Tüm iç ve dış olumsuzluklara, gerçekleşmesini asla istemediğimiz kötü olasılıklara karşı umutluyuz. Çünkü Atatürkçüyüz. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının nelerle karşılaştıklarını bildiğimizden korkmuyor ve çekinmiyoruz. Kaçınmıyoruz ve yılmıyoruz. Korkaklar, çıkarcılar, nankörler, ilkesizler, ikiyüzlüler, dönekler, sapkınlar, aymazlar ayrılacaklar, dökülüp gidecekler, bitip tükeneceklerdir. Tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği, çağdaşlığı, onuru, saygınlığı, güveni ve insanlığı yeğleyenler canlarını adayarak koşacaklardır. Atatürk’ün en elverişsiz ortamda, en kötü koşullarda olanaksızlıklar içinde güçlükleri yenip verdiği savaşlar gözetilirse yapmamız gereken çok şey olduğunda birleşiriz. Bu gerçeklere gözlerini kapayıp Atatürk aleyhinde giderek artan yayınları, Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasındaki tüm karşıtlarına yollama yapılarak yazılanları yanlı ve abartılı değerlendirmeleri, gerçeklerin amaçlı biçimde tersine çevrilmesini gördükçe araç olanların insanlıkları kuşku veriyor. Kini, nefreti, değişik nedenli bozuklukları yansıtan yapıtlar, kürtçü, hilafetçi, ermeni, rum yandaşlığının paketidir. Kurtuluş Savaşı küçümsenmekte, Anadolu’yu gerçek sahiplerinden alma biçiminde tanıtılmaktadır. Sapkınlığın bu ölçüde alçaklığa dönüştüğü az görülmüştür. Bunlar nasıl okullarımızda okumuşlar, ekmeğimizi yemişler, suyumuzu içmişler, havamızı solumuşlar bilinmez. Bu tür yaklaşımların bilimsellikle hiçbir ilgisi olmadığı açıktır. “Resmi tarih” diye genişletilen suçlamalarıyla Atatürk’ün Büyük Söylev’i sözde yanıtlanmakta ve yalanlanmaktadır. Yasal geçerliği tartışmasız sağlıklı belgeleri de kapsayan saldırıları, aşağılık duygularından kaynaklanan hafife alma çabaları, dedikodularla, düşünce pislikleriyle doludur. Ismarlamacı yazarlara göre Atatürk’ün karşıtları kusursuz, haklı ve doğrudur. Yalnız ve hep Mustafa Kemal suçludur. Atatürk suçlu ise yurdu kurtarıp bağımsız devlet kurduğu için suçludur. Biz de Atatürkçü olduğumuz için suçluyuz. Yineliyorum: Türkiyemizle özdeşleşerek kurumlaşan, Türkiye Aydınlanmasının kaynağı, tam bağımsızlık, özgürlüğün, ulusal egemenliğimizin simgesi Atatürk bizim her şeyimizdir. Atatürkçü olmak onurdur. Ölmek de yok dönmek de yok!

Kutlama

Yeni af yasalarıyla sıkmabaşlı gerici militanların üniversitelere doldurulup istenmeyen olaylara ortam hazırlandığı bugünlerde Atatürkçü gençlerin canla başla çalışarak aldıkları sonuçları, alacaklarının güvencesi sayarak kendilerini kutluyorum. Değişik bağlamda tembelliğin, umursamazlığın, adam sendeciliğin, ilgisizliğin, tepkisizliğin giderek arttığı, suskunluğun yaygınlaştığı günümüzde sorunları bilerek ve çözümleyerek Atatürk yolunda birliktelik, dayanışma ve Atatürkçü başarılar için didinen İleri dergisi ve TÜRKSOLU gazetesi emekçilerinin ikinci yıllarını da kutluyorum. Gelecekleri için en iyi dileklerimi açıklıyorum.

(Gerici gazete ve dergileri Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sevindirmesi bile TÜRKSOLU’nun başarılarından biridir.)


http://www.turksolu.com.tr/55/ozden55.htm


***