OSLO etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
OSLO etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ocak 2020 Cuma

Türk Subaylarının, Oslo’da PKK ile Yapılan Anlaşma Uyarınca Soruşturulması na Başlanmıştır ..



''  Türk Subaylarının ''  Oslo’da PKK ile Yapılan Anlaşma Uyarınca Soruşturulması na Başlanmıştır ..


Yazar: Ümit Özdağ 
06.12.2013

2007’den buyana Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarına karşı devam eden karalama, yalan, iftira, tutuklama ve yargılamalar, son aylarda yeni bir aşamaya ulaşmıştır. 
Gazeteci Saygı Öztürk’ün 30 Ekim 2013 tarihli Sözcü 
gazetesinde de açıkladığı gibi özellikle son aylarda 1992-1995 yılları arasında Güneydoğu Anadolu’da PKK’ya karşı mücadele eden Jandarma Genel Komutanlığı’nda mensubu 200 civarında subay hakkında faili meçhul cinayetler iddiası ile davalar açılmıştır. 

Önümüzdeki günlerde bu davaların sayısında hızla bir artış olacaktır. 

Nitekim 2 Kasım 2013 tarihli Taraf gazetesi “Fırat’ın doğusu on savcıya kaldı” başlığı ile verdiği haberde 10 savcının 10 bin faili meçhul dosyasını bölüştüklerini belirtmekte, aynı haberde Diyarbakır Baro Başkanının da bu gelişme karşısında önemli bir gelişme dediği görülmektedir. 

Bu iki haber konuyu yakından izleyenlerin aklına derhal 10 Haziran 2012 tarihli Taraf gazetesinde Emre Uslu’nun “Güneydoğu Anadolu’da görev yapan askerler ve polisler savaş suçlusu olarak yargılanacak” başlıklı yazısını getirmektedir. Emre Uslu anılan yazısında “Güneydoğu Anadolu’da görev yapan askerler ve polisler savaş suçlusu olarak yargılanacak” cümlesinin Oslo’da yapılan görüşmelerde PKK ile MİT arasında mutabakat metninde yer aldığını ve görüşmelere katılan hakem devlet tarafından imzalanarak kasasına kaldırıldığını ifade etmektedir. Emre Uslu tarafından ortaya atılan bu iddia Hükümet veya MİT tarafından yayınlanmamıştır. Çünkü, bu iddianın belgesi MİT soruşturmasını 
yürüten savcıların elindedir. Nitekim, Emre Uslu bu hususu şöyle devam etmektedir: “Bu ifade MİT krizini tetikleyen belgelerin içindeki, MİT-PKK mutabakatlarında yer alan, devlet kayıtlarına girmiş bir ifade.” Emre Uslu tarafından ortaya atılan bu büyük iddia konusunda basın anlaşılmaz bir suskunluk içine girmiştir. MHP bu gelişmeyi yakından takip etmiş, Grup Başkan vekili Oktay Vural konuyu kamuoyunun gündemine taşımıştır. MHP Ankara Milletvekili Sayın Özcan Yeniçeri, 12 Haziran 2012’de bir soru önergesi ile hükümetten bilgi istemiştir. 

Türk subay ve polislerine karşı ancak Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra işgal güçlerinin uyguladıkları kapsamda bir tutuklama dalgasının planlandığı ilk gündeme getiren Emre Uslu’dan da önce 19 Kasım 2010’da Habertürk gazetesinde Fatih Altaylı “Terörü bitirmek için protokol imzalandı mı?” başlıklı yazısında dile getirmiştir. Altaylı şöyle demiştir: “PKK’nın yaptığı infazlar ile son 25 yılda Güneydoğu’da resmi görevlilerin terörle mücadele adı altında yaptıkları hukuksuz eylemleriaraştıracak bir Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurulacak. PKK bu komisyona istediği bilgileri verecek, arşivlerini açacak. İlgili devlet görevlileri de ifade verecek.” 

Yeniçağ gazetesinde Yavuz Selim Demirağ ise durumu daha da açık bir şekilde ortaya koyan gazeteci olmuştur. Yavuz Selim Demirağ, 2 Aralık 2010’da Yeniçağ gazetesinde yazdığı “JİTEM Dalgasıyla terhis” başlıklı yazısında şu tespitleri yapmıştır: “Obama’ya yapılan şikayette, “17 bin faili meçhul” rakamını ortaya atanlar, İmralı’dan gelen ‘Hakikatleri Araştırma Komisyonu’ emri ile Güneydoğu’da terörle mücadele eden askeri personelden intikam alma planını uygulamaya koymak için düğmeye bastı. Yandaş medya görevi erkenden yüklenip “JİTEM Dosyası” haberleri ile ortalığı ısıtıyor. Haziran 2011 seçimlerinde Doğu ve Güneydoğu’dan daha fazla oy almayı planlayan AKP hükümeti, askere vurdukça prim kazanma mantığı ile yüzlerce subay-astsubayın tutuklanmasını sağlayacak yeni bir davanın açılması hazırlığında. Üstelik bu defa dokunulmaz zannedilen eski Genelkurmay Başkanları’na kadar götürecekler işi. 

Emekli olurken bile direnen İlker Başbuğ için şu günlerde üflenen “ İfade verecek... Yargılanacak ” yoklamaları sözde JİTEM davası ile taçlandırılmış olacak. Zira İlker Başbuğ, Diyarbakır Kolordu Komutanlığı gibi terörle mücadelede etkin birliklerin başında bulunmuştu... 

Neredeyse 30 yıldır devam etmekte olan mücadelede kim görev aldıysa peşinen ” zanlı” sayılacak. 

Teğmenliğinde, yüzbaşı, binbaşı, albay, generalliğinde sorumluluk sahibi kim varsa teker teker çağrılacak... Mevcut komuta kademesindekilerin bir an önce tasfiyesi, emekli edilmesi, görevden alınıp üniformalarının çıkarılmasıyla yetinilmeyip tutuklanmaları bile sağlanacak.” 

12 Mart 2011 tarihinde yazdığı “14 Mart düğün davetiyesi” başlıklı yazısında Demirağ şunları söylüyor: 

“Ömürleri terörle mücadeleyle geçmiş askerler Hasdal’da neredeyse üst üste yatıyor. 100 metreyi bile bulmayan koğuşlarda 36 kişi ranzalar arasında yürüyecek yer bulamıyor. Yıllar boyu dağlarda, çadırlarda yattıkları için onlar şikâyetçi değil(….)toplamda 130 kişilik kapasitesi olan Hasdal Askeri Cezaevi yetmediğinden, önümüzdeki günlerde başlayacak yeni dalgalar için hazırlık yapmak zorunda kalıyorlar. Yeni inşaat yerine mevcut barakaları tadil 
ederek cezaevi sınırlarına dâhil edip tel örgüleri genişletiyorlar. Yani Hasdal’da hummalı bir çalışma var. (...) JİTEM dalgası adı altında önümüzdeki günlerde terörle mücadele eden askeri birliklerin komutanlarına Hasdal’da yer açılıyor.” 

17 Şubat 2011 tarihli “Bin subay” başlıklı yazısında Demirağ şöyle demektedir: “Şu anda yüzde 10’u hapiste olan general sayısı yüzde 50’nin üzerine çıkarılacak. Uzman çavuşu, astsubayı, yüzbaşısı, albayına kadar binlerce subay, astsubay gözaltına alınıp terhis işlemi kısmen başarılacak. Bu arada Güneydoğu’da PKK’nın kontrolündeki oylar hedeflenip, İmralı’daki caninin ‘Hakikatleri Araştırma Komisyonu’ talebi yerine getirilmiş olacak.” 

6 Ocak 2012’de Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ tutuklanmıştır. 9 Mayıs 2013’de TBMM’de AKP ve terör örgütü PKK’ya müzayir bir partinin katılımı ile “TBMM Toplumsal Barış Yollarının Araştırılması ve Çözüm Sürecinin Değerlendirilmesi” komisyonu kurulmuştur. Böylece Abdullah Öcalan’ın isteği kısmen yerine getirilerek bir TBMM komisyonu kurulmuştur. Taraf gazetesi 16 Ocak 2011’de bu komisyonun kurulacağını MİT aracılığı ile terörist başı Abdullah Öcalan’a bildirildiğini duyurmuştur. 

Bu komisyonun adı bile PKK’ya teslimiyetin göstergesidir. Türkiye’de toplumsal barış ile ilgili bir sıkıntı yoktur. Türkiye 1984’den buyana PKK terörü ile devlet güçleri arasında devam eden bir çatışma vardır. 

“Toplumsal barış” dediğiniz zaman, Türk toplumunun bir kesimini PKK’nın temsil ettiğini zımnen kabul edersiniz ki, AKP bunu yapmıştır. Bu komisyonun başkanı Naci Bostancı, BDP’nin TBMM Çözüm Sürecini Araştırma Komisyonu’nda terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan ve Kandil ile görüşülmesini istemesine de “olabilir” cevabını vermiştir. Öte yandan binlerce faili meçhul cinayet iddiası ile Türk subayları ile ilgili davalar açılmaya başlanarak PKK’nın talepleri karşılanmaya başlamıştır.

Olayların akışı ve eldeki bilgiler AKP Hükümeti, Oslo’da PKK ile hakem devlet gözetiminde yaptığı müzakereler neticesinde Güneydoğu Anadolu’da PKK ile mücadele eden Türk subaylarının ve polislerinin yargılanacağına dair bir uzlaşma yaptığını ve bu uzlaşmanın hakem devletin kasasına imzalanarak girdiği anlaşılmaktadır. Anlaşılan MİT müsteşarını sorgulamak isteyen savcılar bu belgelere ulaşmışlardır. 
Önümüzdeki aylarda Türk Ordusuna ve subaylarına yönelik çok kapsamlı yargılama ve tutuklama davalarının geldiği anlaşılmaktadır. 

http://www.21yyte.org/ adresinden 
06.12.2013 18:07  tarihinde indirilmiştir

.***

23 Eylül 2016 Cuma

Arap Baharı Ve Sinema, BÖLÜM 2



Arap Baharı Ve Sinema, BÖLÜM 2



   Küskünlerle beraber, Temerrüd Hareketi içinde özellikle rejim yanlıları, eski partiyi destekleyenler, güç kaybına uğrayanlar, eski partiden rant elde edenler, anayasa yapım sürecine katılamadığını ve parlamento dışına itildiğini düşünen muhalif partiler 2013 yılında aynı blokta yer almışlardı. Bu blok Müslüman Kardeşlere ve onun partisine karşı bir sokak hareketi organize ettiler ve askerin ve rejimin de desteğini alarak cumhurbaşkanı Mursi’yi görevinden uzaklaştır dılar. Darbenin ardından Darbeyi Ret ve Meşruiyete Destek İttifakı kurulmuş ve ülkenin pek çok yerinde darbe karşıtı eylemler başlamıştır. Fakat eylemlere rejimin cevabı oldukça sert ve kanlı olmuştur. Adeviye’de yaşanan kanlı baskının ardından ülkede geniş çaplı operasyonlar başlamıştır. Pek çok kişi tutuklanmış, Müslüman Kardeşler Hareketi terör örgütü olarak kabul edilmiş ve toplu yargılama süreçleri başlamıştır. Rejimin uyguladığı bu baskı ve sindirme politikaları devam ederken geçtiğimiz aylarda Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılmış 
ve darbenin mimarı Abdulfettah Sisi cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmuştur. Sonuç itibari ile ülkede muhalefeti marjinalleştirirken kendisi de marjinalleşen Mısır rejimi sancılı bir dönüşüme mimarlık yapmaktadır. Bugün Mısır’da halk ile devlet arasındaki etkileşim güvenlik anlamında inanılmaz derecede kötü boyutlara ulaşmıştır. 600-700 kişilik grupların çok hızlı bir şekilde 2-3 celsede idam ya da müebbet cezaları verilmesi, eylemcilerden gazetecilere siyasetçiler den normal vatandaşlara kadar geniş bir yelpazede binlerle ifade edilen tutukluların geleceğinin belirsizliği toplumsal hoşnutsuzluğu beslediği kadar sinema sanatına da kaynaklık etmektedir. Mısır’da toplumsal yapıyı, toplumsal psikolojiyi anlatan ve ödüllü bir eser olan “ Meydan ” belgeselinde tüm bu unsurları görmek mümkün. (   http://unutulmazfilmler.co/al-midan-meydan.html  ) Bu belgesel 2011 sonrası süreçte üç adamın, kendinden farklı gruplarla meydanlara çıkması ve 3 yıl içerisinde geçirilen değişimi, dost-düşman algısının nasıl farklılaştığını, son noktada ise tamamen nasıl kaybolduklarını anlatan bir eser. 

Son bir yıl içinde hem bölge ülkelerinden bazılarının iç savaşa sürüklenmesi hem bölgesel aktörler arasında güç mücadelesinin yoğunlaşması hem de Mısır’da dönüşüm sürecinin darbe ile çatışmacı ve sıfır toplamlı mücadele eksenine kayması nedenleriyle bölgede temel tartışma konusu demokratikleşmeden güvenliğe kaymıştır. Dolayısı ile demokratikleşmeye dair beklentiler azalırken, uluslar arası ve bölgesel aktörler istikrarı öncelik haline getirmeye başlamıştır. Şuanda hem dış hem iç hem de toplumsal aktörler bu gerçekle mücadele etmeye, bu gerçeği şekillendirmeye çalışıyorlar. 


SORU-CEVAP 

Soru: Arap Baharı sürecinde dış güçlerin ve müdahalelerin etkileri nelerdir? 


Cevap: 

    Eğer sunumum Arap Baharı dinamikleri olsaydı bu sunumum bu soruya kapsamlı bir cevap vermeye çalışırdı. Ancak genel bir cevap vermek gerekirse toplumsal değişim ve süreçler; referandum hareketleri, ülke içindeki herhangi bir süreç, darbeler, anayasa çalışmaları, politika değişimleri gibi ülkelerin iç süreçleri hem iç etkenlerden hem de dış etkenlerden etkilenir ve beslenirler. Elbette bu etkiler olumlu veya olumsuz da olabilir. Örneğin Tunus ve Libya’ya etki eden dış dinamikler birbirlerinden farklıdır. Tunus, AB uyum sürecinde 1956’dan beri imzalandığı çerçeve anlaşmaları kapsamında ekonomik yardımlar alırken bunun yanı sıra Avrupa komisyonu ile yapılan eğitim çalışmaları yapan uzamalarla çalışmaktadır. Diğer yandan ABD’nin AFRICOM çerçevesinde uyguladığı STK’ları destekleyen maddi ve eğitimsel anlamada çeşitli programları 
bulunmaktadır. Bu nedenlerle AB ve ABD‘nin Tunus’taki etkileri daha pozitiftir. Lakin Libya örneğinde ise çok farklı durum görmekteyiz. Libya’da Batı etkisi dendiğinde özellikle akla 2011 yılında gerçekleştirilen 

NATO operasyonu gelmektedir. 2011’de muhalifler ülkelerin doğusunu ele geçirerek oldukça başarılı olmuşlardı, fakat bu öncü başarı Kaddafi’nin 
lejyonlar ve hava kuvvetleri ile doğuya operasyonlarını yoğunlaştırmanın ardından tehlikeye girmişti. Kaddafi, muhalifleri bastırmak için Bingazi’ye doğru ilerlerken çok hızlı bir şekilde uluslararası operasyon kararı alınmış ve ülkeye hava operasyonu ile bir dış müdahale gerçekleşmiştir. Bu dış müdahalenin ülkedeki istikrarsızlığa ve iç savaşa etkisi inkar edilemez. Çünkü ülkede yekûn bir muhalefet olmamanın yanında bu muhalefet ortak bir gündem belirlememiş, ülkenin geleceğine dair net bir fikri olmayan ya da ülkenin geneline ait bir programı olmayan bir muhalefetti. Ülke koordinasyonsuz bir muhalefetin elindeyken, yönetim dış müdahale ile sağlanmaya çalışıldı. Bu nedenlerden dolayı bugün ülkede iç savaş yaşanmaktadır. Irak ve Afganistan’da olduğu gibi bu dış müdahaleler devletin tüm kurumlarını yok etmiştir. Güvenlik ve ekonomik yapının olmaması demografik yapıyı da tamamen değiştirmiştir. Örneğin ülkenin Güneybatısındaki bir aşiret Fizan’dan Çad’a gidip operasyon 
yaparken, Güney’deki bir aşiret güç merkezi olan Trablusgarp’a yerleşmiştir. Uluslararası müdahalenin yanı sıra, Libya petrolü de ülkeye etki eden dış dinamikleri yoğunlaştırmaktadır. Libya petrolü Fransa başta olmak üzere Avrupa için büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle Avrupa ülkeleri Libya’daki gelişmelere müdahil olmaya çalışmakta ve süreçleri etkilemektedirler. 

Soru: 

    Bazı kesimler Obama’nın konuşmasından sonra muhalifleri desteklediği yönündeyken bir diğer yandan otokrat yapıları da destekliyor dendi. Bu durum dünya kamuoyunda çelişki yarattı. Sisi ile Kerry’nin buluşması da bu çelişkiye örnek olabilir. Bu tespit hakkında ne düşünüyorsunuz? 


Cevap: 

    Öncelikle ABD dış politikasında bir çelişki görmüyorum. Soğuk Savaş sonrasında ABD dış politikasında iki etken temel dinamik olmuştu. Bunlar istikrar ve demokrasiydi. Bu söylemlerin Amerikan dış politikasını farklı şekillerde yönlendirdiğini gözlemleyebilirsiniz. 

90’larda bölgede bir demokratikleşme tartışması ortaya çıkmıştır. Bu tartışma ve süreç Batılı aktörler ve ABD’nin zorlaması ile başlamıştı. 90’lardaki OSLO görüşmelerinin temel dinamiği de yine ABD dış politikasındaki bu demokratik leşme söylemidir. Bölgede petrol ve doğal kaynakların yoğun olmasından dolayı dış aktörler için de istikrar çok önemli bir öncelik. Bütün Soğuk Savaş boyunca ABD dış politikası bölgede bu istikrarın sağlanması için otoriter rejimlerin vazgeçilmez olduğu kabulüne dayanmaktaydı. Fakat Soğuk Savaş sonrasında Latin Amerika ve Doğu Avrupa’da demokratikleşmeye dair bir hareketlenme 
başlamıştı. Huntington’un Demokratikleşmenin üçüncü dalgası dediği bu tarihsel dönüşüm ABD’nin Ortadoğu politikasını da etkilemiştir. 

90’larda zorlanan, empoze edilen Ortadoğu’daki bu 3. Dalga süreci Cezayir iç savaşına neden olunca bu söylemin daha geri plana itildiğini ve ABD dış politikasında istikrar söyleminin ana eksen haline geldiğini görüyoruz. Demokratikleşme söyleminin tekrar gündeme gelmesi ise Bush’un meşhur “önleyici savaş” söylemi ile gerçekleşmiştir. Bu söylemin temel argümanları ise 90’lar boyunca izlenen politikaların ortaya çıkardığı sonuçların bölgesel istikrara hizmet etmediği, bölge ülkelerinin kendi aralarında çözüm üretemediği, diktatöryal sistemlerin uzun vadede istikrarsızlığa ve teröre neden olmasıdır. Bu çerçevede ABD dış politikasın önleyici savaş doktrini ile dışarıdan demokrasi tesisi yani demokrasi ihracı politikalarına başlamıştır. Bu politikanın bölgeye maliyeti oldukça yüksek olmuştur. Afganistan ve Irak’ın işgali ve sonrasında yaşananlar ne ABD’ye başarı getirmiş ne de bu iki ülke istikrara ya da demokrasiye ulaşmıştır. Aksine bölgede etkisi on yıllar boyunca devam edecek bir güç mücadelesine ve istikrarsızlık saralına ön ayak olmuştur. Elbette ki önleyici savaş doktrini ve ABD’nin bölgeye yönelik politikaları ABD çıkarları gözetilerek, bu doğrultuda atılmış adımlardı. Afganistan ve Irak örneğinde olduğu gibi önleyici savaş, terörle mücadele ya da demokratikleşme söylemi tüm bu çıkarların içindeydi. Fakat Afganistan ve Irak’ta yaşanılan başarısızlık ABD ekonomisini etkilemiştir. Bu şartlar altında Obama savaşı bitirme sözü ile iktidara gelmiştir. Obama yönetimi Bush döneminde uygulanan dış politikayı bir zorunluluk değil bir tercih olarak nitelendirmiştir. Bu yanlış tercih sonucu İslam dünyası ile yanlış ilişkiler kurulduğu ve yeni bir başlangıç yapılması gerektiği mesajını vermiştir. 

Bush yeni düzen demişken ardından Obama daha çok yeni bir başlangıca vurgu yapmıştır. Obama döneminde savaşın sonlandırılabileceği, bölgeye dair dış politikasında angajman kurallarının değiştirilebileceği gibi konular hakkında teminat verilmiştir. Obama yönetimi bir yandan devletlerin kapasitesini arttırmak için çeşitli projeler yürütmüş, terörle mücadele için bölge ülkeleri ile stratejik işbirliği ve istihbarat paylaşımı gibi işbirliklerine devam etmiş bir yandan da demokratikleşme söyleminin muhatabını devletlerden bölge halkına kaydırmıştır. Obama’nın 2009 yılında yaptığı Kahire konuşması bu bakımdan önemlidir. Fakat 2010 yılına gelindiğinde bölgedeki rejimlerin bu çok yönlü ABD politikalarına direnmeye başladıklarını görüyoruz. Örneğin Tunsu’ta cumhurbaşkanlığı seçimleri ya da Mısır’daki 2010 parlamento seçimleri bu direnişe oldukça açık örneklerdir. Uluslararası aktörlerin baskısı ile muhalefete sınırlı bir alan açan rejimler artık muhalefete açılan bu sınırlı alanı hızlı bir şekilde daraltmaya başlamış ve muhalefeti yeniden bastırmaya yönelmiştir. Bu son seçimlerde bu nedenle de seçmen katılımları oldukça düşük kalmış, 
seçimler boykot ve şaibe tartışmaları gölgesinde gerçekleştirilmiş ve seçimlere şiddet olayları damgasını vurmuştur. Bu olayların hemen ardından Arap Baharı ortaya çıkmıştır. Konjonktürel olarak bu farklı iki dinamiğin birbirini farklı şekillerde etkilediğini düşünmekteyim. Artık bugün ABD 2009 öncesi klasik döneme yakınlaşmaktadır. 

Örneğin Kerry’nin ziyareti ile aslında başta 3 Temmuz sonrası olası darbelere karşı konulmak istendi bunun için de ABD Kahire’deki büyükelçisini 
geri çekti. Temerrüd Hareketi eylemleri sırasında ABD’yı düşman ilan etmiş ve ABD büyükelçisini bir anti-ikon haline getirmişti. 

Büyükelçiye ve büyükelçiliğe karşı büyük eylemler oldu. Bu nedenle elçisini geri çekmek zorunda kalan ABD, bir yıldır Mısır’da maslahatgüzar seviyesinde ilişkilerini sürdürüyor. Yine kendi içerisindeki kongrenin baskısı ile askeri yardımları askıya almak zorunda kaldı. Yani son bir yıl diplomatik ilişkilerin zayıfladığı bir dönem olsa da Kerry özellikle Mısır-ABD ilişkilerini normalleştir meye çalışan bir aktör oldu. Aralık ayında ABD Mısır’a bir ziyarette gerçekleştirdi. Ardından Mısır Dışişleri Bakanı Nisan ayında ABD’yi ziyaret etti. Darbne sonrası gerçekleşen bu diplomatik ziyaret yoğunluğu ABD’nin Mısır ile gerilen ilişkilerini normalleştirmeye çalıştığını göstermektedir. Söylemlerine baktığımızda ise istikrar vurgusunun daha yoğun olduğunu görüyoruz. 

Bu yüzden klasik ABD dış politikasına daha yakın duruluyor. Bunda yukarıda bahsedilen bölgesel durumlar etkili, 2011’deki beklentiler çok farklıydı, bugün ise öncelikler hızlı bir şekilde değişti. Ayrıca Irak ve Suriye’de durum çok kritik bir hal aldı. Bölgede demokratikleşmeden ziyade istikrar, çatışma, iç savaş gibi hususlar ön planda olduğu için aktörlerin dış politikasında bu söylem ve
dinamikler önemli bir rol oynuyor. 


ORSAM ORTADOĞU YAZ OKULU SEMİNER  PROGRAMI 
RAPOR NO; 38 , 
Mayıs 2015 
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 
ORSAM ORTADOĞU  YAZ OKULU SEMİNERİ,PROGRAMI 
ORSAM TUTANAKLARI 
Yayına Hazırlayan, 
Dr. Tuğba Evrim Maden
Kazım Özalp Mahallesi Rabat Sokak No: 27/2 
GOP Çankaya/ANKARA 
Tel: 0 312 431 21 55 
ISBN: 978-605-4615-89-6 
ANKARA - Mayıs 2015 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: +90 (312) 430 26 09 & Faks: +90 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr, 
orsam@orsam.org.tr 

Arap Baharı Ve Sinema, BÖLÜM 1


Arap Baharı Ve Sinema, BÖLÜM 1



Nebahat Tanrıverdi Yaşar 






Sinema sanatı, toplumun içinde bulunduğu hem geçmişini hem bugününü hem de geleceğe yönelik arzu ve isteklerini yansıtması bakımından, 
yaşanılan sosyo-ekonomik süreçlerden ve siyasi gelişmelerden ayrı tutulamaz. 

Bugün aslında Sayın Burak Bilgehan ÖZPEK hocamız sinemada son 3 yılda çekilen ve Arap dünyasında gösterime giren çeşitli filmler ile belgesellerden ve bu eserlerin genel özelliklerinden bahsedecekti. 

Ancak bazı nedenlerden ötürü bu sunumu sizlere ben yapmaya çalışacağım. Bu filmlerin çekilmesine vesile olan toplumsal ve siyasal hareketlerden bahsedeceğim. Bu çerçevedeki bir sunumun sinemaya kaynaklık eden gelişmelerin anlaşılması açısından da faydalı olabileceğini düşünüyorum. 

Arap Baharı 2010 Aralık ve 2011’in ilk 2 ayı içerisinde Tunus ta geniş ölçekli bir halk hareketi olarak başlamıştı. Bu hareket ülkenin güneyinden, yani fakir olan kırsal bölgelerinden başlayarak başkente kadar yayılmış ve Tunus’ta yıllardır hüküm süren otoriter rejimi kökten sarsarak bir dönüşüm sürecini tetiklemiştir. Bu gelişmeler sadece Tunus ile sınırlı kalmamış ve çok kısa bir süre içerisinde Libya’yı ve Mısır’ı gibi komşu ülkeler başta olmak üzere tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerini şu veya bu şekilde etkilemiştir. Bu nedenle de sonuçları düşünülenden çok daha geniş olmuş, birbirinden farklı dönüşüm süreçlerini başlatmıştır. 3 yıldır bu dönüşüm süreçlerini anlamaya çalışıyoruz. Hangi toplumsal dinamikler bu olayı tetikledi ya da muhtemel sorunları nelerdir gibi sorulara cevaplar bulmaya çalışıyoruz. Geleceğe dair olası öngörülerde 
bulunmaya çalışıyoruz. Doğal olarak da çalkantılı gelişmelerin yaşandığı, çok derin dönüşümlerin gerçekleştiği bu bölgede sinema sanatı da doğal 
olarak tüm bunlardan etkileniyor. Son 3 yılda da Arap Dünyasında bu yönde yoğun bir üretimin olduğunu görmekteyiz. Arap Baharını anlatan, Arap Baharı temalı çeşitli belgeseller çekildi. Bu belgesellerde gençlik hareketlerini, olayların nasıl geliştiğini, gençlerin ne istediğini ortaya koymayı hedefleyen konular işlendi. Değişimlerin, dönüşümlerin olumsuz yönde gelişmesiyle birlikte de insanların ruh halini, psikolojilerini nasıl etkilediğine, değiştiğine dair çeşitli çalışmalar yapıldı. 

Bu çeşitlilik yaşanan değişikliklerle paralel şeyler. 

2011 yılında, yani bu süreç başladığında, Ortadoğu’da demokratikleşme dinamiklerinin güçleneceği ve yayılacağı konusunda umut verici bir 
hava hakimdi. Ortadoğu’da ilk defa kitleler tarafından bu kadar yüksek sesle demokratikleşme ve insan hakları dile getiriliyordu. Bu duruma 
paralel olarak, ilk dönem çekilen sinema eserlerinde de bu umutlu havayı görebiliriz. Bu sinema eserlerinde temel mesaj baskın olarak değişimin 
nasıl başladığı ve nasıl devam etmesi gerektiği yönündedir. Bu temaların işlenmesinde 2011 ve 2012 yıllarında yaşanan olumlu gelişmelerin 
etkisi çok büyüktür. Bu dönemde Tunus rejimi çok büyük oranda geri adım atmak zorunda kaldı. Uzun yıllardır iktidarda bulunan Tunus devlet 
başkanı Zeynel Abidin bin Ali ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır. Ayrıca kendisini destekleyen siyasi polis ve 1987’den beri ülkeyi yöneten 
iktidar partisi feshedilmiştir. Bu partinin mal varlıklarına el konulmuş ve üst düzey üyelerine siyasi yasaklar getirilmiştir. Sonuç olarak Tunus’ta çok derin ve demokratikleşme yönünde olacağı düşünülen olumlu bir süreç başlamış oldu. Akabinde ülkede teknokratlardan oluşan, içerisinde sivil toplum örgütlerinin de yer aldığı bir hükümet kurulmuş ve seçimler gerçekleşinceye kadar ülkede istikrarı sağlayabilecek ve seçimlerin gerçekleştirilmesine vesile olabilecek temel yasalar hazırlanmıştır. Bunun yanı sıra 2011 öncesi döneminde gerçekleşen hak ihlalleri, yolsuzluk ve kanunsuzlukları kovuşturması için 3 adet hakikatleri araştırma komisyonu kurulmuştur. Bu komisyonlara sivil toplum örgütleri temsilcileri ile eski rejimde siyasetten dışlanan ya da pasifize edilen muhalefet parti temsilcileri etkin bir şekilde katılmıştır. 

Akabinde ise 2011 yılı içinde Tunus’ta seçimler gerçekleştirilmiştir. 

Bu seçimler sonucunda Nahda Partisi önemli bir kazanımlar elde etmiş ve seçimin galibi olmuştur. Ancak tek başına hükümeti kuracak yeter sayıya ulaşamadığı için ülkede koalisyon hükümeti kurulmuştur. Böylece Nahda Partisi, merkez parti CPR ve sol parti Ettakatol ile birlikte üçlü bir koalisyon hükümeti kurmuştur. Bu durum Arap coğrafyası için önemli ve tarihi bir gelişmedir çünkü Ortadoğu’ya ilişkin en genel-geçer kabullerden biri de seküler-sol gruplar ile Siyasal İslamcı grupların birlikte çalışmasının önünde aşılamaz ideolojik ve tarihsel engeller olduğudur. 

Fakat Tunus’ta troyka hükümetinin kurulması ve ortakların bu birlikteliği 2014 yılında teknokrat hükümetine yetki devredinceye kadar devam ettirmesi bu ön kabule büyük bir darbe indirmiştir. Sonuç itibari ile Tunus, mevcut seküler-Siyasal İslam geriliminin her zaman böyle olmayabileceğini, eğer şartlar müsait olursa ve aktörler isterlerse bu farklı kamplardaki grupların işbirliği yapabileceğini gösteren biricik bir örnek teşkil etti. Ayrıca bu hükümet özellikle demokratikleşme açısından Tunus ta çok önemli kazanımlar elde etmiştir. Troyka hükümeti döneminde Anayasa Yazım Komisyonu yeni bir anayasa hazırlamış ve Ulusal Kurucu Meclis de bu anayasayı kabul etmiştir. Pek çok uzman tarafından Tunus’un yeni anayasası Avrupa standartlarının da üstünde demokratik yapıya sahip bir anayasa olarak tarif edilmiştir. Tunus’ta bu siyasal süreçler yaşanırken ortaya çıkan tüm siyasi ve toplumsal krizlere rağmen çözümler uzlaşı ve müzakere çerçevesinde şekillenmiştir. Bu durum, özellikle Ortadoğu’da yaşanan diğer dönüşüm süreçlerindeki olumsuz gidişat ile kıyaslandığında, değerli bir edinimdir. 

Öte yandan Mısır, Tunus örneğinde gördüğümüz olumlu beklentilerin ortadan kaybolduğu tezat bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. Mısır bilindiği üzere Arap dünyasında önemli bir aktördür. Soğuk Savaş döneminde Mısır’da ortaya çıkan Nasırcılık bölgede çok derin izler bırakmıştır. 

Ayrıca sahip olduğu nüfus yoğunluğu ve coğrafi konumu Mısır’ın jeo-stratejik önemini arttırmaktadır. 2011 yılında Tunus’ta başlayan Arap Baharı’nın Mısır üzerinde de önemli etkileri olmuştur. Fakat bu dönüşüm Tunus’a nispeten daha sancılı bir şekilde gerçekleşmiştir. 2011 yılından günümüze kadar geçen sürede 7’den fazla seçim süreci yaşanmıştır. Bu dönemde 3 anayasa kabul edildi ve 3 cumhurbaşkanı gördü. Ayrıca birisi yargı birisi ordu tarafından yapılan 2 darbe, 1 devrim ve bir yıl süren askeri yönetim dönemi yaşadı. Dolayısıyla son 3 yılda yaşanan bu olaylar sinemaya da yansıdı. 2011’de Tahrir’de gençlik hareketi olarak bir diğer deyişle şehirli orta sınıf hareketi olarak ortaya çıkan ve birbirinden farklı ideolojileri sahip, farklı talepleri olan insanların bir araya gelmesi ile Hüsnü Mübarek’i istifaya zorlayan, başarılı bir hareket söz konusu idi. Bu dönemi anlatan pek çok sinema eseri, özellikle belgesel çekilmiştir. Bu eserlerde “Bunu nasıl başardık? Bu sokak hareketi nasıl organize oldu? Gençler, Mısırlılıklar ne istiyor? Biz kimiz?” sorularına cevaplar aranmaktadır. Bunlar yaşanırken büyük ölçüde iyimserlik hâkimdi. Çünkü uzun zamandır iktidarda olan Mübarek’i istifaya zorlamışlardı ve rejimi değişim yönünde ikna ettiklerini düşünüyorlardı. Ülkeyi uzun yıllardır yöneten, siyasi sistemi domine eden rejim partisini feshedilmesini sağlamışlardı. Askeri yönetim ilk üç aydan sonra sokak hareketleri başta olmak üzere toplumun ve siyasetin üzerinde baskı kurmaya başlamış olsa da bu dönemde Mısır’da sürece dair hala umutlar tazeydi. 

İlk anayasa referandumu rekor bir katılımla 2011 yılında gerçekleşmiştir. İnsanlar değişim yönünde iradelerini ortaya koymak istediler. Parlamento 
seçimleri oldukça zor ve uzun zaman alan bir süreç olsa da insanlar katılmaya devam ettiler. Zira Mısır’da seçim sitemi oldukça farklı ve ülkede karmaşık sayılabilecek bir balotaj sistemi uygulanmaktadır. Bu sisteme göre adaylardan biri oyların %50’inden fazlasını alamadığı takdirde, ikinci tur balotaj seçimlerine geçiliyor ve tekrar oylama yapılıyor. 

Birinci turda en çok oy alan iki aday, ikinci turda yarışıyor. Mısır’da bütün seçimlerde, cumhurbaşkanlığından yerel seçimlere kadar uygulanan seçim sistemi budur. Parlamento seçimleri bu nedenle 3 ay sürmüştür ve seçimlerin tamamı teknik ekip yetersizliğinden dolayı da 3 seçim bölgesine ayrılarak gerçekleştirilmiştir. Aynı seçim ekibi bir bölgede görevini tamamladıktan sonra diğer bölgeye gitmek zorunda kalıyordu. Tüm bu zorluklara rağmen 2011 anayasa referandumu ve 2011-2012 Parlamento Seçimlerine katılım oldukça fazlaydı. 

Öte yandan bu süreç boyunca halen değişimden umutlu olanların yanı sıra bir de küskünler olarak adlandırabileceğimiz bir kesim bulunmaktaydı. 

Bu grup, yaşanan sürecin başarıya gitmediğini, bu süreçten dışlandıklarını aslında daha fazla edinimlerin olabileceğini ve orduya geri adım attırmaları gerektiğini düşünüyorlardı. Çünkü Hüsnü Mübarek istifa ettikten sonraki bir yıl boyunca ülkeyi Yüksek Askeri Şura (YAK) yönetmişti. 

Ayrıca bu grup sokak hareketinin hızlı bir şekilde dağıldığını, ittifak içinde yer alan hareketlerin kendilerini yarı yolda bırakıldıklarını iddia etmekte ve bu yönde eleştirilerde bulunmaktaydılar. İşte bu gruplar Tahrir’de eylemlerine devam ediyorlardı. Ayrıca, süreçten tatmin olmayan ve Ocak-Şubat eylemleri sırasında keskin nişancılar yüzünden gözlerini kaybedenler ile yakınları, Mübarek yanlıları nın atlar ve develer üzerinde joplarla, palalarla göstericilere saldırması nedeniyle hayatını kaybedenlerin yakınları ile yaralananlar olmak üzere Ocak-Şubat eylemlerinde zarar gören, yararlanan ve hayatını kaybedenler için adalet isteyenlerin devam ettirdiği eylemler vardı. 

Bu eylemlere katılımın 2013 yılında ise arttığını görüyoruz. 

Bu eylemler de başta belgeseller olmak üzere sinema eserlerinin ana konularından biri olmuştur. 

Mısır’da 2011-12’de marjinalleşeceği düşünülen bu insanların kendilerine ittifak bularak sokak hareketlerini tetiklediklerini görüyoruz. Sinema bu konuda son 3 yılda tarihi belgeseller çekmek yerine, hem içinde yaşanılan durumu gösterme hem de propaganda amaçlı sinemada önemli bir angajman oldu. 2011-12’de alt yapı olarak oluşan ve 2013’te açığa çıkan bu olaylarla birlikte çok önemli bir gelişme yaşandı. 3 Temmuz 2013’te Temerrüd Hareketi’nin başlattığı eylemler darbe ile sonuçlandı. Bu darbe dış dünyada ve Türkiye’de şok edici bir olay olarak karşılandı. 

Bir süreç yaşanıyordu ve bu sürecin neden darbe ile sonuçlandığını sorgulanmaya başlandı. Çünkü artık bölgede darbeler döneminin kapandığı 
düşünülmekte ve öngörüler bu kabul üzerinden yapılmaktaydı. Fakat 3 Temmuz darbesi Ortadoğu’da yeni bir süreci tetiklemiş oldu. Bu nedenle de Ortadoğu tarihinde daha önce şahit olunan darbeler silsilesinin bir benzerinin tekrar yaşanıp yaşanmayacağı önemli bir soru olarak karşımızda durmaktadır. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

...



****