ulus-devlet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ulus-devlet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Nisan 2020 Pazar

TÜRKİYE NİN GÜVENLİK ALGILAMALARI VE ABD POLİTİKALARININ GÜVENLİĞİMİZE ETKİLERİ, BÖLÜM 2

TÜRKİYE NİN GÜVENLİK ALGILAMALARI VE ABD POLİTİKALARININ GÜVENLİĞİMİZE ETKİLERİ, BÖLÜM 2




Yunanistan.,

İki ülke arasındaki sorunlar, geçici olarak gündem dışı tutulmaya çalışılsa da,
ulusal çıkarlar söz konusu olduğundan sürekli bir barış ortamının yaratılması
mümkün görülmemektedir. İki ülke de NATO üyesi, biri AB, diğeri AB aday
ülkesi olmasına rağmen Yunanistan’ın sorumsuz ve doyumsuz davranışları her
an için bir çatışma ortamı yaratabilecek niteliktedir. Yunanistan Türkiye’nin
zayıf duruma düştüğü durumlarda, üstünlük sağlamak maksadıyla
“Düşmanımın düşmanı dostumdur” anlayışı ile hareket edebileceğini,
Türkiye’nin terörle mücadelesindeki en yoğun olduğu zamanda Suriye ile de iş
birliği yaparak göstermiştir. Türkiye’yi zayıf duruma düşürebilmek için PKK
terörüne destek veren ülkeler arasındadır. Kıbrıs konusu, karasuları, kıta
sahanlığı, FIR hattı, adaların silahlandırılması, aidiyeti belli olmayan adalar ile
ilgili tutumu, münhasır ekonomik bölge konusundaki davranışları ve GKRY
ile bu konudaki dayanışması, sürekli olarak Türkiye aleyhine genişleme ve etki
sahasını arttırma çabaları konularında Türkiye’ye problem çıkarmaktadır.
Yunanistan hangi şartlar içinde olursa olsun tehdittir. Sürekli üstün durumda
bulunmamızı gerektirir.

Bulgaristan.,

Soğuk Savaş sonrası Varşova Paktı’nın ortadan kalkmasını müteakip
NATO’ya ve AB’ye üye olan Bulgaristan’ın oluşan şartlar itibariyle tehdit
olma durumu ortadan kalkmıştır. İyi ilişkiler içinde olduğumuz dost bir ülke
konumuna dönüşmüştür. Ancak eski husumetlerin yeniden ortaya çıkabilme
potansiyeli olduğundan dikkatli olunmasında yarar görülmektedir.

İç Tehditler.,

Bölücülük Tehdidi.

İç tehditlerden önemli olanlardan biri “Bölücülük”tür. Türkiye’de cereyan
eden etnik esaslı bölücülük/Kürtçülük hareketinin, Ortadoğu kaynaklı bölgesel
ve aynı zamanda küresel bir hareket olduğu göz ardı edilmemelidir.
Küreselleşmenin politik hedefi, ulus devlet üzerinde hegemonya yaratmak,
milliyetçilik duygularını yok ederek emperyalizmin ve dolayısı ile büyük
sermayelerin önündeki engelleri kaldırmaktır. Dolayısı ile küreselleşme,
bölücülük tehdidinin dolaylı bir nedeni olarak görülebilir. Ayrıca insan hakları,
özgürlükler ve demokrasi kavramları, küreselleşme adına hâkim unsurların
dünyayı kontrol edebilmesinin bir aracı, bir paravanı olarak kullanılmaktadır.
Avrupa Birliği (AB) tarafından, azınlık olarak kabul edilmesi imkânsız olan,
hatta bu toplumların büyük bir bölümü tarafından dahi reddedilen, Türkiye
Cumhuriyeti’nin asli unsurları Kürtler ve Aleviler gibi vatandaşlarımızı
bütünden koparmaya yönelik sözde haklarının verilmesi talepleri gündeme
getirilmiştir. Devleti oluşturan onurlu kurum ve kuruluşların ve Türklüğü
aşağılayıcı ifadelere karşı korumayı esas alan kanunun kaldırılması istenmiştir.
Bunlar insan hakları, özgürlükler ve demokrasi maskesi ile küreselleşme
oluşumunun, Türkiye’yi zayıflatmaya yönelik yaklaşımları olarak
değerlendirilmektedir. AB’nin bu yaklaşımları da bölücülük tehdidinin bir
parçası olarak değerlendirilmektedir.

Diğer taraftan bölgesel ve aynı zamanda küresel bir hareket olan, etnik esasa
dayalı bölücü ve Kürtçü hareketin Irak’taki ayağını teşkil eden kuzeydeki
yapının, bağımsız “Kürdistan Devleti”ne dönüştürülmesi amacı, geçerliliğini
korumakta ve bu oluşum Türkiye’ye tehdit teşkil etmektedir. ABD, kuzeydeki
bu yerel yönetimi korumaktadır. Türkiye’yi bağımsız bir Kürt Devleti’nin
kurulması yönündeki oluşuma hazırlamak için iç ve dış basında çıkan yazılar,
yapılan yorumlar ve konuşmalara dikkat edilmesi gerekmektedir. Türkiye’nin
bu durumu kabullenmesi için hamilik, iyi ilişkiler gibi söylemlere itibar
etmemesi ve kamuoyunun da bu konuda aydınlatılması önleyici tedbirler
olarak faydalı olacaktır.

Bölücü terör hareketinin hedefi, öncelikle ulus devlet ve bilahare üniter devlet
yapısının ortadan kaldırılmasıdır. Etnik kimliklerinin anayasal güvenceye
kavuşturulması talebi, doğrudan ulus devlet yapısını hedef almaktadır. Sonraki
hedef de üniter devlettir.

Etnik esasa dayalı bölücülük yapanlar, silahlı propaganda aracı olarak
kullanılan terörü, siyaseti veya her ikisini birbirini destekleyecek şekilde
kullanmakta ve konuyu kamuoyuna kabul ettirmeye ve ortamı uygun hale
getirmeye çalışmaktadır. Siyaset yolu ile yapılan bölücülük, terörden çok daha
tehlikelidir. Bu tehlike hem iç siyaset, hem de dış siyaset açısından geçerlidir.
Konunun boyutları siyasi dış müdahaleden, ekonomik, sosyal ve fiili dış
müdahaleye kadar uzanabilir. Halen yerel yönetimlerin bölgede etkili duruma
gelme çalışmaları, hatta bu yönetimlerin merkezi devlet yönetimine alternatif
olma çabaları gözden kaçmamaktadır. Hareket, etnik esaslı siyaset yapan bir
siyasi parti ile de desteklenmektedir. Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetim de
Türkiye iç siyasetini etkileme çabasındadır. Bu nedenle “terör yapma, siyaset
yap” anlayışının ne kadar yanlış bir yaklaşım olduğu aşikârdır. Türkiye, hem iç
hem de dış gelişmelerden etkilenen ve birinci derecede tehdit oluşturan
bölücülüğe karşı tedbir almalıdır. Bu kapsamda; siyasi kararlılık en önemli
faktördür.

Bölücülük tehdidine karşı yapılan mücadelede dış tedbirler olarak; ABD ile
ilişkilerde, müttefiklik anlayışına uygun, birbirlerinin menfaatlerine zarar
vermeyen sahalarda al-ver ilişkisine dayanan bir iş birliği gerçekleştirilmelidir.
Zarar veren konularda ise verimkâr olunmaması, egemen bir ülke olarak hareket
edilmesi esas alınmalıdır. AB ile ilişkilerde, Türkiye’nin güvenliğine doğrudan
ve dolaylı etki eden her konuya sınırlama getirilmelidir. Çevre ülkelerle diyalog
içinde olunmalıdır. Bölgedeki istikrar için ortam yaratma teşebbüslerine,
aşırılığa kaçmadan ve muhtemel sonuçlarını değerlendirerek devam edilmelidir.
Niyet ve maksadımız net olarak anlatılmalı, güvenliğimizin hiçbir ülke veya
yönetimin inisiyatifine bırakılamayacağı açıkça belirtilmeli ve bunun da
arkasında kararlılıkla durulmalıdır.

Yine bu kapsamda yapılacak müdahalede iç tedbirler olarak; devlet otoritesi her
yerde kayıtsız ve şartsız sağlanmalıdır. Küreselleşmenin paravanı olarak
kullanılmak istenen demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerin güvenliği ve
devlet otoritesini sarsmasına müsamaha edilmemelidir. Kritik olarak tanımlanan
bölgelere tecrübeli bürokratlar atanmalı ve devletin varlığını göreceli olarak
hissettirecek imkânlar götürülmelidir. Yargının caydırıcı olacak şekilde hukuk
devleti anlayışından sapmadan süratli hareket etmesi de bu konuda önemli bir
etkendir. Güvenlik güçlerinin terörü önlemede yetkili ve etkili olabilmesi için
bir takım hukuki düzenlemelere ihtiyaç duyulduğu da bir gerçektir. Bu konuda
tedbir alınmasından çeşitli düşüncelerle imtina edilmemelidir. Bölgede askeri
tedbirlerin yanında eğitim seferberliği ve nüfus kontrolü tedbirlerinin alınması
zarureti de bulunmaktadır. Bu tedbirleri ekonomik ve sosyal tedbirlerin takip
etmesi de gerekmektedir. Mücadeledeki en etkin faktörün, kamuoyu desteği
olduğu, halk tarafından benimsenmiş ve devletin tüm organları ile koordineli
olarak desteklenmiş bir mücadelenin mutlaka başarıya ulaşacağı bilinmelidir.
Kamuoyu desteği kazanmanın ve hareketin halk tarafından benimsenmesi için
de karşı propaganda ve psikolojik harekâtın etkili olacağı değerlendirmektedir.

İrtica Tehdidi.,

Diğer bir iç tehdit de “irtica"dır. Toplumun önemli bir kesiminin; eğitim
düzeyinin düşük olması, modern yaşam tarzının dışında bulunması, geleneklere
bağlı olması, değişime adapte olamaması veya çarpık adaptasyona tabi olması,
açık ve gizli işsizliğin yaygınlığı ve fakirlik, istismara müsait bir ortam
yaratmaktadır. Bu durumda din olgusu etken bir faktör olarak ön plana
çıkmaktadır. Din konusu Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bugüne kadar
bazı çevreler ve oluşumlar tarafından istismar edilmiştir. İktidar olabilmek ve
çıkar sağlamak amacıyla kullanılmıştır. Siyasete alet edilmiştir. Fırsat buldukça
devletin kadrolarına sızmış ve genişleme temayülü göstermiştir. Demokrasi adı
altında laik sistem erozyona uğratılmaya çalışılmaktadır. İrticai unsurlar laiklik
karşıtı faaliyetlerini; vakıf, dernek vb. isimler altında bir takım yasal oluşumlar
vasıtasıyla yurt içinde ve dışında sürdürmeye devam etmektedirler. Ülkemizdeki
etnik ve dini yapı ve bu konudaki kültürel zenginliğimiz, bazı dış destekli
çevreler tarafından istismar edilmeye çalışılmaktadır. Anayasal bütün
kurumların laik, demokratik, sosyal hukuk devletinin koruyucusu durumunda
olması, demokratik sistem içinde irtica ile mücadele etmesi gerekmektedir. Bu
konuda yapılacak mücadele, samimi dindarların, maneviyata önem verenlerin
ve genel anlamda toplumun duygu ve düşüncelerini rencide etmemelidir.
ABD’nin Yeni Politikalarının Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri
ABD’nin yeni Başkanı Obama’nın açıklamalarından ve Dışişleri Bakanı
Clinton’un Türkiye ziyaretinden ve yine Başkan’ın Türkiye’ye yaptığı
ziyaretteki ifadelerinden anlaşılacağı üzere, ABD’nin Türkiye hakkındaki
düşüncelerine ilişkin ana politikasında bir değişiklik olmadığı sonucuna varmak
mümkündür. ABD’nin bölgeye ilişkin ana politikasının, Türkiye ile iyi ilişkiler
kurarak Türkiye’nin jeopolitik durumundan yararlanıp bölge üzerinde kontrol
sağlamak olduğu değerlendirilmektedir. Önceki dönemde bu politikayı
gerçekleştirmek için “ılımlı İslam” anlayışının hâkim kılınması strateji olarak
benimsenmiş, ancak tepki çektiği anlaşılınca, yeni yönetim tarafından bu
yaklaşımdan vazgeçilerek, “laik anayasa ve demokrasi” tabirine vurgu
yapılmıştır. ABD Başkanı’nın ziyaretinde kullandığı “Model Ortaklık” tabirini
değerlendirmekte fayda görülmektedir. ABD ile “Stratejik Ortak” olmadığımız
ve olamayacağımız bilinmektedir. İlişkilerimiz, ikili ve NATO çerçevesinde
“Stratejik Müttefiklik” düzeyindedir. Bu durum, belirli sahalarda müşterek
hareket etmeyi öngörür. Ancak ilişkilerin tek taraflı değil karşılıklı menfaat
ilişkisine oturtulmasını, al-ver durumunu birbirine zarar vermeden
gerçekleştirmeyi gerektirmektedir. “Model Ortaklık” tabirinin “Stratejik
Müttefiklik” ile eşdeğer kabul edilebileceği düşünülebilir. ABD’nin Türkiye’ye
olan davranışlarında değişiklik yapmasının, değişik bir strateji ile yaklaşmasının
altında birçok beklentisinin olduğu kıymetlendirilmektedir. Bu beklentilerinin
neler olabileceği hususunda aşağıdaki değerlendirmeleri yapmak mümkün
olabilecektir.

ABD, Türkiye’nin önemli tehdit algılamalarından olan PKK bölücü terör örgütü
ile sınır ötesindeki mücadelesine, 5 Kasım 2007 tarihindeki Erdoğan-Bush
görüşmesinden sonra, Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetimi kabullenmesi ve
onunla iletişim kurması, iyi ilişkiler oluşturması ve muhatap olarak kabul etmesi
karşılığında müsaade etmiş ve yardımcı olmaya başlamıştır. Yeni ABD
yönetimi de önceki yönetimin son zamanlardaki politikası yönünde davranış
göstermiş ve Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetimle başlayan diyalogun devam
ettirilmesi ve güçlendirilmesine destek veren bir yaklaşım içinde olmuştur.
Türkiye’nin de bu anlayış içinde hareket etmesi ve PKK terörünün
sonlandırılması için her çareye başvurulabileceği yönündeki davranış tarzı,
Irak’ın kuzeyindeki yönetim, Irak merkezi yönetimi ve ABD tarafından olumlu
karşılanmıştır. Ülke içinde, hatalı bir yaklaşım da olsa, zaman zaman “Kürt
Sorunu” olarak adlandırılan konuya, çözüm adı altında birtakım açılımlarda
bulunabileceği yönünde çalışmalar yapıldığına ilişkin, devlet yetkililerinin
ifadelerine de rastlanmaktadır. Bu durum “Terörle bir yere varılamaz”
anlayışına ters düşmektedir. Terör yerine siyaset yapılması, bu maksatla PKK
teröristlerine af çıkarılması yönünde isteklerle karşılaşılmaktadır. Bu konu
ABD’nin bazı devlet yetkilileri tarafından da sık sık dile getirilmiştir. 

Bölücü terör hareketinin ara hedefinin konuyu siyaset alanına taşımak, hatta kendisinin siyaset sahnesinde rol almak olduğu dikkate alınmalıdır. Siyaset yolu ile yapılan bölücülük faaliyetinin bölücü terörden daha tehlikeli olduğu unutulmamalıdır.
Obama, Türkiye ziyaretinde, Kürtçe TV’nin açılmasını olumlu karşıladığını, Eğitim dahil Kürtlere tanınan hakların arttırılmasını beklediğini söylemiştir. 

Bu konunun aynı zamanda terör örgütünün taleplerinden olduğu ve bölücülüğe
hizmet ettiği unutulmamalıdır. Siyaset yolu ile bölücülük yapılmasına asla
müsaade ve müsamaha edilmemelidir.
  ABD’nin Kürt konusundaki yaklaşımlarında, iç hassasiyetler de dikkate alınarak ihtiyatlı olunması zarureti bulunmaktadır.

ABD’nin Irak’tan askeri kuvvetlerini bir plan dâhilinde çekeceği ve 2011 yılı
sonuna kadar bu işlemi tamamlayacağına ilişkin iki ülke arasında yapılan SOFA
antlaşmasında hüküm bulunmaktadır. Yeni yönetimin, kuvvetinin önemli bir
kısmını erken çekme arzusunu gerçekleştirecek bazı değişiklikler olabileceğini
dile getiren açıklamaları olduysa da, bu plana ana hatları ile uyum göstereceği
anlaşılmıştır. ABD, Irak ordusunun yeniden yapılandırılması, organizasyonu,
lojistik desteği için istekte bulunmuştur. Bu maksatla Türkiye ile Irak arasında
bir protokol imzalanmıştır. Önümüzdeki dönem için de ABD, askeri
kuvvetlerinin Irak’ı tamamen terk etmesi veya mevcudunun azalması halinde
çeşitli şekillerde ortaya çıkabilecek kuvvet zafiyetini Türkiye vasıtasıyla
giderme konusunda ön talepte bulunabilecek, doğabilecek bir çatışma ortamında
Türkiye’den destek isteyebilecektir.

ABD’nin, kuvvetlerinin önemli bir kısmının Irak’tan çekilmesini Türkiye
üzerinden yapma talebinde bulunduğu düşünülmektedir. Böyle bir talebin, bir
işgale son verme anlamını taşıması itibariyle olumlu karşılanmasında mahsur
olamayacağı değerlendirilebilir. Ancak bunun şartlarının uygun planlanması,
zaman, mekân, çekilme süresi ve kuvvet değerlendirmesinin iyi yapılması ve
kontrolünün tam sağlanması zarureti bulunmaktadır.

ABD, Irak’ın kuzeyindeki yönetim ile ilişkilerimizi geliştirme, tehdit olarak
algılamamıza engel olma, bir noktada bu yapıya hamilik yaparak yaşamasına
imkân sağlama konusunda garantiler alma ve destek olma isteklerinde
bulunabilecek, Kürtlerin yaşam sahasının olgunlaştırılmasını talep edebilecektir.
Nitekim Obama Türkiye’ye yapmış olduğu ziyarette bu çerçevede ifadelerde
bulunmuş. Hatta PKK ile mücadelede Türkiye’nin, Irak’ın kuzeyindeki yapı ile
de işbirliği yapmasını öngörmüştür.

ABD, İran ile diyalog kurma ve müzakere etme konusunda yaklaşımlarda
bulunmaktadır. İran ise rejimin devamının, ABD ve Batı ile yakınlaşmamasına
bağlı olduğuna inanmaktadır. Bu konuda sertlik yanlıları ile orta yolu izlemek
isteyen siyasetçiler arasında çekişme yaşanmaktadır. ABD, İran ile münasebet
konusunda bölge ülkesi olan Türkiye’nin, İran ile iyi olarak nitelendirilen
ilişkilerinden istifade etmek istemektedir. Ancak Obama Türkiye ziyaretinde,
İran’ın nükleer teknoloji çalışmaları konusunda BM tarafından uygulamaya
konabilecek yaptırımlara Türkiye’nin uyması ve batı bloğu içinde yer almasını
çağrıştıran ifadelerde bulunmuştur. Bu konu önem arz etmektedir. Ayrıca
ABD’nin son tahlilde askeri müdahale gerektiğinde yine Türkiye’nin desteğini
talep edebileceği de göz önünde tutulmalıdır.

Aynı şekilde ABD, Suriye konusunda da politika değişikliğine gitmiş ve bu
ülkeyi de şer ekseninden çıkararak diyalog kurma, ehlileştirme ve uluslararası
sisteme monte etme niyetini belli etmiştir. Bu konuda da Suriye ile iyi ilişkiler
içinde olan Türkiye’den istifade etmek istemektedir.
ABD, Türkiye’nin, son yaşanan gerilimler dışarıda tutulmak kaydıyla, İsrail ile
uzun bir dönemdir kurduğu olumlu diyalogdan ve ilişkilerden istifade ile
Suriye-İsrail barış sürecine katkısının devamını talep etmektedir.
ABD, Türkiye’nin Hamas üzerindeki etkisinden istifade ile Hamas’ı ehlileştirme, Filistin Kurtuluş Örgütü ile Hamas arasında bir anlaşma sağlanmasına katkıda bulunma ve dolayısı ile İsrail-Filistin anlaşmazlığında olumlu rol oynama konusunda isteklerde bulunabilir.

Afganistan konusu NATO açısından başarılı veya başarısız olma durumuyla
eşdeğer tutulmaktadır. Bu nedenle ABD Afganistan konusuna önem vermekte
ve kendisi askeri katkısını arttırdığı gibi müttefiklerinden de destek vermelerini
ve mevcut desteklerini de arttırmalarını talep etmektedir. Bu konuda
Afganistan’a önemli katkılarda bulunan Türkiye’den de desteğini arttırmasını
talep etmektedir. 3-4 Nisan 2009’da yapılan NATO Zirvesi’nde yine dile
getirilmiş ve müttefiklerin 5000 asker daha göndermeleri kararlaştırılmıştır.
Tarihi boyutta Türk-Afgan ilişkilerinin seyrine bakıldığında dostluk ve
yardımlaşma söz konusudur. Afgan halkı Türkiye’ye sempati duymakta ve
güvenmektedir. ABD Türkiye’nin Afganistan’daki sempatik ve kabul görme
durumundan istifade etmek istemektedir. Ayrıca Türkiye, güvenlik sağlama
faaliyetine ilave olarak Afganistan’da istikrarın sağlanmasına, ülkenin yeniden
inşası ve yapılanmasına parasal destek de dâhil önemli katkılar sağlamakta,
ülkeye ve ülke halkına çeşitli yardımlarda bulunmaktadır. ISAF’ın komutasını
da iki defa üslenmiştir. Komutayı yeniden üstlenmesi de gündemdedir. Komuta
Türkiye’ye geçtiğinde 750 kadar olan asker sayımızın doğal olarak bir miktar
artacağı 1000 civarına çıkacağı düşünüldüğünde, NATO’nun 5000 asker
arttırma isteğinden payımız düşenin karşılandığı kabul edilebilir. Ancak
görevlendirme yine Kabil ve civarının güvenliği çerçevesinde olmalı, çatışma
sahasında Türk askerinin bulunmamasına özen gösterilmelidir. Bu çizginin
dışına çıkmak, her iki toplum için de sakınca doğurur. Ayrıca Türkiye-
Afganistan- Pakistan arasında bir müddettir yapıla gelmekte olan üst düzeydeki
temas ve toplantıların da, hem Afganistan’da, hem de Pakistan’da istikrara
hizmet ettiği dikkate alınmalıdır. Taliban, çıkış noktası olan ve Afganistan’da
olduğu kadar Pakistan’da da problem yaratmaktadır. Taliban’ın militan olmayan
kanadının siyasete çekilmesi, terörle mücadelede kolaylık sağlayacağı
düşünülmekte, bu konuda Türkiye’nin Afganistan ile birlikte Pakistan ile olan
dostluk ve kardeşliğinin de önemli rol oynayacağı değerlendirilmektedir. Bu
gelişmede elde edilecek olumlu sonuçlar, Türkiye’ye uluslararası ortamda
prestij sağlayacak, bölge üzerinde sevgi, sempati ve hoşgörüye dayanan bir
etkinlik oluşturulmasına imkan yaratacaktır. Bu durum, Afganistan’daki
istikrarın sağlanmasına hizmet edeceğinden, aynı zamanda NATO ve
müttefiklere de katkı sağlama, yardımda bulunma anlamına gelecektir.
Türkiye’nin Afganistan konusundaki katkılarını sadece muharip asker katkısı ile
ölçmek mümkün değildir. Türkiye’nin bu konudaki girişimleri son derece etkin
ve olumlu sonuç almaya yöneliktir.

Genel olarak ABD, Arap ve Müslüman dünyası ile ilişkilerde Türkiye’nin bir
bölge ülkesi olmasından, nüfusunun büyük bir kısmının Müslüman olmasından
ve göreceli olarak muhafazakâr yaklaşımlar sergileyerek bölgede sempati
toplamasından, ancak aynı zamanda laik ve demokratik yapısı ile Batı
değerlerini taşımasından istifade etmek istemektedir. ABD ölçüsüz güç
kullanarak kontrol sağlama konusunda netice alınmayacağını idrak etmiş
durumdadır. Ayrıca yaşanan küresel ekonomik krizden en fazla etkilenen, hatta
krizin kaynağı olan ülke konumundadır. Bu nedenle bir müddet için daha
yumuşak politikalar uygulayarak zaman içinde yeniden politik, ekonomik ve
askeri alanlarda güç toplamayı tercih etmektedir. Bu nedenlerle uygulayacağı
politika ve stratejilerde Türkiye’nin jeopolitik durumuna, tarihi ve kültürel
değerlerine önem veren bir anlayışla hareket etmektedir.
Kırgızistan, ABD’ye ait Manas askeri üssünü kapatma kararı almıştır. Manas,
Afganistan’daki Amerikan üslerine lojistik destek sağlaması açısından önem
taşımaktadır. Bu durumda ABD’nin, ikmal konusunda Türkiye’den de talepte
bulunabileceği değerlendirilmektedir. Ancak Kırgızistan, Manas üssü
konusunda, ABD’nin girişimi ile bu konuyu yeniden görüşmeye niyetli
görünmektedir.

Diğer önemli bir konu da “Sözde Ermeni Soykırımı” ve “Ermenistan ile
ilişkiler” meselesidir. Obama’nın seçim kampanyalarında güçlü şekilde dile
getirdiği konulardan biri de Ermeni soykırımını tanıyacağı sözüdür. Obama her
ne kadar Türkiye ile stratejik ilişkileri geliştireceği ve güçlendireceğini ifade
etse de bu durum, Türkiye-ABD ilişkilerini olumsuz yönde etkileyebilir.
Diaspora bu durumda etkisini arttırabilir, Ermenistan bundan güç alabilir.
Tanınmadan sonra sırada olduğu nitelendirilen tazminat ve toprak konuları
zaman içinde gündeme getirilebilir. Bu durum Türkiye’yi politik açıdan
meşgul ve rahatsız edebilir. Aslında bu konu ABD’de birçok eyalette kabul
görmüşse de, merkezi yönetimde böyle bir karar alınması, önemli olarak
mütalaa edilmektedir.

Seçim döneminde söylenenlerle, icraatta karşı karşıya gelinen gerçeklerin
birbirini tutmadığı geçmişte yaşanmıştır. Bu konudaki beklenti, başkanların
tutumlarında değişiklik olabileceği yönünde olmasına rağmen, bu kadar güçlü
bir vaatten nasıl vazgeçileceği bilinmemektedir. Yeni ABD yönetimi bir
taraftan bölgede istikrar sağlanmasını arzu ederken, diğer taraftan da
seçmenine ve genel olarak halkına karşı, sözde Ermeni soykırımının ABD
Meclisi’nde kabulü sözünden vazgeçmeyi nasıl savunacağının hesabını
yapmaktadır. Vazgeçmenin Türkiye açısından bedelinin olabileceği
düşünülmektedir. Ermenistan ile olan ilişkilerde yeni ve karşılanması zor
taleplerde bulunulabilir. Bu nedenle tasarının çıkmasını önleyici, çıkması
durumunda da karşı koyucu önlemler konusunda değerlendirmeler yapılması
gerekli görülmektedir. Bu konuda Obama’nın Türkiye ziyaretinde TBMM’de
yaptığı konuşma şüpheler yaratmıştır. Tarihle yüzleşmekten çekinilmemeli
demiş, 1915’de arzu edilmeyen olayların yaşandığını ifade etmiştir. Ancak
diğer taraftan da bu meselenin Türkiye ile Ermenistan arasında çözümleneceğini, ABD olarak karışılmaması gerektiğini de belirtmiştir.
Türkiye ile Ermenistan arasındaki yeni açılımları desteklediğini ve ilerlemesini
arzu ettiğini de açıklamıştır. Ancak bu gelişmelerin Azerbaycan’ı gücendirdiği
de dikkate alınmalıdır. Azerbaycan’dan hiçbir temsilcinin İstanbul’da yapılan
Medeniyetler İttifakı toplantısına katılmaması manidardır.
Ermenistan’ın soykırım iddiasından vazgeçmeden, sınırlarımızı tanıdığını ve
Doğu Anadolu topraklarında iddiası olmadığı açıklamadan ve bunu teyit
etmeden, Azerbaycan’da işgal ettiği topraklardan çıkmadan Türkiye’nin tek
taraflı açılım yapması durumu, yeniden değerlendirmeye ihtiyaç gösteren bir
konu olarak karşımızı çıkmaktadır. Batı, AB, ABD istedi diye karşılıksız
açılımda bulunulması prestij kaybına, dostları kaybetmemize, zaman içinde
tehdit oluşmasına yol açacağından üzerinde tekrar tekrar düşünülmesini zaruri
kılmaktadır.

Obama, seçim konuşmaları esnasında Türkiye’yi, Kıbrıs’ta işgalci güç olarak
nitelendirmiştir. Bu durum, hem Kıbrıs Rum Yönetimi’nin, hem
Yunanistan’ın, hem de AB’nin yaptırımlar ve tavizler kapsamında Türkiye’ye
karşı elini güçlendirmektedir. Esas itibariyle ABD’nin Kıbrıs politikasına
baktığımızda ABD; Türk-Yunan ilişkilerindeki gelişmeleri, Doğu Akdeniz
güvenliğinin bir parçası olarak algılamaktadır. Dolayısıyla Kıbrıs’a ilişkin bir
çözüm, ABD için ikinci önceliktedir. ABD, Türkiye-Yunanistan arasında
meydana gelebilecek bir çatışmayı, sadece NATO müttefikleri olmaları
açısından değil, aynı zamanda ABD için hayati öneme haiz bölgelerin güvenlik
ortamını doğrudan etkilemesi ve kendi çıkarları açısından önlenmesi gereken
bir durum olarak da görmektedir. Diğer taraftan İngiltere, garantörlük hakkını,
Adadaki üslerinin korunmasına yönelik bir imtiyaz olarak görmekte, çözümde
de İngiliz çıkarlarının korunmasını esas almaktadır. Bu nedenle İngiltere
AB’ye üye olurken üsleri, AB statüsünün dışında bırakmaya özen göstermiştir.
ABD’nin de bu üslerden yararlanması, onun da meseleye İngiltere gibi
bakması sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Obama Türkiye ziyaretinde, Kıbrıs
konusunda, birleşik, iki federasyonlu bir yapı oluşturma yönünde devam eden
müzakere sürecini desteklediğini ifade etmiştir. İzolasyonların kaldırılmasından söz etmemiştir. Türkiye’nin, ABD’nin Kıbrıs konusunda olabilecek yeni bir yaklaşımlarını, yukarıdaki argümanları kullanarak karşılamasının uygun olabileceği değerlendirilmektedir.

SONUÇ

Ulusal güvenlik kavramı çok boyutlu bir kavramdır. Mevcut ve potansiyel
tehditlere karşı alınacak önlemler manzumesinin tümünü ihtiva eder. Sadece
askeri tedbirler yeterli olmayabilir. Ulusal güvenlik, milli güç unsurlarının ve
kendisinin altındaki diğer güvenlik kategorilerinin bir şemsiyesi konumundadır. Ulusal güvenlik kavramının içinde ulusal çıkarlar, ulusal hedefler, ulusal politika, ulusal strateji ve ulusal güç bulunmaktadır. 
Ulusun ortak çıkarları, devlet idaresinde temel düşünceyi oluşturur. Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra riskler ve belirsizlikler oluşmuş, tehditler değişik bir boyut kazanmıştır. Gelinen durum, reaktif (etki-tepki) önlemlerden çok
proaktif (ön alıcı) tedbirler alınmasını gerektirmektedir. Caydırıcı tedbirler
önem arz etmektedir.

Türkiye`nin jeopolitik önemi ile sahip olduğu coğrafi, nüfus, bilim, teknolojik, sosyal ve kültürel güçlerin ülkemize sağladığı avantajlar da dikkate alınarak, politik, askeri ve ekonomik stratejik güvenlik sınırlarımızın öncelikle etki alanımız olması gereken Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya`yı kapsayacak şekilde belirlenmesinin ve Karadeniz, Ege Denizi ve Akdeniz’in ve bu sınırların içine dâhil edilmesinin uygun olacağı değerlendirilmektedir.

Küreselleşme bir gerçektir. Onunla birlikte yaşamak, faydalı kısımlarından
yararlanmak, tehdit olan kısımlarından korunmak gerekmektedir.
Küreselleşmenin başlıca hedefi ulus devlet anlayışının yok edilmesidir. Esas
korunması gereken nokta budur.

Türkiye’ye müteveccih dış ve iç tehditler bulunmaktadır. Bu tehditlerin çevre
ülkelerinden kaynaklanabildiği gibi, Türkiye’nin etkide bulunma veya
etkilenme konumunda bulunduğu bölgelerden, küresel güç unsurlarından, ilgi
sahasındaki gelişmelerden, bölücü akım ve faaliyetten, irticadan ve her türlü
kutuplaştırmaya yönelik hareketten kaynaklandığını söylemek mümkündür.
Ancak bir eylem veya gücün tehdit olabilmesi için sahip olunan değerlere
hasmın zarar verme niyetinin olması ve elinde, bu niyetini gerçekleştirecek  yeterli imkân ve vasıtalarının bulunması gerekmektedir.
Türkiye kendisine yönelen tehditlerin tümüne karşı koyabilecek güçtedir. Bu
gücü tarihi geçmişinden, gelenek ve göreneklerin de içinde olduğu kültürel
yapısından, milletinin duygularından, coğrafyasından, jeopolitik durumundan
ve öneminden, silahlı kuvvetlerinden, laik, demokratik ve sosyal hukuk
devleti anlayışından ve Atatürkçü düşünce sisteminden almaktadır. Ulus
devlet, laik devlet, üniter yapı mutlaka korunması gereken değerlerdir.
Türkiye’nin enerjisini, etnik, dini, çeşitli olaylardan dolayı rövanş alma,
menfaat sağlama gibi düşüncelerle dışarıdan destekli veya desteksiz iç
çekişmelere harcaması, ülkede kutuplaşmalar yaratmakta, birlik ve beraberliği
bozmakta bu husus da güvenliği olumsuz yönde etkilemektedir. Bu gibi
zararlı düşüncelerin, aklı ve mantığı esir almasına müsaade edilmemeli, aynı
gemide olduğumuz hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir. Türkiye’nin
güvenlik algılamasının esasının birlik, beraberlik ve bütünlükten geçtiği,
içeride yaratılacak güçlü durumun her şeyden önemli olduğu bilinmelidir.
Uluslararası ilişkilerde dostlukların değil, menfaatlerin söz konusu olduğu
gerçeğinden hareketle, başta ABD olmak üzere tüm diğer güçlerin
yaklaşımlarını bu çerçevede değerlendirmekte fayda görülmektedir. Duygusal
hareket etme temayülünden kaçınılmalı, güvenliğimize zarar verme ihtimali
olan her girişime karşı ihtiyatlı olunmalıdır.

KAYNAKÇA

ATASOY, Fatih, Küresel Milliyetçilik, Tevfik DALGIÇ Batılılık, Küreselleşme
ve Kemalist Milliyetçilik üzerine bazı görüşler.
BÜYÜKANIT Yaşar, Güvenliğin Yeni Boyutları Ve Uluslararası Örgütler
Konulu Sempozyum Açış Konuşması, 31 Mayıs 2007.
DEMİR, M. Faruk, 21. Yüzyılda Türkiye İçin Yeni Bir Milli Güvenlik Siyaseti /
Stratejik Öneriler Belgesi, 2002.
İLHAN, Suat, Jeopolitik Duyarlılık, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara,
1989.
KUBALI, Ali Nail, Yeni Asır Gazetesi, Yükselen Milliyetçilik, Erişim tarihi:
25 Mart 2009.
KULOĞLU, Armağan, Küreselleşme ve Milliyetçilik,
, Kasım 2006.
KULOĞLU, Armağan, ABD’deki yeni başkanlık döneminin Türkiye’nin
güvenliğine muhtemel etkileri, www.globalstrateji.org, 02 Aralık 2008.
KULOĞLU, Armağan, Ulusal güvenlik kapsamında sivil-asker ilişkileri,
Ekoenerji dergisi, Aralık 2008, Sayı: 24.
KULOĞLU, Armağan, Ortadoğu’daki gelişmeler, Türkiye’nin tehdit
algılamaları ve güvenlik sorunları, Ekoenerji Dergisi,Şubat 2009,Say:26.
KULOĞLU, Armağan, 60 yıllık ittifak NATO ve Türkiye, Ortadoğu Analiz
Dergisi, Nisan 2009, Sayı:4.
ÖZ, Ali Esgin, Ulus devlet ve Küreselleşmeye ilişkin bazı tartışmalar,
www.cumhuriyet.edu.tr/edergi/makale/49.pdf Eriş.tarihi: 23.3. 2009.
TEZKAN, Yılmaz Jeopolitikten Milli Güvenliğe, Ülke Kitapları, İstanbul, Mart 2005
YILMAZ, Sait, 21. Yüzyılda Güvenlik ve İstihbarat, Milenyum Yayınları, İstanbul, Eylül 2007.
YILMAZ, Sait, Ulusal Savunma, Kumsaati Yayınları, İstanbul, Nisan 2009.
Bölgesel Sorunlar ve Türkiye sempozyumu bildirileri, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Mayıs 2008.
Türkiye’nin Ulusal Güvenlik Sınırlarını Belirleyici Unsurlar,
, 2 Eylül 2008.
3,4,5,6,7 Nisan 2009 tarihli gazeteler, TV ve radyo programları.


****

TÜRKİYE NİN GÜVENLİK ALGILAMALARI VE ABD POLİTİKALARININ GÜVENLİĞİMİZE ETKİLERİ, BÖLÜM 1

TÜRKİYE NİN GÜVENLİK ALGILAMALARI VE ABD POLİTİKALARININ GÜVENLİĞİMİZE ETKİLERİ, BÖLÜM 1






Armağan KULOĞLU*
*  E.Tümg., Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi (BÜSAM) Danışmanı


ÖZET

Türkiye`nin Politik, askeri ve ekonomik stratejik güvenlik sınırlarının öncelikle Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya`yı kapsayacak şekilde belirlenmesi nin ve buna Karadeniz, Ege Denizi ve Akdeniz’in dâhil edilmesinin uygun olacağı değerlendirilmektedir. Türkiye’ye müteveccih dış ve iç tehditler bulunmaktadır. 

   Bu tehditler çevre ülkelerinden kaynaklanabildiği gibi, Türkiye’nin etkide bulunma veya etkilenme konumunda bulunduğu bölgelerden, küresel güç unsurlarından, ilgi sahasındaki gelişmelerden, bölücü akım ve faaliyetten, irticadan ve her türlü kutuplaştırmaya yönelik hareketten kaynaklanmaktadır. Türkiye kendisine yönelen tehditlerin tümüne karşı koyabilecek güçtedir. Bu gücü tarihi geçmişinden, gelenek ve göreneklerinin de içinde olduğu kültürel yapısından, milletinin duygularından, coğrafyasından, jeopolitik durumundan ve öneminden, silahlı kuvvetlerinden, laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti anlayışından ve Atatürkçü düşünce sisteminden
almaktadır.


TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK ALGILAMALARI.,

Güvenlik Ve Ulusal Güvenlik.,

Güvenlik kavramı günümüzde çok boyutlu bir kavrama dönüşmüş ve bu
kavrama askeri güvenliğin yanında siyasi, ekonomik, hukuki, sosyolojik,
psikolojik, teknolojik ve coğrafi faktörler de dâhil olmuştur. Reaktif (etkitepki)
yaklaşımlarla sınırların korunması esasına dayalı askeri savunma
anlayışı yerini, proaktif (ön alıcı) yaklaşımlarla milli çıkarların sınırların
ötesinde daha uzaktan korunmasını esas alan ‘stratejik güvenlik’ anlayışına
bırakmıştır. Bu kapsamda, ‘stratejik güvenlik’ kavramını, potansiyel tehditleri
öncelikle tehdide dönüşmeden belirleyip onları sınırların ötesinde caydırmak,
bu mümkün olmuyorsa yönlendirmek ve bu da mümkün olmuyorsa önlemek
amacıyla alınan ve uygulanan tedbirler süreci olarak tanımlamak mümkündür.
Bu tanımın içindeki geleceğe yönelik saklı olan en önemli husus proaktif
yaklaşımlardır. Stratejik güvenlik; politik, askeri ve ekonomik olarak üç ana
boyutta önem kazanmaktadır. Politik güvenlik, devletin yapısının ve onun
yönetiminin korunmasını; askeri güvenlik, mevcut askeri imkân ve kabiliyetlerin muhtemel hasım ülkelerdekilerle aynı etkinlikte ve / veya onlara nazaran nisbi bir üstünlük seviyesinde muhafazasını ve sürekli geliştirilmesini; ekonomik güvenlik ise, tüm çalışmaların amaçlarına uygun olarak en iyi seviyede yapılmasını sağlayan ekonomik imkân ve kabiliyetlerin geliştirilmesi
ve korunmasını kapsamaktadır.

Ulusal güvenlik; devletin anayasal düzeninin, varlığının, bütünlüğünün, bütün
çıkarlarının ve ahdi hukukunun her türlü dış ve iç tehditlere karşı korunmasıdır. Ulusal güvenlik; ulusal gücün geliştirilmesini ve ulusal çıkarları gerçekleştirecek biçimde kullanılmasını, uluslararası koşullara uyarak belirli hareket tarzlarının saptanmasını ve uygulanmasını gerekli kılmaktadır. 
   Ulusal güvenlik kavramının içinde; ulusal çıkarlar, ulusal hedefler, ulusal politika, ulusal strateji ve ulusal güç bulunmaktadır. Ulusun ortak çıkarları, devlet idaresinde temel düşünceyi oluşturur. Ülkenin güven içerisinde refah ve
mutluluğunu temin için zaruri olduğu değerlendirilen hususlar ulusal çıkar
olarak nitelendirilir. Hükümetlerin asli görevi, ulusal çıkarların sağlanması ve
korunmasıdır. Ulusal hedefler, elde edilmeleri halinde ulusal çıkarlara
ulaşmayı sağlayan sonuçlardır. Ulusal hedefler, ulusal politikaya yön verir.
Ulusal hedefler; genellikle ekonomik refah, politik istikrar, sosyal ve
endüstriyel gelişim ve diğer bir ülkenin tecavüz ve saldırısına karşı güvenlik
hususlarını kapsar. Ulusal çıkarlar, durum ve uluslararası ilişkilere bağlı
olarak değişebilir, kapsamları geniştir, devamlıdır ve sayıları azdır. Ulusal
çıkarlar, ulusal hedef ve ulusal politikaların ortaya konmasında bir hareket
noktasıdır. Ulusal hedeflerde istikrar unsuru önemlidir. Siyasal iktidarların
değişmesine karşılık, ulusal hedeflerin devamlılık gösteren nitelik arz etmesi,
bu hedeflerin sık değiştirilmemesini de beraberinde getirmektedir.
“Ulusal Güvenlik”, devletin politik, askeri, ekonomik, sosyal ve teknolojik
çıkarlarının geliştirilmesi, idamesi ve korunmasına yönelik en üst düzeydeki
güvenlik yapılanmasını bünyesinde barındıran en geniş güvenlik yelpazesidir.
Bu nedenle ulusal güvenlik, milli güç unsurlarının ve kendisinin altındaki diğer
güvenlik kategorilerinin bir şemsiyesi konumundadır. Milli güç unsurlarından
politik gücün ve askeri gücün devamlılıkları, stratejik açıdan ekonomik güç ile
doğrudan irtibatlıdır. Ekonomik güç bir noktada ulusal güvenlik ve onun
şemsiyesi altındaki milli güç unsurlarının etkinliğinin başat belirleyicisi
konumundadır.

Ulusal güvenlik politikasının tespitinde; ulusal, bölgesel ve uluslararası
konjonktürdeki değişimler ve gelişmeler dikkate alınırken, önceden
belirlenmiş olan ulusal çıkar ve ulusal hedef veya hedeflerin de göz önünde
bulundurulması gerekir. Ancak bölgesel ve özellikle uluslararası ilişkilerdeki
çağdaş değişiklikler ve gelişmeler de gözden uzak tutulmamalıdır.
Ulusal güvenlik politikası belgeleri (Milli Güvenlik Siyaset Belgesi),
Türkiye’de MGK tarafından kabul ve tavsiye edilen, Bakanlar Kurulu
kararıyla yürürlüğe konan, “çok gizli” gizlilik derecesi taşıyan, kamuoyuna
açıklanmayan, hatta sınırlı sayıda siyasetçi ve bürokrat tarafından bilinen
belgelerdir. Türkiye’ye özgü şartlar böyle olmasını gerektiriyor olabilir. Ancak
bu belgelerin ana çerçevesini belirten ve kamuoyu tarafından bilinmesinde
fayda görülen hususların açıklanmasında yarar görülmektedir. Bu suretle
hükümette görev almayan siyasi partilerin de, konsept hakkında bilgi sahibi
olmaları, parti programlarını ve seçim bildirgelerini hazırlarken bunları dikkate
almaları sağlanabilir. Diğer taraftan kamuoyunda stratejik zihniyetin bilinçli
olarak oluşmasına da imkân yaratılmış olur.

Güvenlik Sınırlarının Belirlenmesi

Farklılaşan risk ve tehditler ve bunlara paralel olarak değişen güvenlik ortamı,
sahip oldukları özellikler nedeniyle ülkeleri farklı boyutlarda etkilemektedir.
Bu nedenle, ülkelerin, güvenlik stratejilerinin oluşturulmasında, yeni güvenlik
ortamının değişen parametreleri ile sahip oldukları özellikler arasında bir
denge gözeterek stratejilerini bu çerçevede oluşturmaya yöneldikleri
görülmektedir. Bu çerçevede, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren
yöneldiği çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma hedefi kapsamında, mevcut laik,
demokratik ve hukukun üstünlüğünü esas alan rejimini koruması ve
güçlendirmesi amacıyla yakın ilişkiler kurmasında yarar görülen ülkeler, üye
olmasında fayda sağlayacak uluslararası ve bölgesel kuruluşlar ile örgütler,
uluslararası kamuoyunda etkin olan sivil toplum örgütleri ile ilişkiler
Türkiye’nin politik güvenlik sınırlarını belirleyici unsurlar olarak
değerlendirilmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti`nin savunma sanayi, araştırma ve geliştirme çalışmaları,
harp silah, araç ve gereçlerinin temininde dışa bağımlılıktan kurtulmak için
milli kaynaklara yönelme gayretleri, içinde bulunduğu askeri iş birlikleri, üyesi
olduğu uluslararası güvenlik ve savunma örgütleri, çeşitli ülkelerle imzalanan
ikili askeri anlaşmalar, muhtemel kriz bölgeleri, kitle imha silahları,
konvansiyonel silahlar ve terörizmle mücadele alanındaki mevcut
belirsizlikler, risk ve tehdit algılamaları Türkiye`nin askeri güvenlik sınırlarını
belirleyici faktörler olarak düşünülmektedir.

Türkiye`nin, her şeyden önce, milli güç unsurlarından başta ekonomik gücü
olmak üzere politik gücünün ve askeri gücünün en azından bölgesel bazda yani
etki alanı olması gereken bölgelerde kendisini hissettirecek kadar güçlü, ilgi
alanına giren diğer bölgeler için yeterli seviyede olması gerekmektedir.
Türkiye`nin jeopolitik önemi ile sahip olduğu coğrafi, nüfus, bilimsel,
teknolojik, sosyal ve kültürel güçlerin ülkemize sağladığı avantajlar da dikkate
alınarak, politik, askeri ve ekonomik stratejik güvenlik sınırlarımızın öncelikle
etki alanımız olması gereken Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya`yı
kapsayacak şekilde belirlenmesinin ve Karadeniz, Ege Denizi ve Akdeniz’in
bu sınırların içine dâhil edilmesinin uygun olacağı değerlendirilmektedir.
Ancak, Türkiye`nin bu bölgeleri şu anda tek başına etki alanı haline getirmesi
görünür gelecekte mümkün görülmemektedir. Bu nedenle, Türkiye`nin bu
bölgelerde etkin olabilmesi için bölgesel ve küresel stratejik ortaklıklara ve iş
birliğine ihtiyacının olduğu ve bu bölgelerde çıkar sağlamaya çalışan diğer
devletlerin özelliklerinin bilinmesi gerektiği kıymetlendirilmektedir.

Risk Ve Tehditler.,

Ülkelerin sahip olduğu değerlerden bir kısmı, diğer ülkelerin de sahip olmak
istediği veya en azından diğer ülkeler tarafından sahip olunmasından
rahatsızlık duyulan değerler ise, bunlar çeşitli yönlerden gelen tehditlerle karşı
karşıyadırlar. Bu nedenle korunması gerekmektedir. Değerlerin korunması,
ona yönelik tehditlerin sağlıklı bir şekilde tespit edilmesini ve bu tehditlere
karşı tedbir alınmasını gerektirmektedir. Güvenlik politikaları da, jeopolitik ile
tehdidin bir arada düşünülmesi sonucunda şekillenmektedir. Ancak bir
konunun tehdit olarak algılanabilmesi için, sahip olunan değerlere hasmın
zarar verme niyetinin olması ve elinde, bu niyetini gerçekleştirebilecek yeterli
imkân ve vasıtalarının bulunması gerekmektedir. Soğuk Savaş sonrası ‘Küresel
Merkez’ Avrupa’dan doğuya doğru kaymış ve Türkiye’nin güvenlik
algılamalarının merkezine oturmuştur. Risk ve tehditler simetrikten asimetriğe
doğru kayarak geniş bir yelpazeye yayılmıştır. Bu geniş yelpaze; bölücü ve
irticai faaliyetler, terörizm, uyuşturucu ticareti, kitle imha silahlarının
yayılması, insan kaçakçılığı ve yasa dışı göç ile teknolojik [siber] tehditler gibi
asimetrik unsurların yanı sıra; komşu ülkelerden kaynaklanabilecek
istikrarsızlıklar olarak Türkiye'nin güvenliğini doğrudan etkileyebilecek risk
ve tehditleri içermektedir.

Küreselleşmenin Tehdit Boyutu.,

Küreselleşme, sanayi toplumundan bilgi toplumuna, işgücü ağırlıklı
teknolojiden yüksek teknolojiye, ulusal ekonomiden dünya ekonomisine,
merkezi yönetimden yerel yönetime, temsili demokrasiden katılımcı
demokrasiye geçiş gibi sosyal, siyasal, ekonomik ve yönetim faaliyetleri
açısından çeşitli değişim ve dönüşümler yaşanmasına neden
olmaktadır. Ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler küreselleşmenin
yayılmasını sağlarken, müşterek bir kültür ve egemenliği sermayenin elinde
olan tek bir küresel pazar anlayışı da küreselleşmenin görünürdeki hedefleridir.
Küreselleşme yalnız ekonomik alanda değil; hukuki, siyasi, sosyal ve kültürel
alanlarda da yaşanan değişim sürecidir. Ulus devlet üzerinde bir hegemonya
siyaseti uygulama ve bu oluşumu zayıflatma bilinci ise, küreselleşmenin
politik hedefi olarak görülmektedir. Küreselleşme sürecinin başlıca özelliği,
ulusal sınırların önemini yitirmesi ve ulus devletin ekonomi üzerindeki
denetiminin ortadan kalkmasıdır. Ulus devlet, sınırlarından geçen bilgi, mal,
sermaye ve insan kaynakları üzerindeki denetimiyle bir siyasal kurum olarak
kendi toprakları üzerinde egemenlik sağlar. Denetim gücünü bir başkası ile
paylaşması veya egemenliğinin dolaylı da olsa sekteye uğraması, ulus devletin
varlığını tehlikeye sokar. Devletin kontrol kapasitesinin azalması;
vatandaşlarını diğer güçler tarafından alınan kararlardan ve kendi sınırları
dışında oluşan olaylardan etkilenmesine karşı koruyamaması anlamına gelir.
Karar alma süreçlerinde giderek artan meşruiyet kaybı da demokratik
meşruiyet açığını ortaya çıkarır. Ancak küreselleşme bir gerçektir ve tüm
dünyada etkisini göstermektedir.

Ülkeler bir taraftan küreselleşmenin etkisi ile onun bir parçası olma durumunu
yaşarken, diğer taraftan da yine küreselleşmenin etkisi ile varlıklarının ve
egemenliklerinin tehlikeye girdiğini değerlendirmekte ve bu nedenle onu
korumaya yönelik refleksler göstermektedir. Korunacak değerler olduğuna
göre, bunun karşısındaki olgu, tehdit olarak algılanır. Bu durumda
küreselleşme de bir tehdit olarak karşımıza çıkmaktadır. Hedefi ulus devlettir.
Ancak küreselleşme yaşanan bir gerçektir. Önemli olan küreselleşme ile
birlikte yaşamak, ancak onun ülkenin varlık ve egemenliğine yönelik
tehditlerini bertaraf etmeye yönelik tedbirleri almaktır. Ülkemizde de
küreselleşmenin etkisi görülmekte ve doğal olarak karşı tepkiyi yaratmaktadır.
Diğer ülkelerde, ırkçı bir milliyetçilik politikası izlenirken, ülkemizde
savunma amaçlı, ancak ırkçılığa dayanmayan, “Atatürk Milliyetçiliği”ni esas
alan bir milliyetçilik anlayışı doğmuştur.

Türkiye’nin Etki Ve İlgi Alanındaki Ülkeler Ve Tehdit Algılamaları
Türkiye’nin güvenlik algılamaları doğal olarak tehdit algılamaları ile doğru
orantılıdır. 21. yüzyıldaki tehditler de küreselleşmenin yaygınlaşmasına
paralel olarak değişim göstermiştir. Riskler ve belirsizlikler ön plana çıkmıştır.
Türkiye’nin etkisi altında kaldığı ve önümüzdeki dönemde de etkisinin
hissedileceği tehditleri; terör başta olmak üzere kitle imha silahlarının
yaygınlaşması, insan, uyuşturucu ve silah kaçakçılıkları, yasa dışı kitlesel göç
hareketleri gibi genel tehditler; çevre ve ilgi alanındaki ülkelerden kaynaklanan
dış tehditler; jeopolitik özelliğinden dolayı dışarıdan da destek gören
bölücülük ve irtica olarak ön plana çıkan iç tehditler olarak tasnif etmek
mümkündür. Tehditlerin mahiyetinden de anlaşılacağı üzere bunlara karşı
alınacak önlemleri yalnız askeri anlamda düşünmek de yeterli olamamaktadır.
Politika başta olmak üzere, ekonomik, sosyolojik, psikolojik, kültürel ve
hukuki alanlarda alınacak tedbirler de önemli ve gerekli olarak mütalaa
edilmektedir.

Dış Tehditler.,

Tehdit ve buna göre şekillenen güvenlik algılamalarının çıkış noktası olan,
genel anlamdaki tehditlerin dışında dış tehdit olarak kabul edilebilecek veya
edilemeyecek Türkiye’nin çevresindeki ülkeler ile tehdit olarak nitelendirilen
diğer akımları incelediğimizde aşağıdaki düşünceler ön plana çıkmaktadır.

Rusya,

Soğuk Savaş döneminde asıl tehdit olarak görülen ve güvenlik
politikalarımızın tamamen kendisine ve lideri durumunda olduğu Sovyetler
Birliği ve Varşova Paktına karşı tedbir olarak şekillenmesine sebep olan bu
ülke, değişen şartlar nedeniyle şimdilik tehdit olarak görülmemektedir.
Bölgesel ve küresel menfaatlerimiz açısından iş birliği yapılabilecek bir
konumdadır. Rusya; Türkiye`nin etkili olmasının öngörüldüğü bütün
bölgelerde tek başına bunu başarmasının görünür gelecekte mümkün
olamayacağı, bu nedenle bölgesel ve küresel stratejik iş birliği yapabileceği
ülkelere ihtiyaç duyabileceği gerçeğine uygun bir örnek durumundadır.
Karadeniz’deki hak ve menfaatlerimizi korumak, Montrö Boğazlar
Sözleşmesi’nin sağladığı egemenlik haklarımızı gözetmek, Kafkasya ve Orta
Asya’da etkili olabilmek için bu ülke ile iş birliği yapılabilir. Ancak böyle bir
iş birliğini gerçekleştirirken diğer müttefiki olduğumuz ve iş birliği yaptığımız
ülkelerin tepkisini çekmemeyi ve dengeli bir tutum izlemeyi gözetmemizde
fayda görülmektedir. Diğer taraftan bu ülkenin ileride tehdit olabilecek bir
potansiyel olduğunu da göz ardı etmemek gerekir,

Ukrayna ve Gürcistan,

Gerek ülke gücü ve gerek tutumları itibariyle tehdit olarak görülmemektedir.
Ancak Gürcistan’daki çatışma ortamını sürekli takip etmek, güç odaklarının
etki sağlama çabalarında ulusal menfaatlerimiz istikametinde pozisyon almak
gerekmektedir.

Ermenistan.,

Ülke gücü olarak tehdit olamaz. Ancak diasporanın etkisi ve diasporanın
bulunduğu ülkelerin desteği ile sözde soykırımı gündeme getirip, uluslararası
ortamda sırasıyla tanıma, tazminat ve toprak talebinde bulunabilirler.
İlişkilerin düzelmesi yönündeki gelişmeler kısa vadede göreceli sonuçlar
verebilir. Ancak anlaşmazlığın tamamen çözümünü beraberinde
getirmeyeceğinden diasporanın etkisi ile iki ülke arasında yeniden gerilim
doğabilir. Diğer ülkeler ile ilişkilerimizde olumsuz sonuçlar yaratabilir.
Kendisine karşı sürekli olarak ihtiyatlı olunmasını gerektiren bir ülke
konumundadır.

İran.,

Türkiye ve İran’ın, tarih boyunca birbirlerine karşı fazla düşmanca duygular
beslemeyen, ancak bölgede etkinlik sağlayabilmek için birbirleri ile daima
rekabet içinde olan, devlet geleneğine sahip köklü iki ülke olduğu
görülmektedir. Bu nedenle zaman zaman gerginlikler yaşanmıştır. İran’ın
birkaç yıl öncesine kadar, Türkiye’yi zayıflatarak kendisinin bölge etkinliği
konusunda üstün duruma gelmek için PKK/Kongra-Gel örgütüne verdiği
desteği ve rejim ihracı politikasını unutmamak gerekir. İran son yıllarda
Türkiye ile yakınlaşma politikası uygulamakta, siyasi, askeri ve ekonomik
alanda ilişkileri geliştirmek istemektedir. İran’ın hem kendi toprakları içinde,
hem de Irak sınırı ve hatta sınırın Irak tarafındaki PKK terör örgütü ve onun
uzantısı PEJAK terör örgütü ile mücadeleye giriştiği, ona zayiat verdirdiği, bu
konuda Türkiye ile bir iletişim içinde olduğu bilinmektedir. Bu eylemi,
bölgede yaşanan gerginlik ve üzerindeki ABD baskısı nedeniyle Türkiye’nin
desteğini kazanmak istemesi ve aynı zamanda Irak’ın kuzeyindeki Kürt bölgesi
oluşumunun, bölgede gelişmekte olan Kürtçülük hareketinin Büyük Kürdistan
beklentisi ile kendisine de tehdit olacağı düşünceleri ile gerçekleştirdiği
değerlendirilmektedir. Türkiye’nin de iyi komşuluk münasebetleri, güvenlik ve
ekonomik menfaatleri çerçevesinde bu yakınlaşmaya olumlu cevap verdiğini,
ancak bunu çeşitli nedenlerle ölçülü tuttuğunu söylemek mümkündür. ABD de,
Türkiye’nin olası bir müdahalede veya müdahale olmasa dahi uluslararası
kamuoyunun beklentileri doğrultusunda hareket etmesini, Batı Kulübü içinde
kalmasını ve İran ile olan ilişkilerini sınırlamasını arzu etmektedir.
Bölgesel etkinlik ve güvenlik açısından İran’ın nükleer silaha sahip olması
Türkiye açısından olumsuz bir gelişme olacaktır. Bu bakımdan İran’ın nükleer
silah elde etmesini engellemek için yapılacak çeşitli müdahalelerin
Türkiye’nin menfaatlerine uygun olacağı değerlendirilmektedir. Ancak
komşumuz İran’a yapılacak bir askeri müdahalede ABD tarafında yer almanın
ve buna doğrudan destek sağlamanın, Türkiye’ye karşı olası terör hareketlerini
tetikleyebileceği, bölgede kültürel, dini, sosyal, ekonomik ve politik açıdan
yaralar açabileceği ve gerginlikleri derinleştirebileceği düşünceleri ile
mahsurlu olacağı kıymetlendirilmektedir. Ayrıca bölgede bu ülke ile beraber
yaşamak durumunda olduğumuz ve ABD nedeniyle ilişkilerimizin derin izler
bırakacak tarzda zedelenmesinin de menfaatlerimize uygun olmayacağı
dikkate alınmalıdır. Bu nedenlerle Türkiye’nin krizin çözülmesi için diplomasi
ve müzakere yolunu sonuna kadar desteklemesi ve her iki tarafı da çatışmadan
uzaklaştırmak için gayret göstermesi gerekmektedir. Müdahale kaçınılmaz
duruma gelmişse tarafsız bir tutum içinde olması ve uluslararası ilişkiler
açısından mecbur kalınması halinde, tepkilere neden olmayacak şekilde
ilerleyen zaman içinde ABD’ye dolaylı destek vermesi tercih edilebilir. Ancak
bunun zaman içinde Türkiye aleyhine geri dönüşünün olabileceğini de
düşünmek gerekir. İran ülke gücü açısından tehdit olabilecek boyutta bir
ülkedir. Ancak tehdit olma durumu şartlara göre değişebilmektedir.

Irak.,

İşgalden sonra ABD kontrolünde, yeni anayasasına göre federal bir yapıda,
henüz tam olarak istikrara kavuşmamış bir ülke konumundadır. 

Türkiye açısından önemli olan Irak’ın, siyasi bütünlük içinde toprak bütünlüğünü
sağlamış, merkezi hükümetin hakim unsur olduğu, uluslararası sisteme entegre
olmuş, düşmanca davranışlar içinde olmayan, muhatap olarak kabul
edilebilecek konumda, iyi ilişkiler kurulabilecek bir ülke durumunda
olmasıdır. Kuzeydeki yönetimin statüsü, davranışları ve etki alanı yaratma
durumu dikkatle takip edilmesi gereken bir konudur. Kuzeydeki yönetimin
teröre olan desteği, tutum ve davranışlarının, tehdide sebep olmaması için
ihtiyatlı olunması gerekmektedir. ABD’nin askeri gücünü Irak’tan çekmesini
müteakip, ABD’nin kuzeydeki yönetimin hamiliğini yapma gibi bir isteğine
sıcak bakılmamalıdır. Muhatap olarak Irak devleti alınmalıdır.

Suriye.,

Suriye’yi Türkiye ile olan ilişkiler açısından incelediğimizde, zaman içinde
Suriye’nin değişen iki politikası ile karşılaşılmaktadır. 1999 yılında terörist
başının yakalanmasına kadar olan sürede Suriye, PKK terör örgütünü
barındıran, himaye eden, destekleyen, hatta yönlendiren bir ülke konumunda
olmuştur. Hatay konusunu sürekli gündemde tutmuş ve haritalarında kendi
topraklarında göstermiş, sınır aşan sular konusunda sürekli aşırı taleplerde
bulunmuştur. Türkiye’yi zayıf duruma düşürebilmek için “düşmanımın
düşmanı dostumdur” anlayışı ile hareket etmiş ve bu nedenle Türkiye’nin Ege
ve Kıbrıs konularında anlaşmazlık içinde olduğu Yunanistan ile ittifak içine
girmiştir. Bu dönemde Türkiye’ye yönelik tehditler açısından önemli bir
noktada olmuş, Türkiye kendine yönelik tehditlere göre savaş planlarını “iki
buçuk muharebe doktrini”ni esas alarak yapmıştır. Tam olarak nitelendirilen
tehditler Yunanistan ve Suriye, yarım olarak nitelendirilen de iç tehdit olan
PKK terörüdür. Türkiye’nin, PKK teröründen dolayı Suriye’yi mütecaviz ilan
etmesi, bu ülkeye karşı kuvvet kullanacağını beyan etmesi ve bu konuda
kararlılık göstermesi ile 1999’dan sonra Suriye’nin politikasında değişiklik
gözlemlenmiştir. Bu değişimde Hafız Esat’ın ölmüş olması, ABD baskısını
üzerinde hissetmesi ve bölgede yalnız kalmasının da payı olmuştur.

Türkiye’nin halen Suriye ile olan ilişkileri dostane bir şekilde devam
etmektedir. Memnuniyet verici olan bu gelişmenin, şartların değişmesi ile
yeniden eskisine benzer bir duruma dönüşebileceğini de dikkate almakta yarar
görülmektedir.

Suriye ile İsrail arasındaki anlaşmazlık devam etmekte, bunun yarattığı
gerginlik bölge istikrarını olumsuz yönde etkilemektedir. Bu ülkeler,
anlaşmazlıklarından dolayı silahlı kuvvetlerinin önemli bir kısmını birbirlerine
angaje etmiş durumdadırlar. Türkiye bölge barışına hizmet ederek istikrarın
sağlanmasına katkıda bulunmak maksadıyla, her iki ülke ile olan iyi
ilişkilerinden faydalanarak, Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk yapmaya
çalışmaktadır. Bu girişimler hem bu ülkeler, hem bölge ülkeleri, hem de
uluslararası diğer ortamlarda Türkiye’nin bölgede etkili olmasından rahatsızlık
duymayanlar tarafından takdirle karşılanmakta ve destek görmektedir.
Arabuluculuk faaliyetlerinin olumlu netice vermesinden sonra, zaman içinde
İsrail’e angaje olmaktan kurtulan Suriye askeri gücünün Türkiye cephesinde
kullanılabilmesi olanağı ortaya çıkabilecektir. Bu nedenle Türkiye’nin,
arabuluculuk faaliyetlerinde kullanacağı argümanları, girişimlerinin dozajını
ve oluşacak şartları, kendisine zarar vermesine imkân bırakmayacak tarzda
düzenlemesinde yarar görülmektedir.

İsrail.,

Filistin toprakları üzerinde kurulduğu günden itibaren var olma mücadelesi
içinde olan İsrail, genelde Ortadoğu kaynaklı problemlerin odak noktasında
olmuştur. ABD’nin desteğini de sürekli arkasında hissetmiş, kendisine tehdit
olarak algıladığı konular karşısındaki davranışlarında aşırılığa kaçmakta
tereddüt etmemiştir. Bölge ülkelerinin önemli bir kısmı ile ihtilaf halindedir.
Filistin konusunda da sertlik yanlısı tavır ve davranışları tepki görmektedir.
Türkiye ile tarihsel olarak yakınlığı da bulunan İsrail’in savunma sanayi
konusunda Türkiye ile yakın ilişkileri vardır. Özellikle ABD’den kaynaklanan
ambargo, malzeme ve teknoloji transferindeki kısıtlamaların bu ülke
vasıtasıyla giderildiği bir gerçektir. Ancak diğer taraftan İsrail’in tutum ve
davranışlarının gözetim altında tutulmasında da yarar görülmektedir. Türkiye
ile dost görünen, Yahudi lobisi vasıtasıyla uluslararası ortamda zaman zaman
Türkiye’ye yardımcı olan İsrail’in, kendi güvenliği açısından bir Kürt
Devletine sıcak baktığı ve bunun oluşumuna ABD ile birlikte örtülü destek
verdiği de düşünülmelidir. İsrail yönetiminin, olumsuz bazı olaylarla
karşılaşılsa da, Türkiye ile olan dostane ilişkilerini devam ettirme yönündeki
davranışlarını dikkate almakta yarar görülmektedir. Bu konuda karşılıklı
menfaatlerin önemli rol oynayacağı anlaşılmaktadır. İsrail ile ilişkilerin,
karşılıklı destekten tehdide dönüşmemesi için, Türkiye’nin güçlü ülke
konumunda olması önemli bir faktördür.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

10 Nisan 2017 Pazartesi

Tarih’in Kötüye Kullanımı, BÖLÜM 2


Tarih’in Kötüye Kullanımı, BÖLÜM 2


3. Tarih ve Sosyo-politik Formasyon 

Tarihyazımının ve tarihin işlevi ve sosyo-politik yaşam alanındaki konumunu tartışırken işlev alanının birey ve kolektif olmak üzere kategorileştirmek faydalı bir analiz biçimi sunar. Kolektif tarih bilinci veya işlevi ile kastettiğimiz “milli tarih”tir. Küreselleşme ve postmodern yaklaşımların çöktüğü ve zayıfladığı iddialarına rağmen ulus-devletler, bütün ihtişamıyla varlığını sürdürmekte ve hatta gücünü ve etkinlik alanını tahkim etmektedir. Mesela, kitle iletişim araçları, internet gibi vasıtalarla resmi dilin yaygınlığının artması ve demokratik katlım bilincinin gelişmesi gibi. Başka bir ifade ile, postmodernist söylemde yer verilmemiş olmasına rağmen, postmodernitede ulus-devletler, siyasi toplumsal örgütlenmenin merkezi olma konumlarını devam ettirmektedirler (Akça, 2005: 253). Bu yüzden bu tartışmada milli tarih yazımı bağlamında konu müzakere edilecektir. 

Esat Öz’e göre, neoliberal küreselleşme sürecinin derinleşmesiyle birlikte, bir yandan millî kimliğe/devlete/bağımsızlığa yönelik tehditler artarken, diğer yandan etnik ve dinî farklılıkları bileyleyen, bir bakıma “mikro kimlik arkeolojisi”ne aşırı ilgi duyan bir eğilim gelişmektedir. (Öz, 2015) Hem akademik çalışmalarda hem de popüler süreli yayınlarda bolca örneklerine rastladığımız 
bu tarih çalışmaları siyasi konjonktürün de uygun şartları yaratmasına paralel olarak kendini göstermektedir. Bu çerçevede, Öz’e göre, “mikro kimlikler ve azınlıklar sorununa endeksli bir tarihçilik anlayışının, küresel hükümranlık sistemince ödüllendirilen popüler ve muteber bir tarihçilik olarak ön plana çıkartıldığı gözlenmektedir. Aynı sürecin diğer yüzünü ise, şüphesiz millî tarihin ve tarihçiliğin, hem akademik hem de sosyal hayatın dışına atılması için entelektüel engizisyona muhatap kılınması oluşturmakta; biri olmadan diğeri olamayacağı için de her iki işin koordineli biçimde icra edilmesi gerekmektedir” (Öz, 2005). 

Bu bağlamda Tosh’un “Tarih, belli değerlere geçerlilik kazandıracak “anlamlar” aramak için deşilmiyor, şimdiki durumumuzu olabilecek en geniş biçimde denetim altına almaya yönelik bir araç olarak ele alınıyor” (Tosh 1997: 20) şeklindeki yaklaşımı gerçeğin bir boyutuna vurgu yaparken “denetim” eyleminin sadece tarih değil grup kimliğini inşa eden bütün normatif bilgi kümeleri için 
geçerli olduğunu belirtelim. Grup davranışının ortaya çıkışını mümkün kılan grup kimliğinin özgünlüğünü yaratan normlar bireyin duygu, düşünce, davranış gibi bütün eylem alanını kapsar. 

Grup kimliğini pekiştiren değerlerin her biri aynı zamanda grup davranışını denetim altına alma işlevi görür. Tosh’un iddia ettiği gibi tarihin işlevini sadece şimdiki durumumuzu denetim altına almaya çalışan bir araç değil psikolojik ve toplumsal bağlamı içinde meşrulaştırıcı bir güç olarak değerlendirmek daha sağlıklı bir bakış açısı sunar. 

Southgate’nin dediği gibi “Bir tarihin belirli bir bakış açısı olmaksızın yazılması imkânsızdır. Bu bakış açıları elbette ki felsefî ya da ideolojik olacaktır” (Southgate 2012: 26). Bu tarihyazımının göreceliliği, çok hakikatliliği, yorumların çeşitliliği “toplumsal yaşamın” çeşitliliğini kapsayabilecektir. Tarih bireysel ve kolektif düzlemde işlevi haizdir. İnsan varolduğundan beri “tarih” farklı formlarda kendini göstermiş ve kollektif bir işlev görmüştür. Mitler, destanlar, kahramanların hikayeleri herbiri şüphesiz toplumsal bir işlevi haizdir. Geçmiş olayların ve olguların, süreçlerin, kişilerin kullanım 
biçimi ve yöntemi zamana ve mekana göre değişiklik gösterse de değişmeyen tarihin kullanım biçimidir. “Mythomoteur” kavramını geliştiren A.D. Smith, bu kavramı etnik siyasi birliğin kurucu miti olarak tanımlamaktadır. Mit, sembol ve mythomoteur, etnisitenin hamilerinin koruyup sakladıkları, yaydıkları ve gelecek nesillere aktardıkları inanç ve duygu birliğini sağlamada hayati rol oynar. Bu üç unsur, aynı zamanda bir etninin tarihi belleğini ve veya etnik hafızayı nesilden nesile aktarır. Bu üç kavramın ortak buluşma noktası ise primajenitor ata, kutsal sembol, kutsal mekândır. 

Primajenitor ata dediğimiz şey, çoğunlukla bir etninin doğuşunda hamile veya dölleyici rolü üstlenen bir hayvandır. Örneğin Türklerde bozkurt, Ruslarda ayı, İngilizlerde leopar, Fransızlarda horoz böyledir; mühim olan primajenitor ata efsanesinin mahiyeti değil, onu etnik hafızasında yaşatan etninin kendi ürünü olmasıdır (Batur, 2011: 26). Primajenitor ata efsanesi toplumun sürekliliğini 
sağlamada ve kültürel inşasında yaşamsal derecede önem taşımaktadır. Smith’e göre de ulus kavramını oluşturan mit ve bellekten daha başka şeyler de vardır. Bunlar ulus için bir sine qua non oluşturur: belleksiz kimlik olamaz, mitsiz ortak amaç olamaz; kimlik, amaç ya da kader, ulus kavramının zaruri öğeleridir. Ancak, bu, etnik topluluk kavramı için de geçerlidir; etnik topluluğun 
da kimlik ve kadere, dolayısıyla mit ve anılara sahip olması gerekmektedir (Smith, 2002: 22). Modern olarak görülen milletlerin varlığının aslında çok derin tarihsel köklere sahip olduğu görülmektedir. 

Milletlerin varlığı da büyük ölçüde tarih ile mümkün olabilmektedir. Gerek etnik grup gerekse millet olsun sosyal grup kimliğinin kazanılmasında tarih ve kollektif bellek zorunlu koşuldur. 

Tosh da büyük grup bilincinin kazanılmasında tarih bilincine özel vurgu yapar. Ona göre, “Büyük bir toplumsal grubu birleştiren en güçlü bağlardan biri, üyelerinin ortak tarih bilincidir. Bu bilinç olmaksızın insanlar, geniş soyutlamalara bağlılık göstermeleri yolundaki talepleri kolay kolay kabul edemezler. Modern tarihte grupla özdeşleşme süreçlerinin en güçlüsü olan ulus bilincini düşündüğümüzde, bunun geçerliliği çok daha belirginleşir” (Tosh 1997: 5). Bu çerçevede her milletin etnik bir kökeni yani köklü bir geçmişi olmadığı için modern anlamda millet inşasına girişilmiştir. 
Avrupa dışında, ulusal bilinci şekillendirmede kullanılacak malzemeler genellikle daha az ümit vericiyse de, ulusal bir geçmiş yaratma konusundaki politik ihtiyaç daha büyük olmuştur. ABD bunun tipik bir örneğini teşkil etmektedir. Devrim öncesinde Amerikan kolonilerinde yaşayanlar Britanya tarihini kendi tarihleri olarak benimsemişlerdi. Daha sonra 1820’lerde Massachussetts’te ve 
başka yerlerde yayınlanan ders kitapları ile ulusal Amerikan tarihi yazılmaya başlandı (Tosh 1997: 6). Ulusal tarihin yazılmaya başlanması ile bir Amerikan milli kimliği tecessüm etmiş ve millet oluşumu büyük bir aşama kaydetmiştir. Tarih çok farklı etnik, dini, ırkî, kültürel farklılığa mensup Amerikan toplumunu bir grup kimliği çerçevesinde birleştirmiş ve siyasal bir kimlik kazandırmıştır. 

“Bir halka ya da bir ulusa ortak bir geçmiş kazandırmak ve bu uzak geçmişin içinde bir kolektif kimlik biçimlendirmek, tarihin toplumsal işlevlerinin belki de en eskisi ve en süreklisidir” (Florescano 2001: 61). Tarihin toplumsal işlevi aynı zamanda siyasal olana da bir göndermede bulunur. Tarihin siyasal ideolojiler bağlamında özellikle bir siyasal erk olarak devlet kuramı ile birlikte anılması normal bir ilişki biçimidir. Ahonen’in vurguladığı gibi, tekil tarihsel sunuş biçimleri, anlatılar bağlamında kurgulanır. Bununla birlikte, arzu edilen siyasal eylem için gerekli kolektif bir tarihsel kimliği yaratmak amacıyla, iktidarda bulunanlar tarafından da yönlendirilebilir. Bununla birlikte, tarihsel sunuş biçimlerinin insan zihinlerine yerleşmesi çok zor değildir. Oturmuş bir yapı kazanınca, sosyal eylemin meşru dayanağı işlevini görürler (Ahonen, 1999: 59). Sosyal eylemin meşruiyet dayanağını teşkil etmesi yanında tarihin bir başka siyasi işlevi de Galerano’nun dikkat çektiği gibi “bir toplumun ayırıcı özelliklerinin ve toplumsal kimliğinin şekillenmesi ve diğerlerinden ayırt edilmesi için belleği ve unutmayı düzenlemek; geçmiş sayesinde gelecek için bir öngörü oluşturmaktır” (Gallerano 2001: 119). 

Tarih bir ulus için neden bu kadar önemli sayılıyordu? Avrupa ulusal tarihi üzerine yakın dönemdeki karşılaştırmalı bir makalesinde Miroslav Hroch bu soruya cevap mahiyetindeki dört duruma işaret etmektedir (Stugu, 1999: 120): 

1. Tarih bireyin ulusla özdeşleşmesini ve ulusun başka karşılaştırılabilir birimlerden ayrı tutarlı bir birim olarak kavranmasını güçlendirdi. 

2. Tarih ulusun varlığını meşrulaştırdı. Bir tarihe sahip olmak, kişinin ulusal varlığını ortaya koymasını ve ulusun kaçınılmaz bir gelişmenin ürünü olarak görülmesini mümkün kıldı. 

3. Tarih insanların ölümlü bireyler olmalarının ötesinde bir varoluş duygusu hissetmelerini sağladı. Geçmişten gelen süreklilik bir kişiye atalarıyla bütünlük duygusunu yaşatmakla kalmıyor, aynı zamanda sürüp giden bir gelecek vaadini de taşıyordu. 

4. Tarih ortak ulusal değerlere, yani kolektif bir değer sistemine ilişkin bilinci yaratmada temel işlevini gördü. Tarihin yardımıyla olumlu ve olumsuz davranış modelleri oluşturuldu, geleceğe dönük düşler ve beklentiler geçmişe yansıtıldı. 


Tarih, siyasal bir savaş meydanıdır. Otoriteye başkaldıranlar da, bu başkaldırıyı boğmaya çalışanlar da, tarihin desteğini yanlarına almaya çalışırlar (Tosh 1997: 11). Millî devletlerin inşasında tarihin kullanımı ve tarihçinin rolü konusu, diğer bir ifadeyle “milliyetçi tarihçilik” meselesi, gerek tarih biliminin gerekse milliyetçilik çalışmalarının gündeminde kritik öneme sahip olagelmiştir. Gerçekten de, konuya salt akademik-bilimsel esaslar dâhilinde yaklaşma iddiasındaki tarihçilerin yanında; milliyetçilik teorisi ve tarihine dair araştırmalarda da bu tartışma konusunun izleri derindir. Bilhassa anti milliyetçi perspektifin belirleyici olduğu çalışmalarda, millî kimliği ve milleti, yaratıcılık rolünü tarihçinin üstlendiği, seçilmiş tarihsel olgulara dayalı bir tasarım olarak tarif etme eğilimi çok güçlüdür (Öz, 2005). 

Milli kimlik ve tarihe yöneltilen ve ciddi bir medya desteğini de arkasına alan tarihçilik dalgası karşısında, neoliberal küreselleşmenin millî devlet ve kimlik karşıtı klişe argümanlarına tarihsel çalışmalarla lojistik destek sağlayan bir entelektüellik anlayışı, tarihçilik tartışmasını, akademik alanın dışına zaten kendiliğinden taşımış olmaktadır. Millî tarih çalışmalarına yönelik keskin önyargılarla birlikte, mikro kimlik tarihçiliğinin de ödüllendirilmesi, meselenin stratejik ve ideolojik boyutunu ortaya koymaktadır (Öz, 2005). 

4. Tarihin Kötüye Kullanımı: Türk Kimliği Karşıtlığı 

Türk kültür kodlarına ve siyasal varlığına yönelik gizli veya açık ötekileştirme çabaları sosyo-politik ve kültürel boyutları ile disiplinler arası bir yaklaşımla çözümlenmesi gereken bir sorun alanıdır. Bu noktada Türk kimliği karşıtlığını5 bir düşünme biçimi haline getirmiş olan farklı ideolojik zihniyet yapılarına mensup aydınlar odağında eleştirimi geliştiriyorum. Aydınlar, entelektüeller bir toplumda, tarih boyunca, önemli bir sosyal tabakasını oluşturmuşlardır. Osmanlı ve Selçuklu örneklerinde de görüldüğü gibi Türk toplum yapısının bir unsuru olarak aydın zümre sınıfsal, ekonomik, kültürel, etnik açıdan türdeş değil heterojen bir özellik gösterir. Buna bağlı olarak Türk Devletlerinde gayr-i Türk unsurların yönetim alanındaki baskınlığı, olumsuz bir yargı olarak değil bir durum tespiti olarak vurgulanmalıdır. 

5 "Türkiye'li Aydın", dini Türk'e duyduğu kin olan bir "alien", bir "monster"dir, diyen Durmuş Hocaoğlu “Türkiyeli Aydının” Türk’e olan bakış açısını ve kendini nasıl Türk karşıtlığında konumladığını şöyle izah etmektedir. “ ‘Türkiye'li Aydın’, ihânete müheyyâdır; siyâsetin ifsâdı idi, sermâye idi vesâire, bütün bunlar zâittir o'nun ihâneti için, yâni onlar olmasa da bu mel'aneti işleyecektir; çünki, o'nun derdi Türk'ün varlığıdır; o, Türk'e tahammül edemediği için ihânet etmektedir; o, komünist olur, komünist olmak için değil, komünizm ölür liboş olur, liberal olmak istediğinden değil; küreselci olur, küreselci olmak için değil; Kürd'ü sevmez kürtçü olur, Alevî'yi sevmez, alevîci olur, Ermeni'yi sevmez ermenici olur; AB o'nu ilgilendirmez, AB'ci olur; bir ve yalnız tek sebeple: O, Türk'e mazarratı dokunacak olan ne varsa bit gibi or'da biter. O'nun hiçbir yüksek ideali, hiçbir şeye sevgisi yoktur, hiçbir şeye sadâkat duymaz, o'nu ayakta ve diri tutan tek şey, sevdikleri değil, sâdece ve yalnız Türk'e olan dinmez nefreti, zift gibi, yapışkan, kap-kara kinidir” (Hocaoğlu, 2009). 

Türk kimliğinin siyasal kimlik formunda belirleyici bir şekilde yer aldığı Türkiye Cumhuriyeti’nde Türk kimliğinin işlevselliği ve kapsayıcılığı oranında karşıtlığının da çeşitlendiği gözlenmektedir. Türk kimliği karşıtı aydınların konumlandığı toplumsal yaşam alanında Türk kimliğini paylaşan toplum olması üzerinde durulması gereken bir başka sorunsaldır. Türk aydınlarının önemli bir 
niteliği ideolojik kabullerindeki katılıktır. Toplumsal olaylar, olgular, sorunlar karşısında takınılan tavır ve belirlenen konumun meşrulaştırılması “evrensel nitelikli” kabul edilen kavramların kullanımı üzerinden sağlanmaktadır. Konumuz bağlamında “tarihle yüzleşmek”, “barışçıl tarih”, “evrensel tarih” gibi kavramlar üzerinden oluşturulan Türk kimliğinin omurgası olarak milli tarihe yönelik 
saldırılar dikkat çekmektedir. Bu cümledeki “saldırılar” ifadesi bir olguyu ifade etmek için bilinçli şekilde seçilmiştir. Çünkü sorun akademik ve demokratik bir tartışma, müzakere eylemini aşmakta ve yıkıcı, zarar verici bir mahiyet kazanmaktadır. Millî tarih merkezli tartışmalarda sergilenen akademik ve medyatik muhalefetin, “geçmişe saplanıp kalmama propagandası”nı aşarak teslimiyetçi tarih bilinci ve ideolojisi inşa etmeye yöneldiği, dolayısıyla yeni bir kimlik tanzim etme projesine dönüştüğü görülmektedir (Öz, 2005). 

Tarihin milli kimliğin oluşumunda ana belirleyici dinamik olduğu yukarıda da belirtildi. Milli kimliği oluşturucu unsurlar aynı zamanda olumlu bir işlev yüklenen “ötekinin” varlığına ve politik psikolojideki “ulusal yas” olgusuna dayanır. Yani bir toplumun yaşadığı katliamların, sürgünlerin, göçlerin, savaşların yarattığı dayanışma duygusunun kullanılması gerekir.6 Bu bağlamda Türklerde 
tarihin milli kimliği pekiştirici bir unsur olarak söz konusu katliamların, işgallerin, göçlerin belirleyici bir rol oynamadığı gözlemlenebilmektedir. Balkan savaşlarında milyonlarca insanın sadece Türk kimliğinden dolayı katledilmesi, sürülmesi, göçe zorlanması ve Balkanların demografik yapısının tamamen dönüşmesine rağmen Türkiye’de ne tarihyazımında ve ne de akademik alanda ilgi görmediği açıktır. Ne Balkan felaketinin ve ne de Anadolu’da Yunan ve Ermenilerin gerçekleştirdiği Türk soykırımı Türk tarih bilincinde işlevseldir. Modern Türk kimliğinin inşasında öteki, farklı ideolojik duruşlara göre Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri ile karşılamıştır. Milli Türk kimliğindeki tarihsizlik olgusu bugünkü siyasi, kültürel ve düşünsel alandaki özgünlüğün yakalanamamasının da nedenini oluşturmaktadır. Batılı anlamda bir “ötekinin eksikliği” yani “Ötekisizlik” olgusu, Türklerin kültürel kodlarında mevcut bir davranış biçimidir. Bildirimizdeki tezimizi destekleyen ve pekiştiren argümanlar rastgele gündelik basın yayın organlarından ve siyaset dünyasından seçilmiştir. Böylece Türk kimliği karşıtlığının tarih bağlamında somut olarak göstermek için yoğun bir mesai sarf edilmediğine dikkat çekilmek istenmiştir. Ayrıca belirtelim ki, tezimizi destekleyen akademik metinler/veriler hem gündelik basında ve akademik/popüler dergilerde hem de akademik araştırma metinlerinde bolca bulunmaktadır. Biz sorunu bir metin sorunu değil zihniyet sorunu olarak gördüğümüz için kolayca ulaşılabilecek metinler üzerinden argümanlar gösterilmiştir. Tarih üzerinden geliştirilen Türk kimliği karşıtlığının bir başka boyutu da “nefret suçuna”7 girmiş olmasına rağmen bu başka bir bildirinin konusu olabilecek niteliktedir. 

6 Ermeni Soykırımı iddiaları üzerine çalışan ve bu tezi savunan aydınların acının milli kimliğin inşasındaki rolüne şöyle değiniyor: “Ermeni tarafı için paylaşılan acılar ve hatıralar Ermeni kimliğinin kurulmasında önemli bir rol üstleniyor. Dağılmış Ermeniler kolektif enerjilerini yeni bir diaspora altyapısı kurmak için harcıyorlar. Soykırımın travması içselleştiriliyor. Korku ve güvensizlik hüküm sürüyor. Yıllar boyunca unutuş ve hafıza arasındaki savaş mağdurların hatırlayışlarında belirginleşiyor.” (Kamiloğlu, 2014) 

7 Post-modern zamanların yeni değer ve ölçüt kabul edilen ve bireyi kollektivitenin içinde eriten kimlikleri, yeni çatışma ve yok etme sorunlarının çözümlenmesinde yeni kavramsal araçlar ve çerçeveler sunmaktadır. Bu 
kavramlardan biri de “Nefret Suçları”dır. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’na göre nefret suçu: “Mağdurun, mülkün ya da işlenen bir suçun hedefinin, gerçek veya hissedilen ırk, ulusal ya da etnik köken, dil, renk, din, cinsiyet, yaş, 
zihinsel ya da fiziksel engellilik, cinsel yönelim veya diğer benzer faktörlere dayalı olarak benzer özellikler taşıyan bir grupla gerçek ya da öyle algılanan bağı, bağlılığı, aidiyeti, desteği ya da üyeliği nedeniyle seçildiği, kişilere veya mala karşı suçları da kapsayacak şekilde işlenen her türlü suçtur.” Nefret suçlarının niteliği, biçimi, yöntemleri ve edimcinin bilişsel dünyasının çözüm lenmesi bu suçla mücadelede önem arz etmektedir. “Nefret suçlarının özelliklerini iyi kavramak, bu suçlara karşı verilecek mücadele açısından son derece önemlidir. Bir nefret suçu şu unsurları kapsar: Ceza hukukuna göre işlenmiş olan bir suçun mevcut olması ve failin, suçu bir önyargı/nefret saikiyle 
gerçekleştirmiş olması. Dolayısıyla fail, kurbanını kurbanın belirli bir gruba üyeliği ya da bunun böyle algılanmış olması nedeniyle seçmektedir. Aynı şekilde şayet suç oluşturan fiil bir mülke yönelik gerçekleşmişse, söz konusu mülk, bir grup ile olan bağıntısı nedeniyle seçilmiştir. Bunlar ibadet yerleri, cemaatin veya grubun buluşma alanları, araçlar ya da konutlar olabilir.” (Ulusal Basında Nefret Suçları, 2010: 6-7) 

8 Tarihin kötüye kullanılmasına güncel örnekler aşağıda verilmiştir. Bu örnekler rastgele seçilmişlerdir. Böyle bir yöntemin seçilmesinin sebebi de Türk kimliği karşıtlığının yaygınlığını ve aleladeliğini göstermek içindir. Bkz: -Altan, Ahmet, (2011), “Askerî cumhuriyet”, Taraf, 01.06.2011 ; 

-“Şener: "İstiklal Savaşı Olmadı"” , http://www.haberiniz.com/yazilar/haber44316-AKP_Milletvekili_Ihsan_SenerIstiklal_Savasi_Olmadi.html (29 Kasım 2011) 

Halil İnalcık, tarihyazımında somutlaşan Türk karşıtlığını gözlemlemiş ve uyarmıştır. İnalcık’a göre, 

“Objektif tarih yapmak lazım. Maalesef iki kampa mensup olanlar tarihi kendilerine göre temsil ediyorlar. Bir de içimizde etnik ayrımcılar ortaya çıktı. Bunların bazıları açıkça Türklüğe karşı Türk Milletine, kültürüne karşı cephe almışlar. Siyaset bakımından, etnik bakımdan ayrımcı olanların kasıtlı olarak tarihimizi bozduklarına inanıyorum” demektedir (İnalcık, 2008: 449). Türk kimliği karşıtlığının tezahür ettiği tarih konuları Ermeni soykırımı iddiaları, İttihat Terakki Teşkilatı, Dersim İsyanı gibi temalar başta olmak üzere Cumhuriyetin ilk dönemi yani kuruluş aşamasını temsil eden olay ve süreçlerdir.8 

- Bayramoğlu, Ali, (19 Eylül 2014), "Türkiye özür dilemeye hazır değil", 
http://repairfuture.net/index.php/tr/oezur-uzlasma-diyalog-turkiye-den-bakis/turkiye-oezur-dilemeye-hazir-degil 
- Lezgîn, Roşan, (2015), "Yüz Yıllık Ah" hepimizin ahıdır hâlâ!, 04.09.2015, http://www.ilkehaber.com/yazi/yuz-yillik-ah-hepimizin-ahidir-hala-14196.htm 
- Mahcupyan, Etyen, (2009), “Ermeniler, Türkler ve kendimiz”, Zaman, 13 Ocak 2009. 
- Uçum, Mehmet, (2015), “‘Şimdi ortaya çıkan ihtiyaç Öcalan ile siyasi ilişki yürütme ihtiyacıdır’,” 24 Ağustos 2015 Balçiçek İlter / Gazete Habertürk 
http://www.haberturk.com/gundem/haber/1119368-simdi-ortaya-cikan-ihtiyac-ocalan-ile-siyasi-iliski-yurutme-ihtiyacidir 


Sonuç 

Milli tarih yaklaşımı, “tarih” kelimesinin başına rastgele “milli” kelimesinin getirilmesiyle oluşturulmuş bir terkip değildir. Bir toplumsal form, siyasi yapı, devlet modeli, bir düşünme biçiminin ana anlam kaynağıdır. Milli tarih paradigması, modern bir gelişimdir ve büyük ölçüde modern milli devletle birlikte ortaya çıkmıştır. Milli tarih “millet” ve “milli devlet/ulus-devlet” 
modelinin tarih yorumudur. Başka bir deyişle, milli tarih, milli kimliğin ve bu kimliğin siyasi tezahürü olarak “milli devlet” ve “millet” formunun anlam matriksidir. Bu unsurlar arasında birbirlerinin sürekliğinin sağlanmasında zorunlu bir ilişki mevcuttur. Herhangi birinin işlevsizliği veya yokluğu söz konusu bu bütüncül yapının bozulması anlamına gelir. 

Türkiye’de milli tarih paradigmasının eğitim ve entelektüel alanda işlevsizleşmesi Türk kimliğinin işlev ve etki alanının yok edilmesi anlamına gelir. Yok edilmesinden sonraki süreçte öngörülen tarih formu tasavvur edilen toplum ve devlet modelinin paralelinde bir tarih yazımı geliştirilir. Yani bugün öngörülen çok-etnikli, çok-kültürlü, çok-dinli Yeni Türkiye tasavvurunu göz önünde 
bulundur duğumuzda milli kimliğin yerine etnik, dini, mezhepsel kimliklerin ikamesinin tasavvuru söz konusudur. “Yeni Türkiye” şeklinde tanımlanan yeni devlet modelinde Türk kimliğinin yerine etnik, mezhepsel temelde yeni bir siyasi model öngörülmektedir. Tarih de bu yeni siyasal yapılanma doğrultunda yeniden inşa edilmektedir. Buna bağlı olarak da milli kimliğin tarih yaklaşım daki kahramanlar hain, hainler ise kahraman olarak yerlerini almaktadır. Bu yeni bir “anlam”ın, toplumun, devletin inşası anlamına gelmektedir. 

Sistematik olarak yürütülen Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlığı temelinde kendilerini kurgulayan ve Dersim isyanı, Şeyh Said isyanı, Ermeni tehciri, Rum mübadelesi, Çanakkale, istiklal mahkemeleri, Milli mücadele, gibi temalar üzerinden Türk kimliğinin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin simgesel unsurlarını olumsuzlama ve değersizleştirme gayretleri göze çarpmaktadır. “Resmi tarihle hesaplaşma” adına spekülatif bir nitelik taşıyan ve ideolojik bile sayılamayacak tamamen iktidarın politik kaygıları doğrultusunda bir tarih yazımı ideolojik mücadelenin bir aracı haline gelmiştir. 

Modern toplumsal formasyon olarak Milletin varoluşunu mümkün kılan tarih tasavvurundaki milli bütünsellik parçalanmakta, milli tarih bilincini zayıflatıcı şüpheler yaratılmakta ve değerler değersizleştirilmektedir. Sonuç olarak modern bir milli devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin ve modern Türk milleti olgusunun bilişsel evrendeki parçalanma süreci yeni bir toplum ve devlet tasavvuruna yol açar. Tarih ve tarihçilik üzerinden yürütülen mücadelenin bir başka boyutu daha vardır. Neoliberal küreselleşme önünde potansiyel sorun alanı olarak görünen millî devlet ve kültür engelinin ortadan kaldırılmasında, tarihin ve tarihçiliğin kullanılması, sadece entelektüel değil, aynı zamanda kültürel bir yöntemi ifade etmektedir. (Öz, 2005) 


Kaynakça 

Ahonen, Sirkka, (1999), “Komünizm Sonrası Tarih Müfredatı: Estonya ve Doğu Almanya Örnekleri”, Tarihin Kötüye Kullanımı içinde (Tarihi Kötüye Kullanma Biçimleriyle Yüzleşmek) Sempozyumu Oslo, Norveç/ 28-30 Haziran 1999, Çeviri: Nurettin Elhüseyni, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı. 
Akça, Gürsoy – İnce, Yunus, (2015), Klasik Osmanlı Çağında Tarih, Meşruiyet ve Rüya, Palet Yayınları, Konya. Akça, Gürsoy, (2005), “Postmodernite Ve Ulus Devlet”, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 7 : Sayı 2 , (s: 232-257) 
Altan, Ahmet, (2011), “Askerî cumhuriyet”, Taraf, 01.06.2011 
Batur, D.Ahsen, (2011), Kürdoloji Yalanları, Selenge Yayınları, İstanbul. 
Bayramoğlu, Ali, (19 Eylül 2014), "Türkiye özür dilemeye hazır değil", 
http://repairfuture.net/index.php/tr/oezur-uzlasma-diyalog-turkiye-den-bakis/turkiye-oezur-dilemeye-hazir-degil 
Bédarida, François 2001. “Tarihsel Pratik ve Sorumluluk”, Tarihçinin Toplumsal Sorumluluğu, Der. François Bédarida, Çev. Ali Tartanoğlu ve Suavi Aydın, İmge kitabevi Yayınları,Ankara. ss. 9-15. 
Bıçak, Ayhan, (2004), Tarih Düşüncesi 1: Tarih Düşüncesinin Oluşumu, Dergah Yayınları, İstanbul. 
Bloch, Marc 2005. Feodal Toplum, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Doğu Batı Yayınları, Ankara. 
Bloch, Marc 2005. Feodal Toplum, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Doğu Batı Yayınları, Ankara. 
Bozarslan, Hamit, (2016), "Türkiye: Yüz yıllık bir tarih çöküyor", 
http://repairfuture.net/index.php/tr/kimligi-tuerkiye-den-bak-s/turkiye-yuz-yillik-bir-tarih-coekuyor, 02 Şubat 2016 
Braudel, Fernand 1992. Tarih Üzerine Yazılar, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara. 
Carr, E.H. ve Fontana, J. 1992. Tarih Yazımında Nesnellik ve Yanlılık, Almanca’dan Çev. Özer Ozankaya, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara. 
Carr, Edward Hallet, (2009), Tarih Nedir?, (Çev. Misket Gizem Gürtürk), İletişim Yayınları, 11. Baskı, İstanbul. 
Collingwood, R. G. 2005. Tarihin İlkeleri ve Tarih Felsefesi Üzerine Başka Yazılar, Çev. Ahmet Hamdi Aydoğan, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. 
Çetin, A., (2014), Tarih Meleği Nereye Koşuyor? Tarihnâme: Ttarihin Yeniden Üretilmesini Düşünmek, Lotus, Ankara. 
Dinçer, K. ( 2011). “Tarihte Açıklama ve Anlama”, Türkiye ‘de Tarih Yazımı, Ed. Vahdettin Engin- Ahmet Şimşek, Yeditepe Yayınları, İstanbul. ss. 257-269. 
Dinçer, K. (2011). “Tarihte Açıklama ve Anlama”, Türkiye ‘de Tarih Yazımı, Ed. Vahdettin Engin- Ahmet Şimşek, Yeditepe Yayınları, İstanbul. ss. 257-269. 
Evans, Richard J. 1999. Tarihin Savunusu, Çev. Uygur Kocabaşoğlu, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara. 
Florescano, Enrique 2001. “Tarihin Toplumsal İşlevi”, Tarihçinin Toplumsal Sorumluluğu, Der. François Bédarida, Çev. Ali Tartanoğlu ve Suavi Aydın, İmge kitabevi Yayınları,Ankara. ss. 59-69. 
Gallerano, Nicola 2001. “Tarih ve Tarihin Kamusal Kullanımı”, Tarihçinin Toplumsal Sorumluluğu, Der. 
François Bédarida, Çev. Ali Tartanoğlu ve Suavi Aydın, İmge kitabevi Yayınları,Ankara. ss. 111-131. 
Gurevich, Aaron 2001. “Tarihçinin Çifte sorumluluğu”, Tarihçinin Toplumsal Sorumluluğu, Der. 
François Bédarida, Çev. Ali Tartanoğlu ve Suavi Aydın, İmge kitabevi Yayınları,Ankara. ss. 89-110. 
Halil İnalcık ile Söyleşi, Çankırı Araştırmaları Dergisi, yıl 3, sayı 3, KASIM 2008, s. 449 
Hobsbawm, E.J. (2001). “Evrensel Arayış ile Kimlik arayışı Arasında Tarihçi”, Tarihçinin Toplumsal Sorumluluğu, Der. François Bédarida, Çev. Ali Tartanoğlu ve Suavi Aydın, İmge kitabevi Yayınları,Ankara. ss. 71-87. 
Hobsbawm, Eric J. (2009). Tarih Üzerine, Çev. Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, İstanbul. 
Hocaoğlu, Durmuş, (09.01.2009) “Türkiye’li Aydının Dini, Türk’e Olan Kinidir”, 
http://www.durmushocaoglu.com/dh/yazi.asp?yid=5507376. 
Hocaoğlu, Durmuş., “Orada Öylece Duran” Tarih., Bilgi ve Düşünce., Yıl: 1, Sayı: 4., Ocak 2003., İstanbul., s.82-87 
Iggers, George G (2000). Bilimsel Nesnellikten Postmodernizme Yirminci Yüzyılda Tarihyazımı, Çev. Gül Çağalı Güven, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul. 
Jenkins, Keith (1997). Tarihi Yeniden Düşünmek, Çev. Bahadır Sina Şener, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara. 
Kamiloğlu, Roza, (2014), "Kolektif Suçluluk ve Ermeni Soykırımı Üzerine Sosyal Psikolojik Bir Analiz: Suçlu Olan Kim: Hepimiz Suçlu Muyuz?", http://www.birikimdergisi.com/guncel/kolektif-
sucluluk-ve-ermeni-soykirimi-uzerine-sosyal-psikolojik-bir-analiz-suclu-olan-kim, 14.04.2014 
Kracauer, Segfrier (2014). Tarih Sondan Bir Önceki Şeyler, Çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, İstanbul. 
Lezgîn, Roşan, (2015), "Yüz Yıllık Ah" hepimizin ahıdır hâlâ!, 04.09.2015, 
http://www.ilkehaber.com/yazi/yuz-yillik-ah-hepimizin-ahidir-hala-14196.htm 
Mahcupyan, Etyen, (2009), “Ermeniler, Türkler ve kendimiz”, Zaman, 13 Ocak 2009. 
Öz, Esat, (2015), “Batı Emperyalizminin Hizmetindeki Tarih/çilik: Sevr Ve Soykırım Tartışmalarında Stratejik Ve İdeolojik Boyut”, 
http://www.esatoz.com/esat/default.asp?dizayn=13&r=61(30.06.2015) 
Özlem, Doğan, (2002). Kavramlar Ve Tarihi-1. İstanbul: inkılap 
Ranciére, Jacques (2011). Tarihin Adları, Çev. Cemal Yardımcı, Metis Yayınları, İstanbul. 
Ricoeur, Paul (2001). “Tarih ve Retorik”, Tarihçinin Toplumsal Sorumluluğu, Der. François Bédarida, Çev. Ali Tartanoğlu ve Suavi Aydın, İmge kitabevi Yayınları,Ankara. ss. 17-39. 
Rothacker, Erich (1995). Tarihselcilik Sorunu, Çev. Doğan Özlem, Gündoğan Yayınları, Ankara. 
Searle, John R., (2006), Zihin Dil ve Toplum, Gerçek Dünyada Felsefe, Litera, İstanbul. 
Smith, Anthony D., (2002), Ulusların Etnik Kökeni, (Çev.: Sonay Bayramoğlu, Hülya Kendir), Dost Kitapevi, Ankara,. 
Southgate, Beverley (2012). Tarih: Ne ve Neden, Çev. Çağdaş Dizdar vd., Phoenix Yayınları, Ankara. 
Stugu, Ola Svein, (1999), “Norveç’te Tarih ve Ulusal Kimlik”, Tarihin Kötüye Kullanımı içinde (Tarihi Kötüye Kullanma Biçimleriyle Yüzleşmek) Sempozyumu Oslo, Norveç/ 28-30 Haziran 1999, 
Çeviri: Nurettin Elhüseyni, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, s. 120 
Tekeli, İlhan (1998). Tarih Yazımı Üzerine Düşünmek, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara. 
Tosh, John (1997). Tarihin Peşinde, Çev. Özden Arıkan, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul. 
Türkdoğan, O., (1995). Bilimsel Değerlendirme Ve Araştırma Metodolojisi. Ankara: MEB 
Uçum, Mehmet, (2015), “‘Şimdi ortaya çıkan ihtiyaç Öcalan ile siyasi ilişki yürütme ihtiyacıdır’,” 24 
Ağustos 2015 Balçiçek İlter / Gazete Habertürk 
http://www.haberturk.com/gundem/haber/1119368-simdi-ortaya-cikan-ihtiyac-ocalan-ile-siyasi-iliski-yurutme-ihtiyacidir 
Ulusal Basında Nefret Suçları: 10 Yıl, 10 Örnek, (2010), Sosyal Değişim Derneği Yayınları, 2010, s. 6-7 



 ***