ARMAĞAN KULOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ARMAĞAN KULOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Aralık 2020 Cumartesi

ABD Dış Politikasındaki Değişim

 ABD Dış Politikasındaki Değişim 



                      
ABD Dış Politikasındaki Değişim, Armağan Kuloğlu, Körfez Savaşları, Afganistan Operasyonu, Orta Asyadaki Renkli Devrimler, Ilımlı İslam, Arap Baharı,




21 Aralık 2013 Cumartesi
Armağan Kuloğlu 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü   
 
Soğuk Savaştan sonra iki kutuplu dünya düzeni, ABD odaklı tek kutupluya dönüşmüştür. Bu durum, ABD’nin dünya hâkimiyeti kurmaya yönelik hegemonik 
düşüncelerini ön plana çıkarması için fırsat teşkil etmiştir. ABD’nin dünya hâkimiyetini; Rusya ve Çin’in, müttefiklerinin de katkısıyla çevrelenmesi, 
Avrasya’nın merkezden etki altına alınması ve özellikle enerjinin kontrolüyle mümkün olabileceğini değerlendirdiği ve politikalarını da buna göre düzenlediği 
bir gerçektir.

ABD bu kapsamda, Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) olarak isimlendirilen ve Afrika’nın kuzeyinde batıdan doğuya doğru konuşlanan devletleri, Orta Doğu’daki 
ülkeleri ve Orta Asya’daki devletleri kontrol almayı içeren projeyi hayatiyete geçirmiştir. 1991-2011 yılları arasında 20 yıl içinde cereyan eden Körfez 
Savaşları, Afganistan Operasyonu, Orta Asya’daki Renkli Devrimler, Ilımlı İslam düşüncesiyle ortaya çıkan ve halen sonu alınamamış olan Arap Baharı 
hareketleri ve bu ana konuların içinde vekaleten yürütülen savaşlar, aynı çerçevede mütalaa edilmektedir.

***
Ancak 2010’lu yıllara yaklaştıkça ABD’nin, politik, ekonomik ve özellikle askeri alanda gücünün üstünde operasyonlar içine girdiğini düşündüğü, BOP’a çok fazla 
angaje olmasından dolayı Rusya’nın ve özellikle Çin’in çevrelenmesi ve manevra alanının kısıtlanmasında yetersiz kaldığını değerlendirdiği anlaşılmaktadır. 
Bunun bir işareti olarak da kuvvetlerini Irak’tan ve Afganistan’dan çekmesini görmek mümkündür.

Ayrıca Arap Baharı’nın uzantısı olan ve sahada tam bir vekâleten savaş örneği olarak cereyan eden Suriye’deki çatışmaya askeri anlamda müdahil olmaması 
da bu düşüncenin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Diğer taraftan, BM bünyesinde İran’ın nükleer araştırma projesinin kontrolü karşılığında bu ülkeye uygulanan yaptırımların hafifletilmesi de aynı kapsamda mütalaa edilmektedir.
Bütün bu gelişmeler ABD’nin dış politika ve buna paralel güvenlik anlamında 
ağırlık merkezini, BOP’tan Çin’e kaydırdığını göstermektedir. ABD’nin bu 
politikasını yakın geçmişte açıkladığı ve uygulamaya da geçtiği görülmektedir. 
Ancak bu değişim, ABD’nin Orta Doğu’ya olan ilgisinin azaldığı anlamını da 
taşımamaktadır.

Enerjinin kontrolü ve İsrail’in güvenliği kendisi için yine önemlidir. Sadece bu bölgedeki yükünü azaltmayı ve bu yükünü bölgedeki müttefikleriyle paylaşmayı 
planladığı değerlendirilmektedir. Diğer taraftan Suriye meselesinde Rusya’yla ve nükleer araştırmaların sınırlandırılması konusunda İran’la da olan ilişkilerini 
mümkün olduğu nispette sorunsuz ve çözüme yönelik tutarak bölgede büyük sorunlar çıkmasını önlemeye çalıştığı da kıymetlendirilmektedir. Hatta müttefiki 
durumundaki Barzani yönetimini dahi Türkiye’yle yaptığı enerji anlaşması konusunda Irak merkezi hükümetiyle mutabakat sağlamaya teşvik etmesini de bu 
düşünce çerçevesinde düşünmek gerekir.

***
ABD’nin bu yeni politikayı yürütürken bölgedeki müttefiklerini kullanmanın yanında, müttefik olmasalar dahi kendine yardımcı olabilecek ülkelerle de 
işbirliği yapabileceği değerlendirilmektedir. Ayrıca müttefikleri arasındaki sorunları gidererek işini kolaylaştırmaya çalıştığı da görülmektedir.

Türkiye’nin dış politikasındaki değişim ve hareketlenmeleri de bu kapsamda düşünmenin doğru bir yaklaşım olduğuna inanılmaktadır. Bunun işaretleri olarak, 
Suriye konusunda, radikal İslami hareketlerin Türkiye aleyhinde kullanılmasının da etkisiyle, katı tutumdan vazgeçmesini, İran’la ilişkilerde yumuşamayı, İran’ın da etkisiyle Irak merkezi hükümetiyle yakınlaşmayı, Ermenistan konusunda yeniden diyalog hamlelerinde bulunmayı, İsrail’le ilişkilerin düzelmesi için Obama’nın Netenyahu’yu ikna edip Türkiye’den özür diletmesini ve bundan sonra ilişkilerin kısmen yumuşamasını göstermek mümkündür. Sırada Mısır’ın olabileceğini de söylemek herhalde kâhinlik sayılmaz.
Gelişen bu durum karşısında Türkiye’nin, kendisine çıkar sağlamayan angajmanlar içine girmemesine, çıkarlarına zarar getirmeyenler için de karşılığının mutlaka 
alınmasına dikkat etmesi kaçınılmazdır. Hatta kurulan oyun içinde rol seçmek yerine kendisinin oyun kurmasının daha onurlu bir politika olacağına 
inanılmaktadır.

Bu yazı 1799 defa okundu. 
Uzman Hakkında
Armağan Kuloğlu
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
Uzmanın Diğer Yazıları
 
  Jandarma ve TSK Üzerindeki Oyun 
  Kıbrıs’ta Zoraki Evlilik 
  Suriye Politikasında Yanlış Hesap 
  ABD Dış Politikasındaki Değişim 

 
25 Mart 2015 Çarşamba  

Copyright © 2015. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü. Tüm Hakları Saklıdır.
Sitemizde bulunan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. Kurumumuz tarafından çıkarılan dergi, özel rapor ve kitapların içeriklerinde bulunan 
yazılarda aynı kapsam dahilinde yazarına aittir.
E-BÜLTEN
Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 
E-Bültenimize kayıt olarak yeni araştırmalardan haberdar olabilirsiniz
Ahlatlıbel Mah. 1825 Sokak No: 60 İncek/Çankaya/Ankara 
Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 
Yazılım & Tasarım: Mahmut ÖZDEMİR

***

5 Nisan 2020 Pazar

TÜRKİYE NİN GÜVENLİK ALGILAMALARI VE ABD POLİTİKALARININ GÜVENLİĞİMİZE ETKİLERİ, BÖLÜM 2

TÜRKİYE NİN GÜVENLİK ALGILAMALARI VE ABD POLİTİKALARININ GÜVENLİĞİMİZE ETKİLERİ, BÖLÜM 2




Yunanistan.,

İki ülke arasındaki sorunlar, geçici olarak gündem dışı tutulmaya çalışılsa da,
ulusal çıkarlar söz konusu olduğundan sürekli bir barış ortamının yaratılması
mümkün görülmemektedir. İki ülke de NATO üyesi, biri AB, diğeri AB aday
ülkesi olmasına rağmen Yunanistan’ın sorumsuz ve doyumsuz davranışları her
an için bir çatışma ortamı yaratabilecek niteliktedir. Yunanistan Türkiye’nin
zayıf duruma düştüğü durumlarda, üstünlük sağlamak maksadıyla
“Düşmanımın düşmanı dostumdur” anlayışı ile hareket edebileceğini,
Türkiye’nin terörle mücadelesindeki en yoğun olduğu zamanda Suriye ile de iş
birliği yaparak göstermiştir. Türkiye’yi zayıf duruma düşürebilmek için PKK
terörüne destek veren ülkeler arasındadır. Kıbrıs konusu, karasuları, kıta
sahanlığı, FIR hattı, adaların silahlandırılması, aidiyeti belli olmayan adalar ile
ilgili tutumu, münhasır ekonomik bölge konusundaki davranışları ve GKRY
ile bu konudaki dayanışması, sürekli olarak Türkiye aleyhine genişleme ve etki
sahasını arttırma çabaları konularında Türkiye’ye problem çıkarmaktadır.
Yunanistan hangi şartlar içinde olursa olsun tehdittir. Sürekli üstün durumda
bulunmamızı gerektirir.

Bulgaristan.,

Soğuk Savaş sonrası Varşova Paktı’nın ortadan kalkmasını müteakip
NATO’ya ve AB’ye üye olan Bulgaristan’ın oluşan şartlar itibariyle tehdit
olma durumu ortadan kalkmıştır. İyi ilişkiler içinde olduğumuz dost bir ülke
konumuna dönüşmüştür. Ancak eski husumetlerin yeniden ortaya çıkabilme
potansiyeli olduğundan dikkatli olunmasında yarar görülmektedir.

İç Tehditler.,

Bölücülük Tehdidi.

İç tehditlerden önemli olanlardan biri “Bölücülük”tür. Türkiye’de cereyan
eden etnik esaslı bölücülük/Kürtçülük hareketinin, Ortadoğu kaynaklı bölgesel
ve aynı zamanda küresel bir hareket olduğu göz ardı edilmemelidir.
Küreselleşmenin politik hedefi, ulus devlet üzerinde hegemonya yaratmak,
milliyetçilik duygularını yok ederek emperyalizmin ve dolayısı ile büyük
sermayelerin önündeki engelleri kaldırmaktır. Dolayısı ile küreselleşme,
bölücülük tehdidinin dolaylı bir nedeni olarak görülebilir. Ayrıca insan hakları,
özgürlükler ve demokrasi kavramları, küreselleşme adına hâkim unsurların
dünyayı kontrol edebilmesinin bir aracı, bir paravanı olarak kullanılmaktadır.
Avrupa Birliği (AB) tarafından, azınlık olarak kabul edilmesi imkânsız olan,
hatta bu toplumların büyük bir bölümü tarafından dahi reddedilen, Türkiye
Cumhuriyeti’nin asli unsurları Kürtler ve Aleviler gibi vatandaşlarımızı
bütünden koparmaya yönelik sözde haklarının verilmesi talepleri gündeme
getirilmiştir. Devleti oluşturan onurlu kurum ve kuruluşların ve Türklüğü
aşağılayıcı ifadelere karşı korumayı esas alan kanunun kaldırılması istenmiştir.
Bunlar insan hakları, özgürlükler ve demokrasi maskesi ile küreselleşme
oluşumunun, Türkiye’yi zayıflatmaya yönelik yaklaşımları olarak
değerlendirilmektedir. AB’nin bu yaklaşımları da bölücülük tehdidinin bir
parçası olarak değerlendirilmektedir.

Diğer taraftan bölgesel ve aynı zamanda küresel bir hareket olan, etnik esasa
dayalı bölücü ve Kürtçü hareketin Irak’taki ayağını teşkil eden kuzeydeki
yapının, bağımsız “Kürdistan Devleti”ne dönüştürülmesi amacı, geçerliliğini
korumakta ve bu oluşum Türkiye’ye tehdit teşkil etmektedir. ABD, kuzeydeki
bu yerel yönetimi korumaktadır. Türkiye’yi bağımsız bir Kürt Devleti’nin
kurulması yönündeki oluşuma hazırlamak için iç ve dış basında çıkan yazılar,
yapılan yorumlar ve konuşmalara dikkat edilmesi gerekmektedir. Türkiye’nin
bu durumu kabullenmesi için hamilik, iyi ilişkiler gibi söylemlere itibar
etmemesi ve kamuoyunun da bu konuda aydınlatılması önleyici tedbirler
olarak faydalı olacaktır.

Bölücü terör hareketinin hedefi, öncelikle ulus devlet ve bilahare üniter devlet
yapısının ortadan kaldırılmasıdır. Etnik kimliklerinin anayasal güvenceye
kavuşturulması talebi, doğrudan ulus devlet yapısını hedef almaktadır. Sonraki
hedef de üniter devlettir.

Etnik esasa dayalı bölücülük yapanlar, silahlı propaganda aracı olarak
kullanılan terörü, siyaseti veya her ikisini birbirini destekleyecek şekilde
kullanmakta ve konuyu kamuoyuna kabul ettirmeye ve ortamı uygun hale
getirmeye çalışmaktadır. Siyaset yolu ile yapılan bölücülük, terörden çok daha
tehlikelidir. Bu tehlike hem iç siyaset, hem de dış siyaset açısından geçerlidir.
Konunun boyutları siyasi dış müdahaleden, ekonomik, sosyal ve fiili dış
müdahaleye kadar uzanabilir. Halen yerel yönetimlerin bölgede etkili duruma
gelme çalışmaları, hatta bu yönetimlerin merkezi devlet yönetimine alternatif
olma çabaları gözden kaçmamaktadır. Hareket, etnik esaslı siyaset yapan bir
siyasi parti ile de desteklenmektedir. Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetim de
Türkiye iç siyasetini etkileme çabasındadır. Bu nedenle “terör yapma, siyaset
yap” anlayışının ne kadar yanlış bir yaklaşım olduğu aşikârdır. Türkiye, hem iç
hem de dış gelişmelerden etkilenen ve birinci derecede tehdit oluşturan
bölücülüğe karşı tedbir almalıdır. Bu kapsamda; siyasi kararlılık en önemli
faktördür.

Bölücülük tehdidine karşı yapılan mücadelede dış tedbirler olarak; ABD ile
ilişkilerde, müttefiklik anlayışına uygun, birbirlerinin menfaatlerine zarar
vermeyen sahalarda al-ver ilişkisine dayanan bir iş birliği gerçekleştirilmelidir.
Zarar veren konularda ise verimkâr olunmaması, egemen bir ülke olarak hareket
edilmesi esas alınmalıdır. AB ile ilişkilerde, Türkiye’nin güvenliğine doğrudan
ve dolaylı etki eden her konuya sınırlama getirilmelidir. Çevre ülkelerle diyalog
içinde olunmalıdır. Bölgedeki istikrar için ortam yaratma teşebbüslerine,
aşırılığa kaçmadan ve muhtemel sonuçlarını değerlendirerek devam edilmelidir.
Niyet ve maksadımız net olarak anlatılmalı, güvenliğimizin hiçbir ülke veya
yönetimin inisiyatifine bırakılamayacağı açıkça belirtilmeli ve bunun da
arkasında kararlılıkla durulmalıdır.

Yine bu kapsamda yapılacak müdahalede iç tedbirler olarak; devlet otoritesi her
yerde kayıtsız ve şartsız sağlanmalıdır. Küreselleşmenin paravanı olarak
kullanılmak istenen demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerin güvenliği ve
devlet otoritesini sarsmasına müsamaha edilmemelidir. Kritik olarak tanımlanan
bölgelere tecrübeli bürokratlar atanmalı ve devletin varlığını göreceli olarak
hissettirecek imkânlar götürülmelidir. Yargının caydırıcı olacak şekilde hukuk
devleti anlayışından sapmadan süratli hareket etmesi de bu konuda önemli bir
etkendir. Güvenlik güçlerinin terörü önlemede yetkili ve etkili olabilmesi için
bir takım hukuki düzenlemelere ihtiyaç duyulduğu da bir gerçektir. Bu konuda
tedbir alınmasından çeşitli düşüncelerle imtina edilmemelidir. Bölgede askeri
tedbirlerin yanında eğitim seferberliği ve nüfus kontrolü tedbirlerinin alınması
zarureti de bulunmaktadır. Bu tedbirleri ekonomik ve sosyal tedbirlerin takip
etmesi de gerekmektedir. Mücadeledeki en etkin faktörün, kamuoyu desteği
olduğu, halk tarafından benimsenmiş ve devletin tüm organları ile koordineli
olarak desteklenmiş bir mücadelenin mutlaka başarıya ulaşacağı bilinmelidir.
Kamuoyu desteği kazanmanın ve hareketin halk tarafından benimsenmesi için
de karşı propaganda ve psikolojik harekâtın etkili olacağı değerlendirmektedir.

İrtica Tehdidi.,

Diğer bir iç tehdit de “irtica"dır. Toplumun önemli bir kesiminin; eğitim
düzeyinin düşük olması, modern yaşam tarzının dışında bulunması, geleneklere
bağlı olması, değişime adapte olamaması veya çarpık adaptasyona tabi olması,
açık ve gizli işsizliğin yaygınlığı ve fakirlik, istismara müsait bir ortam
yaratmaktadır. Bu durumda din olgusu etken bir faktör olarak ön plana
çıkmaktadır. Din konusu Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bugüne kadar
bazı çevreler ve oluşumlar tarafından istismar edilmiştir. İktidar olabilmek ve
çıkar sağlamak amacıyla kullanılmıştır. Siyasete alet edilmiştir. Fırsat buldukça
devletin kadrolarına sızmış ve genişleme temayülü göstermiştir. Demokrasi adı
altında laik sistem erozyona uğratılmaya çalışılmaktadır. İrticai unsurlar laiklik
karşıtı faaliyetlerini; vakıf, dernek vb. isimler altında bir takım yasal oluşumlar
vasıtasıyla yurt içinde ve dışında sürdürmeye devam etmektedirler. Ülkemizdeki
etnik ve dini yapı ve bu konudaki kültürel zenginliğimiz, bazı dış destekli
çevreler tarafından istismar edilmeye çalışılmaktadır. Anayasal bütün
kurumların laik, demokratik, sosyal hukuk devletinin koruyucusu durumunda
olması, demokratik sistem içinde irtica ile mücadele etmesi gerekmektedir. Bu
konuda yapılacak mücadele, samimi dindarların, maneviyata önem verenlerin
ve genel anlamda toplumun duygu ve düşüncelerini rencide etmemelidir.
ABD’nin Yeni Politikalarının Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri
ABD’nin yeni Başkanı Obama’nın açıklamalarından ve Dışişleri Bakanı
Clinton’un Türkiye ziyaretinden ve yine Başkan’ın Türkiye’ye yaptığı
ziyaretteki ifadelerinden anlaşılacağı üzere, ABD’nin Türkiye hakkındaki
düşüncelerine ilişkin ana politikasında bir değişiklik olmadığı sonucuna varmak
mümkündür. ABD’nin bölgeye ilişkin ana politikasının, Türkiye ile iyi ilişkiler
kurarak Türkiye’nin jeopolitik durumundan yararlanıp bölge üzerinde kontrol
sağlamak olduğu değerlendirilmektedir. Önceki dönemde bu politikayı
gerçekleştirmek için “ılımlı İslam” anlayışının hâkim kılınması strateji olarak
benimsenmiş, ancak tepki çektiği anlaşılınca, yeni yönetim tarafından bu
yaklaşımdan vazgeçilerek, “laik anayasa ve demokrasi” tabirine vurgu
yapılmıştır. ABD Başkanı’nın ziyaretinde kullandığı “Model Ortaklık” tabirini
değerlendirmekte fayda görülmektedir. ABD ile “Stratejik Ortak” olmadığımız
ve olamayacağımız bilinmektedir. İlişkilerimiz, ikili ve NATO çerçevesinde
“Stratejik Müttefiklik” düzeyindedir. Bu durum, belirli sahalarda müşterek
hareket etmeyi öngörür. Ancak ilişkilerin tek taraflı değil karşılıklı menfaat
ilişkisine oturtulmasını, al-ver durumunu birbirine zarar vermeden
gerçekleştirmeyi gerektirmektedir. “Model Ortaklık” tabirinin “Stratejik
Müttefiklik” ile eşdeğer kabul edilebileceği düşünülebilir. ABD’nin Türkiye’ye
olan davranışlarında değişiklik yapmasının, değişik bir strateji ile yaklaşmasının
altında birçok beklentisinin olduğu kıymetlendirilmektedir. Bu beklentilerinin
neler olabileceği hususunda aşağıdaki değerlendirmeleri yapmak mümkün
olabilecektir.

ABD, Türkiye’nin önemli tehdit algılamalarından olan PKK bölücü terör örgütü
ile sınır ötesindeki mücadelesine, 5 Kasım 2007 tarihindeki Erdoğan-Bush
görüşmesinden sonra, Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetimi kabullenmesi ve
onunla iletişim kurması, iyi ilişkiler oluşturması ve muhatap olarak kabul etmesi
karşılığında müsaade etmiş ve yardımcı olmaya başlamıştır. Yeni ABD
yönetimi de önceki yönetimin son zamanlardaki politikası yönünde davranış
göstermiş ve Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetimle başlayan diyalogun devam
ettirilmesi ve güçlendirilmesine destek veren bir yaklaşım içinde olmuştur.
Türkiye’nin de bu anlayış içinde hareket etmesi ve PKK terörünün
sonlandırılması için her çareye başvurulabileceği yönündeki davranış tarzı,
Irak’ın kuzeyindeki yönetim, Irak merkezi yönetimi ve ABD tarafından olumlu
karşılanmıştır. Ülke içinde, hatalı bir yaklaşım da olsa, zaman zaman “Kürt
Sorunu” olarak adlandırılan konuya, çözüm adı altında birtakım açılımlarda
bulunabileceği yönünde çalışmalar yapıldığına ilişkin, devlet yetkililerinin
ifadelerine de rastlanmaktadır. Bu durum “Terörle bir yere varılamaz”
anlayışına ters düşmektedir. Terör yerine siyaset yapılması, bu maksatla PKK
teröristlerine af çıkarılması yönünde isteklerle karşılaşılmaktadır. Bu konu
ABD’nin bazı devlet yetkilileri tarafından da sık sık dile getirilmiştir. 

Bölücü terör hareketinin ara hedefinin konuyu siyaset alanına taşımak, hatta kendisinin siyaset sahnesinde rol almak olduğu dikkate alınmalıdır. Siyaset yolu ile yapılan bölücülük faaliyetinin bölücü terörden daha tehlikeli olduğu unutulmamalıdır.
Obama, Türkiye ziyaretinde, Kürtçe TV’nin açılmasını olumlu karşıladığını, Eğitim dahil Kürtlere tanınan hakların arttırılmasını beklediğini söylemiştir. 

Bu konunun aynı zamanda terör örgütünün taleplerinden olduğu ve bölücülüğe
hizmet ettiği unutulmamalıdır. Siyaset yolu ile bölücülük yapılmasına asla
müsaade ve müsamaha edilmemelidir.
  ABD’nin Kürt konusundaki yaklaşımlarında, iç hassasiyetler de dikkate alınarak ihtiyatlı olunması zarureti bulunmaktadır.

ABD’nin Irak’tan askeri kuvvetlerini bir plan dâhilinde çekeceği ve 2011 yılı
sonuna kadar bu işlemi tamamlayacağına ilişkin iki ülke arasında yapılan SOFA
antlaşmasında hüküm bulunmaktadır. Yeni yönetimin, kuvvetinin önemli bir
kısmını erken çekme arzusunu gerçekleştirecek bazı değişiklikler olabileceğini
dile getiren açıklamaları olduysa da, bu plana ana hatları ile uyum göstereceği
anlaşılmıştır. ABD, Irak ordusunun yeniden yapılandırılması, organizasyonu,
lojistik desteği için istekte bulunmuştur. Bu maksatla Türkiye ile Irak arasında
bir protokol imzalanmıştır. Önümüzdeki dönem için de ABD, askeri
kuvvetlerinin Irak’ı tamamen terk etmesi veya mevcudunun azalması halinde
çeşitli şekillerde ortaya çıkabilecek kuvvet zafiyetini Türkiye vasıtasıyla
giderme konusunda ön talepte bulunabilecek, doğabilecek bir çatışma ortamında
Türkiye’den destek isteyebilecektir.

ABD’nin, kuvvetlerinin önemli bir kısmının Irak’tan çekilmesini Türkiye
üzerinden yapma talebinde bulunduğu düşünülmektedir. Böyle bir talebin, bir
işgale son verme anlamını taşıması itibariyle olumlu karşılanmasında mahsur
olamayacağı değerlendirilebilir. Ancak bunun şartlarının uygun planlanması,
zaman, mekân, çekilme süresi ve kuvvet değerlendirmesinin iyi yapılması ve
kontrolünün tam sağlanması zarureti bulunmaktadır.

ABD, Irak’ın kuzeyindeki yönetim ile ilişkilerimizi geliştirme, tehdit olarak
algılamamıza engel olma, bir noktada bu yapıya hamilik yaparak yaşamasına
imkân sağlama konusunda garantiler alma ve destek olma isteklerinde
bulunabilecek, Kürtlerin yaşam sahasının olgunlaştırılmasını talep edebilecektir.
Nitekim Obama Türkiye’ye yapmış olduğu ziyarette bu çerçevede ifadelerde
bulunmuş. Hatta PKK ile mücadelede Türkiye’nin, Irak’ın kuzeyindeki yapı ile
de işbirliği yapmasını öngörmüştür.

ABD, İran ile diyalog kurma ve müzakere etme konusunda yaklaşımlarda
bulunmaktadır. İran ise rejimin devamının, ABD ve Batı ile yakınlaşmamasına
bağlı olduğuna inanmaktadır. Bu konuda sertlik yanlıları ile orta yolu izlemek
isteyen siyasetçiler arasında çekişme yaşanmaktadır. ABD, İran ile münasebet
konusunda bölge ülkesi olan Türkiye’nin, İran ile iyi olarak nitelendirilen
ilişkilerinden istifade etmek istemektedir. Ancak Obama Türkiye ziyaretinde,
İran’ın nükleer teknoloji çalışmaları konusunda BM tarafından uygulamaya
konabilecek yaptırımlara Türkiye’nin uyması ve batı bloğu içinde yer almasını
çağrıştıran ifadelerde bulunmuştur. Bu konu önem arz etmektedir. Ayrıca
ABD’nin son tahlilde askeri müdahale gerektiğinde yine Türkiye’nin desteğini
talep edebileceği de göz önünde tutulmalıdır.

Aynı şekilde ABD, Suriye konusunda da politika değişikliğine gitmiş ve bu
ülkeyi de şer ekseninden çıkararak diyalog kurma, ehlileştirme ve uluslararası
sisteme monte etme niyetini belli etmiştir. Bu konuda da Suriye ile iyi ilişkiler
içinde olan Türkiye’den istifade etmek istemektedir.
ABD, Türkiye’nin, son yaşanan gerilimler dışarıda tutulmak kaydıyla, İsrail ile
uzun bir dönemdir kurduğu olumlu diyalogdan ve ilişkilerden istifade ile
Suriye-İsrail barış sürecine katkısının devamını talep etmektedir.
ABD, Türkiye’nin Hamas üzerindeki etkisinden istifade ile Hamas’ı ehlileştirme, Filistin Kurtuluş Örgütü ile Hamas arasında bir anlaşma sağlanmasına katkıda bulunma ve dolayısı ile İsrail-Filistin anlaşmazlığında olumlu rol oynama konusunda isteklerde bulunabilir.

Afganistan konusu NATO açısından başarılı veya başarısız olma durumuyla
eşdeğer tutulmaktadır. Bu nedenle ABD Afganistan konusuna önem vermekte
ve kendisi askeri katkısını arttırdığı gibi müttefiklerinden de destek vermelerini
ve mevcut desteklerini de arttırmalarını talep etmektedir. Bu konuda
Afganistan’a önemli katkılarda bulunan Türkiye’den de desteğini arttırmasını
talep etmektedir. 3-4 Nisan 2009’da yapılan NATO Zirvesi’nde yine dile
getirilmiş ve müttefiklerin 5000 asker daha göndermeleri kararlaştırılmıştır.
Tarihi boyutta Türk-Afgan ilişkilerinin seyrine bakıldığında dostluk ve
yardımlaşma söz konusudur. Afgan halkı Türkiye’ye sempati duymakta ve
güvenmektedir. ABD Türkiye’nin Afganistan’daki sempatik ve kabul görme
durumundan istifade etmek istemektedir. Ayrıca Türkiye, güvenlik sağlama
faaliyetine ilave olarak Afganistan’da istikrarın sağlanmasına, ülkenin yeniden
inşası ve yapılanmasına parasal destek de dâhil önemli katkılar sağlamakta,
ülkeye ve ülke halkına çeşitli yardımlarda bulunmaktadır. ISAF’ın komutasını
da iki defa üslenmiştir. Komutayı yeniden üstlenmesi de gündemdedir. Komuta
Türkiye’ye geçtiğinde 750 kadar olan asker sayımızın doğal olarak bir miktar
artacağı 1000 civarına çıkacağı düşünüldüğünde, NATO’nun 5000 asker
arttırma isteğinden payımız düşenin karşılandığı kabul edilebilir. Ancak
görevlendirme yine Kabil ve civarının güvenliği çerçevesinde olmalı, çatışma
sahasında Türk askerinin bulunmamasına özen gösterilmelidir. Bu çizginin
dışına çıkmak, her iki toplum için de sakınca doğurur. Ayrıca Türkiye-
Afganistan- Pakistan arasında bir müddettir yapıla gelmekte olan üst düzeydeki
temas ve toplantıların da, hem Afganistan’da, hem de Pakistan’da istikrara
hizmet ettiği dikkate alınmalıdır. Taliban, çıkış noktası olan ve Afganistan’da
olduğu kadar Pakistan’da da problem yaratmaktadır. Taliban’ın militan olmayan
kanadının siyasete çekilmesi, terörle mücadelede kolaylık sağlayacağı
düşünülmekte, bu konuda Türkiye’nin Afganistan ile birlikte Pakistan ile olan
dostluk ve kardeşliğinin de önemli rol oynayacağı değerlendirilmektedir. Bu
gelişmede elde edilecek olumlu sonuçlar, Türkiye’ye uluslararası ortamda
prestij sağlayacak, bölge üzerinde sevgi, sempati ve hoşgörüye dayanan bir
etkinlik oluşturulmasına imkan yaratacaktır. Bu durum, Afganistan’daki
istikrarın sağlanmasına hizmet edeceğinden, aynı zamanda NATO ve
müttefiklere de katkı sağlama, yardımda bulunma anlamına gelecektir.
Türkiye’nin Afganistan konusundaki katkılarını sadece muharip asker katkısı ile
ölçmek mümkün değildir. Türkiye’nin bu konudaki girişimleri son derece etkin
ve olumlu sonuç almaya yöneliktir.

Genel olarak ABD, Arap ve Müslüman dünyası ile ilişkilerde Türkiye’nin bir
bölge ülkesi olmasından, nüfusunun büyük bir kısmının Müslüman olmasından
ve göreceli olarak muhafazakâr yaklaşımlar sergileyerek bölgede sempati
toplamasından, ancak aynı zamanda laik ve demokratik yapısı ile Batı
değerlerini taşımasından istifade etmek istemektedir. ABD ölçüsüz güç
kullanarak kontrol sağlama konusunda netice alınmayacağını idrak etmiş
durumdadır. Ayrıca yaşanan küresel ekonomik krizden en fazla etkilenen, hatta
krizin kaynağı olan ülke konumundadır. Bu nedenle bir müddet için daha
yumuşak politikalar uygulayarak zaman içinde yeniden politik, ekonomik ve
askeri alanlarda güç toplamayı tercih etmektedir. Bu nedenlerle uygulayacağı
politika ve stratejilerde Türkiye’nin jeopolitik durumuna, tarihi ve kültürel
değerlerine önem veren bir anlayışla hareket etmektedir.
Kırgızistan, ABD’ye ait Manas askeri üssünü kapatma kararı almıştır. Manas,
Afganistan’daki Amerikan üslerine lojistik destek sağlaması açısından önem
taşımaktadır. Bu durumda ABD’nin, ikmal konusunda Türkiye’den de talepte
bulunabileceği değerlendirilmektedir. Ancak Kırgızistan, Manas üssü
konusunda, ABD’nin girişimi ile bu konuyu yeniden görüşmeye niyetli
görünmektedir.

Diğer önemli bir konu da “Sözde Ermeni Soykırımı” ve “Ermenistan ile
ilişkiler” meselesidir. Obama’nın seçim kampanyalarında güçlü şekilde dile
getirdiği konulardan biri de Ermeni soykırımını tanıyacağı sözüdür. Obama her
ne kadar Türkiye ile stratejik ilişkileri geliştireceği ve güçlendireceğini ifade
etse de bu durum, Türkiye-ABD ilişkilerini olumsuz yönde etkileyebilir.
Diaspora bu durumda etkisini arttırabilir, Ermenistan bundan güç alabilir.
Tanınmadan sonra sırada olduğu nitelendirilen tazminat ve toprak konuları
zaman içinde gündeme getirilebilir. Bu durum Türkiye’yi politik açıdan
meşgul ve rahatsız edebilir. Aslında bu konu ABD’de birçok eyalette kabul
görmüşse de, merkezi yönetimde böyle bir karar alınması, önemli olarak
mütalaa edilmektedir.

Seçim döneminde söylenenlerle, icraatta karşı karşıya gelinen gerçeklerin
birbirini tutmadığı geçmişte yaşanmıştır. Bu konudaki beklenti, başkanların
tutumlarında değişiklik olabileceği yönünde olmasına rağmen, bu kadar güçlü
bir vaatten nasıl vazgeçileceği bilinmemektedir. Yeni ABD yönetimi bir
taraftan bölgede istikrar sağlanmasını arzu ederken, diğer taraftan da
seçmenine ve genel olarak halkına karşı, sözde Ermeni soykırımının ABD
Meclisi’nde kabulü sözünden vazgeçmeyi nasıl savunacağının hesabını
yapmaktadır. Vazgeçmenin Türkiye açısından bedelinin olabileceği
düşünülmektedir. Ermenistan ile olan ilişkilerde yeni ve karşılanması zor
taleplerde bulunulabilir. Bu nedenle tasarının çıkmasını önleyici, çıkması
durumunda da karşı koyucu önlemler konusunda değerlendirmeler yapılması
gerekli görülmektedir. Bu konuda Obama’nın Türkiye ziyaretinde TBMM’de
yaptığı konuşma şüpheler yaratmıştır. Tarihle yüzleşmekten çekinilmemeli
demiş, 1915’de arzu edilmeyen olayların yaşandığını ifade etmiştir. Ancak
diğer taraftan da bu meselenin Türkiye ile Ermenistan arasında çözümleneceğini, ABD olarak karışılmaması gerektiğini de belirtmiştir.
Türkiye ile Ermenistan arasındaki yeni açılımları desteklediğini ve ilerlemesini
arzu ettiğini de açıklamıştır. Ancak bu gelişmelerin Azerbaycan’ı gücendirdiği
de dikkate alınmalıdır. Azerbaycan’dan hiçbir temsilcinin İstanbul’da yapılan
Medeniyetler İttifakı toplantısına katılmaması manidardır.
Ermenistan’ın soykırım iddiasından vazgeçmeden, sınırlarımızı tanıdığını ve
Doğu Anadolu topraklarında iddiası olmadığı açıklamadan ve bunu teyit
etmeden, Azerbaycan’da işgal ettiği topraklardan çıkmadan Türkiye’nin tek
taraflı açılım yapması durumu, yeniden değerlendirmeye ihtiyaç gösteren bir
konu olarak karşımızı çıkmaktadır. Batı, AB, ABD istedi diye karşılıksız
açılımda bulunulması prestij kaybına, dostları kaybetmemize, zaman içinde
tehdit oluşmasına yol açacağından üzerinde tekrar tekrar düşünülmesini zaruri
kılmaktadır.

Obama, seçim konuşmaları esnasında Türkiye’yi, Kıbrıs’ta işgalci güç olarak
nitelendirmiştir. Bu durum, hem Kıbrıs Rum Yönetimi’nin, hem
Yunanistan’ın, hem de AB’nin yaptırımlar ve tavizler kapsamında Türkiye’ye
karşı elini güçlendirmektedir. Esas itibariyle ABD’nin Kıbrıs politikasına
baktığımızda ABD; Türk-Yunan ilişkilerindeki gelişmeleri, Doğu Akdeniz
güvenliğinin bir parçası olarak algılamaktadır. Dolayısıyla Kıbrıs’a ilişkin bir
çözüm, ABD için ikinci önceliktedir. ABD, Türkiye-Yunanistan arasında
meydana gelebilecek bir çatışmayı, sadece NATO müttefikleri olmaları
açısından değil, aynı zamanda ABD için hayati öneme haiz bölgelerin güvenlik
ortamını doğrudan etkilemesi ve kendi çıkarları açısından önlenmesi gereken
bir durum olarak da görmektedir. Diğer taraftan İngiltere, garantörlük hakkını,
Adadaki üslerinin korunmasına yönelik bir imtiyaz olarak görmekte, çözümde
de İngiliz çıkarlarının korunmasını esas almaktadır. Bu nedenle İngiltere
AB’ye üye olurken üsleri, AB statüsünün dışında bırakmaya özen göstermiştir.
ABD’nin de bu üslerden yararlanması, onun da meseleye İngiltere gibi
bakması sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Obama Türkiye ziyaretinde, Kıbrıs
konusunda, birleşik, iki federasyonlu bir yapı oluşturma yönünde devam eden
müzakere sürecini desteklediğini ifade etmiştir. İzolasyonların kaldırılmasından söz etmemiştir. Türkiye’nin, ABD’nin Kıbrıs konusunda olabilecek yeni bir yaklaşımlarını, yukarıdaki argümanları kullanarak karşılamasının uygun olabileceği değerlendirilmektedir.

SONUÇ

Ulusal güvenlik kavramı çok boyutlu bir kavramdır. Mevcut ve potansiyel
tehditlere karşı alınacak önlemler manzumesinin tümünü ihtiva eder. Sadece
askeri tedbirler yeterli olmayabilir. Ulusal güvenlik, milli güç unsurlarının ve
kendisinin altındaki diğer güvenlik kategorilerinin bir şemsiyesi konumundadır. Ulusal güvenlik kavramının içinde ulusal çıkarlar, ulusal hedefler, ulusal politika, ulusal strateji ve ulusal güç bulunmaktadır. 
Ulusun ortak çıkarları, devlet idaresinde temel düşünceyi oluşturur. Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra riskler ve belirsizlikler oluşmuş, tehditler değişik bir boyut kazanmıştır. Gelinen durum, reaktif (etki-tepki) önlemlerden çok
proaktif (ön alıcı) tedbirler alınmasını gerektirmektedir. Caydırıcı tedbirler
önem arz etmektedir.

Türkiye`nin jeopolitik önemi ile sahip olduğu coğrafi, nüfus, bilim, teknolojik, sosyal ve kültürel güçlerin ülkemize sağladığı avantajlar da dikkate alınarak, politik, askeri ve ekonomik stratejik güvenlik sınırlarımızın öncelikle etki alanımız olması gereken Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya`yı kapsayacak şekilde belirlenmesinin ve Karadeniz, Ege Denizi ve Akdeniz’in ve bu sınırların içine dâhil edilmesinin uygun olacağı değerlendirilmektedir.

Küreselleşme bir gerçektir. Onunla birlikte yaşamak, faydalı kısımlarından
yararlanmak, tehdit olan kısımlarından korunmak gerekmektedir.
Küreselleşmenin başlıca hedefi ulus devlet anlayışının yok edilmesidir. Esas
korunması gereken nokta budur.

Türkiye’ye müteveccih dış ve iç tehditler bulunmaktadır. Bu tehditlerin çevre
ülkelerinden kaynaklanabildiği gibi, Türkiye’nin etkide bulunma veya
etkilenme konumunda bulunduğu bölgelerden, küresel güç unsurlarından, ilgi
sahasındaki gelişmelerden, bölücü akım ve faaliyetten, irticadan ve her türlü
kutuplaştırmaya yönelik hareketten kaynaklandığını söylemek mümkündür.
Ancak bir eylem veya gücün tehdit olabilmesi için sahip olunan değerlere
hasmın zarar verme niyetinin olması ve elinde, bu niyetini gerçekleştirecek  yeterli imkân ve vasıtalarının bulunması gerekmektedir.
Türkiye kendisine yönelen tehditlerin tümüne karşı koyabilecek güçtedir. Bu
gücü tarihi geçmişinden, gelenek ve göreneklerin de içinde olduğu kültürel
yapısından, milletinin duygularından, coğrafyasından, jeopolitik durumundan
ve öneminden, silahlı kuvvetlerinden, laik, demokratik ve sosyal hukuk
devleti anlayışından ve Atatürkçü düşünce sisteminden almaktadır. Ulus
devlet, laik devlet, üniter yapı mutlaka korunması gereken değerlerdir.
Türkiye’nin enerjisini, etnik, dini, çeşitli olaylardan dolayı rövanş alma,
menfaat sağlama gibi düşüncelerle dışarıdan destekli veya desteksiz iç
çekişmelere harcaması, ülkede kutuplaşmalar yaratmakta, birlik ve beraberliği
bozmakta bu husus da güvenliği olumsuz yönde etkilemektedir. Bu gibi
zararlı düşüncelerin, aklı ve mantığı esir almasına müsaade edilmemeli, aynı
gemide olduğumuz hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir. Türkiye’nin
güvenlik algılamasının esasının birlik, beraberlik ve bütünlükten geçtiği,
içeride yaratılacak güçlü durumun her şeyden önemli olduğu bilinmelidir.
Uluslararası ilişkilerde dostlukların değil, menfaatlerin söz konusu olduğu
gerçeğinden hareketle, başta ABD olmak üzere tüm diğer güçlerin
yaklaşımlarını bu çerçevede değerlendirmekte fayda görülmektedir. Duygusal
hareket etme temayülünden kaçınılmalı, güvenliğimize zarar verme ihtimali
olan her girişime karşı ihtiyatlı olunmalıdır.

KAYNAKÇA

ATASOY, Fatih, Küresel Milliyetçilik, Tevfik DALGIÇ Batılılık, Küreselleşme
ve Kemalist Milliyetçilik üzerine bazı görüşler.
BÜYÜKANIT Yaşar, Güvenliğin Yeni Boyutları Ve Uluslararası Örgütler
Konulu Sempozyum Açış Konuşması, 31 Mayıs 2007.
DEMİR, M. Faruk, 21. Yüzyılda Türkiye İçin Yeni Bir Milli Güvenlik Siyaseti /
Stratejik Öneriler Belgesi, 2002.
İLHAN, Suat, Jeopolitik Duyarlılık, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara,
1989.
KUBALI, Ali Nail, Yeni Asır Gazetesi, Yükselen Milliyetçilik, Erişim tarihi:
25 Mart 2009.
KULOĞLU, Armağan, Küreselleşme ve Milliyetçilik,
, Kasım 2006.
KULOĞLU, Armağan, ABD’deki yeni başkanlık döneminin Türkiye’nin
güvenliğine muhtemel etkileri, www.globalstrateji.org, 02 Aralık 2008.
KULOĞLU, Armağan, Ulusal güvenlik kapsamında sivil-asker ilişkileri,
Ekoenerji dergisi, Aralık 2008, Sayı: 24.
KULOĞLU, Armağan, Ortadoğu’daki gelişmeler, Türkiye’nin tehdit
algılamaları ve güvenlik sorunları, Ekoenerji Dergisi,Şubat 2009,Say:26.
KULOĞLU, Armağan, 60 yıllık ittifak NATO ve Türkiye, Ortadoğu Analiz
Dergisi, Nisan 2009, Sayı:4.
ÖZ, Ali Esgin, Ulus devlet ve Küreselleşmeye ilişkin bazı tartışmalar,
www.cumhuriyet.edu.tr/edergi/makale/49.pdf Eriş.tarihi: 23.3. 2009.
TEZKAN, Yılmaz Jeopolitikten Milli Güvenliğe, Ülke Kitapları, İstanbul, Mart 2005
YILMAZ, Sait, 21. Yüzyılda Güvenlik ve İstihbarat, Milenyum Yayınları, İstanbul, Eylül 2007.
YILMAZ, Sait, Ulusal Savunma, Kumsaati Yayınları, İstanbul, Nisan 2009.
Bölgesel Sorunlar ve Türkiye sempozyumu bildirileri, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Mayıs 2008.
Türkiye’nin Ulusal Güvenlik Sınırlarını Belirleyici Unsurlar,
, 2 Eylül 2008.
3,4,5,6,7 Nisan 2009 tarihli gazeteler, TV ve radyo programları.


****

TÜRKİYE NİN GÜVENLİK ALGILAMALARI VE ABD POLİTİKALARININ GÜVENLİĞİMİZE ETKİLERİ, BÖLÜM 1

TÜRKİYE NİN GÜVENLİK ALGILAMALARI VE ABD POLİTİKALARININ GÜVENLİĞİMİZE ETKİLERİ, BÖLÜM 1






Armağan KULOĞLU*
*  E.Tümg., Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi (BÜSAM) Danışmanı


ÖZET

Türkiye`nin Politik, askeri ve ekonomik stratejik güvenlik sınırlarının öncelikle Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya`yı kapsayacak şekilde belirlenmesi nin ve buna Karadeniz, Ege Denizi ve Akdeniz’in dâhil edilmesinin uygun olacağı değerlendirilmektedir. Türkiye’ye müteveccih dış ve iç tehditler bulunmaktadır. 

   Bu tehditler çevre ülkelerinden kaynaklanabildiği gibi, Türkiye’nin etkide bulunma veya etkilenme konumunda bulunduğu bölgelerden, küresel güç unsurlarından, ilgi sahasındaki gelişmelerden, bölücü akım ve faaliyetten, irticadan ve her türlü kutuplaştırmaya yönelik hareketten kaynaklanmaktadır. Türkiye kendisine yönelen tehditlerin tümüne karşı koyabilecek güçtedir. Bu gücü tarihi geçmişinden, gelenek ve göreneklerinin de içinde olduğu kültürel yapısından, milletinin duygularından, coğrafyasından, jeopolitik durumundan ve öneminden, silahlı kuvvetlerinden, laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti anlayışından ve Atatürkçü düşünce sisteminden
almaktadır.


TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK ALGILAMALARI.,

Güvenlik Ve Ulusal Güvenlik.,

Güvenlik kavramı günümüzde çok boyutlu bir kavrama dönüşmüş ve bu
kavrama askeri güvenliğin yanında siyasi, ekonomik, hukuki, sosyolojik,
psikolojik, teknolojik ve coğrafi faktörler de dâhil olmuştur. Reaktif (etkitepki)
yaklaşımlarla sınırların korunması esasına dayalı askeri savunma
anlayışı yerini, proaktif (ön alıcı) yaklaşımlarla milli çıkarların sınırların
ötesinde daha uzaktan korunmasını esas alan ‘stratejik güvenlik’ anlayışına
bırakmıştır. Bu kapsamda, ‘stratejik güvenlik’ kavramını, potansiyel tehditleri
öncelikle tehdide dönüşmeden belirleyip onları sınırların ötesinde caydırmak,
bu mümkün olmuyorsa yönlendirmek ve bu da mümkün olmuyorsa önlemek
amacıyla alınan ve uygulanan tedbirler süreci olarak tanımlamak mümkündür.
Bu tanımın içindeki geleceğe yönelik saklı olan en önemli husus proaktif
yaklaşımlardır. Stratejik güvenlik; politik, askeri ve ekonomik olarak üç ana
boyutta önem kazanmaktadır. Politik güvenlik, devletin yapısının ve onun
yönetiminin korunmasını; askeri güvenlik, mevcut askeri imkân ve kabiliyetlerin muhtemel hasım ülkelerdekilerle aynı etkinlikte ve / veya onlara nazaran nisbi bir üstünlük seviyesinde muhafazasını ve sürekli geliştirilmesini; ekonomik güvenlik ise, tüm çalışmaların amaçlarına uygun olarak en iyi seviyede yapılmasını sağlayan ekonomik imkân ve kabiliyetlerin geliştirilmesi
ve korunmasını kapsamaktadır.

Ulusal güvenlik; devletin anayasal düzeninin, varlığının, bütünlüğünün, bütün
çıkarlarının ve ahdi hukukunun her türlü dış ve iç tehditlere karşı korunmasıdır. Ulusal güvenlik; ulusal gücün geliştirilmesini ve ulusal çıkarları gerçekleştirecek biçimde kullanılmasını, uluslararası koşullara uyarak belirli hareket tarzlarının saptanmasını ve uygulanmasını gerekli kılmaktadır. 
   Ulusal güvenlik kavramının içinde; ulusal çıkarlar, ulusal hedefler, ulusal politika, ulusal strateji ve ulusal güç bulunmaktadır. Ulusun ortak çıkarları, devlet idaresinde temel düşünceyi oluşturur. Ülkenin güven içerisinde refah ve
mutluluğunu temin için zaruri olduğu değerlendirilen hususlar ulusal çıkar
olarak nitelendirilir. Hükümetlerin asli görevi, ulusal çıkarların sağlanması ve
korunmasıdır. Ulusal hedefler, elde edilmeleri halinde ulusal çıkarlara
ulaşmayı sağlayan sonuçlardır. Ulusal hedefler, ulusal politikaya yön verir.
Ulusal hedefler; genellikle ekonomik refah, politik istikrar, sosyal ve
endüstriyel gelişim ve diğer bir ülkenin tecavüz ve saldırısına karşı güvenlik
hususlarını kapsar. Ulusal çıkarlar, durum ve uluslararası ilişkilere bağlı
olarak değişebilir, kapsamları geniştir, devamlıdır ve sayıları azdır. Ulusal
çıkarlar, ulusal hedef ve ulusal politikaların ortaya konmasında bir hareket
noktasıdır. Ulusal hedeflerde istikrar unsuru önemlidir. Siyasal iktidarların
değişmesine karşılık, ulusal hedeflerin devamlılık gösteren nitelik arz etmesi,
bu hedeflerin sık değiştirilmemesini de beraberinde getirmektedir.
“Ulusal Güvenlik”, devletin politik, askeri, ekonomik, sosyal ve teknolojik
çıkarlarının geliştirilmesi, idamesi ve korunmasına yönelik en üst düzeydeki
güvenlik yapılanmasını bünyesinde barındıran en geniş güvenlik yelpazesidir.
Bu nedenle ulusal güvenlik, milli güç unsurlarının ve kendisinin altındaki diğer
güvenlik kategorilerinin bir şemsiyesi konumundadır. Milli güç unsurlarından
politik gücün ve askeri gücün devamlılıkları, stratejik açıdan ekonomik güç ile
doğrudan irtibatlıdır. Ekonomik güç bir noktada ulusal güvenlik ve onun
şemsiyesi altındaki milli güç unsurlarının etkinliğinin başat belirleyicisi
konumundadır.

Ulusal güvenlik politikasının tespitinde; ulusal, bölgesel ve uluslararası
konjonktürdeki değişimler ve gelişmeler dikkate alınırken, önceden
belirlenmiş olan ulusal çıkar ve ulusal hedef veya hedeflerin de göz önünde
bulundurulması gerekir. Ancak bölgesel ve özellikle uluslararası ilişkilerdeki
çağdaş değişiklikler ve gelişmeler de gözden uzak tutulmamalıdır.
Ulusal güvenlik politikası belgeleri (Milli Güvenlik Siyaset Belgesi),
Türkiye’de MGK tarafından kabul ve tavsiye edilen, Bakanlar Kurulu
kararıyla yürürlüğe konan, “çok gizli” gizlilik derecesi taşıyan, kamuoyuna
açıklanmayan, hatta sınırlı sayıda siyasetçi ve bürokrat tarafından bilinen
belgelerdir. Türkiye’ye özgü şartlar böyle olmasını gerektiriyor olabilir. Ancak
bu belgelerin ana çerçevesini belirten ve kamuoyu tarafından bilinmesinde
fayda görülen hususların açıklanmasında yarar görülmektedir. Bu suretle
hükümette görev almayan siyasi partilerin de, konsept hakkında bilgi sahibi
olmaları, parti programlarını ve seçim bildirgelerini hazırlarken bunları dikkate
almaları sağlanabilir. Diğer taraftan kamuoyunda stratejik zihniyetin bilinçli
olarak oluşmasına da imkân yaratılmış olur.

Güvenlik Sınırlarının Belirlenmesi

Farklılaşan risk ve tehditler ve bunlara paralel olarak değişen güvenlik ortamı,
sahip oldukları özellikler nedeniyle ülkeleri farklı boyutlarda etkilemektedir.
Bu nedenle, ülkelerin, güvenlik stratejilerinin oluşturulmasında, yeni güvenlik
ortamının değişen parametreleri ile sahip oldukları özellikler arasında bir
denge gözeterek stratejilerini bu çerçevede oluşturmaya yöneldikleri
görülmektedir. Bu çerçevede, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren
yöneldiği çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma hedefi kapsamında, mevcut laik,
demokratik ve hukukun üstünlüğünü esas alan rejimini koruması ve
güçlendirmesi amacıyla yakın ilişkiler kurmasında yarar görülen ülkeler, üye
olmasında fayda sağlayacak uluslararası ve bölgesel kuruluşlar ile örgütler,
uluslararası kamuoyunda etkin olan sivil toplum örgütleri ile ilişkiler
Türkiye’nin politik güvenlik sınırlarını belirleyici unsurlar olarak
değerlendirilmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti`nin savunma sanayi, araştırma ve geliştirme çalışmaları,
harp silah, araç ve gereçlerinin temininde dışa bağımlılıktan kurtulmak için
milli kaynaklara yönelme gayretleri, içinde bulunduğu askeri iş birlikleri, üyesi
olduğu uluslararası güvenlik ve savunma örgütleri, çeşitli ülkelerle imzalanan
ikili askeri anlaşmalar, muhtemel kriz bölgeleri, kitle imha silahları,
konvansiyonel silahlar ve terörizmle mücadele alanındaki mevcut
belirsizlikler, risk ve tehdit algılamaları Türkiye`nin askeri güvenlik sınırlarını
belirleyici faktörler olarak düşünülmektedir.

Türkiye`nin, her şeyden önce, milli güç unsurlarından başta ekonomik gücü
olmak üzere politik gücünün ve askeri gücünün en azından bölgesel bazda yani
etki alanı olması gereken bölgelerde kendisini hissettirecek kadar güçlü, ilgi
alanına giren diğer bölgeler için yeterli seviyede olması gerekmektedir.
Türkiye`nin jeopolitik önemi ile sahip olduğu coğrafi, nüfus, bilimsel,
teknolojik, sosyal ve kültürel güçlerin ülkemize sağladığı avantajlar da dikkate
alınarak, politik, askeri ve ekonomik stratejik güvenlik sınırlarımızın öncelikle
etki alanımız olması gereken Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya`yı
kapsayacak şekilde belirlenmesinin ve Karadeniz, Ege Denizi ve Akdeniz’in
bu sınırların içine dâhil edilmesinin uygun olacağı değerlendirilmektedir.
Ancak, Türkiye`nin bu bölgeleri şu anda tek başına etki alanı haline getirmesi
görünür gelecekte mümkün görülmemektedir. Bu nedenle, Türkiye`nin bu
bölgelerde etkin olabilmesi için bölgesel ve küresel stratejik ortaklıklara ve iş
birliğine ihtiyacının olduğu ve bu bölgelerde çıkar sağlamaya çalışan diğer
devletlerin özelliklerinin bilinmesi gerektiği kıymetlendirilmektedir.

Risk Ve Tehditler.,

Ülkelerin sahip olduğu değerlerden bir kısmı, diğer ülkelerin de sahip olmak
istediği veya en azından diğer ülkeler tarafından sahip olunmasından
rahatsızlık duyulan değerler ise, bunlar çeşitli yönlerden gelen tehditlerle karşı
karşıyadırlar. Bu nedenle korunması gerekmektedir. Değerlerin korunması,
ona yönelik tehditlerin sağlıklı bir şekilde tespit edilmesini ve bu tehditlere
karşı tedbir alınmasını gerektirmektedir. Güvenlik politikaları da, jeopolitik ile
tehdidin bir arada düşünülmesi sonucunda şekillenmektedir. Ancak bir
konunun tehdit olarak algılanabilmesi için, sahip olunan değerlere hasmın
zarar verme niyetinin olması ve elinde, bu niyetini gerçekleştirebilecek yeterli
imkân ve vasıtalarının bulunması gerekmektedir. Soğuk Savaş sonrası ‘Küresel
Merkez’ Avrupa’dan doğuya doğru kaymış ve Türkiye’nin güvenlik
algılamalarının merkezine oturmuştur. Risk ve tehditler simetrikten asimetriğe
doğru kayarak geniş bir yelpazeye yayılmıştır. Bu geniş yelpaze; bölücü ve
irticai faaliyetler, terörizm, uyuşturucu ticareti, kitle imha silahlarının
yayılması, insan kaçakçılığı ve yasa dışı göç ile teknolojik [siber] tehditler gibi
asimetrik unsurların yanı sıra; komşu ülkelerden kaynaklanabilecek
istikrarsızlıklar olarak Türkiye'nin güvenliğini doğrudan etkileyebilecek risk
ve tehditleri içermektedir.

Küreselleşmenin Tehdit Boyutu.,

Küreselleşme, sanayi toplumundan bilgi toplumuna, işgücü ağırlıklı
teknolojiden yüksek teknolojiye, ulusal ekonomiden dünya ekonomisine,
merkezi yönetimden yerel yönetime, temsili demokrasiden katılımcı
demokrasiye geçiş gibi sosyal, siyasal, ekonomik ve yönetim faaliyetleri
açısından çeşitli değişim ve dönüşümler yaşanmasına neden
olmaktadır. Ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler küreselleşmenin
yayılmasını sağlarken, müşterek bir kültür ve egemenliği sermayenin elinde
olan tek bir küresel pazar anlayışı da küreselleşmenin görünürdeki hedefleridir.
Küreselleşme yalnız ekonomik alanda değil; hukuki, siyasi, sosyal ve kültürel
alanlarda da yaşanan değişim sürecidir. Ulus devlet üzerinde bir hegemonya
siyaseti uygulama ve bu oluşumu zayıflatma bilinci ise, küreselleşmenin
politik hedefi olarak görülmektedir. Küreselleşme sürecinin başlıca özelliği,
ulusal sınırların önemini yitirmesi ve ulus devletin ekonomi üzerindeki
denetiminin ortadan kalkmasıdır. Ulus devlet, sınırlarından geçen bilgi, mal,
sermaye ve insan kaynakları üzerindeki denetimiyle bir siyasal kurum olarak
kendi toprakları üzerinde egemenlik sağlar. Denetim gücünü bir başkası ile
paylaşması veya egemenliğinin dolaylı da olsa sekteye uğraması, ulus devletin
varlığını tehlikeye sokar. Devletin kontrol kapasitesinin azalması;
vatandaşlarını diğer güçler tarafından alınan kararlardan ve kendi sınırları
dışında oluşan olaylardan etkilenmesine karşı koruyamaması anlamına gelir.
Karar alma süreçlerinde giderek artan meşruiyet kaybı da demokratik
meşruiyet açığını ortaya çıkarır. Ancak küreselleşme bir gerçektir ve tüm
dünyada etkisini göstermektedir.

Ülkeler bir taraftan küreselleşmenin etkisi ile onun bir parçası olma durumunu
yaşarken, diğer taraftan da yine küreselleşmenin etkisi ile varlıklarının ve
egemenliklerinin tehlikeye girdiğini değerlendirmekte ve bu nedenle onu
korumaya yönelik refleksler göstermektedir. Korunacak değerler olduğuna
göre, bunun karşısındaki olgu, tehdit olarak algılanır. Bu durumda
küreselleşme de bir tehdit olarak karşımıza çıkmaktadır. Hedefi ulus devlettir.
Ancak küreselleşme yaşanan bir gerçektir. Önemli olan küreselleşme ile
birlikte yaşamak, ancak onun ülkenin varlık ve egemenliğine yönelik
tehditlerini bertaraf etmeye yönelik tedbirleri almaktır. Ülkemizde de
küreselleşmenin etkisi görülmekte ve doğal olarak karşı tepkiyi yaratmaktadır.
Diğer ülkelerde, ırkçı bir milliyetçilik politikası izlenirken, ülkemizde
savunma amaçlı, ancak ırkçılığa dayanmayan, “Atatürk Milliyetçiliği”ni esas
alan bir milliyetçilik anlayışı doğmuştur.

Türkiye’nin Etki Ve İlgi Alanındaki Ülkeler Ve Tehdit Algılamaları
Türkiye’nin güvenlik algılamaları doğal olarak tehdit algılamaları ile doğru
orantılıdır. 21. yüzyıldaki tehditler de küreselleşmenin yaygınlaşmasına
paralel olarak değişim göstermiştir. Riskler ve belirsizlikler ön plana çıkmıştır.
Türkiye’nin etkisi altında kaldığı ve önümüzdeki dönemde de etkisinin
hissedileceği tehditleri; terör başta olmak üzere kitle imha silahlarının
yaygınlaşması, insan, uyuşturucu ve silah kaçakçılıkları, yasa dışı kitlesel göç
hareketleri gibi genel tehditler; çevre ve ilgi alanındaki ülkelerden kaynaklanan
dış tehditler; jeopolitik özelliğinden dolayı dışarıdan da destek gören
bölücülük ve irtica olarak ön plana çıkan iç tehditler olarak tasnif etmek
mümkündür. Tehditlerin mahiyetinden de anlaşılacağı üzere bunlara karşı
alınacak önlemleri yalnız askeri anlamda düşünmek de yeterli olamamaktadır.
Politika başta olmak üzere, ekonomik, sosyolojik, psikolojik, kültürel ve
hukuki alanlarda alınacak tedbirler de önemli ve gerekli olarak mütalaa
edilmektedir.

Dış Tehditler.,

Tehdit ve buna göre şekillenen güvenlik algılamalarının çıkış noktası olan,
genel anlamdaki tehditlerin dışında dış tehdit olarak kabul edilebilecek veya
edilemeyecek Türkiye’nin çevresindeki ülkeler ile tehdit olarak nitelendirilen
diğer akımları incelediğimizde aşağıdaki düşünceler ön plana çıkmaktadır.

Rusya,

Soğuk Savaş döneminde asıl tehdit olarak görülen ve güvenlik
politikalarımızın tamamen kendisine ve lideri durumunda olduğu Sovyetler
Birliği ve Varşova Paktına karşı tedbir olarak şekillenmesine sebep olan bu
ülke, değişen şartlar nedeniyle şimdilik tehdit olarak görülmemektedir.
Bölgesel ve küresel menfaatlerimiz açısından iş birliği yapılabilecek bir
konumdadır. Rusya; Türkiye`nin etkili olmasının öngörüldüğü bütün
bölgelerde tek başına bunu başarmasının görünür gelecekte mümkün
olamayacağı, bu nedenle bölgesel ve küresel stratejik iş birliği yapabileceği
ülkelere ihtiyaç duyabileceği gerçeğine uygun bir örnek durumundadır.
Karadeniz’deki hak ve menfaatlerimizi korumak, Montrö Boğazlar
Sözleşmesi’nin sağladığı egemenlik haklarımızı gözetmek, Kafkasya ve Orta
Asya’da etkili olabilmek için bu ülke ile iş birliği yapılabilir. Ancak böyle bir
iş birliğini gerçekleştirirken diğer müttefiki olduğumuz ve iş birliği yaptığımız
ülkelerin tepkisini çekmemeyi ve dengeli bir tutum izlemeyi gözetmemizde
fayda görülmektedir. Diğer taraftan bu ülkenin ileride tehdit olabilecek bir
potansiyel olduğunu da göz ardı etmemek gerekir,

Ukrayna ve Gürcistan,

Gerek ülke gücü ve gerek tutumları itibariyle tehdit olarak görülmemektedir.
Ancak Gürcistan’daki çatışma ortamını sürekli takip etmek, güç odaklarının
etki sağlama çabalarında ulusal menfaatlerimiz istikametinde pozisyon almak
gerekmektedir.

Ermenistan.,

Ülke gücü olarak tehdit olamaz. Ancak diasporanın etkisi ve diasporanın
bulunduğu ülkelerin desteği ile sözde soykırımı gündeme getirip, uluslararası
ortamda sırasıyla tanıma, tazminat ve toprak talebinde bulunabilirler.
İlişkilerin düzelmesi yönündeki gelişmeler kısa vadede göreceli sonuçlar
verebilir. Ancak anlaşmazlığın tamamen çözümünü beraberinde
getirmeyeceğinden diasporanın etkisi ile iki ülke arasında yeniden gerilim
doğabilir. Diğer ülkeler ile ilişkilerimizde olumsuz sonuçlar yaratabilir.
Kendisine karşı sürekli olarak ihtiyatlı olunmasını gerektiren bir ülke
konumundadır.

İran.,

Türkiye ve İran’ın, tarih boyunca birbirlerine karşı fazla düşmanca duygular
beslemeyen, ancak bölgede etkinlik sağlayabilmek için birbirleri ile daima
rekabet içinde olan, devlet geleneğine sahip köklü iki ülke olduğu
görülmektedir. Bu nedenle zaman zaman gerginlikler yaşanmıştır. İran’ın
birkaç yıl öncesine kadar, Türkiye’yi zayıflatarak kendisinin bölge etkinliği
konusunda üstün duruma gelmek için PKK/Kongra-Gel örgütüne verdiği
desteği ve rejim ihracı politikasını unutmamak gerekir. İran son yıllarda
Türkiye ile yakınlaşma politikası uygulamakta, siyasi, askeri ve ekonomik
alanda ilişkileri geliştirmek istemektedir. İran’ın hem kendi toprakları içinde,
hem de Irak sınırı ve hatta sınırın Irak tarafındaki PKK terör örgütü ve onun
uzantısı PEJAK terör örgütü ile mücadeleye giriştiği, ona zayiat verdirdiği, bu
konuda Türkiye ile bir iletişim içinde olduğu bilinmektedir. Bu eylemi,
bölgede yaşanan gerginlik ve üzerindeki ABD baskısı nedeniyle Türkiye’nin
desteğini kazanmak istemesi ve aynı zamanda Irak’ın kuzeyindeki Kürt bölgesi
oluşumunun, bölgede gelişmekte olan Kürtçülük hareketinin Büyük Kürdistan
beklentisi ile kendisine de tehdit olacağı düşünceleri ile gerçekleştirdiği
değerlendirilmektedir. Türkiye’nin de iyi komşuluk münasebetleri, güvenlik ve
ekonomik menfaatleri çerçevesinde bu yakınlaşmaya olumlu cevap verdiğini,
ancak bunu çeşitli nedenlerle ölçülü tuttuğunu söylemek mümkündür. ABD de,
Türkiye’nin olası bir müdahalede veya müdahale olmasa dahi uluslararası
kamuoyunun beklentileri doğrultusunda hareket etmesini, Batı Kulübü içinde
kalmasını ve İran ile olan ilişkilerini sınırlamasını arzu etmektedir.
Bölgesel etkinlik ve güvenlik açısından İran’ın nükleer silaha sahip olması
Türkiye açısından olumsuz bir gelişme olacaktır. Bu bakımdan İran’ın nükleer
silah elde etmesini engellemek için yapılacak çeşitli müdahalelerin
Türkiye’nin menfaatlerine uygun olacağı değerlendirilmektedir. Ancak
komşumuz İran’a yapılacak bir askeri müdahalede ABD tarafında yer almanın
ve buna doğrudan destek sağlamanın, Türkiye’ye karşı olası terör hareketlerini
tetikleyebileceği, bölgede kültürel, dini, sosyal, ekonomik ve politik açıdan
yaralar açabileceği ve gerginlikleri derinleştirebileceği düşünceleri ile
mahsurlu olacağı kıymetlendirilmektedir. Ayrıca bölgede bu ülke ile beraber
yaşamak durumunda olduğumuz ve ABD nedeniyle ilişkilerimizin derin izler
bırakacak tarzda zedelenmesinin de menfaatlerimize uygun olmayacağı
dikkate alınmalıdır. Bu nedenlerle Türkiye’nin krizin çözülmesi için diplomasi
ve müzakere yolunu sonuna kadar desteklemesi ve her iki tarafı da çatışmadan
uzaklaştırmak için gayret göstermesi gerekmektedir. Müdahale kaçınılmaz
duruma gelmişse tarafsız bir tutum içinde olması ve uluslararası ilişkiler
açısından mecbur kalınması halinde, tepkilere neden olmayacak şekilde
ilerleyen zaman içinde ABD’ye dolaylı destek vermesi tercih edilebilir. Ancak
bunun zaman içinde Türkiye aleyhine geri dönüşünün olabileceğini de
düşünmek gerekir. İran ülke gücü açısından tehdit olabilecek boyutta bir
ülkedir. Ancak tehdit olma durumu şartlara göre değişebilmektedir.

Irak.,

İşgalden sonra ABD kontrolünde, yeni anayasasına göre federal bir yapıda,
henüz tam olarak istikrara kavuşmamış bir ülke konumundadır. 

Türkiye açısından önemli olan Irak’ın, siyasi bütünlük içinde toprak bütünlüğünü
sağlamış, merkezi hükümetin hakim unsur olduğu, uluslararası sisteme entegre
olmuş, düşmanca davranışlar içinde olmayan, muhatap olarak kabul
edilebilecek konumda, iyi ilişkiler kurulabilecek bir ülke durumunda
olmasıdır. Kuzeydeki yönetimin statüsü, davranışları ve etki alanı yaratma
durumu dikkatle takip edilmesi gereken bir konudur. Kuzeydeki yönetimin
teröre olan desteği, tutum ve davranışlarının, tehdide sebep olmaması için
ihtiyatlı olunması gerekmektedir. ABD’nin askeri gücünü Irak’tan çekmesini
müteakip, ABD’nin kuzeydeki yönetimin hamiliğini yapma gibi bir isteğine
sıcak bakılmamalıdır. Muhatap olarak Irak devleti alınmalıdır.

Suriye.,

Suriye’yi Türkiye ile olan ilişkiler açısından incelediğimizde, zaman içinde
Suriye’nin değişen iki politikası ile karşılaşılmaktadır. 1999 yılında terörist
başının yakalanmasına kadar olan sürede Suriye, PKK terör örgütünü
barındıran, himaye eden, destekleyen, hatta yönlendiren bir ülke konumunda
olmuştur. Hatay konusunu sürekli gündemde tutmuş ve haritalarında kendi
topraklarında göstermiş, sınır aşan sular konusunda sürekli aşırı taleplerde
bulunmuştur. Türkiye’yi zayıf duruma düşürebilmek için “düşmanımın
düşmanı dostumdur” anlayışı ile hareket etmiş ve bu nedenle Türkiye’nin Ege
ve Kıbrıs konularında anlaşmazlık içinde olduğu Yunanistan ile ittifak içine
girmiştir. Bu dönemde Türkiye’ye yönelik tehditler açısından önemli bir
noktada olmuş, Türkiye kendine yönelik tehditlere göre savaş planlarını “iki
buçuk muharebe doktrini”ni esas alarak yapmıştır. Tam olarak nitelendirilen
tehditler Yunanistan ve Suriye, yarım olarak nitelendirilen de iç tehdit olan
PKK terörüdür. Türkiye’nin, PKK teröründen dolayı Suriye’yi mütecaviz ilan
etmesi, bu ülkeye karşı kuvvet kullanacağını beyan etmesi ve bu konuda
kararlılık göstermesi ile 1999’dan sonra Suriye’nin politikasında değişiklik
gözlemlenmiştir. Bu değişimde Hafız Esat’ın ölmüş olması, ABD baskısını
üzerinde hissetmesi ve bölgede yalnız kalmasının da payı olmuştur.

Türkiye’nin halen Suriye ile olan ilişkileri dostane bir şekilde devam
etmektedir. Memnuniyet verici olan bu gelişmenin, şartların değişmesi ile
yeniden eskisine benzer bir duruma dönüşebileceğini de dikkate almakta yarar
görülmektedir.

Suriye ile İsrail arasındaki anlaşmazlık devam etmekte, bunun yarattığı
gerginlik bölge istikrarını olumsuz yönde etkilemektedir. Bu ülkeler,
anlaşmazlıklarından dolayı silahlı kuvvetlerinin önemli bir kısmını birbirlerine
angaje etmiş durumdadırlar. Türkiye bölge barışına hizmet ederek istikrarın
sağlanmasına katkıda bulunmak maksadıyla, her iki ülke ile olan iyi
ilişkilerinden faydalanarak, Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk yapmaya
çalışmaktadır. Bu girişimler hem bu ülkeler, hem bölge ülkeleri, hem de
uluslararası diğer ortamlarda Türkiye’nin bölgede etkili olmasından rahatsızlık
duymayanlar tarafından takdirle karşılanmakta ve destek görmektedir.
Arabuluculuk faaliyetlerinin olumlu netice vermesinden sonra, zaman içinde
İsrail’e angaje olmaktan kurtulan Suriye askeri gücünün Türkiye cephesinde
kullanılabilmesi olanağı ortaya çıkabilecektir. Bu nedenle Türkiye’nin,
arabuluculuk faaliyetlerinde kullanacağı argümanları, girişimlerinin dozajını
ve oluşacak şartları, kendisine zarar vermesine imkân bırakmayacak tarzda
düzenlemesinde yarar görülmektedir.

İsrail.,

Filistin toprakları üzerinde kurulduğu günden itibaren var olma mücadelesi
içinde olan İsrail, genelde Ortadoğu kaynaklı problemlerin odak noktasında
olmuştur. ABD’nin desteğini de sürekli arkasında hissetmiş, kendisine tehdit
olarak algıladığı konular karşısındaki davranışlarında aşırılığa kaçmakta
tereddüt etmemiştir. Bölge ülkelerinin önemli bir kısmı ile ihtilaf halindedir.
Filistin konusunda da sertlik yanlısı tavır ve davranışları tepki görmektedir.
Türkiye ile tarihsel olarak yakınlığı da bulunan İsrail’in savunma sanayi
konusunda Türkiye ile yakın ilişkileri vardır. Özellikle ABD’den kaynaklanan
ambargo, malzeme ve teknoloji transferindeki kısıtlamaların bu ülke
vasıtasıyla giderildiği bir gerçektir. Ancak diğer taraftan İsrail’in tutum ve
davranışlarının gözetim altında tutulmasında da yarar görülmektedir. Türkiye
ile dost görünen, Yahudi lobisi vasıtasıyla uluslararası ortamda zaman zaman
Türkiye’ye yardımcı olan İsrail’in, kendi güvenliği açısından bir Kürt
Devletine sıcak baktığı ve bunun oluşumuna ABD ile birlikte örtülü destek
verdiği de düşünülmelidir. İsrail yönetiminin, olumsuz bazı olaylarla
karşılaşılsa da, Türkiye ile olan dostane ilişkilerini devam ettirme yönündeki
davranışlarını dikkate almakta yarar görülmektedir. Bu konuda karşılıklı
menfaatlerin önemli rol oynayacağı anlaşılmaktadır. İsrail ile ilişkilerin,
karşılıklı destekten tehdide dönüşmemesi için, Türkiye’nin güçlü ülke
konumunda olması önemli bir faktördür.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

14 Ocak 2020 Salı

60 YILLIK İTTİFAK: NATO VE TÜRKİYE. BÖLÜM 2

60 YILLIK İTTİFAK: NATO VE TÜRKİYE. BÖLÜM 2





NATO-ABD ve Türkiye Arasındaki Son Gelişmeler, 

Afganistan Konusu: NATO’nun Afganistan da yürüttüğü faaliyetler kapsamında Türkiye, ISAF komutası altında, Kabil ve çevresinde Afgan halkının güvenliğini sağlamaya devam etmektedir. 
NATO’nun bu bölgedeki başarı veya başarısızlığı ittifakın geleceği konusunda etkili olacaktır.12 

Bu nedenle ABD, Afganistan’ın geleceği açısından ittifak ülkelerinden muharip asker sayısının artırmasını talep etmektedir. Türkiye de, asker sayısının arttırılması istenen ülkelerin başında gelmektedir. Diğer taraftan da ISAF’ın görev tanımlamasının değiştirilmesi ve etki alanının Kabil ve çevresinden daha güney-güneydoğuya kaydırılarak Taliban’la savaşması öngörülmektedir. 
Görüldüğü gibi ISAF’ın asıl amacı barışı korumaktan, savaşmaya doğru değiştirilmek istenmektedir. 

Tarihi boyutta Türk-Afgan ilişkilerinin seyrine bakıldığında dostluk ve yardımlaşma söz konusudur. 
Afgan halkı Türkiye’ye sempati duyar ve güvenir. Bu çizginin dışına çıkmak, her iki toplum için de sakınca doğurur. Ayrıca Türkiye, güvenlik sağlama faaliyetine ilave olarak Afganistan’da istikrarın sağlanmasına, ülkenin yeniden inşası ve yapılanmasına parasal destek de dâhil önemli katkılar sağlamakta, ülkeye ve ülke halkına çeşitli yardımlarda bulunmaktadır. 

ISAF’ın komutasını da iki defa üslenmiştir. Komutayı yeniden üstlenmesi de gündemdedir. 

Bunların yanında, Türkiye, Afganistan Silahlı Kuvvetleri’nin yeniden organizasyonuna yardımcı olmaktadır. Afgan Savunma Üniversitesinin (Harp Akademileri) veya Savunma Kolejinin (Harp Okulu) oluşumunu sağlamaya yönelik çalışmalar yapmaktadır.13 Bunların ötesinde gerekli görüldüğü takdirde Afgan subaylarının askeri eğitimlerini Türkiye’de görmelerine yardımcı olunacağı da Türkiye tarafından belirtilmiştir. NATO müttefikleri Afganistan’da teröre karşı 
mücadele ederken, Türkiye’nin PKK’ya karşı yürüttüğü mücadelede yanımızda yer almadıkları gibi PKK’yı çeşitli şekillerde uzun bir süredir himaye ettikleri de bilinmektedir. Türkiye’nin bu gerçeklerin bilincinde olarak strateji oluşturması ve bu paralelde hareket etmesi doğaldır. 

Montrö’yü İhlal Teşebbüsleri: Bir diğer konu ise ABD’nin NATO’yu kullanarak Montrö Boğazlar Sözleşmesini delmeye çalışmasıdır. ABD, Kafkasya ve Orta Asya’da söz sahibi olmak maksadıyla Karadeniz’de güç bulundurmak istemekte ve çeşitli hadiseleri kullanarak bunu gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Son beş yıl içinde bu konuda üç defa teşebbüste bulunduğu görülmektedir. 
Fırsat çıktığında NATO’yu bu maksatla kullanma temayülünü de göstermektedir. 

ABD’nin Karadeniz’e açılma teşebbüslerinden ilkine, 2003 yılında Irak’a yapacağı müdahale öncesinde, Türkiye ile yaptığı görüşmelerde rastlanmıştır. Müzakere sürecinde, ABD’nin Karadeniz’e gemi gönderme ve Trabzon’da üs bölgesi istemesi oldukça yadırganmış ve müzakerelerde, ABD’nin Irak’a yapacağı müdahale çerçevesinde yapılacak anlaşmayı fırsat olarak değerlendirerek 
Kafkasya’da etkili olmak maksadıyla Karadeniz’e çıkmak istediği anlaşılmış, ancak konu ile ilgisi olmayan bu istek Türk tarafınca geri çevrilmiştir.14 

ABD’nin ikinci teşebbüsü ise 2005 yılında gerçekleşmiştir. NATO gücü, Doğu Akdeniz’de teröre ve suçlara karşı mücadele amacıyla, Türkiye’nin de içinde yer aldığı, Aktif Çaba (Active Endevaour) operasyonunu icra etmektedir. Diğer taraftan da genelde aynı maksatla, Türkiye önderliğinde oluşturulan bir deniz filosu, Karadeniz’de, Karadeniz Uyum Harekâtı ( Black Sea Harmony) 
adı altında faaliyet göstermektedir. Bu faaliyete Türkiye ve Rusya’nın yanı sıra Ukrayna da kısmen katılmaktadır. Ancak ABD, 2005 yılı içinde, Doğu Akdeniz’de NATO bünyesinde oluşturulan Aktif Çaba Operasyonu görev alanının Karadeniz’i de kapsayacak şekilde genişletilmesi için resmi olmayan bir plan ortaya koymuş ve bu planı, Karadeniz’in güvenliğinin önemli olduğu gerekçesiyle Akdeniz’de olduğu gibi terörle ve suçlarla mücadele maksadıyla önerdiğini ifade etmiştir. ABD’nin ihtiyaç olmamasına rağmen böyle bir teşebbüste bulunması, ifade edilen maksadın dışında, tamamen bir bahane ile Karadeniz’i doğrudan kontrol 
altına almak olduğu şeklinde değerlendirilmiştir. 

ABD’nin bu konudaki üçüncü teşebbüsü de, 2008 sonunda Gürcistan’da meydana gelen olaylardan sonra, Gürcistan’a yapılmakta olan insani yardım çerçevesinde, ABD donanmasına ait iki adet 70 tonluk askeri hastane gemisi adı altında yardım gemisi gönderme isteğinde bulunmasıdır. 

Hatta NATO’yu da bu kapsamda kullanmaya isteklidir. Gürcistan’a yardımın Hava, Kara ve Montrö Sözleşmesi’ne aykırı olmayan bir düzenleme ile denizden de yapılması mümkünken, böyle bir isteğin, Karadeniz’de ağır tonajlı askeri gemilerle bayrak gösterme, dolayısı ile Karadeniz’e çıkarak bölgeyi etkileme 
ve Rusya’nın etkisini sınırlama maksadını taşıdığı değerlendirilmektedir. 

Belirtilen bu üç teşebbüs de Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin ihlali anlamına gelmektedir. Montrö Sözleşmesi’ne uygun olmayan bir izni, başka bir ülkeye vermesi Türkiye’nin, hem egemenlik konusunu tartışmalı hale getirir, hem de bölgede güvenlik açısından kendi aleyhine bir husumet yaratabilir.15 ABD’nin Karadeniz’de güç bulundurma veya üs teşkil etme gibi teşebbüslerine 
karşı ihtiyatlı olunması gerekmektedir. Antlaşma hükümlerinin muhafazası ve buna riayet edilmesi, Türkiye’nin egemenliğini korunması ve Karadeniz’deki dengeleri de gözetmek suretiyle Türkiye’nin güvenliğinin sağlanması açısından önem taşımaktadır. Türkiye’nin bu konuda ortak çıkarları olan Rusya ile koordinede bulunması doğru bir yaklaşım olarak nitelendirilmiştir. 

Ambargo ve Önleyici Teşebbüsler: NATO ve NATO ülkeleri ile ilişkilerde Türkiye, geçmişte çeşitli haksızlıklara uğramıştır. 1962 yılında ABD-SSCB görüşmeleri sonucunda ABD, Türkiye’deki Jüpiter füzelerinin sökülmesi konusunda Türkiye’nin haberi olmadan tek taraflı bir karar almıştır. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtını takiben TSK’nın kullandığı harp silah ve araçlarının 
tüm destek malzemesine ambargo koymuştur. 

Bunu ilerleyen yıllarda da kısmi olarak tekrarlamıştır. 

İkinci Körfez Savaşı’nda NATO platformunda Fransa, Patriot füzelerinin savunma amaçlı olarak Türkiye’ye gelmesini önlemiştir. 
Bu ülkenin NATO Savunma Planlama Komitesi üyesi olmamasından dolayı bu komitede alınan bir kararla füzeler Türkiye’ye getirilebilmiştir. 
PKK terör örgütünün NATO listesine alınmasında güçlüklerle karşılaşılmıştır. 

11 Eylül 2001’e kadar terörle mücadeleye bir atıfta bulunulmaz ve bu konuda 4. Maddedeki konsültasyon ile yetinilirken, 11 Eylül’den sonra 5. Md. söz konusu olmuştur. Terörün ülkelerin topraklarına ulaşmadan önlenmesi için tedbir alınması konusu ön plana çıkarken Türkiye’nin bu konuda PKK için Irak’ın kuzeyinde tedbir alması önlenmiş, sonra da kısıtlanmıştır. Bunlar ‘çifte standart’a birer örnektir. NATO ile ilişkilerde bu konunun dikkate alınmasında fayda görülmektedir.16 

ABD’nin, yeni oluşacak durumlara göre gerektiğinde diğer ülkelerin, kendi milli menfaatlerine yönelik olarak bu veya buna benzer konuları, ihtiyaç duydukça ve fırsat buldukça yeniden gündeme getirebileceği düşünülmekte, bu nedenle tedbirli olunması ve taviz verilmemesi hususunda hassasiyet gösterilmesinin ülke menfaatleri açısından hayati önem taşıdığı değerlendirilmektedir. 
NATO’nun ülke menfaatlerini zedeleyecek ABD niyetleri istikametinde kullanılmasına karşı daima dikkatli olunmalıdır. 

NATO’nun Genişlemesinin Türkiye’ye Etkileri 

Türkiye temelde NATO’nun genişlemesini desteklemektedir. 

Bunun başlıca sebebi NATO’ya üye olan devletlerin, Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecine destek vereceği öngörüsü olmuştur. 
Ancak karşılaşılan durum bu beklentiyi karşılamamıştır. 
Ayrıca, yeni üyelerin katılımıyla 26 ülkeye varan NATO üye sayısı, Türkiye’nin pastadan pay alma oranında düşüşler meydana getirmiştir. Ancak bazı olumsuzluklara rağmen NATO’nun genişlemesi, istikrarlı bölgeyi genişletmekte ve Türkiye’ye istediği konuları daha geniş bir yelpazede müzakere edilmesine imkân yaratmaktadır. Yapılan değerlendirmeler ışığında, 26 üye ülkenin tümü ele alındığında çıkan sonuç, “Ne NATO’suz, ne de NATO’yladır.”. 

NATO, kuruluşundan itibaren önemli işler başarmıştır. 

NATO’nun bugün 26 olan üye sayısı; 2009’da Arnavutluk ve Hırvatistan’ın katılmasıyla 28’e çıkacaktır. NATO, 28 üye ülkenin yanı sıra Barış İçin Ortaklık, Akdeniz Diyaloğu ülkeleri ve bunun dışında kendisiyle ortak değerleri paylaşan ittifak dışı Koalisyon kuvvetleri ile dünyanın dörtte birinden fazlasını şemsiyesi altına alan bir kuruluş görünümündedir. Ancak, NATO’nun güvenirliğinin gittikçe azaldığı da gözlerden kaçmamaktadır. 

NATO’daki Son Gelişmeler 

NATO’nun tarihindeki en büyük zirvelerinden biri 2-4 Nisan 2008 tarihinde Bükreş’te yapılmıştır. 

Zirve, Hırvatistan ve Arnavutluk’un ittifak üyeliğine resmen davet edilmesiyle sonuçlanmıştır.

17 Fakat Yunanistan’ın tutumu yüzünden Makedonya, ittifak’ın üyeliğine davet 
edilememiştir. Makedonya konusunda başarısız olmakla birlikte, NATO’nun son genişlemesinin, Avrupa’daki demokrasi ve istikrarın, Balkanlar’a yayılması konusunda olumlu etki yapacağı söylenebilir. Bunun yanında, Arnavutluk ve Hırvatistan’ın NATO üyeliğine davet edilmiş olması, Bosna-Hersek’i de NATO üyeliği için reformların hızlandırması yönünde cesaretlendirebilir, zaten “Üyelik Eylem Planı”ndan bir önceki aşama olan “Yoğunlaştırılmış Diyalog Kararı” çıkmış tır. Daha sonra Kosova da aynı şekilde gündeme gelebilir. Bu durumda bir tek Sırbistan endişe kaynağı olarak kalmaya devam etmektedir. 

2-3 Aralık 2008’de NATO Dışişleri Bakanlarının bir araya gelmesiyle Brüksel’de gerçekleştirilen zirveden, Ukrayna’daki siyasi belirsizliğin artması ve Gürcistan’da yaz aylarında meydana gelen çatışmalardan dolayı, bu ülkelerin “Üyelik Eylem Planı”na dâhil edilmemesi kararı çıkmıştır.18 Ukrayna ve Gürcistan üzerinden yürütülen rekabetin yarardan çok zarar getirdiğini de yaşanan olaylar göstermiştir. Genişleme zora girmiş, Rusya ile diyalog kesilmiş, Kafkasya ve Karadeniz güvenliği alanında etkisiz kalınmıştır. Rusya, Ukrayna ve Gürcistan’ın üyeliklerini, kendini kuşatma ve enerji yollarını kontrol altına alma planları olarak yorumlamaktadır. Almanya ve Fransa’nın başını çektiği grup ile ABD arasında, Rusya ile olan ilişkilerin arttırılması konusunda farklılıklar bulunmaktadır. Bu farklılığın temelini ise Avrupa’nın enerji ihtiyacı oluşturmaktadır. 

Diğer taraftan, Rusya’nın 2007 yılında AKKA’dan19 çekilmesi NATO içinde sıkıntı 
yaratmıştır. Özellikle Doğu Avrupa devletleri için güvenlik kaygıları oluşmaya başlamıştır. 

Bunlara ek olarak alınan önemli kararlardan biri de NATO’nun, Doğu Avrupa’da ABD tarafından kurulması planlanan füze kalkanı projesine destek vermesi olmuştur. 

2009’daki NATO Savunma Bakanları Toplantısı, 19-20 Şubat tarihlerinde, Polonya’nın Krakow şehrinde yapılmıştır. Toplantıda Ukrayna’nın ve Gürcistan’ın savunma ve güvenlik konularındaki reformları ve ulusal güvenlik stratejileri gözden geçirilmiş, NATO Acil Mukabele Gücü’nün uygulamaları ve bu konudaki reformlar ele alınmıştır. Afganistan konusu yine özel önemini korumuştur. 
Alınan ve resmi nitelik taşımayan kararlar, 3-4 Nisan 2009’da yapılacak zirveye zemin oluşturmuştur.20 NATO, Rusya ile ilişkilerin iyileştirilmesine ve diyalogun başlatılmasına, doğuya doğru genişlemesi ve Karadeniz güvenliği gibi kritik konulara kıyasla daha kritik bir önem atfetmektedir. Ayrıca, küresel ekonomik krizin de etkisiyle ABD Başkanlık seçimleri sonrası Avrupa-Atlantik ittifakı üyeleri arasında, daha fazla çatışma ve gerginliğe yol açabilecek politikalardan 
vazgeçilmesi konusunda görüş birliğine varılmıştır. 

   Son toplantıda Fransa’nın NATO’nun Askeri kanadına tekrar katılacağı ve bunun 3-4 Nisan 2009’daki NATO toplantısında resmiyet kazanacağı da ifade edilmiştir. Obama’nın gelişi ile diyalog konusuna verilen önem çerçevesinde, Füze Kalkanı Projesi’nde bir kısım yumuşatıcı yaklaşımlara karşılık, Rusya’nın Orta Asya’da terörle mücadelede ABD ve NATO’ya destek vereceğine ilişkin açıklamaları NATO-Rusya arasındaki diyalogun yeniden tesis edileceğini belirten gelişmeler olarak dikkat çekmektedir. Ancak Rusya’nın Orta Asya’da etkinliğini yeniden sağlaması ve sürdürmesi için Beyaz Rusya, Ermenistan, Kazakistan, 
Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan ile yaptığı ve askeri güç oluşturmasının ön plana çıktığı antlaşma da göz ardı edilmemelidir. 

5 Mart 2009’da Brüksel’de yapılan Dışişleri Bakanları toplantısında da genellikle aynı konular üzerinde durulmuş, NATO-Rusya ilişkileri yeniden başlamış, Afganistan için geniş kapsamlı bir toplantı yapılması ve bu toplantıya İran’ın da davet edilmesi kararlaştırılmıştır.21 

NATO’nun Geleceğine İlişkin Beklentiler ve Türkiye 

NATO kolektif savunma örgütü işlevini genişleterek, kolektif güvenlik örgütü haline dönüşmüştür. 
Bugün NATO, savunma konusunda sadece üye ülkelerin topraklarıyla sınırlı kalmamaktadır. 
Karmaşık durum ve tehditlere karşı koyma konusunda birincil rol oynamaktadır. NATO operasyonları artık Washington Antlaşması’nın 6. maddesinde tarif edilen Avrupa’dan ibaret savunma harekât alanıyla sınırlı değildir.22 

NATO’nun Kuruluş Antlaşması’nda sorumluluk alanının Kuzey Atlantik bölgesi ile sınırlandırılmış olması ve NATO’nun sadece kendi topraklarını savunma ile görevli olması nedeniyle, NATO’nun alan dışında yapacağı faaliyetler uluslararası hukuk açısından sakınca yaratmaktadır. 

Bu nedenle NATO’nun yeni açılımları doğrultusunda NATO Antlaşması’nın yeni durumlara uyumlu hale getirilme ihtiyacı bulunmaktadır. 23 

Ayrıca günümüzde ortak bir tehdit olmadığı için 5. Madde’nin uygulanmasında da sıkıntılarla karşılaşılmaktadır. Afganistan buna bir örnek teşkil etmektedir. Birçok ülke, halkına Afganistan’a neden çarpışmaya gidildiğini izahta güçlük çekmektedir. Bu nedenle NATO, operasyonların gerekliliği konusunda ülke kamuoylarını ikna edebilecek “insanlığın, demokrasinin, barışın, istikrarın sağlanmasının, korunmasının ve düzensizliğin ortadan kaldırılmasının önemi, 
düzensizlik ve istikrarsızlığın kendi ülkelerine de yansıyabileceği için tedbir alınmasının gerekliliği gibi” argümanlar ve formüller üzerinde çalışmalıdır.24 

ABD’nin, küresel ortaklara duyduğu ihtiyaç nedeniyle önümüzdeki dönemde diplomasiye, hukuka, ikili ilişkilere, uluslararası kuruluşlara, Transatlantik ilişkilerin geliştirilmesine ve NATO’ya daha fazla önem vermesi beklenmektedir. Güvenlik öncelikleri farklılık arz eden Avrupa’nın kendi güvenlik sistemi “Avrupa Savunma ve Güvenlik Politikası-AGSP”yi oluşturma çabalarını sürdüreceği ancak, yeterli kaynak ve ortak siyasi iradeyi sağlayamadığı için ABD ve NATO’ya olan ihtiyacının devam edeceği anlaşılmaktadır. 

Günümüzde savunmanın uluslararası boyutu ele alınarak, Türkiye’nin, NATO ve AGSP ile ilişkilerini, kazanımları ve sahip olduğu ortak değerlere uygun bir içerik ve yapıda sürdürmesi akılcı olacaktır. Türkiye’nin BAB’dan kaynaklanan haklarını AGSP’de kullanamaması bir eksiklik ve aynı zamanda bir haksızlıktır. Ayrıca Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin haksız bir şekilde AB’ye alınmasının sonucunda AGSP’de diğer NATO üyesi olan AB ülkeleri gibi haklar istemesi, problem 
yaratmaktadır. NATO ve AB Türkiye’ye GKRY ile ilgili konularda baskılarda bulunmaktadır. Türkiye’nin NATO üyesi olarak elinde bulundurduğu yetkileri, ulusal çıkarları istikametinde kullanmaya devam etmesi kadar doğal bir durum olamaz. Yakın gelecekte Transatlantik ilişkilerin tamiri yoluna gidilmesi, enerji güvenliğinde Türkiye’nin artan rolü, Ortadoğu’daki gelişmeler ve Türk Silahlı Kuvvetleri barış gücü unsurlarının özellikle Afganistan ve diğer görev 
yerlerindeki başarıları Türkiye’nin jeopolitik önem ve işlevinin daha iyi algılanmasına ve Türkiye’nin yeni açılımlar yapmasına olanak sağlayacaktır. Ancak uluslararası güvenlik anlaşmaları, Türkiye’nin egemen bir ülke olarak gerektiğinde bağımsız kararlar almasını da engellemeyecektir. 

Son Zirvelerden çıkan sonuçlara ve eylem planlarına baktığımızda yakın gelecek içinde NATO’da, Füze Kalkanı Projesinin gerçekleştirilmesi, Rusya ile olan ilişkilerin geliştirilmesi, küresel terörizmle mücadele, Ukrayna, Gürcistan, Makedonya, Bosna-Hersek, Kosova ile genişleme, Deniz Haydutluğunu Önleme, Akdeniz Diyaloğu gibi İttifak dışı ülkelerle ortaklık ve işbirliğinin geliştirilmesi faaliyetleri gibi hem siyasi hem de askeri konularda yeni kararların alınacağı 
ve yeni stratejilerin oluşturulacağını söylemek mümkündür. 

3-4 Nisan 2009 tarihlerinde Fransa’nın Strasbourg ve Almanya’nın Kehl komşu kentlerinde NATO’nun 60. Yılının da kutlanacağı bir zirve gerçekleştirilecektir. ABD Başkanı Obama’nın da ilk defa katılacağı zirvede Arnavutluk ve Hırvatistan ’ın üyelikleri onaylanacaktır. 

Böylece 26 olan üye sayısı 28’e ulaşmış olacaktır. 25 

Fransa’nın askeri kanada dönmesi konusu da bu zirvede önemli bir konu olarak ele alınacaktır. 

Geleceğe yönelik yeni bir konu da “Çoklu Gelecek Projesi” ’dir. Çoklu Gelecek Projesinin amacı güvenlik boyutunda geleceği anlamak, tartışmak, NATO üyesi ülkeler arasında iş birliğini geliştirmek, savunma planlamaları yapmak olarak belirtilmiştir. Projenin şekillendiricileri ise uluslararası ihtilaf, ekonomik entegrasyon, asimetri, devlet kapasitesi, kaynak paylaşımı, ideolojik mücadele, iklim değişikliği, teknoloji kullanımı ve demografik gelişmelerdir. 26 

Geleceğe yönelik bir başka strateji ise NATO’nun yayılmacılığı esas alacak yeni planlamaları dır. 
Amaç, açıkça ifade edilmese de ABD jeostratejik girişimlerine Avrupa’nın katkısını genişletmek, enerji kaynaklarını ve yollarını kontrol altına almak, yükselen güçler Rusya ve Çin’i çevrelemektir. 
Bu amaçlara ulaşabilmek için de ABD, NATO ve AB arasındaki işbirliğinin güçlendirileceği ve rekabetin ortadan kaldırılmasına ilişkin adımlar atılacağı anlaşılmaktadır. Proaktif stratejinin benimsenmesi öngörülürken, nükleer önleyici darbe konsepti de bu stratejiye dahil edilmektedir. 

Geleceğe ilişkin NATO’nun taahhütleri gittikçe artmakta, hatta birçok konu BM’nin sorumluluk sahasına girmektedir. Bu durum akıllara NATO’nun BM’nin yerine geçmekte olduğuna dair şüpheler yaratmaktadır. Adının “Kuzey Atlantik Paktı” mı, yoksa “Ortak Güvenlik Paktı” mı olduğu tartışılmakta, hâlihazırdaki isminin bile artık mevcut durumu yansıtmadığına ilişkin değerlendirmeler de yapılmaktadır.27 

Türkiye’nin, 21. yüzyılda büyük devletlerin çıkar çatışmalarının yaşandığı bölgesel krizlerin merkezinde yer alan bir devlet olarak, bu krizlerden etkilenmemesi, güvenliğini sağlayabilmesi ve bölgede etkili olabilmesi için NATO ve AGSP açılımlarında politik ve askeri olarak etkili bir şekilde yer alması önem arz etmektedir. Ancak bu hususun kendi insiyatifi ile oluşturabileceği bölgesel 
ve küresel ilişkilere engel teşkil etmemesi de en az bunun kadar önemlidir. 

Uluslararası ortamın önümüzdeki 25-30 yıl içinde tek kutupluluktan çok kutupluluğa doğru bir değişim süreci yaşayacağı, bu kapsamda Rusya, Çin, Hindistan ve bir ölçüde de Japonya’nın bu kutupları oluşturabileceği, AB’nin ise bir kutup olabilme niteliğinin zayıf bir ihtimal olduğu düşünülmektedir. NATO’nun da AB gibi genişlemesini sürekli tutması halinde ve ABD etkisi de azaldıkça karar alma sürecinde karşılaşacağı sıkıntılar nedeniyle önceki gücünü muhafaza 
edebileceği konusunda tereddütler bulunmaktadır. 

    Özellikle NATO’nun barış adına alan dışına çıkması, BM kontrolünde olmadığı takdirde önemli sıkıntılar yaratabilecektir. Bu nedenle Türkiye’nin NATO ile olan ilişkilerinin yanında diğer faktörleri de gözetmesinde yarar görülmektedir. Ancak yine de Atlantik ötesi ilişkilerin ve bu çerçevede NATO’nun temel güvenlik platformu olarak güçlendirilmesinin Türkiye’nin çıkarlarına uygun düştüğü varsayılmaktadır. 

NATO içerisinde karar alma süreçlerini incelediğimizde üye 26 ülkenin de eşit oy hakkı olduğu ve kararların oybirliği ile alındığı bilinmektedir, Türkiye’nin de bu karar alma mekanizması içerisinde kendi ulusal çıkarlarına ters düşen bir kararın çıkmasını tek başına engelleme gücüne sahip olduğu da bilinen bir gerçektir. 

Karar alma sürecinde 25 ülkenin diğer ülkeden daha güçlü, daha yetkili olduğu söylenemez. Oybirliği mekanizmasının böyle bir avantajı vardır. Asıl önemli olan husus Türkiye’nin ne istediğini ve ne istemediğini tam olarak ortaya koymasıdır. Bunun özünde dış politika konularında karar alma mekanizması içerisinde görevli olan makamların mutabakat içinde olması yatmaktadır. Eğer bu sağlanırsa, NATO içerisinde Türkiye, kendini daha iyi bir şekilde ifade edebilme olanağını bulur ve NATO platformuna getirmek istediği konuları, ittifak ülkeleriyle 
müzakere edebilme ortamı yakalar. Bu konuda Türkiye’nin Fransa’nın NATO’nun askeri kanadına dönüşünde takınacağı tavır örnek olarak verilebilir. Fransa, Türkiye’nin AB müzakere sürecini tıkayan, parlamentosunda Ermeni soykırımını kabul eden, 2. Körfez Savaşı’nda Patriot füzelerinin Türkiye’ye gelmesini önlemeye çalışan ve diğer çeşitli konularda da Türkiye aleyhine hareket eden bir ülke konumundadır. Fransa, askeri kanada dönmesinin yanında Virginia 
ve Madrid’deki komutanlıkların da kendisine verilmesini istemektedir. Türkiye bu hassasiyetleri, Fransa’nın askeri kanada dönmesinde doğrudan veya dolaylı bir şekilde gündeme getirilebilir ve tavrını gelişecek ortama göre ulusal çıkarlarımız yönünde gösterebilir. Diğer taraftan, ulusal çıkarları göz ardı etmeksizin NATO’ nun etkisizleştirilmesi yerine güçlendirilmesi, aynı ortak değerleri taşıyan üye ülkelerin güvenlik ihtiyaçlarına katkı sağlayan bir siyasi-askeri güvenlik örgütü olarak geliştirilmesinde de yarar görülmektedir. 

Sonuç 

NATO eski NATO değildir; değişime uğramıştır. Yeni üyelerin katılımı, ABD kontrolünü arttırmıştır. 

Ayrıca yeni tehdit algılamaları ışığında oluşturulan stratejileri ile de alan dışına çıkmaya başlamış ve etki alanını bir noktada bütün dünya olarak algılamaya başlamıştır. Bu kadar teşkilatlı, oturmuş, tecrübeli, savunmanın dışında siyasi ve sistem içi ilişkileri düzenleme, koruma ve geliştirme konularında başarılı olmuş bir teşkilatın sona erdirilmesi uygun olmayabilir. Ancak teşkilatın,  küreselleşme nin ve onun önderi durumunda olan ABD’nin politikalarına göre yönlendirilme sine de engel olmak gerekmektedir. 

Türkiye 1952’den itibaren NATO’nun üyesidir. O yıllarda artan Sovyet tehdidi karşısında kendi güvenliğini güçlendirmek maksadı ile bu teşkilata üye olmuştur. Soğuk Savaş sonuna kadar, NATO’nun sağladığı güvenlik konusunda zaman zaman endişeler, Kıbrıs Harekâtı’nda olduğu gibi bazı olumsuzluklar yaşamışsa da genel olarak olumlu bir dönem geçirmiştir. NATO, modernizasyon ve batı ile yakın ilişkiler konusunda müspet bir ortam oluşturmuştur. 

Türkiye’de buna  karşılık NATO’ya olması gerekenden çok fazla bağlılık ve sadakat göstermiştir. Ancak Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra dünya siyasetinde ve buna paralel olarak güvenlik politikalarında değişim olmuş, Türkiye çevresindeki bütün ülkelerle gerilim yaşarken, ilişkiler, gelişen siyasi duruma bağlı olarak yeni bir mecraya girmiştir. 

NATO, birinci öncelikli tehdit olarak gördüğü terör konusunda Türkiye’ye çifte standart uygulamıştır. 
Türkiye artık güvenliğini tamamen NATO çerçevesinde düşünmenin dışına çıkmıştır. Batı ile olduğu kadar, hatta daha fazla çevre, Kafkasya ve Orta Asya ile ilgilenmek ve buralarda işbirliği aramak zorundadır. Şangay İşbirliği Örgütü ile iletişim kurmayı değerlendirmek durumundadır. 

Dünyadaki yeni gelişmeler, Türkiye’nin tarihi, kültürel ve soy bağlantıları bu fırsatı önüne çıkarmıştır. 

Türkiye’nin NATO’yu dışlamadan ve batı ile ilişkilerini kesmeden, menfaatlerini ve güvenliğini bu yeni sahalara da taşıması gerekmektedir. 

Atlantik ötesi ilişkilerin tamir edilmesi, Türkiye’nin jeopolitik önem ve işlevinin daha iyi algılanmasına ve uluslararası güvenliğe katkısının daha iyi değerlendiril mesine yardımcı olacaktır. Türkiye, NATO’yu Transatlantik ilişkilerin temel politik ve askeri yapısı olarak görmektedir. 28 

Bu nedenle henüz bu ittifakın yerini doldurabilecek köklü bir yapı bulunmadığından, NATO İttifakı’na önem vermeye devam etmektedir.  

Ancak diğer taraftan NATO’ nun ve dünyadaki tehdit algılamalarının, Türkiye’nin bu ittifaka girdiği ortamda olmadığı, Soğuk Savaşı müteakip ittifakın daha çok ABD amaçlarına uygun hareket ettiği, Türkiye’nin bu ittifaka eskisi gibi ihtiyacı bulunmadığı, bu nedenle NATO’ya sadakat derecesinde bir bağlılığın ve bağımlılığın olmasına gerek olmadığı, NATO konusunun denge politikaları çerçevesinde yürütülmesinin Türkiye’nin menfaatlerine daha uygun olacağı
da değerlendirilmektedir. Türkiye’nin NATO’ya fazla güvenmeden ancak NATO’nun içinde kalarak ulusal çıkarlarına uygun hareket etmesi,  NATO’yu ülkelerle çeşitli konuları müzakere edebilecek, istikrarlı ve geniş bir platform olarak görmesi, çıkarlarına uygun olmayan konularda “veto” hakkını kullanması veya bunun karşılığında başka bir çıkar sağlaması uygun bir yaklaşım tarzı olacaktır. 

   Türkiye’nin bundan sonra kendisini merkeze alan, çevre ülkeleri, Rusya Federasyonu,Kafkasya, Orta Asya ile diyalog içinde olan çok taraflı bir dış politika uygulamasının yararlı olacağı kıymetlendirilmektedir. 

Güvenlik politikalarının da NATO’yu dışlamadan ancak yukarıdaki çerçevede ele almasının ve yürütülmesinin gerekli olduğuna inanılmaktadır.

DİPNOTLAR;

1 Yılmaz Tezkan, Siyaset, Strateji ve Milli Güvenlik, Ülke Kitapları, İstanbul, 2000, s. 36-39. 
2 Turan Moralı’nın “NATO Stratejisindeki Değişim ve Gelişmeler” konulu, 11 Mayıs 2004 tarihli, ASAM 24. Jeopolitik 
Tartışma Toplantısı’nda yaptığı konuşmasından, s. 10. 
3 Ali Karaosmanoğlu’nun “NATO Stratejisindeki Değişim ve Gelişimler” konulu, 11 Mayıs 2004 tarihli, ASAM 
   24. Jeopolitik Tartışma Toplantısı’nda yaptığı konuşmasından, s.10. 
4 Armağan Kuloğlu ve Fatma Elif Salkaya, “ Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye”, Stratejik Analiz, Cilt 4, 
No.48, Nisan 2004, s.23. 
5 Richard Haass, “The New Middle East”, Kasım/Aralık 2006, http://www.foreignaffairs. 
org/20061101faessay85601/richard-n-haass/the-new-middle-east.html, (Son Erişim: 25 Şubat 2009) 
6 George Friedman, “Obama Enters the Great Game”, 19 Ocak 2009, http://www.stratfor.com/weekly/
20090119_obama_enters_great_game, (Son Erişim: 5 Şubat 2009) 
7 Reuters, “US send more troops to flagging Afghan War”, 19 Şubat 2009, http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.
aspx?id=11033563, (Son Erişim: 19 Şubat 2009) 
8 NATO Genel Sekreter Yardımcısı Jean François Bureau’nun 30 Ocak 2009 tarihinde düzenlenen 17. Uluslararası 
Antalya Güvenlik ve İşbirliği Konferansındaki konuşmasından. 
9 TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mustafa Aydın’nın 30 Ocak 2009 tarihinde 
düzenlenen 17. Uluslararası Antalya Güvenlik ve İşbirliği Konferansındaki konuşmasından.. 
10 Fatih Karaosmanoğlu, “İttifak vizyonunu yeniledi”, 7 Temmuz 2004, www.radikal.com.tr/haber.php? haberno 
121483, (Son Erişim: 20 Şubat 2009) 
11 Gnkur. Bşk. Org. Hilmi Özkök’ün “ Terörizmle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi Açış Konuşması”, 28 Haziran 
2005 ve “Küresel Terörizm ve Uluslararası İşbirliği Sempozyumu Açış Konuşması”ndan, 23 Mart 2006. 
12 Gökçen Oğan ve Ergun Mengi, “NATO’nun Afganistan Görevi ve Türkiye’nin Katkılarına Dair Bir Değerlendirme”, 
Stratejik Analiz, Sayı 98, Haziran 2008, s. 65-66. 
13 T.C. Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün 30 Ocak 2009 tarihinde düzenlenen 17. Uluslararası Antalya Güvenlik 
ve İşbirliği Konferansındaki konuşmasından. 
14 Armağan Kuloğlu, “ABD Montrö’yü Yine Zorluyor”, 21 Ağustos 2008, 
     http://www.globalstrateji.org/TUR/Icerik_Detay.ASP?Icerik=1573, (Son Erişim: 18 Şubat 2009) 
15 Ibid. 
16 E. Büyükelçi CHP Milletvekili Dr. Onur Öymen’in 31 Ocak 2009 tarihinde düzenlenen 17. Uluslararası Antalya 
Güvenlik ve İşbirliği Konferansındaki konuşmasından. 
17 Erhan Türbeder, “NATO Bükreş Zirvesi ve Balkanlar”, Stratejik Analiz, cilt 9, sayı 91, Mayıs 2008, ss. 6-7. 
18 Habibe Kader, “NATO Toplantısı Sonrası Notlar”, 8 Aralık 2008,www.usakgundem.com. , (Son Erişim: 24 
Ocak 2009) 
19 Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması 
20 “NATO Savunma Bakanları Polonya’nın Krakow şehrindeki toplantısında bugün NATO-Gürcistan komisyonu 
toplantısı yapıldı.”, 20 Şubat 2009, http://www.iha.com.tr/haber/Dunya/57661-H-4/Nato-gurcistantoplantisi-
basladi, (Son Erişim: 22 Şubat 2009) 
21 “NATO’da Afgan Rüzgarı”, 6 Mart 2009, http://www.milliyet.com.tr/Dunya/HaberDetay.aspx?aType=Haber 
DetayArsiv&ArticleID=1067705&Kategori=dunya&b=&ver=44, (Son Erişim: 7 Mart 2009) 
22 Kurt Volker, ABD Dışişleri Bakanı Avrupa ve Avrasya’dan Sorumlu Yardımcısı, “Atlantik Ötesi Güvenlik: 
NATO’nun Bugünkü Önemi Trans Atlantic Security:The Importance of NATO Today” 23 Şubat 2006, http:// 
www.state.gov/p/eur/rls/rm/2006/62073.htm, (Son Erişim:25 Şubat 2006) 
23 Yılmaz Aklar, “ NATO Riga Zirvesi: Ne NATO’yla, ne de NATO’suz”, Stratejik Analiz, cilt 7,sayı 81, Ocak 
2007, s.66. 
24 Milliyet Gazetesi Köşe Yazarı Semih İdiz’in 31 Ocak 2009 tarihinde yapılan 17. Uluslararası Antalya Güvenlik 
ve İşbirliği konferansındaki konuşmasından. 
25 “NATO’nun 60. Yılı kutlamaları”, 9 Ocak 2008, www.aa.com.tr. , Anadolu Ajansı, (Son Erişim: 10 Ocak 2008) 
26 Sinem Kaya, 28 Kasım 2008 Genelkurmay Sarem Bşk.lığı bünyesinde Çoklu Gelecek Projesi hakkında kurum için bilgi notu. 
27 Emekli Subaylar Derneği Bşk. E. Tümg.Rıza Küçükoğlu’nun 31 Ocak 2009 tarihinde düzenlenen 17. Uluslararası 
Antalya Güvenlik ve İşbirliği Konferansındaki konuşmasından . 
28 Yılmaz Aklar, “NATO Riga Zirvesi: Ne NATO’yla, ne de NATO’suz”, Stratejik Analiz, cilt7, sayı 81, Ocak 2007, s.67. 


***