Arap Baharı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Arap Baharı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ocak 2021 Cumartesi

Suriye Satrancında Rusya Hamlesi.,

Suriye Satrancında Rusya Hamlesi.,  


John Kerry,Sergey Lavrov,kimyasal silah,Mig-31 askeri uçakları,S-300 füzeleri,Arap Baharı,Beşşar Esad, Hafız Esad, Vladimir Putin, Gorbaçov, Dimitri Medvedev,




Suriye Satrancında Rusya Hamlesi 
Dr. Nazim Cafersoy*

*Dr. Nazim Cafersoy
KAFKASYA ULUSLARARASI İLİŞKİLER VE STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ (QAFSAM) ANALİSTİ 

    Suriye krizi beklenenden uzun sürdü. 100 bini aşkın kişinin ölmesine, yüz binlerce kişinin yaralanmasına, milyonu aşkın kişinin mülteci durumuna düşmesine neden olan iç savaşın ne zaman sona ereceği belli değil. İç askeri denge tam olarak bozulmazken uluslararası güçlerin hamleleri de süreci sona erdirmekten ziyade uzatıcı ve genel anlamda Suriye’yi güçsüzleştirici nitelikte.

    Özellikle Batı kendisinden beklenen hamleleri bir türlü yapmazken Rusya’nın bazen beklenen, bazen de beklenmeyen hamleleri sürecin ve doğal olarak Esad yönetiminin ömrünün uzamasına neden oluyor.
Irak ve Libya’da Batı karşıtı yönetimlerin kurban edilişine bir ölçüde müsamaha gösteren Rusya, Orta Doğu’da daha kritik gördüğü iki müttefikini, İran ve Suriye’yi şimdilik başarıyla koruyor. Bunun son örneği geçtiğimiz günlerde yaşandı.
Konu Suriye olunca, Rusya’nın Tunus, Mısır ve hatta doğal gaz zengini ve Moskova’nın mühim ekonomik partnerlerinden olan Libya’daki olaylardan daha faal ve göreceli olarak daha sert bir tutum içine girdiği görülmektedir. Hatta doğrudan NATO askeri müdahalesinin yapıldığı ve bu konuda bir BM kararının alındığı Libya konusunda bile zımni bir rıza gösteren Rusya, Nisan 2011’den itibaren sürekli olarak Suriye konusunun Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi gündemine gelmesine veto tehdidi ile engel oldu, konu BM Güvenlik Konseyi gündemine geldiği zaman da kararın çıkmasına müsaade etmedi. 
Bazı durumlarda sivil ölümlerin artması üzerine BM gündemine gelen Suriye kararlarının daha yumuşayarak çıkmasını sağladı.

< Özellikle Batı kendisinden beklenen hamleleri bir türlü yapmazken Rusya’nın bazen beklenen, bazen de beklenmeyen hamleleri sürecin ve doğal olarak Esad yönetiminin ömrünün uzamasına neden oluyor.>

   “Arap Bahar”ı olarak nitelendirilen süreç Rusya için çeşitli anlamlar ifade etmekteydi. Süreç bir yandan dünyadaki enerji fiyatlarını yükselterek Rusya bütçesine ciddi paralar getirmesi bakımından “maddi kaynak” anlamını taşısa da, genel anlamda, Moskova yönetiminin “Arap Baharı” sürecinden rahatsız olduğu bilinmektedir.
Bu rahatsızlığın sebepleri arasında sürecin daha çok Batı tarafından yönetildiği ya da yönlendirildiği ve bunun da uzun vadede Rusya’nın Ortadoğu’daki stratejik çıkarlarına zarar vereceği inancı önemli yer tutuyor. 

<  Rusya’nın “Arap Baharı” sürecine ilişkin bütün açıklama ve eylemlerinde Batı müdahaleciliğinden rahatsızlığın izlerini çok açık görmek mümkün. >

Öte yandan, Suriye tarihsel açıdan Rusya’nın kendi selefi hesap ettiği SSCB’nin Orta Doğu politikasında Irak’la birlikte özel öneme sahip olmuştur.
Özellikle Beşşar Esad’ın babası Hafız Esad zamanında zirveye çıkan SSCB-Suriye ilişkileri Gorbaçov’un politikaları ile ciddi bir sekteye uğrasa da Vladimir Putin’in 2000’li yıllardaki başkanlığı döneminde yeni bir ivme kazanmıştır.
Ocak 2005 yılında Beşşar Esad’ın Moskova ziyareti ve Mayıs 2010’de Dimitri Medvedev’in Şam ziyareti bu ilişkiler sürecini yeni bir noktaya taşımıştır. 
    Moskova için Suriye ile ilişkilerin güçlendirilmesi Ortadoğu denkleminde yerini almak bakımından önemli bir fırsat sunuyor. Suriye’nin Arap-İsrail problemindeki konumu ise Moskova’nın bu hesabının hiç de yanlış olmadığının göstergesi sayılabilir.
Suriye’nin Akdeniz’e sınırının olması bir başka neden sayılabilir. Akdeniz’in hem tarihsel konumu, hem de son dönemlerdeki artan stratejik önemi  Moskova’nın tarihsel denizlere açılma stratejisi ile birlikte düşünüldüğünde bu konu daha iyi anlaşılmaktadır. Daha 1971 yılında SSCB’nin Hafız Esad’la yapılan bir anlaşma gereği Tartus’da Akdeniz’e çıkan Sovyet Donanması için bir deniz üssü oluşturması bu durumun en önemli kanıtı. 
   Ortadoğu’ya ve Suriye’ye en ilgisiz göründüğü 1990’ların başında bile Tartus daki deniz üssüden vazgeçmeyen Rusya 2009 yılında buranın yenilenmesi ve daha büyük gemiler için genişletilmesi çalışmalarına başlamıştır.
Amerikan ve NATO gemilerinin, İran’ın, Türkiye’nin, İsrail’in, hatta Güney Kıbrıs’ın boy gösterdiği, hemen kıyısında Libya, Suriye gibi ülkelerde başverenler ve baş verecekler Akdeniz’deki Tartus limanının önemini iyice açığa çıkarmış durumda.
Bölgede gerginlik tırmandıkça Akdenizdeki Rus savaş gemilerinin sayısı sürekli artış göstermiştir. Son günlerde boğazlardan geçen gemilerle birlikte Akdenizdeki Rus gemilerinin 15’e ulaştığı ifade edilmektedir.
    Bir anlamda Rusya’nın Suriya krizinden yararlanarak açık denizlerde, özellikle de Akdenizde askeri kapasitesini artırdığı da ileri sürülebilir.
Suriye’nin Rusya için öneminin bir başka sebebini bu ülkeye satılan Rus silahları oluşturmaktadır. SSCB döneminde mühim silah müşterilerinden olan Suriye ile silah ticareti Esad’ın Moskova ziyareti ile yeni boyutlar kazanmıştır. Zaten Suriye’nin Rus silah ihracatının içinde öncü yerlerden birini tutması ve Suriye ordusunun silahlarının yüzde 90’ının Rus yapımı olması da dikkatlerden kaçmıyor. Moskova’nın Suriye’ye sattığı S-300 füzeleri ile Mig-31 askeri uçakları ise İsrail ve ABD’de ciddi rahatsızlık yaratmaktadır. Tüm tepkilere rağmen Rusya’nın iç savaşın en amansız dönemlerinde bile Suriye’ye silah vermeyi durdurmadığı bilinmektedir.
   Suriye’yi Rusya için önemli kılan bir başka neden iki ülkenin ticari-ekonomik ilişkileridir. İki ülke arasında iç savaşın hemen öncesinde (2010 yılındaki) ticaret hacmi 1,1 milyar dolar civarındaydı. Ayrıca Suriye’de Rus yatırımlarının daha 2009 yılı sonu itibariyle 20 milyar dolara ulaştığı biliniyor.
   Tüm bu nedenlerden dolayı Rusya Suriye krizinde bazen bölgedeki geleceğini riske atıyor görüntüsüyle karşılaşmasına rağmen kararlılığını sürdürdü. 



< Rusya Suriye krizi nedeniyle, son yıllarda büyük önem verdiği Türkiye ile olan ilişkilerini riske attı. > 

    Batı ile Ağustos 2008 olayları sonrasında gerginleşen ilişkilerini yeniden rayına oturtma stratejisinin zarar görmesini de çok önemsemedi. En son Suriye’de geniş bir biçimde kimyasal silah kullanıldıktan sonra Suriye’ye askeri müdahale seçeneği en ciddi biçimde dillendirilmekteyken Rusya bir hamle daha yaptı. Bir yandan Suriye’de kimyasal silahların muhalifler tarafından kullanıldığını iddia etti, diğer yandan bu ülkenin kimyasal silahlardan arındırılmasına ilişkin öneride bulundu. Suriye’ye müdahale konusunda kararlı görünen güçleri uyarmaktan da geri durmadı.
   En kritik süreç ise ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ile Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov arasında 3 gün süren Cenevre görüşmeleri oldu. Bu görüşmeler sonucunda taraflar Suriye’nin kimyasal silahlardan arındırılması konusunda uzlaşmaya vardılar.
Buna göre Esad yönetimi bir hafta içinde mevcut kimyasal silah envanterini tüm detayları ile açıklayacak. İlgili kurumların uzmanlarının incelemeleri Kasım ayına kadar tamamlanacak. Üçüncü aşama olan silah ve ilgili sistem ve araçların tamamının imha ve tasfiyesi süreci ise 2014 yılı ortalarına kadar tamamlanacak.
    Türkiye bu anlaşmanın Esad rejiminin ömrünü uzatmaya hizmet ettiğini, iç savaşı bitirmeyeceğini ve ayrıca çok net olmadığını ileri sürerek eleştirilerde bulundu.
Gerçekten de Esad yönetiminin işbirliğine muhtaç olduğu için kabul ettiği anlaşmaya en azından süre bakımından uymaması durumunda ne olacağı belli değil. Rusya’nın yine Esad’ı korumayacağı da garanti edilemez.
Süreç uzadıkça ve muhaliflere yardım gerektiği düzeyde yapılmaz ise Esad yönetiminin güçlenme ihtimali de zayıf değil.
Ayrıca Türkiye’nin dillendirdiği “kimyasal silah kullanılmadığı sürece sivil halkı katletmek serbest midir” sorusu da cevabını bulamıyor. Böylece Rusya Suriye satrancındaki hamlesi ile gerekli hamleleri yapamayan Batı karşısında sanki avantajlı duruma geliyor. 

Ama en kötüsü, bir ülkede insanlık dramı yaşanmaya devam ediyor.

***

5 Aralık 2020 Cumartesi

ABD Dış Politikasındaki Değişim

 ABD Dış Politikasındaki Değişim 



                      
ABD Dış Politikasındaki Değişim, Armağan Kuloğlu, Körfez Savaşları, Afganistan Operasyonu, Orta Asyadaki Renkli Devrimler, Ilımlı İslam, Arap Baharı,




21 Aralık 2013 Cumartesi
Armağan Kuloğlu 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü   
 
Soğuk Savaştan sonra iki kutuplu dünya düzeni, ABD odaklı tek kutupluya dönüşmüştür. Bu durum, ABD’nin dünya hâkimiyeti kurmaya yönelik hegemonik 
düşüncelerini ön plana çıkarması için fırsat teşkil etmiştir. ABD’nin dünya hâkimiyetini; Rusya ve Çin’in, müttefiklerinin de katkısıyla çevrelenmesi, 
Avrasya’nın merkezden etki altına alınması ve özellikle enerjinin kontrolüyle mümkün olabileceğini değerlendirdiği ve politikalarını da buna göre düzenlediği 
bir gerçektir.

ABD bu kapsamda, Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) olarak isimlendirilen ve Afrika’nın kuzeyinde batıdan doğuya doğru konuşlanan devletleri, Orta Doğu’daki 
ülkeleri ve Orta Asya’daki devletleri kontrol almayı içeren projeyi hayatiyete geçirmiştir. 1991-2011 yılları arasında 20 yıl içinde cereyan eden Körfez 
Savaşları, Afganistan Operasyonu, Orta Asya’daki Renkli Devrimler, Ilımlı İslam düşüncesiyle ortaya çıkan ve halen sonu alınamamış olan Arap Baharı 
hareketleri ve bu ana konuların içinde vekaleten yürütülen savaşlar, aynı çerçevede mütalaa edilmektedir.

***
Ancak 2010’lu yıllara yaklaştıkça ABD’nin, politik, ekonomik ve özellikle askeri alanda gücünün üstünde operasyonlar içine girdiğini düşündüğü, BOP’a çok fazla 
angaje olmasından dolayı Rusya’nın ve özellikle Çin’in çevrelenmesi ve manevra alanının kısıtlanmasında yetersiz kaldığını değerlendirdiği anlaşılmaktadır. 
Bunun bir işareti olarak da kuvvetlerini Irak’tan ve Afganistan’dan çekmesini görmek mümkündür.

Ayrıca Arap Baharı’nın uzantısı olan ve sahada tam bir vekâleten savaş örneği olarak cereyan eden Suriye’deki çatışmaya askeri anlamda müdahil olmaması 
da bu düşüncenin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Diğer taraftan, BM bünyesinde İran’ın nükleer araştırma projesinin kontrolü karşılığında bu ülkeye uygulanan yaptırımların hafifletilmesi de aynı kapsamda mütalaa edilmektedir.
Bütün bu gelişmeler ABD’nin dış politika ve buna paralel güvenlik anlamında 
ağırlık merkezini, BOP’tan Çin’e kaydırdığını göstermektedir. ABD’nin bu 
politikasını yakın geçmişte açıkladığı ve uygulamaya da geçtiği görülmektedir. 
Ancak bu değişim, ABD’nin Orta Doğu’ya olan ilgisinin azaldığı anlamını da 
taşımamaktadır.

Enerjinin kontrolü ve İsrail’in güvenliği kendisi için yine önemlidir. Sadece bu bölgedeki yükünü azaltmayı ve bu yükünü bölgedeki müttefikleriyle paylaşmayı 
planladığı değerlendirilmektedir. Diğer taraftan Suriye meselesinde Rusya’yla ve nükleer araştırmaların sınırlandırılması konusunda İran’la da olan ilişkilerini 
mümkün olduğu nispette sorunsuz ve çözüme yönelik tutarak bölgede büyük sorunlar çıkmasını önlemeye çalıştığı da kıymetlendirilmektedir. Hatta müttefiki 
durumundaki Barzani yönetimini dahi Türkiye’yle yaptığı enerji anlaşması konusunda Irak merkezi hükümetiyle mutabakat sağlamaya teşvik etmesini de bu 
düşünce çerçevesinde düşünmek gerekir.

***
ABD’nin bu yeni politikayı yürütürken bölgedeki müttefiklerini kullanmanın yanında, müttefik olmasalar dahi kendine yardımcı olabilecek ülkelerle de 
işbirliği yapabileceği değerlendirilmektedir. Ayrıca müttefikleri arasındaki sorunları gidererek işini kolaylaştırmaya çalıştığı da görülmektedir.

Türkiye’nin dış politikasındaki değişim ve hareketlenmeleri de bu kapsamda düşünmenin doğru bir yaklaşım olduğuna inanılmaktadır. Bunun işaretleri olarak, 
Suriye konusunda, radikal İslami hareketlerin Türkiye aleyhinde kullanılmasının da etkisiyle, katı tutumdan vazgeçmesini, İran’la ilişkilerde yumuşamayı, İran’ın da etkisiyle Irak merkezi hükümetiyle yakınlaşmayı, Ermenistan konusunda yeniden diyalog hamlelerinde bulunmayı, İsrail’le ilişkilerin düzelmesi için Obama’nın Netenyahu’yu ikna edip Türkiye’den özür diletmesini ve bundan sonra ilişkilerin kısmen yumuşamasını göstermek mümkündür. Sırada Mısır’ın olabileceğini de söylemek herhalde kâhinlik sayılmaz.
Gelişen bu durum karşısında Türkiye’nin, kendisine çıkar sağlamayan angajmanlar içine girmemesine, çıkarlarına zarar getirmeyenler için de karşılığının mutlaka 
alınmasına dikkat etmesi kaçınılmazdır. Hatta kurulan oyun içinde rol seçmek yerine kendisinin oyun kurmasının daha onurlu bir politika olacağına 
inanılmaktadır.

Bu yazı 1799 defa okundu. 
Uzman Hakkında
Armağan Kuloğlu
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
Uzmanın Diğer Yazıları
 
  Jandarma ve TSK Üzerindeki Oyun 
  Kıbrıs’ta Zoraki Evlilik 
  Suriye Politikasında Yanlış Hesap 
  ABD Dış Politikasındaki Değişim 

 
25 Mart 2015 Çarşamba  

Copyright © 2015. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü. Tüm Hakları Saklıdır.
Sitemizde bulunan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. Kurumumuz tarafından çıkarılan dergi, özel rapor ve kitapların içeriklerinde bulunan 
yazılarda aynı kapsam dahilinde yazarına aittir.
E-BÜLTEN
Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 
E-Bültenimize kayıt olarak yeni araştırmalardan haberdar olabilirsiniz
Ahlatlıbel Mah. 1825 Sokak No: 60 İncek/Çankaya/Ankara 
Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 
Yazılım & Tasarım: Mahmut ÖZDEMİR

***

10 Ekim 2020 Cumartesi

ARAP BAHARI ABD HEGEMONİK PROJESİMİDİR., BÖLÜM 2

 ARAP BAHARI ABD HEGEMONİK PROJESİMİDİR., BÖLÜM 2



    Obama ile birlikte "rıza" boyutunu ön plana çıkarmak gibi bir stratejiye meyledilmişse de bu yönde ikna edici adımların atılabildiğini söylemek oldukça güç. Zira Obama'nın başlangıçta yarattığı etkinin Arap dünyasında yerini zamanla hayal kırıklığına bıraktığı görülmüş  durumda. Shipley Telhami'nin düzenli olarak Arap dünyasında yaptığı kamuoyu araştırmaları bu durumu teyit eder niteliktedir.24 

  Telhami'nin yaptığı son araştırmaların sonuçlarına göre Arap halkları açısından büyük umutlarla başa gelen Obama'nın giderek popülaritesini  kaybettiği ve bu anlamda insanlarda artan bir umutsuzluğun oluşmaya başladığı söylenebilir. 

Zira 2009 yılının Nisan/Mayıs döneminde yapılan araştırmada Obama'ya pozitif yaklaşanlar yüzde 45'lik bir oranı temsil ederken, 2010 Haziran/Temmuz döneminde yapılan ankette bu olumlu yaklaşım yüzde 20'ye düşüyor.

Ya da farklı bir açıdan olaya bakıldığında, 2009'da Obama yönetiminden ümitli olanların oranı yüzde 52 gibi yüksek bir oran iken bu oranın 2010'da ciddi bir düşüşle yüzde 16'ya gerilediği görülüyor ki bu, Obama'nın Ortadoğu'da her geçen gün silikleştiğinin bir göstergesidir. Ayrıca bu rakamlar Arapların Amerika'nın Ortadoğu politikalarında hala samimi olmadığını düşündüğünün de bir ifadesidir. Kısacası Obama'ya rağmen ABD ve temsil ettiği değerler sistemi günümüzde Arap halkları açısından öykünülecek ve örnek alınacak bir "hikâye" sunmuyor.

Konuya, Strange'in perspektifinden bakıldığında ise, ABD hegemonyasında sonbaharın yaşandığı bir döneme girildiğini çağrıştıran bir tablo ortaya çıkıyor. Zira 2007'de ortaya çıkan ve kısa sürede Avrupa'yı da etkisi altına alan ekonomik kriz, daha öncekilerden farklı olarak, kapitalizmin kalpgahında yaşanan bir bunalıma işaret ediyor.25

ABD'nin bir türlü gereken ekonomik toparlanmayı sağlayamamasının, işsizlik rakamlarının ABD için çok ciddi bir seviye olan yüzde 10 barajına ulaşmış olmasının, kamu borcunun GSYİH'nin yüzde 100'üne yaklaşmasının, ABD'nin büyük oranda sarsılmasına ve içe kapanmasına neden olduğu görülüyor.

   En son Standart&Poor's isimli kredi derecelendirme kuruluşunun dünyanın en büyük ekonomisinin kredi notunu düşürmesi, 1917'den bu yana hep en üst seviyede notlanan bir ekonominin içine düştüğü zor durumu yansıtması bağlamında sembolik bir etki oluşturdu. Son ekonomik kriz ve borçlanma tavanının arttırılması tartışmaları da gösteriyor ki maddi kaybın ötesinde, ABD hegemonyasının bilişsel temelleri açısından derin bir prestij kaybı oluşmuş durumda.

Zira Fareed Zakaria'nın dediği gibi "son krizle Amerikalılar kendilerine, dünyaya ve piyasalara politik sistemlerinin tıkandığını ve mantıklı bir kamu politikası tasarlama ve uygulama yeteneğinden mahrum olduklarını göstermiş oldu."26

Benzer şekilde, Irak işgalinin büyük maliyetler doğurması ve Afganistan müdahalesinin başarısızlıkla sonuçlanmış olması gibi nedenlerle, ABD'nin yapısal  gücünün diğer unsurları açısından da bir "sonbahar" yaşadığı tezi kuvvet kazanıyor.27 Dolayısıyla son on yılda, Amerikan hegemonyasının düşüşe geçtiğine dair tartışmalar giderek daha fazla ön plana çıktı. Hatta Arrighi gibi siyasal iktisatçılara göre dünya sisteminde, ABD hala en büyük güç olsa da  hegemonya açısından "topal ördek" konumuna gerilediği, " hegemonyasız hâkimiyet " dönemine girmiş bulunuyor.28 

Böyle bir ortamda, uluslararası dengeleri etkileme ve kapsamlı sınırdışı rejim müdahaleleri yapma konusunda Amerika'nın kapasitesi ve isteği eskiye nispetle daha zayıf durumda.29 

Zira ABD'nin içine kapanma eğilimine girmesi, "sistemin kontrol mekanizmalarının zayıflaması" gibi bir jeostratejik boşluk ortaya çıkardı.30 

Diğer taraftan Çin, Rusya, Türkiye, Brezilya gibi bölgesel aktörlerin uluslararası sistemde daha fazla manevra alanı bulabildiği ve althegemonik projelerini uygulamaya koyabildikleri bir geçiş dönemine girilmiş oldu.31

İşte böylesi bir uluslararası konjonktür içerisinde Arap halklarının isyan ateşini yaktığını görüyoruz.

Ancak son dönem olaylarını, "ABD'nin hegemonik projesi" şeklinde açıklamaya çalışanların, yukarıdaki jeopolitik denklemi dikkate

almadan, dolayısıyla varsayımlarını test etmeye ihtiyaç duymadan, doğrudan "test edilmemiş bir varsayım" üzerine analize giriştikleri görülüyor. Üstelik aynı yaklaşımların, ABD hegemonyasının gerilediği bir dönemde Tüm Arap coğrafyasını yeniden dizayn edebilecek kapasiteye  sahip olup olmadığını tartışmaya açanları, "stratejik oyunu anlayamayan ve büyük resmi göremeyenler" kategorisine dâhil ederek, kendi varsayımlarıyla yüzleşmekten kaçındıkları görülüyor. Tekrar etmek gerekir ki son olaylarda işin arkasında temel yönlendirici olarak ABD'nin olduğunu düşünenler açısından, ortada halen daha test edilmeyi bekleyen oldukça büyük bir varsayım bulunmaktadır: Çok-kutupluluğa doğru evrilen uluslararası sistemde ABD, bu operasyonları yapabilecek çapta bir hegemonik güç müdür? 

Bu varsayımın test edilmesi ile ortaya çıkacak sonuç, "ABD'nin hegemonik projesi" tezini ortaya atanların ima ettiği ikinci varsayım açısından da belirleyici olacaktır.

  Varsayım 2: Çevre ülkelerin halkları herhangi bir irade ortaya koyabileıı özneler değil, sürecin içinde yönlendirilen nesnelerdir. Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da olan biten her şey "büyük bir aklın" ürünü ise ve hikayenin sonu en başından belirlenmişse, süreçte rol alan aktörlerin bir inisiyatif almasını beklememek -ya da "varsaymamak"- gerekir.

    Çünkü özne olmak "öngörülememek"; "öngörülememek" de sonucun planlanandan farklı bir noktaya gitmesi ihtimali demektir.

Bu kapsamda yukarıdaki tez çerçevesinde Tunus'ta kendini yakan genç, Mısır'da Tahrir Meydanı'nı dolduran yüz binler, her türlü askeri müdahaleye rağmen mücadeleye devam eden Suriyeliler, olan bitenden etkilenen diğer bölge halkları, sonunu "görünmez elin" yazdığı bir senaryonun sadık aktörleri olmaktadır. Bu varsayımın yarattığı ruh halini İhsan Bal şu şekilde özetliyor;

Ortadoğu coğrafyasında ne zaman bir hareketlilik olsa dış güçler yani Batılılar hemen her şeyin mutlak planlayıcısı olarak karşımıza çıkarılır.

Bu görüş sahiplerine göre, çok tehlikeli planları kusursuz bir şekilde uygulayan mükemmel Batı, Ortadoğu'da yaşanan tüm günahların yegâne sahibi ve sorumlusudur. Bu durum Ortadoğu halklarının adeta narkoz yemiş ruh haliyle edilgen bir rol üstlenmesine yol açar,32

Yazının başında da değinildiği gibi "ABD'nin hegemonik projesi" tezinin kendi iç tutarlılığı olabilir. Ancak bu tutarlılık, onu destekleyen yukarıdaki iki varsayım dikkate alınmadıkça sağlanamaz. Son olayların izahını bu perspektiften yapanların, söz konusu varsayımlardan işe başlamamaları metodolojik açıdan ciddi bir eksik, normatif açıdan ise nesne konumuna indirgenen halklara karşı ağır bir ithamdır. Oryantalist ve elitist bir perspektif sunan bu bakış açısı, geçmişte büyük medeniyetler kurmuş olan bölge insanın kendi geleceği adına inisiyatif alamayacağı, mutlaka dışarıdan yönlendirilerek ehlileştirilmesi gerektiği vurgusunu da   zımnen kabul etmiş oluyor. 

"Arap Baharı, ABD'nin Ilegemonik Projesi" midir? 

    Bu noktada altı çizilerek belirtilmelidir ki, bu çalışmada süreç boyunca ABD'nin hiçbir dahli olmadığı gibi bir argüman ileri sürülmemektedir.  Şüphesiz dünyanın en büyük askeri-sınaî-politik kompleksi olan ABD, ortaya çıkan her önemli olayı yakından takip etmekte, hatta olayların  bidayetinde değilse bile, ilerleyen aşamalarda sürece dâhil olmak, "engelleyemese bile yönlendirmek" istemektedir.33 

   Zaten küresel aktör olmanın en doğal gereği de budur. Bu kapsamda, ABD Mısır'da Mübarek sonrası dönemi kendi çıkarları çerçevesinde şekillendirmek   istemekte, ülkedeki kilit aktörlerle dirsek teması içinde bulunmaktadır.34 

Aynı şekilde, Libya'da çıkarlarına tehdit oluşturduğunu düşündüğü Kaddafi'ye karşı askeri operasyon düzenlemekte beis görmemekte, Suriye'ye karşı ise bambaşka çıkar hesapları çerçevesinde farklı bir politika izleyebilmektedir.

Şüphesiz ABD, sürecin içinde hem de merkezinde yer alan küresel bir aktördür. Ancak bütün bunlar, nedensellik açısından, ABD'nin "Arap Baharı"nın mimarı olduğu tezini ve kitlelerin nesneleştirilerek analiz edilmesini gerektirmez. Haddizatında bu iki nokta ayrı tartışmaların konusudur ve birbiriyle nedensellik ilişkisi içinde dahi değildir.

Sonuç:

Öznesini Nesneleştiren Analiz:

   Uluslararası ilişkilerde komplonun olmadığını kimse iddia edemez. Tam tersine, komplo teorileri üzerine bina edilmiş hacimli bir literatür de bulunmaktadır.35 

Ancak kural olarak komplo, her türlü nedensel ilişkiler analiz edildikten ve izah tarzları geliştirildikten sonra, anlamlı bir sonuca ulaşılamadığı durumlarda, başvurulan bir izah tarzıdır.36

   Bu durumda bile ayrıca işletilen kurallar bulunmaktadır. Yukarıda izah edildiği üzere komplonun üzerine bina edildiği "varsayımlar" net olarak ortaya konmalı ve test edilmelidir.

Peki, bu hassasiyet gösterilmezse ne olur? Bu tür analizler dikkatle ele alınmadığı ve bir çırpıda benimsendiği durumlarda, bizzat analizin sahibini nesneleştiren, " Merkezin Hegemonyasının çevrede yeniden üretildiği " bir operasyona dönüşme riskini taşımaktadır. İşte bu noktada yorumcu, belkide hiç fark etmeden, kendi yaptığı analiz neticesinde bir "nesneye" dönüşecektir. 

Bu bağlamda son yaşanan olaylarda ortaya çıkan risk de bu olmuştur.Yeterince test edilmeden öne sürülen varsayımlar üzerine bina edilen " ABD'nin hegemonik projesi" tezi, ABD hegemonyasının, aslında reel temeli olmasa bile, çevrede yeniden üretilmesi sonucunu doğurabilir.

Gerçekte öyle olmasa da, her şeyin mutlak bir güç tarafından kontrol edildiğini ileri süren-çoğu kez de dinleyeni cezbeden- izahlar, esasında olduğundan kuvvetli bir "merkez" fikrini "çevrede" işleyerek, bu halkların pasifleştirilmesi ve nesneleştirilmesi yönünde yanlış bir  algı inşa edebilir. Bu süreçte de yorumcu bilerek ya da bilmeyerek hegemonyanın yeniden kendisini inşa etmesi sürecinde araçsallaşmış olabilir. 

Üstelik hegemonik güç açısından maliyetsiz bir şekilde... 

   Bu durum aynı zamanda entelektüel gelişime de ciddi anlamda zarar veren bir geri kalmışlık emaresidir.

Sonuç olarak belirtmek gerekir ki, "ABD'nin hegemonik projesi" tezi de diğer tezler gibi üzerinde düşünülmeyi hak etmektedir.

Kaldı ki Bretton YVoods sistemini inşa eden de bizatihi tek hegemonik güç olan ABD'dir. Ancak ABD'nin, Keohane'nin ifadesiyle "sözlük anlamıyla bir hegemon olduğu" dönemlerin üzerinden uzun yıllar geçmiş, literatür Amerika-sonrası yeni dünya düzenini çoktandır tartışmaya başlamıştır.

Böylesi bir durumda, yukarıdaki izahı varsayımlarını sorgulamadan sahiplenenler, giriştikleri entelektüel işin metodolojik ve normatif sonuçlarını bir kere daha düşünmelidirler. Zira metodolojik açıdan yanlış kabul üzerine temelsiz bir analiz geliştirme ihtimalleri olabilir. 

Normatif açıdan ise "merkez"in hegemonyasını "çevre"de yeniden üretmek gibi ahlaki bir ikilemle karşı karşıya kalabilirler.

Sokaklarda canlarını ortaya koyanların tamamen nesneleştirilmelerinin yarattığı vicdani muhasebe gereği ise izahtan dahi varestedir. 

Kaynaklar

ARR1GH1 Giovanni. Adam Smith in Beijing: Lineages of the Tıventy-First Century, London: Verso, 2007.

BAL İhsan. "Ortadoğu'nun Dayanılmaz Komplo Hastalığı", UŞAK Stratejik Gündem, 26 Mart 2011.

BAYAT Asef. Life as Politics: How Ordinary People Change the Middle East, Stanford: Stanford University Press, 2009.

COX Michael. "9/11 Anniversary: From Empire to Decline", The World Today, Cilt 67, Sayı 8/9, Ağustos 2011.

COX Robert W. Produclion, Poıuer and World Order: Social Forces in the Making ofHistory, Nevv York: Colıımbia University Press, 1987.

DİNÇER Bahadır. "Ortadoğu'da ABD: Jonglörün Elinden Düşen Toplar", UŞAK Analiz No. 2, Şubat 2011.

DİNÇER Bahadır. "Yeni Ortadoğu'ya Yeni Nesil Uzmanlar", USAK Stratejik Gündem, 16 Şubat 2011.

DİNÇER Osman Bahadır ve COŞKUN Gamze. "Tarih Makas Değiştirirken Kuzey Afrika ve Ortadoğu'da Değişim Arzusu", USAK

             Raporları 11-04, Mayıs 2011, Ankara.

DİNÇER Osman Bahadır ve COŞKUN Gamze. "Mavınlı Arazide Yürümenin Adı: Suriye'de Değişimi Zorlamak", USAK Raporları 11-04, Mayıs 2011, Ankara.

FOROHAR Rana. "The End of Europe", Time, 22 Ağustos 2011, ss. 21-25.

KAYNAK Mahir. "Üçüncü Boyut", Star, 13 Şubat 2011

KURUBAŞ Erol. "Bir Kuram Sorunu: Türk Uluslararası İlişkilerinde Komplocu Açıklama Eğilimi ve Kuramsallaşmaya Etkisi", içinde

Erol Kurubaş, Ersel Aydınlı ve Haluk Özdemir, Yöntem, Kııram, Komplo: Türk Uluslararası İlişkiler Disiplininde Vizyon Arayışları, Ankara: Asil Yayın Dağıtım, 2009.

KUTLAY Mustafa ve Mehmet Yeğin. "Amerikan Hegemonyasının Sonbaharı mı?", Analist, Sayı 4, 2011, ss. 13-15.

KUTLAY Mustafa. "Economy as the 'Practical Hand' of 'New Turkish Foreign Policy': A Political Economy Explanation", Insight Turkey, Cilt 13, Sayı 1, 2011, ss. 67-89.

MAHALLİ Hüsnü. "Demokrasi Bahane", Akşam, 23 Nisan 2011.

MAHALLİ Hüsnü."Medyanın Rolü", Akşam, 30 Nisan 2011.

MAHALLİ Hüsnü. "İşler Zor", Akşam, 28 Mayıs 2011.

MAHALLİ Hüsnü. "Türkiye Ne Yapıyor?", Akşam, 11 Mayıs 2001.

OĞAN Sinan. "Arap Coğrafyasında Renkli Devrimler: Tunus ve Mısır Tamam, Yemen ve İran'da Ne Olur?" Türksam, 15 Şubat 2011,

http://turksam.org/tr/a2329.html.

OĞAN Sinan, Siyaset Meydanı, 24 Şubat 2011.

http://www.siyasetmeydani.net/arsiv.asp?id=126. ÖZDAL Habibe, Osman Bahadır

Dinçer, Mehmet Yeğin. Mülakatlarla Türk Dış Politikası, 5 Cilt, Ankara: USAK Yayınları, 2010-2011.

SKOCPOL Theda. States and Social Revolııtions, Cambridge: Cambridge University Press, 1979.

STRANGE Susan. States and Markets, London: Pinter Publishers, 1989.

TELHAMI Shibley. "2010 Arab Public Opinion Poll: Results of Arab Opinion Survey Conducted June 29-July 20, 2010". www. brookings.edu.tr.

ZAKARIA Fareed, "The Debt Deal's Failure", Time, 15 Ağustos, 2011, ss. 13-15.

DİPNOTLAR:

1- Özellikle Tunus ve Mısır'da neler olduğunu iç dinamikler üzerinden anlatmaya çalışan kapsamlı bir çalışma için bkz. Osman Bahadır Dinçer ve Gamze Coşkun, "Tarih Makas Değiştirirken Kuzey Afrika ve Ortadoğu'da Değişim Arzusu", USAK Raporları 11-02, Nisan 2011, Ankara.

2- Osman Bahadır Dinçer ve Gamze Coşkun, "Mayınlı Arazide Yürümenin Adı. Suriye'de Değişimi Zorlamak", USAK Raporları 11-04, Mayıs 2011, Ankara.

3- Yerel unsurlarla yapılan görüşmeler, insanların sonuna kadar mücadele etme eğiliminde olduğunu teyit etmektedir. 

4 Bu noktada özellikle Batı'nın diktatörlere sağladığı desteğin, kurumsallaşmış güçlü bürokratik yapıların ve istihbarat örgütlerinin rolü ciddiyetle analiz edilmelidir.

5- Devrimler ve sosyal hareketler literatürünün önemli figürlerinden biri olan Skocpol'a göre de rejimlerin sert politikalar uygulama konusundaki tekelleri, geçiş süreçlerini zorlaştırmakta hatta bazen imkânsız kılmaktadır. Theda Skocpol, States and Social Revolutions, Cambridge: Cambridge University Press, 1979, s. 34.

6- Bu husustaki temel kaynaklardan biri için bkz. Asef Bayat, Life as Politics: How Ordinary People Charıge the Middle East, Stanford: Stanford University Press, 2009.

7- Dinçer ve Coşkun, "Tarih Makas Değiştirirken...", s. 4.

8- Türk dış politikasının Ortadoğu'ya nasıl baktığını daha detaylı görebilmek için işin uzmanları ile yapılmış olan mülakatlar iyi bir fikir verebilir. Bkz. Habibe Özdal, Osman Bahadır Dinçer, Mehmet Yeğin, Mülakatlarla Türk Dış Politikası, 5 Cilt, Ankara, USAK Yayınları, 2010-2011.

9- Bahadır Dinçer, "Yeni Ortadoğu'ya Yeni Nesil Uzmanlar", USAK Stratejik Gündem, 16 Şubat 2011.

10- Konuya ilişkin detaylı dosya hazırlayan diğer dergi ise Analist dergisi oldu. Analist dergisi "Ortadoğu'da Kırılan Fay Hattı" isimli birinci; "Çanlar Esed İçin Çalıyor..." isimli dördüncü ve "Çarklar Yeniden Dönmeli: Türkiye Ortadoğu'ya Model Olur mu?" isimli altıncı sayısında konuya ilişkin kapsamlı dosyalar hazırladı. Diğer taraftan Birikim dergisi de "Başkaldırı ve Değişim" başlığıyla hazırladığı bir sayıda konuyu teşrih masasına yatırdı. Şüphesiz bunların dışında da pek çok yayın organında, köşe yazısı, dosya konusu ve röportaj yayınlandı. Ancak bu yazıların sistematik sayılabilecek bir çerçevede neden-sonuç ilişkileriyle bütüncül bir resim ortaya koyduğunu söyleyebilmek mümkün değildir.

11- Gerek sosyolojik gerçekleri gerekse stratejik önemleri farklı ülkeleri renk körlüğü içinde analiz etmek indirgemeci yaklaşımlara kapı açmaktadır. Bu hataya düşmemek adına bölgedeki olayların temelinde yatan özgün dinamiklerin iyi analiz edilmesi gerekir.

12- Siyaset Meydanı, program deşifreleri, 24 Şubat 2011.   http://www.siyasetmeydani.net/arsiv.asp?id=126

13- Sinan Oğan, "Arap Coğrafyasında Renkli Devrimler: Tunus ve Mısır Tamam, Yemen ve İran'da Ne Olur?" Türksam, 15 Şubat 2011,   http://turksam.org/tr/a2329.html

14- Hüsnü Mahalli, "Demokrasi Bahane", Akşam,23 Nisan 2011.

15- Hüsnü Mahalli, "Medyanın Rolü", Akşam, 30Nisan 2011.

16- Hüsnü Mahalli, "Türkiye Ne Yapıyor?", Akşam,11 Mayıs 2001.

17- Hüsnü Mahalli, "İşler Zor", Akşam, 28 Mayıs2011.

18- Mahir Kaynak, "Üçüncü Boyut", Star, 13 Şubat 2011.

19- Örneğin Ortadoğu'da 5. Filo ve 6. Filo bölgeyi sıkı sıkıya kontrol altında tutmaktadır. 

20- Renkli Devrimler bunun açık bir örneğidir. Daha önceki dönemlerde, Latin Amerika'da yaşanan devrimlerde ve darbelerde Amerika'nın rolü de bilinmektedir.

21- Gramsci'nin çizdiği teorik çerçeveden hareketle uluslararası ilişkiler analizi geliştiren kapsamlı bir yaklaşım için bkz. Robert W. Cox, Production, Poıuer and World Order: Socinl Forces in the Making of History, New York: Columbia University Press, 1987.

22- Susan Strange, States and Markets, London: Pinter Publishers, 1989.

23- ABD hegemonyasına ilişkin ilk tartışmalar 1970lerde yaşandı. Petrol krizleri, Bretton Woods sisteminin çöküşü ve alternatif güç bloklarının ortaya çıkmaya başlaması, kimi araştırmanlara göre, ABD'nin hegemonik gücündeki gerilemenin açık işaretleriydi. Buna göre ABD geriliyor, buna mukabil Japonya ve Avrupa Ekonomik Topluluğu gibi yeni güç odakları yükselişe geçiyordu. Petrol kriziyle birlikte yaşanan ekonomik bulanım, akabinde üçüncü dünya ülkelerinin "Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen" sloganıyla ABD'ye kafa tutması, bu tezi daha da güçlendiriyordu. Hatta "ABD sonrası dünyada istikrarın nasıl sağlanacağı", 1970'lerde ateşli akademik tartışmalara konu olmuştu. Siyasi iktisatçıların büyük çoğunluğu için ABD gerilemesi çok açıktı ve geleceğin nasıl şekilleneceğine dair bir karamsarlık hâkimdi. Ancak, ABD sendelemiş ama düşmemişti. Hatta ABD, 1980lerde, hızlı ekonomik büyüme ve diplomatik aktivizm sayesinde adeta küllerinden "yeniden doğmuştu". Bu konuda bir tartışma için bkz. Mustafa Kutlay ve Mehmet Yeğin, "Amerikan Hegemonyasının Sonbaharı mı?",  Analist, Sayı 4, 2011, ss. 13-15.  

24- Shibley Telhami, "2010 Arab Public Opinion Poll: Results of Arab Opinion Survey Conducted June 29-July 20, 2010",   www.brookings.edu/reports/2010/0805_arab_opinion_poll_telhami.aspx

25- Avrupa'yı da saran çok boyutlu yapısal krizi ele alan çarpıcı bir analiz için bkz. Rana Foroohar, "The End of Europe", Time, 22 Ağustos 2011, ss. 21-25.

26- Fareed Zakaria, "The Debt Deal's Failure", Time, 15 Ağustos, 2011, s. 14.

27- 20001i yıllann ikinci yarısından itibaren, ABD ekonomisinin Çin ile nasıl rekabet edeceği asıl tartışma konusu haline gelmiş durumda. Küresel krizden daha da güçlenerek çıkan "uyuyan dev", geleceğe yönelik tahminlerde, ABD'nin en büyük rakibi konumunda: Mevcut eğilimin radikal değişikliklere uğramadan devam etmesi halinde Çin, 2025'te ABD ile eşit ekonomik büyüklüğe ulaşacak; 2050 yılında ise ABD'nin iki katı büyüklüğe erişecek. Tam da bu noktada, "Çin rüzgârı", kadim tartışmanın üstündeki şalı yeniden kaldırdı.

28- Giovanni Arrighi, Adam Smith in Beijing: Lineages of the Tıventy-First Century, London: Verso, 2007.

29- ABD'nin Libya konusunda takındığı tavır bu duruma bir örnek teşkil ediyor. "Leading from behind" (arkadan liderlik) gibi muğlâk kavramlarla zevahiri kurtarmaya çalışan bir ABD profilinin ağırlık kazandığını belirtmek mümkün.

30- Türk dış politikasının bu tarz bir perspektiften analizi için bkz. Mustafa Kutlay, "Economy as the 'Practical Hand' of 'New Turkish Foreign Policy': A Political Economy Explanation", Insight Turkey, Cilt 13, Sayı 1, 2011, ss. 67-89.

31- Michael Cox, "9/11 Anniversary: From Empirc to Decline", The World Today, Cilt 67, Sayı 8/9, Ağustos 2011.

32- İhsan Bal, "Ortadoğu'nun Dayanılmaz Komplo Hastalığı", USAK Stratejik Gündem, 26 Mart 2011.

33- Bahadır Dinçer, "Ortadoğu'da ABD: Jonglörün Elinden Düşen Toplar", USAK Analiz No. 2, Şubat 2011.

34- ABD bugüne kadar ittifak ilişkilerini kişiler üzerinden değil, kurumlar üzerinden şekillendirme yolunu seçmiştir. Bu anlamda Mısır örneğinde, ordu ile kurulan yakın ilişkiler devam etmektedir ve bu sayede ABD Mısır'da halen en etkili dış aktördür.

35- Hâlbuki Ortadoğu'da hâlihazırda yaşanan alt üst oluşların iç dinamiklerini açıklayan hacimli bir siyaset bilimi ve sosyoloji literatürü bulunmaktadır. Sosyal hareketler için gerekli olan şartlar sağlandığında bu coğrafya insanmın da neticeye ulaşabilmesi mümkündür. Zira sosyal hareketlerin örgütlenme stratejileri, dönem dönem oluşan sistemik yapısal fırsatlar, devlet kurumunun sonuca ulaşmayı zorlaştıran ya da kolaylaştıran yapısı ve kültürel değerler bağlamında insanların değişime inanması gibi faktörler analiz edilmeden komplolara başvurmak, mevcut literatürü de görmezden gelmek demektir.

36- Erol Kurubaş, "Bir Kuram Sorunu: Türk Uluslararası İlişkilerinde Komplocu Açıklama Eğilimi ve Kuramsallaşmaya Etkisi", içinde Erol Kurubaş,  Ersel Aydınlı ve Haluk Özdemir, Yöntem, Kuram, Komplo: Türk Uluslararası İlişkiler Disiplininde Vizyon Arayışları, Ankara: Asil Yayın Dağıtım, 2009.


Türkiye Günlüğü 107 / Yaz 2011

Mustafa Kutlay - Osman Bahadır Dinçer

Türkiye Günlüğü 107 / Yaz 2011

Uluslararası Hukuk ve Politika

Cilt 7, Sayı: 27, ss. 87-111, 2011©

Osman Bahadır Dinçer - Mustafa Kutlay 


***

ARAP BAHARI ABD HEGEMONİK PROJESİMİDİR. BÖLÜM 1

ARAP BAHARI ABD HEGEMONİK PROJESİMİDİR., BÖLÜM 1



Arap Baharı, ABD, Hegemonik Projesi,Mustafa Kutlay,Osman Bahadır Dinçer,


Arap Baharı, ABD'nin Hegemonik Projesi" midir?

('Türkiye Günlüğü Özel Sayısına Bir Zeyl)

Mustafa Kutlay * -

Osman Bahadır Dinçer **

*Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK)nda, Politik Ekonomi Uzmanı.

**Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK)nda, Ortadoğu Uzmanı.

     2010'un son günlerinde Tunus'ta kendini ateşe veren Muhammed Buazizi, büyük ihtimalle farkında olmadan milyonları çekim alanına sokacak bir başkaldırı dalgasının fitilini de ateşlemiş oldu. Tunus halkının isyan bayrağını çekmesinin üzerinden uzun bir süre geçmeden, diktatör Zeynel Abidin Bin Ali ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Hemen akabinde, Mısır'ı 1981'den bu yana demir yumrukla yöneten Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, koltuğundan  ayrılmaya mecbur bırakıldı. Kadim Mısır halkı, tarihi bir dayanışma örneği göstererek Mısırlı diktatöre karşı ayaklanmış ve "hesapta olmayan" bir başarı göstermişti.1 Ardından Libya ve Suriye'de kanlı bir mecraya evrilen protesto gösterileri, Ortadoğu jeopolitiğini büyük ölçüde değiştirecek domino etkisinin işlemeye başladığının işaretçisiydi.2 

Bu nedenledir ki Tunus halkının sürecin başında attığı mütereddit adımlar, Suriye örneğinde her türlü kanlı karşı-dalgaya rağmen yılmayan, kararlı bir duruşa evrildi. Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed, kimi rakamlara göre 2.600 kimilerine göre ise 5.000'e yakın insanın ölümüne neden olsa da, Suriye halkı "surda mukaddes bir gedik açmış" ve "korku duvarını" çoktan aşmış durumda.3

      Arap coğrafyasında yaşanan bu tektonik kaymalar, bölge çalışmalarına ilişkin hâlihazırdaki teorik ve metodolojik birikimin de gözden geçirilmesi zorunluluğunu ortaya çıkardı. Esasında, Ortadoğu üzerine çalışan uzmanlar yıllardır garip bir " Epistemolojik ikilem" içine hapsolmuştu. Bir taraftan bölgede hüküm süren baskı, sansür, açlık, eşitsizlik ve ahbap-çavuş kapitalizmine yol veren kurumsallaşmış yolsuzluk, bu coğrafyada her an her şeyin olabileceği yönünde bir çıkarım yapmayı gerektiriyordu. Diğer taraftan ise, her şeye rağmen, katı diktatörlükler ve onların sırtını yasladığı müstebit rejimler bir şekilde hayatiyetini devam ettirmeyi başarıyordu.4 

   Bu açıdan birinci dinamiğe bakan bölge uzmanları, "Ortadoğu'da rejim değişikliğinin kaçınılmaz olduğunu" salık veriyor; ancak aynı analistler diğer taraftan da "statükonun gücünü küçümsememek gerektiğini" telkin ediyorlardı.5 Dolayısıyla, son dönemde yaşanan halk ayaklanmaları, konunun uzmanlarını büyük  bir boşluk ve yönsüzlük duygusuna hapsetti. Her ne kadar halkın mobilize olarak sonuç elde etmesi, sadece Batılı sosyal hareketlere ait bir keyfiyetmiş gibi anlatılagelse de, son dönemde bunun Batı'ya özgü bir durum olmadığı yapılan bilimsel çalışmalarla da desteklenmiştir.6

   Özellikle son bir yıldır yaşananlar, sosyal hareketlerin oluşması için gereken birçok şartın bu bölgede de olgunlaştığını gösteriyor. 

  Her şeyden önce içinde yaşadığı siyasi, ekonomik ve sosyal çevreyi iyileştirmek adına geçerli nedenlere sahip insanların mobilize olmasını mümkün kılan gerekli motivasyon sağlanılmıştır. Sistem düzeyinde kendilerine fırsatlar sunulduğunda ve gerekli şartlar sağlandığında Arapların da diğer bütün rasyonel milletler gibi kolektif eylemler içine girebildikleri görülmüştür. Ortadoğu'da halkın sokaklara  dökülmesi, şimdiye kadar bölgede sınırlı bir şekilde incelenen sosyal hareketlerin önümüzdeki dönemde daha titiz bir biçimde masaya yatırılacağına da işaret etmektedir.

    Başka bir deyişle, Arap dünyasındaki sosyal hareketlenme, siyaset bilimi literatüründe önemli bir sayfa açacak gibi duruyor.7

Bu süreçte, dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi Türkiye'nin entelektüel birikiminin de olup-biteni layıkıyla muhasara etmeye müsait olmadığı ortaya çıktı. Zira Türkiye'nin ekonomik ve sosyo-politik açıdan doğal bir uzantısı olmasına rağmen Ortadoğu bölgesi, ülkemizde hep "uzaktaki yakınlar" olarak kalmış; hatta Türk hariciyesinin doğal refleksi "Ortadoğu bataklığından" uzak durmak ekseninde  şekillenmişti.8 

    Bu hâkim paradigmaya paralel olarak, olayların patlak verdiği ilk günden itibaren Türkiye'nin bölge uzmanlığı konusundaki müktesebatının derinliği de  dramatik biçimde zuhur etti.9 Bölgeye dair yetersiz envantere sahip Türkiye'nin, Ortadoğu uzmanı yetiştirme konusunda da olması gereken seviyenin çok uzağında kaldığı görülmüş oldu. Medyanın yoğun ilgi gösterdiği ilk dönemdeki "sözel analizler" bir kenara bırakılırsa, sürecin kapsamlı muhasebesini yapan yayın sayısı oldukça azdı. Bu durumun bir istisnasını "Magrib'den Maşrık'a  " Arap Baharı, ABD'nin Ilegemonik Projesi" midir? Âlem-i İslam" başlığıyla hazırladığı özel dosya ile Türkiye Günlügii dergisi oluşturdu.10

Türkiye Günlüğü, konuya hem Ortadoğu hem de Kuzey Afrika özelinde eğilerek verimli bir tartışmaya kapı aralamış oldu. Aralanan bu kapıdan içeri girmek ve tartışmaya mütevazı bir katkı yapmak düşüncesinden hareket eden "zeyl" niteliğindeki bu çalışmanın amacı, tartışmanın kalkış noktasını oluşturan makro-anlatılar ve bu bağlamda küresel hegemon ABD başta olmak üzere dış aktörlerin  rolüne ilişkin ortaya atılan spekülatif yorumlar üzerine eleştirel bir analiz yapmaktır.   

Diğer bir deyişle bu çalışmanın amacı, Türk matbuatında da oldukça rağbet gören, olayları "ABD'nin planladığı ve Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde uygulamaya koyduğu" tezini teşrih masasına yatırmak suretiyle bu tezin varsayımlarını ve doğurduğu normatif sonuçları tartışmaya açmaktır.    

Bu kapsamda yazının ilk bölümünde olan-biteni "ABD'nin hegemonik projesi" olarak gören yaklaşımların argümanları ele alınacak, ardından bu argümanların dayandığı iki temel varsayım olan (1) ABD'nin bu operasyonları yapabilecek tek hegemon güç olduğu ve (2) bölgede isyan ateşini yakan kitlelerin "özne" değil, esasında "nesne" olduğu varsayımları eleştirel bir incelemeye tabi tutulacaktır. Sonuç olarak bu çalışmada iddiamız şudur: Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da tarihin makas değiştirmesine neden olabilecek çaptaki son olayların nasıl yorumlanması gerektiğine ilişkin entelektüel duruş, süreç ve sonuca giden yolda fikirsel / epistemolojik çerçeveyi de belirleyecek ölçektedir. 

Bu nedenle, bu önemli dönüm noktasını "hegemonik bir proje" olarak yorumlayan tezlerin varsayımlarıyla birlikte detaylı bir eleştirel incelemeye tabi tutulması, sadece metodolojik bir kaygı değil, reel politikteki sonuçları itibariyle ahlaki çağrışımları da olan hassas bir konudur.

I. "Arap Bahan Hegemonik Bir Projedir" Tezini Anlamak:

    Kısa bir Literatür Taraması Sosyal bilimler ayni anda farklı hakikatlerin var olabildiği disiplinleri kapsar. Hal böyle olunca analiz yapanlar,  kendi düşüncelerini meşrulaştırmak, duruşlarına haklılık kazandırmak, hatta kitleleri belli yönlere kanalize etmek için "hakikat" denen prizmaya değişik boyutlarından yaklaşmayı tercih ederler.

Bu yaklaşım özü itibariyle yanlış olmamakla birlikte, nedensellikler doğru kurulmadığında en iyi durumda 'eksik', en kötü durumda ise tamamen  'yanlış' çıkarımlara varılmasına sebep olur. Zira bu bakış açısıyla, meselenin sadece bir yönüne odaklanılmıştır.

Son dönemde, Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyasında meydana gelen olaylarda yukarıda işaret edilen keyfiyet açıkça ortaya çıktı. Ortadoğu coğrafyasını  alt üst eden kitlesel hareketleri, "ABD'nin tasarladığı ve yönettiği" yönündeki argümanlar bir anda popülarite kazandı. Zira olayları izah etmeye çalışırken, fazlaca düşünmeden fikir beyan edebilmenin en kolay yolu budur. Diğer bir ifade ile bu yaklaşım, bölge gerçeklerini dikkate almamak demektir. 

Birçok analist olayların arkasında ABD'nin olduğunu, "Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında mezkûr coğrafyanın yeniden yapılandırıldığını" ve hatta bu süreçte "Ilımlı İslam modeli çerçevesinde ABD'nin yedeğinde bir ülke olarak Türkiye'nin de ön plana sürüldüğünü " iddia etti. 

Örneğin Sinan Oğan, 24 Şubat 2011 günü katıldığı Siyaset Meydanı programında şu ifadeleri kullandı: "ABD demokrasi projesi çerçevesinde eski Sovyet kuşağı ülkelerinde ve büyük Ortadoğu coğrafyasında yer alan ülkelerde büyük bir dönüşüm projesini hayata geçirmek istemektedir." Oğan'a göre ABD, STK devrimleri ile eski Sovyet bölgesinde edindiği tecrübeyle devrimleri Ortadoğu'da yaymaya çalışmaktadır.11

Bu bakış açısına göre, Arap coğrafyasında iç dinamikleri harekete geçiren dış güçler oldu. En temel dış dinamik de küresel hegemon olan ABD idi. Bu bağlamda Oğan "Türkiye'de uygulamaya konan ılımlı İslam modelinin de bugün Tunus'ta da [...] Mısır'da da büyük bir planın parçası olarak model alınacağını" iddia ediyordu.12 

Oğan bir başka yazısında her ne kadar "bu devrimlerin ABD'nin tetikleyerek bir dönüş üm projesine çevirmesi Tunus ve Mısır halkının haklı demokrasi taleplerini ve gayretlerini batıl kılmaz" dese de aslan payını ABD'ye vererek, olayları ABD'nin kapsamlı bir projesi olarak yorumlamak gerektiğini öne sürüyordu .^

Özellikle Suriye ile ilgili kaleme aldığı yazılarında bölgede yaşananları büyük bir komplonun parçası olarak nitelendiren Hüsnü Mahalli de benzer şekilde  her şeyin arkasında ABD'yi ve Batılı güçleri gören yazarlardan. Demokrasi adına verilen mücadelenin meşruiyetini yok sayan bir yaklaşımla, Mahalli aslında ABD'nin bölgeyi yeniden şekillendirdiğini ifade ediyor. "Demokrasi Bahane" başlık yazısında Mahalli şöyle diyordu: Amerikan gazeteleri bile çıkıp 'CM, Suriye muhalefetine yardım ediyor' diyor  ama bazıları hala bu ülkede demokrasi mücadelesinden söz ediyor ve orada oynanmaya çalışılan büyük oyunu görmüyor, görmek istemiyor ya da görmesine  izin verilmiyor,14 

Benzer bir mantıkla bir başka yazısında Mahalli, "ben başından beri... Suriye ve bölgedeki gelişmelere Batılıların coğrafyamıza yönelik yeni bir planı çerçevesi içinde bakıyorum"15 diyerek olan-biteni dış güçlerin büyük projesi çerçevesinde ele almak gerektiği konusunda net bir tutum takınıyor. Mahalli'ye göre, her şeyi planlı programlı yapan bir hegemonik güç ile karşı karşıyayız:

"Devrim ya da ayaklanma yaşanan bölge ülkelerine bakıldığında bunu çok net olarak görebilirsiniz. Örneğin Bahreyn Hürmüz Boğazı'nı, yemen Kızıl Deniz'in girişini, Mısır ise Süveyş kanalını kontrol etmektedir.

Batı'nın petrol gereksiniminin % 60'ı buralardan geçmektedir. Hıristiyanlık ise Suriye'den tüm dünyaya yayılmıştır. Romalılar, Grekler ve daha sonra emperyalist sömürgeci ülkeler Hıristiyanlığı Afrika'nın ortalarına Tunus ve Libya üzerinden yaymışlardı."16 

Hatta bu argümanı desteklemek için iki hafta sonra yazdığı bir başka yazıda da şunları ifade ediyor Mahalli: "... 8 Haziran 2004'te ABD'nin Sea Island kasabasında bir araya gelen G-8 liderleri Yemen, Bahreyn, Cezayir, Ürdün, Irak, Afganistan'ın yanı sıra Türkiye'yi d e toplantıya davet etmiş ve bu gün bölgemizde yaşanan gelişmelerin temelini atmıştı."17 Mahalli'ye göre, Arap coğrafyasında gerçekleşen son ayaklanmalar, Fransa, Japonya, ABD, Rusya, Almanya gibi dış politika çıkarları birbirinden oldukça farklılaşan ve bölgeye ilişkin yoğun bir rekabet içinde olan G-8 üyelerinin ortak kararıyla yedi yıl önce uygulamaya konulmuş; ardından "CIA" marifetiyle muhalefet grupları aktive edilmiştir.   

   Bu tür argümanların dile getirildiği örneklerin sayısı arttırılabilir ancak son olarak bir de Mahir Kaynak'tan bir örnek vererek bu faslı kapatmak istiyoruz. Kaynak, Star gazetesinde yazdığı bir köşe yazısında, "bir ülkede demokrasinin olması büyük güçler açısından bir hedef değildir. Bu ülkelerdeki rejim değişiklikleri onların stratejilerine uygunsa desteklenir. Yani değişikliklere yol açan dinamikler bu ülkenin içinde değil uluslararası plandadır" diyerek, nispeten daha dengeli, ancak son tahlilde iç dinamikleri kim oldukları konusunda çok net olmadığını gördüğümüz uluslararası aktörlerin iradesine ram ettiğini ortaya koyuyor. 18

   Komplo teorilerinin yarattığı mistik çekiciliği ve içerdiği "stratejik" çağrışımların neden olduğu cezbedici etkiyi de yedeğine almış olan "hegemonik proje" tezlerinin diğer izah denemelerine göre nispeten daha çok rağbet gördüğü, bir noktada iç tutarlılığının da bulunduğunu teslim etmek gerekir. Ancak bu analizlerde ilk elde önemli olan nokta, kurdukları nedenselliklerin tutarlı olup olmaması değil, dayandıkları varsayımlardır.

    Bu argümanlar iyi bir "hikâyeye" sahip olsa bile, ancak içerdikleri açık ya da örtülü varsayımlar geçerli olduğu ölçüde dikkate alınması gereken perspektiflerdir. Bu bağlamda, çalışmanın bundan sonraki bölümünde, bu varsayımlar detaylı incelemeye tabi tutularak, "Arap Baharı'nın hegemonik bir proje olduğu" yönündeki tezin meşruiyet dayanakları sorgulanacaktır.

II. "Arap Baharı Hegemonik Bir Projedir" Tezinin Varsayımları 

     Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da ortaya çıkan sosyal hareketleri, "ABD'nin planladığı ve yönlendirdiği" tezini ileri sürenlerin dayandığı iki basit, ama çıkarımları çok kuvvetli, varsayım olduğu söylenebilir. Bu varsayımlardan birincisi, ABD'nin bu tarz kapsamlı operasyonlar yapabilecek "tek ve mutlak hegemon güç" olduğu; diğeri ise Arap dünyasında olayların amil faktörü olan kitlelerin kendilerini özne olarak telakki etseler bile aslında nesne olduğudur. Aşağıda bu iki varsayım üzerinde akıl yürütmelerde bulunulacak ve bu sayede "ABD'nin hegemonik projesi" tezlerinin dayandığı varsayım kümesi tartışmaya açılacaktır.

Varsayım 1: ABD, dünyanın tek hegemon gücü ve olan biten her şeyi kontrol edebilecek "yegâne büyük aklıdır."

ABD'nin ekonomik, askeri ve entelektüel açıdan dünyanın en büyük gücü olduğuna şüphe yok. Zira ABD, hâlihazırda dünya ekonomik hâsılasının yüzde 25'ini tek başına üretmekte, Amerikan halkı Çin ve Hindistan'ın toplam tüketiminin yaklaşık  dört katı kadar tüketim yapmaktadır. ABD dünyanın en büyük askeri gücüne sahip olup, tüm okyanuslarda filosunu dolaştırabilen tek aktördür.19 

Amerikan üniversiteleri, medyası ve diplomatik misyonları çok büyük bir organizasyon kapasitesiyle dünyanın her köşesine ait bilgi  birikimini kısa zamanda üretebilmekte, üretilen bu bilgiyi siyasal amaçlara müstenit bir biçimde stratejik operasyonlara tahvil edebilmektedir. 

Yüksek operasyon kabiliyetine sahip olan ABD'nin siyasal hedefleri doğrultusunda iç karışıklıklar çıkarmak ya da sivil toplum unsurlarıyla rejim değişiklikleri yaratmak gibi yöntemleri  sıklıkla kullandığı da vakidir.20 

   Ancak söz konusu çapta ayaklanmaları ortaya çıkarmak ve belirli bir siyasal proje çerçevesinde yönlendirebilmek için "en büyük güç" olmak yetmez. Halkları makro projeler çerçevesinde harekete geçirebilmek için kurumsallaşmış yapısal ve ilişkisel ağlarla bütün sistemi tek başına kontrol eden güç, yani kelimenin sözlük tanımıyla, tam bir "hegemon" olmak gerekir. Gramsci'ye göre hegemonya "rıza" ve "zor" boyutu olan iki-yüzlü bir kavramdır. Bu yaklaşıma göre hegemonik aktörün, askeri yeteneğinin ve ekonomik gücünün yanında entelektüel ve moral üstünlüğe de sahip olması gerekir.21

Hegemonyanın mahiyeti konusundaki diğer önemli kavramsallaştırmanın sahibi Susan Strange'e göre ise hegemonya "ilişkisel gücün" ötesinde "yapısal güç" unsurlarına sahip olmayı gerektirir. Strange, yapısal gücün birincil unsurlarını "üretim", "finans", "güvenlik" ve "bilgi" alanları olarak tasnif etmiş, hegemon olmak için sadece birincil yapısal gücün dahi yetmeyeceğini vurgulayarak "ticaret", "ulaşım", "enerji" ve "refah" alanlarında başat aktör olmanın gerekliliğini vurgulamıştır.22

Bu kavramsal çerçeveden bakıldığında, ABD'nin olan biteni her şeyiyle kontrol edebilecek "tek hegemon güç ve büyük akıl" olup olmadığı, günümüz dünyasında oldukça tartışmalı bir konu. Zira Gramsci'nin perspektifinden bakıldığında ABD, Bush dönemindeki politikalarıyla "güç" boyutuna aşırı yüklenmiş ve uygulanan şiddet yanlısısaldırgan ve meşruiyetten uzak politikalar nedeniyle "moral üstünlüğünü "  yitirmişti.23

2 BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***


15 Mayıs 2020 Cuma

KİMLİK, DIŞ POLİTİKA VE GÜVENLİK BAĞLAMINDA İRAN İSLAM CUMHURİYETİ

KİMLİK, DIŞ POLİTİKA VE GÜVENLİK BAĞLAMINDA İRAN İSLAM  CUMHURİYETİ 



Hazar Vural
* Yıldız Teknik Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Doktora Öğrencisi, 
hazarvural@gmail.com 


Özet 

İran İslam Cumhuriyeti, farklı kimlik yapısıyla Ortadoğu’nun ‘öteki’si olarak algılanmakta ve uluslararası ilişkilerin ortasındaki ülke olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle 1979 İslam Devrimi itibariyle, eskisinden de fazla önem arz eden İran, iş başına gelen yeni Cumhurbaşkanı ile gündemdeki yerini bir kez daha almıştır. “Ülkenin dış politikası ve nükleer çalışmaları gibi konularda bir değişiklik olacak mı?” sorusuyla gözler İran a çevrilmiştir.

Hızla değişen ve dönüşen dünyada güvenlik algılamaları da değişmekte ve ülkelerin politikaları da bu hızlı değişimden etkilenmektedir. Ortadoğu’da, 2010 sonu itibariyle başlayan ve günümüze kadar devam eden ‘Arap coğrafyası hareketliliği’ ile bir kez daha güvenlik sorunları en üst seviyeye çıkmıştır. Bölge ilişkileri ve güvenliği gerek bölgesel aktörler gerekse başat güçler tarafından dikkatle takip edilmektedir. Bu çalışma ile bölgesel olaylar ve aktörler temelinde, İran’ın stratejik çıkarları doğrultusunda bölge politikaları değerlendirilecek ve güvenlik algılamaları ortaya konmaya çalışılacaktır.

Çalışmamızda, İran’ın Ortadoğu’da çeşitli ülkelerde yaşayan Şii grup ve topluluklar üzerindeki etkinliği, bölgedeki jeostratejik çıkarları, ABD ve İsrail ile yaşadığı sürtüşmeler başta olmak üzere İran ve bölge güvenliği için birinci dereceden önem içeren konulara değinilecektir. Bu çalışmanın amacı İran’ın bölgedeki güvenlik endişeleri ve önceliklerini ortaya koymaktır. Çalışmanın bir diğer amacı ise, mezhepsel dış politika güttüğü düşünülen İran’ın dış politikasının aslında ülke çıkarları ve stratejik kazanımlar üzerinden yürüdüğünü
açıklamaya çalışmaktır.

İranlılar yüzlerce yıldır bugün bulundukları topraklarda yaşamaktadırlar. Her devlet kadar İranlılar da geçmişleriyle ve medeniyetleriyle onur duyarlar ve bunu sık sık hatırlatırlar.
Bulundukları toprak parçası tarihsel süreç içinde coğrafi olarak küçülmüş olsa da bu denli zorlu bir coğrafyada varlığını sömürge olmadan sürdürebilmiş olması “İranlı kimliğinin” sağlam temeller üzerinden şekillendiğinin bir göstergesi sayılabilir. İran mezhepsel anlamda Şii çoğunluğa sahip tek ülke olmamasına rağmen, bu mezhebi anayasası ile kabul etmiş tek İslam devletidir. Eyaletlere ayrılarak merkezden yönetilen İran bir ulus-devlettir. İran, temelde 11 farklı etnik köken olmak üzere, mezhepsel ve dinsel çeşitlilikleri bulunan, resmi
mezhebi Şii’liğin Caferi kolu olan ve %89’u Şii Müslüman olan bir devlettir.1
İran tarihsel süreç itibariyle, İslamiyet’i kabul ettiği zamandan başlayarak bulunduğu ‘geçiş coğrafyası’ olarak tarif edilebilecek konumuyla her zaman önemini korumuş ve baskın kültürüyle yakın coğrafyasında etkiler bırakarak kendi kimliğini sürdürmüştür. Yüzlerce yıl boyunca Türk hanedanlar (Kaçarlar vd.) tarafından yönetilen İran, 1925 sonrası Fars - Pehlevi hanedanı tarafından yönetilmiştir. 1979 sonrası İslam Cumhuriyeti yönetiminde de bölgesel
açıdan aktif bir güç olmuştur. Bölgesel planları olan her devlet tarafından hesaba katılması gereken bir güç olan İran, Ortadoğu’daki birçok yapay sınırın aksine suni bir devlet değildir ve medeniyeti bünyesinde barındırır. Bununla vurgulanmak istenen yalnızca ülke coğrafyasının doğal şekli değil, İran’ı oluşturan birçok unsurun uzun süreçlerden sonra şekillenerek bugüne geldiğidir.

İran İslam Cumhuriyeti Yönetim Yapısı

İran’da 1978 yılında Şah ve monarşi karşıtı bir hareket olarak başlayan gösteriler, devamında bir İslam Devrimi ile sonuçlanmıştır. 1979’da İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile sonuçlanan bu devrim ile 20. yüzyılın belki de en ilginç kırılmalarından biri yaşanmıştır. Bir İslam Cumhuriyeti’nin doğuşu tahmin edilmeyen bir olay idi. Bugün İran’ın kendine özgü yönetim sistemi ve ülke kimliği de bu olay sonucunda şekillenmiştir.

İran’ın yönetim sistemi için bir çeşit atanmışlar ve seçilmişlerin birlikte olduğu teokratik demokrasi tanımı yapmak mümkündür. Halkın seçtiği Cumhurbaşkanı na ek olarak, onu görevden alma yetkisine sahip, başta ordunun lideri konumu olmak üzere birçok yüksek güçle donatılmış bir dini lider / ‘Rehber’ ülkenin gerçek yöneticisidir. Rehberi ülkenin asıl lideri ve İslam Cumhuriyeti’nin koruyucusu olarak gördükten sonra , Cumhurbaşkanlığı başta olmak üzere birçok farklı ve güçlü kurumdan bahsedilebilir. Uzmanlar Meclisi2, Anayasa
Koruyucular Konseyi, İslam’ın Yüksek Çıkarlarını Koruma Konseyi, İran İslami Danışma Meclisi, Devrim Muhafızları Ordusu sayılabilir. Bu kurum ve kuruluşların kendi aralarında çeşitli denetleme faaliyetleri mevcuttur. Denetim mekanizmasının kurulma amacı, kurumlardaki kişilerin değişiminin, yönetim sisteminde yaratbileceği büyük değişimleri ve olası istikrarsızlıkları engellemektir.

‘Öteki’ Olma Meselesi

İran hem etnik, hem mezhepsel açıdan bölgede ‘öteki’dir. Mezhep konusu, Şii-Sünni ayrımında tarihsel birtakım hatıraların, güvensizliklerin kolaylıkla atlatılamamasına ek, küresel güçlerin özellikle 2003 Irak işgali sonrası mezhep temelli çatışmaları geçtiğimiz on yıllık süreçte derinleştirmesiyle ve son kertede Arap coğrafyası hareketlerinin de eklenmesiyle durum, İran’ı öteki ve tehdit kılan bir gerçeklik halinde algılanmasına sebep olmuştur. Buna ek olarak 1979 öncesi Pehlevi Hanedanı döneminde devlet politikası olarak İran’ın Fars kimliğinin öne çıkarılması da bir diğer gerçekliktir 3. Bunun yarattığı sorun
şüphesiz mezhep kadar derin olmamakla birlikte Arap devletleri içinde, Türklerle beraber bir diğer Arap olmayan devletin yani ‘öteki’nin varlığıdır. Bu etnik kimlik politikaları Pehlevi döneminde ülke içerisinde Azerbaycanlılar diye anılan ve ülkenin özünü oluşturan Türk kökenli İranlıların tepkisine sebep olmuştur. Bir kimliğin ön plana çıkarılması olumsuz tepkiler doğurmuştur. İran Azerileri de kendilerini İranlı kabul etmekle birlikte etnik kökenleri olan Türklüğe de sahip çıkmakta ve her iki kimliği kabul etmektedirler.

Coğrafyadaki Arap Devletleri’nin İran’ı öteki saymalarındaki en büyük sebep hemen hemen hepsinin kendi içlerinde azımsanamayacak yüzdelerde ( hatta Bahreyn ve Irak’ta çoğunlukta 4) bulunan Şii nüfuslar üzerinde İran’ın etki oluşturması korkusudur. Bu korku devrimden hemen sonra, devrimini yakın ve komşu bölgelere ihraç etmeye çalışmış İran için yersiz olmamakla birlikte, yıllar itibarıyla dış politikada bazı değişimlerin de olduğunu ve bu politikadan vazgeçilerek başka politikaların yürütüldüğü unutulmamalıdır.

Kuruluşu itibarıyla bölge üzerinde izlediği aktif dış politika sayesinde İran, Sünni nüfus üzerinde de etki kurmaktadır 5. Bunun en büyük örneği Filistin davasını desteklemesi, İsrail ve ABD karşıtı duruşunun bölge toplulukları üzerinde yarattığı etkide görülebilir. Fakat Suriye politikasıyla son dönemde Sünni topluluklar tarafından gördüğü destek düşmüştür.

Kimliğin Güvenliğe Yansıması Güçlü İranlı kimliğinin güvenliğe nasıl yansıdığı analiz edilmeden İran’ın bölgesel faaliyetlerini anlamak güç görünmektedir. Arjomand’a göre, “Devrimci rejimlerin dış politikaları yerel politikalarıyla bir bağlantı içindedir ya da daha net bir ifadeyle devrimin devamı niteliğindedir. 6” Şah sonrası özellikle dış ilişkiler anlamında farklı bir politika izlenmiştir. 1979 itibariyle oluşan bu yeni İranlı kimliği Kuran’ı referans alan, ‘daha iyi bir
yönetim mümkün’ şiarıyla hareket eden, pragmatist (faydacı) bir temelde, duygusal olmakla nitelenen/etiketlenen fakat belki de birçok devlete göre daha somut ve ülke çıkarları temelinde kendince ‘rasyonel’ olarak şekillenen bir İran dış politikası değerlendirilmektedir. Başta anayasası olmak üzere, yöneticilerin değişmeyen söylemlerine, vurgularına baktığımızda, tüm Müslümanları kardeş olarak gören, mazlumun, ezilenlerin yanında olduğunu söyleyen, Batılı
devletlerin coğrafyadaki tarihsel sömürülerinden dolayı sömürge karşıtı olan ve ‘bir başka yol mümkün’ anlayışıyla İslami yönetimi referans alan bir politika mevcuttur.

Şii politikası ya da Şii Hilali oluşturma iddiaları noktasında ise, İslam Cumhuriyeti
politikalarıyla İran’ın bölgede kurmaya çalıştığı temelde bir ‘direniş hattı’ dır. İran’ın 1980’lerde Ayetullah Humeyni desteğiyle Lübnan Hizbullah Hareketi’nin kuruluşunda rol oynaması ve bugün örgütün geldiği noktada çok boyutlu desteği, günümüzde Suriye yönetimine desteği, Filistin direnişine verdiği önemin temelinde bu ‘direniş hattı’ yatmaktadır. Fakat bütün bunlara yüklenmesi gereken anlam aslında bir devletin kendine özgü yönetim sistemiyle üzerine kodlandığı yapısının ayakta kalma mücadelesidir. İran İslam Cumhuriyeti bu açıdan bakıldığında daha kolay anlaşılabilir. Bir başka örnekle açıklamaya
çalışırsak, bu bakış açısı İran - Latin Amerika ilişkilerini anlamaya ışık tutmaktadır. Farklı coğrafyalarda yer alan, farklı yönetim sistemlerine sahip Küba ve Venezüella ile yakın ilişkileri bunlara verilebilecek örneklerdir. İran’ın oluşturmaya çalıştığı aslında ABD’nin hemen yakınındaki emperyalizm karşıtı oluşumlara kayıtsız kalmaması olarak değerlendirilebilir. Şüphesiz ki bu noktada ağır ambargo ve yaptırımların İran’ı farklı dış politik açılımlara ittiği de göz ardı edilmemelidir.

İran’ın zaman zaman ABD ve İsrail ile yaşadığı söylem krizlerini İran’ın savunma
politikasının bir parçası olarak görmek mümkündür. Nükleer programdan vazgeçmeyeceğini açıklayarak, -ambargolara rağmen- yerel savunma sanayii ürünlerini sürekli geliştirerek ve çeşitlendirerek, güç gösterisi olarak algılanacak askeri tatbikatlarını devam ettirmektedir.

Bunun yanında ülkelerle kurduğu ilişkileri çeşitlendirme yoluna giden İran’ın politikalarını en azından, kendi içinde rasyonel ve kendine yönelik oluşabilecek tehditlere karşı ‘önleyici’ hareketler bütünü olarak tanımlamak mümkündür.

İran’ın kimliksel açıdan kendine özgü durumu, reelpolitik söz konusu olduğunda diğer devletlerden farklılaşmamaktadır. İran için denge unsuru olarak adlandırılacak direniş hattının zarara uğraması şüphesiz İran’ın çıkarlarında olumsuzluklara sebep olacaktır, fakat düşünüldüğü gibi bir çöküşün başlangıcına gideceğini söylemek için herhangi bir veri bulunmamaktadır.7  Bu korunma da eylemsel çeşitlilikten dolayıdır.

Körfez’de, dünyanın birçok noktasına enerji akışının yapıldığı Hürmüz Boğazı konusundaki restleşmenin yanı sıra, bölgesel gerilimin bir diğer yansıması da ABD’nin silah ihracatının yüzde % 65  ini karşılayan bölgenin bir diğer önemli aktörü olan Suudi Arabistan’dır. 8 
   Bu noktada İslamiyet’in Sünni Arap ve Şii Fars politikaları temelinde ayrışan, 1980’ ler den başlayarak zaman zaman ısınan Körfez bölgesinde bir taraf ABD müttefikiyken, diğerinin temel ‘ötekilerinden birinin ABD olduğu düşünüldüğünde tarihsel ayrışmalara ek başka bir ayrışmadan bahsedilebilir. Bölgesel bir güç olma çalışmaları ve bunu koruma çabaları perspektifinden de etki alanları üzerinde değerlendirilebilir.

İran ve Nükleer Çalışmalar

Nükleer çalışmalar ise İran’ın bir diğer öteki olma sebebidir. İran uzun yıllar önce (1974’de) NPT ’ye taraf olmuş olsa da farklı devlet sistemi ile bölgesel ve küresel aktör olarak istenmemesine karşı varlığını sürdürmesinin tek çaresi çeşitlendir diği ilişkileri arttırmak ve her açıdan donanımlı, güçlü bir devlet olmaktır. 9 Buradan hareketle bölgede İsrail veya ABD tarafından sürekli tehditler alan ve bunlara aynı şekilde cevap veren İran’ın, 1957 yılından beri yürüttüğü nükleer çalışmalarında geldiği nokta ambargo ve yaptırımlara rağmen bugün  durdurulamaz bir seviyededir. Bu İran’ın nükleer çalışmalarının silah üretme maksatı taşıdığı anlamına gelmemektedir. İranlı liderler her fırsatta söylemlerinde “NPT’ye taraf olan İran’ın barışçıl nükleer enerji çalışmaları yapmasının her devlet kadar hakkı olduğunu” dile getirmektedirler. UAEA ile görüşmelerin, denetleme ve müzakerelerin istenildiği/beklenildiği sağlıkta olmasa da devam etmektedir.

İran’ın nükleer çalışmaları ile ilgili sorun olarak algılanan ilk nokta enerji zengini bir ülkenin nükleer çalışmalara ihtiyaç duymasında ortaya çıkmaktadır. Bir diğer eleştiri ise UAEA ile olması gerektiği ölçüde paylaşıma gidilmediği yönündedir. Özellikle Fars Körfezi batısındaki devletlerin İran’ın nükleer çalışmalarından kaygı duydukları, buna ek olarak asıl kaygılarının, İran’ın ABD ve İsrail ile yaşayacağı çatışmaya varması muhtemel bir krizin, coğrafi yakınlıktan ötürü kendilerine yansımasıdır.

Nükleer çalışmaların nereye evrileceği noktası gelecekte de tartışılmaya devam edecektir.

Fakat denetlemelerde şeffaflığını artırması noktasında İran’ın üzerine düşeni yapması, diğer tarafların da İran’ın rahatsızlığı bulunan neyi ne kadar yapması gerektiği üzerine söylemlerden uzak durarak, P5+1 ile diyalogların hiç kesilmemesi ve UAEA’nın önderliğinde bir yola devam edilmesi faydalı görülmektedir.

İran’ın İlgi Alanları

İran Şah dönemi itibariyle Filistin sorununa başta halk düzeyinde, sonra yönetimsel açıdan tepkisiz kalmamıştır. İran her ne kadar İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülkelerden olsa da Şah, İsrail ile özellikle ticari ilişkilerini kendi halkından gizli bir şekilde yürütmüştür. İslam Cumhuriyeti sonrası ise devlet düzeyinde ülkenin ismi bile zikredilmeyerek tüm ilişkiler kesilmiştir. Filistin davası 1979 itibariyle devlet politikası düzeyinde algılanarak desteklenmiştir. 2013 Ağustos’unda Ahmedinejad’ın görevi Hasan Ruhani’ye devretmeden
önce söylemlerinde ‘İsrail’in haritadan silinmesi’ yönündeki demeçleri çeşitli devlet ve uluslararası örgütlerce büyük tepkiye sebep olmuştur.

İran dış politikası sanılanın aksine salt dinsel dayanaklardan beslenen/oluşan bir politika değildir. Mezhebin farklı kollarından olan İran Caferileri ve Suriye Nusayrileri arasında fark bulunmaktadır. Suriye’nin Nusayri yönetimi ile mezhepsel yakınlığa sahip olan İran’ın bu davranışı dinsel bir eylem olmaktan ziyade mantık ve çıkar temelli bir dış politik duruş olarak değerlendirilmelidir. Politikanın çıkar temelli şekillendiğine verilebilecek bir diğer örnek, bizzat Ayetullah Humeyni tarafından verilen fetva ile günah ilan edilerek durdurulan nükleer çalışmalara İran-Irak Savaşı’nın ortasında geri dönülmesidir. Bölgedeki Arap Krallıklarının inandığı ya da işaret ettiği üzere İran, bir ‘Şii Hilali’ politikası izlediği yönündeki iddiaları kesin dille reddetmekte ve ‘Müslümanlar arasında bu tür meselelerin yalnıza tali meseleler olarak durduğunu, bundan nemalanan devletlerin kim olduklarına ve ne yaptıklarına bakmak gerekliliği’ dile getirilmektedir. Buna rağmen Lübnan’da büyük güç olarak tanımlanabilecek
Şii Hizbullah örgütü ile organik ve inorganik açıdan bağları soru işareti doğursa da bu bölgesel bir güç olmanın getirisi olarak da değerlendirilebilmektedir. İran, Şii Hizbullah’ın ortak düşman İsrail ile mücadelesine her türlü destek olduklarını açıklamaktadır. Bir diğer açıdan doğrudan Rehber’den emir alan Quds (Kudüs) Gücü diye adlandırılan sınır ötesi istihbarat örgütünün de varlığı bilinmektedir. Bu noktada Filistin’e kadar uzanan ya da güvenlik tehdit algılamalarını en temelde karşılıklı yaşadığı İsrail’e kadar varan bir güç çemberinden bahsedile bilir. Suriye’deki yönetimin düşmesi halinde, gelecek hükümetin Esad’ı koşulsuz desteklediği düşünülen İran’ın, Esad’ın gidişi halinde kurulacak yeni yönetimle arasının olumlu temeller üzerine kurulması bu durumda pek beklenmemektedir. 

Bu ilişkilerin kesintiye uğraması şüphesiz devletin kendi varlığını inşa ettiği değerler üzerinde bir kesintiye sebep olacaktır, fakat bunlardan geriye dönüş beklemek çok da gerçekçi görünmemektedir. İranlı yetkililer ise koşulsuz bir destekleri bulunmadığını, İran’ın her duruma hazırlıklı olduğunu buna ek olarak Suriye liderini desteklediklerini ifade etmektedirler.

Rusya’nın varlığını yeniden hissettirmeye başladığı son yıllarda şüphesiz İran ile olan ilişkilerinin gerek İran gerekse bölgedeki önem verdiği ülkeler için olumlu bir etken olduğu değerlendirilmektedir. Uluslararası sistemde gerek ABD – İran restleşmelerin de, gerekse Suriye konusunda Rusya’nın ağırlığını görmek mümkündür. B. Esad’ın birçok batılı devlet tarafından düşüşü beklense de durumun karmaşıklaşmasına rağmen iki yılı aşkın bir süredir Esad’ın yönetimi hala elinde bulundurmasında Rusya’nın bölgedeki etkisini görmek mümkündür. İran - Çin ilişkilerine baktığımızda ticari alışveriş ve diplomatik ilişkiler iyi
seviyede devam etmekte ve bölgesel konularda Çin kendi felsefesinden dolayı “şahin” bir duruş sergilememektedir. Çin, bölgedeki sorunların bölge dışı bir gücün müdahalesi olmaksızın, BMGK ve uluslararası hukukun gerektirdiği şekilde çözülmesi gerektiğini düşünmektedir. Bu durum bölge güvenliği açısında bir denge unsuru olarak düşünülmektedir.

Arap coğrafyası hareketlerini ‘İslami Uyanış’ olarak algılayan İran, kendisinin 1979’da yaşadığı bu dönüşümü coğrafyanın henüz gerçekleştirdiğini ve bunun da olumlu bir değişim olduğunu dile getirmektedir. Fakat Bahreyn’in Şii çoğunluklu nüfusu Sünni azınlıkça yönetilirken, stratejik öneme sahip Körfez’in bu küçük adasında bu süreçte yaşanan toplumsal hareketlerin S. Arabistan güçlerinin desteğiyle kanlı bastırılmasına, uluslararası toplumun sessiz kaldığını iddia ederek eleştirmektedir. Hareketlerin İslam toplumları için bir uyanış ve
değişimin İslami anlamda olumlu olduğunu savunurken, Suriye’deki mevcut yönetime verdiği destek ise sorgulanmaktadır.

Savunma sanayii ise bir diğer önemli konu olarak karşımıza çıkmaktadır. İran’ın nükleer çalışmaları sebebiyle uzun yıllar birçok defa maruz kaldığı ambargo ve yaptırımların devam etmesi sebebiyle, savunma sanayiinde üretken ve kendi kendine yeterli olma çabaları mevcuttur. ABD’nin, uluslararası örgütler vasıtasıyla İran’a yaptırım uygulanması konusundaki girişimleri mevcuttur. Asya-Pasifik’in iki önemli gücü Rusya’ya ve Çin’e müdahil olamasa da, içinde Türkiye’nin de bulunduğu devletlerle İran’a ekonomik açıdan baskı kurmaya çalışmaktadır. Özellikle 2012 yılında Türkiye’nin İran’dan aldığı petrol oranını
düşürme girişimleri gündeme gelmiştir. Bu ve benzeri müdahaleler şüphesiz ki günümüzde İran ekonomisi üzerinde olumsuz etki etmektedir.

Sonuç

Bugün İran’ın yeni Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ile büyük değişimler beklemek İran için çok olası değildir. Cumhurbaşkanı’nın çizgisi ve gücünün yeterliği göz önüne alınırsa ufak nüans değişiklikleri haricinde devletin dış politikasında büyük bir değişiklik olması beklenmemektedir. Rehber ve sistemin dengeleri dâhilinde faydacı birtakım kısıtlı açılımlar olması daha kabul edilebilir görünmektedir.
İran bölgesel bir güçtür ve tüm bölgesel ‘yalnız’lığına rağmen bölgesel güç olma durumunu sürdürmek için çalışmaktadır. Petrol ve çok çeşitli uluslararası işbirlikleri elindeki en önemli kartlardandır.

Ambargo ve yaptırımların İran üzerinde kendi kendine yeterliğinde büyük katkı sağladığı değerlendirilmektedir. Fakat olumsuz bir yansıma açısından ambargo ve yaptırımlarla kuşatılmış durum ülke ekonomisini zorlamaktadır. Farklı sistemi ve kimliği göz önüne alınırsa İran’ın hayatta kalabilmek için güçlü olmaktan başka şansı yoktur. Güçlü sistemin sağladığı en büyük başarısı ise yanı başında bölge alt üst olurken bölgedeki istikrarsızlıklardan fazla etkilenmemesi olarak gösterilebilir. Bu durum İranlı kimliğinin oturmuş olması ile açıklanabilir. 

Bu noktadan bakıldığında ülke içinde yönetimin şekline tamamen bir desteğin var olduğu algılanmamalıdır. Özellikle kişisel haklar ve özgürlükler
temelinde sorunlar, rahatsızlıklar ve talepler mevcuttur. Fakat İran halkı ülkelerine herhangi bir dış müdahale olduğunda tüm farklılıklarını bir yana bırakarak top yekün bir mücadele ile ülke savunmasında bulunacaklarını dile getirmektedirler.

Dışarıdan bakıldığında bölgeye yönelik senaryolar ve çalışmalar İran için geçerli
görünmemektedir. Gerek yönetim yapısı, gerek kimliği ile İslam Cumhuriyeti’nin 35. Yaşında İran, güçlü devlet geleneğini ülke çıkarları ile birleştirerek oluşturduğu kendine özgü yapısı ile ortaya koymakta ve tüm gücüyle bu yapının devamı için çabalamaktadır.

KAYNAKÇA

Arjomand S. A., After Khomeini, USA: Oxford University Yayınları.

CNN Türk Haber, “ABD Silah Satışlarını Üçe Katladı” Ağustos 2012 tarihli haberi,
http://www.cnnturk.com/2012/guncel/08/28/abd.silah.satislarini.uce.katladi/674481.0/ ağustos  2013 tarihinde erişildi.

GÜNDOĞAN Ü, “İran ve Ortadoğu”, 2010, Ankara: Adres Yayınları.
İran ülke künyesi, Türkiye Cumhuriyeti Tahran Büyükelçiliği internet sitesi,
http://tahran.be.mfa.gov.tr/ShowInfoNotes.aspx?ID=192874 15 Eylül 2013.

KÖSE T., SETA Lübnan Raporu 2006, http://file.setav.org/Files/Pdf/lubnanda-istikrararayislari.
pdf 15 Eylül 2013 tarihinde erişildi.

SARAY M, “Türkiye-İran İlişkileri”, 1999, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları.

ŞAHİN M, “İran Dış Politikasının Dini Retoriği”, Türel Yılmaz ve Mehmet Şahin (Der.),
Ortadoğu Siyasetinde İran içinde, 2011, Ankara: Barış Kitap.

T.C. Dışişleri Bakanlığı internet sitesi, http://www.mfa.gov.tr/iran-siyasi-gorunumu.tr.mfa  adresinden Ağustos 2013.

Yenisey G, “İran’da Etnopolitik Hareketler”. İstanbul: Ötüken Yayınları.


DİPNOTLAR;


1 Türkiye Cumhuriyeti Tahran Büyükelçiliği internet sitesi,
   http://tahran.be.mfa.gov.tr/ShowInfoNotes.aspx?ID=192874 (e. t. 15. 09. 2013).
2 T.C. Dışişleri Bakanlığı internet sitesinden http://www.mfa.gov.tr/iran-siyasi-gorunumu.tr.mfa (e. t. 01.08.2013).
3 G. Yenisey, “İran’da Etnopolitik Hareketler”, 2008, İstanbul: Ötüken Yayınları, Syf:149.
4 Ü. Gündoğan, “İran ve Ortadoğu”, 2010, Ankara: Adres Yayınları, Syf:332,333.
5 M. Şahin, “İran Dış Politikasının Dini Retoriği”, Türel Yılmaz ve Mehmet Şahin (Der.), Ortadoğu Siyasetinde
  İran içinde, 2011, Ankara: Barış Kitap. Syf:174.
6 S.A. Arjomand, After Khomeini, USA: Oxford University Yayınları. Syf:133.
7 Talha KÖSE, SETA Lübnan Raporu 2006, http://file.setav.org/Files/Pdf/lubnanda-istikrar-arayislari.pdf (e. t. 15. 09. 2013).
8 “ABD Silah Satışlarını Üçe Katladı” Ağustos 2012 tarihli haberi,
   http://www.cnnturk.com/2012/guncel/08/28/abd.silah.satislarini.uce.katladi/674481.0/ (e.t. 01.08.2013).
9 Şah döneminde Nükleer Silahsızlanma Antlaşması’nı imzalayan İran, İslam Cumhuriyeti sonrasında da antlaşmaya sadık olduğunu yinelemiştir.



***