Yorum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yorum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Haziran 2019 Cumartesi

ORTA DOĞUDA ABD NİN AMACI MÜTTEFİKLERİNİ KONTROL EDEBİLMEK.,

ORTA DOĞUDA ABD NİN AMACI MÜTTEFİKLERİNİ KONTROL EDEBİLMEK.,



ABD’nin En Önemli Amacı Müttefiklerini Kontrol Edebilmek

SETA Güvenlik Araştırmacısı Aslan, S-400 meselesi hakkında, "ABD için sorun olan husus, Türkiye'nin kontrol edilebilirlikten çıkması ve kapasitesinin 
bölgedeki Amerikan faaliyetlerini engelleyebilecek seviyeye ulaşması." dedi.


Murat Aslan 
24 Mayıs 2019
Siyaset Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) Güvenlik Araştırmacısı Murat Aslan, ABD‘nin, Türkiye’nin S-400 füze savunma sistemi satın almasına 
karşı çıkmasının altında yatan sebebin, Türkiye’nin kontrol edilebilirlikten çıkması ve kapasitesinin bölgedeki Amerikan faaliyetlerini engelleyebilecek seviyeye ulaşması olduğu değerlendirmesinde bulundu.

Savunma politikaları ve güvenlik alanında araştırma yapan uzmanlar, Türkiye’nin Rusya ile yaptığı S-400 anlaşmasına ilişkin NATO ve ABD’nin sergilediği 
tutumunun yanı sıra Türkiye’nin ortaya koyduğu tezleri AA muhabirine değerlendirdi.

SETA Güvenlik Araştırmacısı Murat Aslan, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 füze savunma sistemi satın alması üzerine Türkiye’nin NATO’dan çıkarılması 
gerektiğine ilişkin iddialara karşı çıkarak, NATO ve Türkiye’nin bir bütün olduğu, karşı karşıya olmadığının altını çizdi. Aslan, “Türkiye, NATO’nun bir parçası. Dolayısıyla Türkiye ve NATO ifadesi bile bence doğru değil.” dedi.

Öte yandan Türkiye’nin silah tedarikinde yapmış olduğu seçimlerin, NATO’nun tercih alanında olmadığına işaret eden Aslan, her devletin istediği silahı alabileceği değerlendirmesinde bulundu. Aslan, bu nedenle S-400 meselesinin NATO ile Türkiye arasındaki bir sorun olmaktan ziyade, Türkiye ile ABD arasındaki bir sorun olduğu yorumunu yaptı.

Aslan, halihazırda NATO üyesi ülkelerde Sovyetler Birliği döneminden kalmış ve daha sonra tedarik edilmiş Rus silah sistemleri olduğuna işaret ederek, bunun en bariz örneğinin Girit Adası’na konuşlandırılmış S-300 sistemleri olduğunu belirtti.

ABD’nin, Türkiye’nin S-400 satın almasına karşı çıkmasının altında yatan asıl nedenin, teknik nedenlerden kaynaklanmadığını dile getiren Aslan, bilakis ABD’deki silah sanayinin baskısı olduğunu vurguladı.

Aslan, ABD’nin, Soğuk Savaş döneminin ardından Sovyetler Birliği’nin silah pazarı olarak hedeflediği eski Doğu Bloğu ülkelerine silah satmaya başladığını ve dolayısıyla bu ülkelerin tekrar Rusya’dan silah tedarik etmesini istemeyeceğini belirtti. Aslan, bunun olması durumunda Amerikan silah sanayisinin olumsuz etkilenebileceğini kaydetti.

ABD’nin, Türkiye’nin, Rusya’dan S-400 satın almasının NATO üyesi diğer ülkelere emsal teşkil etmesinden endişe duyduğunu dile getiren Aslan, bu bağlamda, ABD’nin en önemli amacının müttefiklerini kontrol edebilmek olduğunu bildirdi. Aslan, “Bu sonuç olarak şunu gösteriyor; S-400 meselesi bir Amerikan problemidir.” diye konuştu.

Aslan, ABD’nin öne sürdüğü teknik nedenlerin sağlam temeller üzerine oturmadığı eleştirisinde bulanarak, “ABD için sorun olan husus, Türkiye’nin kontrol edilebilirlikten çıkması ve kapasitesinin bölgedeki Amerikan faaliyetlerini engelleyebilecek seviyeye ulaşması.” ifadesini kullandı.

ABD’nin yaptırım uygulama olasılığına değinen Aslan, bölge halkının Türkiye’ye duyduğu sevgiyi de “yumuşak güç” olarak niteleyerek, şöyle devam etti:

“ABD eğer yaptırım uygularsa, Körfez’de İran’a karşı ısınan sular, kendi açısından sıkıntı oluşturur çünkü Türkiye yaptırıma maruz kaldığında daha otonom bir politika uygulayacaktır ve bu durum ABD’nin bu bölgede daha da yalnızlaşmasına neden olacaktır. Suriye’nin doğusunda şu anda bin civarında asker bırakacaklar. Irak’ta askerleri var. Türkiye’ye yaptırım uygulayıp bir şekilde karşı karşıya geldiklerinde, Türkiye’nin en büyük gücü olan yumuşak gücüyle muhatap olmak zorunda kalacaklar.”

Aslan, yaptırımların devreye girmesi durumunda, ABD’nin bu sürecin uzun vadeli sonuçlarını düşünmesi gerektiğinin altını çizerek, “Süreç hem Türkiye için yönetilebilir olmalı ama ABD açısından da uzun dönemde yönetilebilir mi değil mi buna bakmak lazım.” dedi.

“Türkiye Acilen kaynaklarını Çeşitlendirmeli”

Savunma Politikaları Araştırmacısı Arda Mevlütoğlu da S-400 meselesinin yakın zamanda bir çözüme kavuşturulamaması durumunda, Türkiye ile ABD arasında daha ciddi bir krizin ortaya çıkabileceği değerlendirmesinde bulundu.

Bu krizin doğrudan NATO’yu ve örgütün çeşitli gerilimlerde müdahale ya da politika üretme kabiliyetini etkileyebileceğine işaret eden Mevlütoğlu, “Mesele birden bire Türkiye-Amerika krizinden, bir NATO iç krizine dönüşebilir.” yorumunu yaptı.

Mevlütoğlu, S-400’ün komplike bir sistem olması sebebiyle Rusya ile devamlı bir iletişim gerektirdiğini belirterek, Rusya ile böyle bir bağlantı kurulmasının NATO müttefikleri tarafından ciddi bir tehdit olarak algılandığını dile getirdi.

ABD’nin, Türkiye’nin S-400 alması durumunda F-35’in bilgisinin Rusya’nın eline geçebileceği yönünde endişe duyduğunu belirten Mevlütoğlu, şunları kaydetti:

“Türkiye’nin, bu bilgilerin Rusya’nın eline geçmemesi için gerekli tedbirleri alabileceğine dair bir güvence ve taahhüdü var. ABD’nin de buna itimat etmesi gerekir çünkü Türkiye, 67 yıldır NATO’nun en önemli üyesi. Hemen hemen her operasyonda yer aldı. Tüm taahhütlerini eksiksiz yerine getirdi. Dolayısıyla Türkiye’nin NATO’nun en köklü üyelerinden birisiyse eğer NATO’nun her şeyine tam destek verdiyse bu konuda da gerekli önlemleri alabileceği yönünde ikna etmesi gerekir.”

ABD’nin olası yaptırımlarına karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiğine de değerlendiren Mevlütoğlu, “Türkiye, kaynaklarını çeşitlendirmeli. Bu kısa vadede hemen uygulamaya konulacak bir şey değil fakat her türlü teknolojide de silah sisteminde de ya da ARGE’de de kaynaklarımızın çeşitlendirilmesi bizim en öncelikli tercihi olması gerekir.” dedi.

Mevlütoğlu, Türkiye’nin kısa vadede acilen müttefikler bulması gerektiğinin altını çizerek, “Türkiye’nin tezlerine hak veren, savunan ya da Türkiye ile fikir birliğini açık şekilde deklare eden ülke, kuruluş ya da akademik bunların sayısının hızla artırılması gerekiyor.” şeklinde konuştu.

Uluslararası camiada Türkiye’nin tezlerini dile getiren kanallar olmazsa yalnızlığa itilme tehdidinin ortaya çıkacağını savunan Mevlütoğlu, “Böyle olması durumunda, herkes Amerika’nın tezleri ve argümanlarıyla konuşur hale gelir. Bu da bizim için daha da kötü bir senaryo haline gelir.” ifadelerini kullandı.
[AA, 24 Mayıs 2019]

https://www.setav.org/abdnin-en-onemli-amaci-muttefiklerini-kontrol-edebilmek/

***

10 Nisan 2017 Pazartesi

Tarih’in Kötüye Kullanımı, BÖLÜM 2


Tarih’in Kötüye Kullanımı, BÖLÜM 2


3. Tarih ve Sosyo-politik Formasyon 

Tarihyazımının ve tarihin işlevi ve sosyo-politik yaşam alanındaki konumunu tartışırken işlev alanının birey ve kolektif olmak üzere kategorileştirmek faydalı bir analiz biçimi sunar. Kolektif tarih bilinci veya işlevi ile kastettiğimiz “milli tarih”tir. Küreselleşme ve postmodern yaklaşımların çöktüğü ve zayıfladığı iddialarına rağmen ulus-devletler, bütün ihtişamıyla varlığını sürdürmekte ve hatta gücünü ve etkinlik alanını tahkim etmektedir. Mesela, kitle iletişim araçları, internet gibi vasıtalarla resmi dilin yaygınlığının artması ve demokratik katlım bilincinin gelişmesi gibi. Başka bir ifade ile, postmodernist söylemde yer verilmemiş olmasına rağmen, postmodernitede ulus-devletler, siyasi toplumsal örgütlenmenin merkezi olma konumlarını devam ettirmektedirler (Akça, 2005: 253). Bu yüzden bu tartışmada milli tarih yazımı bağlamında konu müzakere edilecektir. 

Esat Öz’e göre, neoliberal küreselleşme sürecinin derinleşmesiyle birlikte, bir yandan millî kimliğe/devlete/bağımsızlığa yönelik tehditler artarken, diğer yandan etnik ve dinî farklılıkları bileyleyen, bir bakıma “mikro kimlik arkeolojisi”ne aşırı ilgi duyan bir eğilim gelişmektedir. (Öz, 2015) Hem akademik çalışmalarda hem de popüler süreli yayınlarda bolca örneklerine rastladığımız 
bu tarih çalışmaları siyasi konjonktürün de uygun şartları yaratmasına paralel olarak kendini göstermektedir. Bu çerçevede, Öz’e göre, “mikro kimlikler ve azınlıklar sorununa endeksli bir tarihçilik anlayışının, küresel hükümranlık sistemince ödüllendirilen popüler ve muteber bir tarihçilik olarak ön plana çıkartıldığı gözlenmektedir. Aynı sürecin diğer yüzünü ise, şüphesiz millî tarihin ve tarihçiliğin, hem akademik hem de sosyal hayatın dışına atılması için entelektüel engizisyona muhatap kılınması oluşturmakta; biri olmadan diğeri olamayacağı için de her iki işin koordineli biçimde icra edilmesi gerekmektedir” (Öz, 2005). 

Bu bağlamda Tosh’un “Tarih, belli değerlere geçerlilik kazandıracak “anlamlar” aramak için deşilmiyor, şimdiki durumumuzu olabilecek en geniş biçimde denetim altına almaya yönelik bir araç olarak ele alınıyor” (Tosh 1997: 20) şeklindeki yaklaşımı gerçeğin bir boyutuna vurgu yaparken “denetim” eyleminin sadece tarih değil grup kimliğini inşa eden bütün normatif bilgi kümeleri için 
geçerli olduğunu belirtelim. Grup davranışının ortaya çıkışını mümkün kılan grup kimliğinin özgünlüğünü yaratan normlar bireyin duygu, düşünce, davranış gibi bütün eylem alanını kapsar. 

Grup kimliğini pekiştiren değerlerin her biri aynı zamanda grup davranışını denetim altına alma işlevi görür. Tosh’un iddia ettiği gibi tarihin işlevini sadece şimdiki durumumuzu denetim altına almaya çalışan bir araç değil psikolojik ve toplumsal bağlamı içinde meşrulaştırıcı bir güç olarak değerlendirmek daha sağlıklı bir bakış açısı sunar. 

Southgate’nin dediği gibi “Bir tarihin belirli bir bakış açısı olmaksızın yazılması imkânsızdır. Bu bakış açıları elbette ki felsefî ya da ideolojik olacaktır” (Southgate 2012: 26). Bu tarihyazımının göreceliliği, çok hakikatliliği, yorumların çeşitliliği “toplumsal yaşamın” çeşitliliğini kapsayabilecektir. Tarih bireysel ve kolektif düzlemde işlevi haizdir. İnsan varolduğundan beri “tarih” farklı formlarda kendini göstermiş ve kollektif bir işlev görmüştür. Mitler, destanlar, kahramanların hikayeleri herbiri şüphesiz toplumsal bir işlevi haizdir. Geçmiş olayların ve olguların, süreçlerin, kişilerin kullanım 
biçimi ve yöntemi zamana ve mekana göre değişiklik gösterse de değişmeyen tarihin kullanım biçimidir. “Mythomoteur” kavramını geliştiren A.D. Smith, bu kavramı etnik siyasi birliğin kurucu miti olarak tanımlamaktadır. Mit, sembol ve mythomoteur, etnisitenin hamilerinin koruyup sakladıkları, yaydıkları ve gelecek nesillere aktardıkları inanç ve duygu birliğini sağlamada hayati rol oynar. Bu üç unsur, aynı zamanda bir etninin tarihi belleğini ve veya etnik hafızayı nesilden nesile aktarır. Bu üç kavramın ortak buluşma noktası ise primajenitor ata, kutsal sembol, kutsal mekândır. 

Primajenitor ata dediğimiz şey, çoğunlukla bir etninin doğuşunda hamile veya dölleyici rolü üstlenen bir hayvandır. Örneğin Türklerde bozkurt, Ruslarda ayı, İngilizlerde leopar, Fransızlarda horoz böyledir; mühim olan primajenitor ata efsanesinin mahiyeti değil, onu etnik hafızasında yaşatan etninin kendi ürünü olmasıdır (Batur, 2011: 26). Primajenitor ata efsanesi toplumun sürekliliğini 
sağlamada ve kültürel inşasında yaşamsal derecede önem taşımaktadır. Smith’e göre de ulus kavramını oluşturan mit ve bellekten daha başka şeyler de vardır. Bunlar ulus için bir sine qua non oluşturur: belleksiz kimlik olamaz, mitsiz ortak amaç olamaz; kimlik, amaç ya da kader, ulus kavramının zaruri öğeleridir. Ancak, bu, etnik topluluk kavramı için de geçerlidir; etnik topluluğun 
da kimlik ve kadere, dolayısıyla mit ve anılara sahip olması gerekmektedir (Smith, 2002: 22). Modern olarak görülen milletlerin varlığının aslında çok derin tarihsel köklere sahip olduğu görülmektedir. 

Milletlerin varlığı da büyük ölçüde tarih ile mümkün olabilmektedir. Gerek etnik grup gerekse millet olsun sosyal grup kimliğinin kazanılmasında tarih ve kollektif bellek zorunlu koşuldur. 

Tosh da büyük grup bilincinin kazanılmasında tarih bilincine özel vurgu yapar. Ona göre, “Büyük bir toplumsal grubu birleştiren en güçlü bağlardan biri, üyelerinin ortak tarih bilincidir. Bu bilinç olmaksızın insanlar, geniş soyutlamalara bağlılık göstermeleri yolundaki talepleri kolay kolay kabul edemezler. Modern tarihte grupla özdeşleşme süreçlerinin en güçlüsü olan ulus bilincini düşündüğümüzde, bunun geçerliliği çok daha belirginleşir” (Tosh 1997: 5). Bu çerçevede her milletin etnik bir kökeni yani köklü bir geçmişi olmadığı için modern anlamda millet inşasına girişilmiştir. 
Avrupa dışında, ulusal bilinci şekillendirmede kullanılacak malzemeler genellikle daha az ümit vericiyse de, ulusal bir geçmiş yaratma konusundaki politik ihtiyaç daha büyük olmuştur. ABD bunun tipik bir örneğini teşkil etmektedir. Devrim öncesinde Amerikan kolonilerinde yaşayanlar Britanya tarihini kendi tarihleri olarak benimsemişlerdi. Daha sonra 1820’lerde Massachussetts’te ve 
başka yerlerde yayınlanan ders kitapları ile ulusal Amerikan tarihi yazılmaya başlandı (Tosh 1997: 6). Ulusal tarihin yazılmaya başlanması ile bir Amerikan milli kimliği tecessüm etmiş ve millet oluşumu büyük bir aşama kaydetmiştir. Tarih çok farklı etnik, dini, ırkî, kültürel farklılığa mensup Amerikan toplumunu bir grup kimliği çerçevesinde birleştirmiş ve siyasal bir kimlik kazandırmıştır. 

“Bir halka ya da bir ulusa ortak bir geçmiş kazandırmak ve bu uzak geçmişin içinde bir kolektif kimlik biçimlendirmek, tarihin toplumsal işlevlerinin belki de en eskisi ve en süreklisidir” (Florescano 2001: 61). Tarihin toplumsal işlevi aynı zamanda siyasal olana da bir göndermede bulunur. Tarihin siyasal ideolojiler bağlamında özellikle bir siyasal erk olarak devlet kuramı ile birlikte anılması normal bir ilişki biçimidir. Ahonen’in vurguladığı gibi, tekil tarihsel sunuş biçimleri, anlatılar bağlamında kurgulanır. Bununla birlikte, arzu edilen siyasal eylem için gerekli kolektif bir tarihsel kimliği yaratmak amacıyla, iktidarda bulunanlar tarafından da yönlendirilebilir. Bununla birlikte, tarihsel sunuş biçimlerinin insan zihinlerine yerleşmesi çok zor değildir. Oturmuş bir yapı kazanınca, sosyal eylemin meşru dayanağı işlevini görürler (Ahonen, 1999: 59). Sosyal eylemin meşruiyet dayanağını teşkil etmesi yanında tarihin bir başka siyasi işlevi de Galerano’nun dikkat çektiği gibi “bir toplumun ayırıcı özelliklerinin ve toplumsal kimliğinin şekillenmesi ve diğerlerinden ayırt edilmesi için belleği ve unutmayı düzenlemek; geçmiş sayesinde gelecek için bir öngörü oluşturmaktır” (Gallerano 2001: 119). 

Tarih bir ulus için neden bu kadar önemli sayılıyordu? Avrupa ulusal tarihi üzerine yakın dönemdeki karşılaştırmalı bir makalesinde Miroslav Hroch bu soruya cevap mahiyetindeki dört duruma işaret etmektedir (Stugu, 1999: 120): 

1. Tarih bireyin ulusla özdeşleşmesini ve ulusun başka karşılaştırılabilir birimlerden ayrı tutarlı bir birim olarak kavranmasını güçlendirdi. 

2. Tarih ulusun varlığını meşrulaştırdı. Bir tarihe sahip olmak, kişinin ulusal varlığını ortaya koymasını ve ulusun kaçınılmaz bir gelişmenin ürünü olarak görülmesini mümkün kıldı. 

3. Tarih insanların ölümlü bireyler olmalarının ötesinde bir varoluş duygusu hissetmelerini sağladı. Geçmişten gelen süreklilik bir kişiye atalarıyla bütünlük duygusunu yaşatmakla kalmıyor, aynı zamanda sürüp giden bir gelecek vaadini de taşıyordu. 

4. Tarih ortak ulusal değerlere, yani kolektif bir değer sistemine ilişkin bilinci yaratmada temel işlevini gördü. Tarihin yardımıyla olumlu ve olumsuz davranış modelleri oluşturuldu, geleceğe dönük düşler ve beklentiler geçmişe yansıtıldı. 


Tarih, siyasal bir savaş meydanıdır. Otoriteye başkaldıranlar da, bu başkaldırıyı boğmaya çalışanlar da, tarihin desteğini yanlarına almaya çalışırlar (Tosh 1997: 11). Millî devletlerin inşasında tarihin kullanımı ve tarihçinin rolü konusu, diğer bir ifadeyle “milliyetçi tarihçilik” meselesi, gerek tarih biliminin gerekse milliyetçilik çalışmalarının gündeminde kritik öneme sahip olagelmiştir. Gerçekten de, konuya salt akademik-bilimsel esaslar dâhilinde yaklaşma iddiasındaki tarihçilerin yanında; milliyetçilik teorisi ve tarihine dair araştırmalarda da bu tartışma konusunun izleri derindir. Bilhassa anti milliyetçi perspektifin belirleyici olduğu çalışmalarda, millî kimliği ve milleti, yaratıcılık rolünü tarihçinin üstlendiği, seçilmiş tarihsel olgulara dayalı bir tasarım olarak tarif etme eğilimi çok güçlüdür (Öz, 2005). 

Milli kimlik ve tarihe yöneltilen ve ciddi bir medya desteğini de arkasına alan tarihçilik dalgası karşısında, neoliberal küreselleşmenin millî devlet ve kimlik karşıtı klişe argümanlarına tarihsel çalışmalarla lojistik destek sağlayan bir entelektüellik anlayışı, tarihçilik tartışmasını, akademik alanın dışına zaten kendiliğinden taşımış olmaktadır. Millî tarih çalışmalarına yönelik keskin önyargılarla birlikte, mikro kimlik tarihçiliğinin de ödüllendirilmesi, meselenin stratejik ve ideolojik boyutunu ortaya koymaktadır (Öz, 2005). 

4. Tarihin Kötüye Kullanımı: Türk Kimliği Karşıtlığı 

Türk kültür kodlarına ve siyasal varlığına yönelik gizli veya açık ötekileştirme çabaları sosyo-politik ve kültürel boyutları ile disiplinler arası bir yaklaşımla çözümlenmesi gereken bir sorun alanıdır. Bu noktada Türk kimliği karşıtlığını5 bir düşünme biçimi haline getirmiş olan farklı ideolojik zihniyet yapılarına mensup aydınlar odağında eleştirimi geliştiriyorum. Aydınlar, entelektüeller bir toplumda, tarih boyunca, önemli bir sosyal tabakasını oluşturmuşlardır. Osmanlı ve Selçuklu örneklerinde de görüldüğü gibi Türk toplum yapısının bir unsuru olarak aydın zümre sınıfsal, ekonomik, kültürel, etnik açıdan türdeş değil heterojen bir özellik gösterir. Buna bağlı olarak Türk Devletlerinde gayr-i Türk unsurların yönetim alanındaki baskınlığı, olumsuz bir yargı olarak değil bir durum tespiti olarak vurgulanmalıdır. 

5 "Türkiye'li Aydın", dini Türk'e duyduğu kin olan bir "alien", bir "monster"dir, diyen Durmuş Hocaoğlu “Türkiyeli Aydının” Türk’e olan bakış açısını ve kendini nasıl Türk karşıtlığında konumladığını şöyle izah etmektedir. “ ‘Türkiye'li Aydın’, ihânete müheyyâdır; siyâsetin ifsâdı idi, sermâye idi vesâire, bütün bunlar zâittir o'nun ihâneti için, yâni onlar olmasa da bu mel'aneti işleyecektir; çünki, o'nun derdi Türk'ün varlığıdır; o, Türk'e tahammül edemediği için ihânet etmektedir; o, komünist olur, komünist olmak için değil, komünizm ölür liboş olur, liberal olmak istediğinden değil; küreselci olur, küreselci olmak için değil; Kürd'ü sevmez kürtçü olur, Alevî'yi sevmez, alevîci olur, Ermeni'yi sevmez ermenici olur; AB o'nu ilgilendirmez, AB'ci olur; bir ve yalnız tek sebeple: O, Türk'e mazarratı dokunacak olan ne varsa bit gibi or'da biter. O'nun hiçbir yüksek ideali, hiçbir şeye sevgisi yoktur, hiçbir şeye sadâkat duymaz, o'nu ayakta ve diri tutan tek şey, sevdikleri değil, sâdece ve yalnız Türk'e olan dinmez nefreti, zift gibi, yapışkan, kap-kara kinidir” (Hocaoğlu, 2009). 

Türk kimliğinin siyasal kimlik formunda belirleyici bir şekilde yer aldığı Türkiye Cumhuriyeti’nde Türk kimliğinin işlevselliği ve kapsayıcılığı oranında karşıtlığının da çeşitlendiği gözlenmektedir. Türk kimliği karşıtı aydınların konumlandığı toplumsal yaşam alanında Türk kimliğini paylaşan toplum olması üzerinde durulması gereken bir başka sorunsaldır. Türk aydınlarının önemli bir 
niteliği ideolojik kabullerindeki katılıktır. Toplumsal olaylar, olgular, sorunlar karşısında takınılan tavır ve belirlenen konumun meşrulaştırılması “evrensel nitelikli” kabul edilen kavramların kullanımı üzerinden sağlanmaktadır. Konumuz bağlamında “tarihle yüzleşmek”, “barışçıl tarih”, “evrensel tarih” gibi kavramlar üzerinden oluşturulan Türk kimliğinin omurgası olarak milli tarihe yönelik 
saldırılar dikkat çekmektedir. Bu cümledeki “saldırılar” ifadesi bir olguyu ifade etmek için bilinçli şekilde seçilmiştir. Çünkü sorun akademik ve demokratik bir tartışma, müzakere eylemini aşmakta ve yıkıcı, zarar verici bir mahiyet kazanmaktadır. Millî tarih merkezli tartışmalarda sergilenen akademik ve medyatik muhalefetin, “geçmişe saplanıp kalmama propagandası”nı aşarak teslimiyetçi tarih bilinci ve ideolojisi inşa etmeye yöneldiği, dolayısıyla yeni bir kimlik tanzim etme projesine dönüştüğü görülmektedir (Öz, 2005). 

Tarihin milli kimliğin oluşumunda ana belirleyici dinamik olduğu yukarıda da belirtildi. Milli kimliği oluşturucu unsurlar aynı zamanda olumlu bir işlev yüklenen “ötekinin” varlığına ve politik psikolojideki “ulusal yas” olgusuna dayanır. Yani bir toplumun yaşadığı katliamların, sürgünlerin, göçlerin, savaşların yarattığı dayanışma duygusunun kullanılması gerekir.6 Bu bağlamda Türklerde 
tarihin milli kimliği pekiştirici bir unsur olarak söz konusu katliamların, işgallerin, göçlerin belirleyici bir rol oynamadığı gözlemlenebilmektedir. Balkan savaşlarında milyonlarca insanın sadece Türk kimliğinden dolayı katledilmesi, sürülmesi, göçe zorlanması ve Balkanların demografik yapısının tamamen dönüşmesine rağmen Türkiye’de ne tarihyazımında ve ne de akademik alanda ilgi görmediği açıktır. Ne Balkan felaketinin ve ne de Anadolu’da Yunan ve Ermenilerin gerçekleştirdiği Türk soykırımı Türk tarih bilincinde işlevseldir. Modern Türk kimliğinin inşasında öteki, farklı ideolojik duruşlara göre Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri ile karşılamıştır. Milli Türk kimliğindeki tarihsizlik olgusu bugünkü siyasi, kültürel ve düşünsel alandaki özgünlüğün yakalanamamasının da nedenini oluşturmaktadır. Batılı anlamda bir “ötekinin eksikliği” yani “Ötekisizlik” olgusu, Türklerin kültürel kodlarında mevcut bir davranış biçimidir. Bildirimizdeki tezimizi destekleyen ve pekiştiren argümanlar rastgele gündelik basın yayın organlarından ve siyaset dünyasından seçilmiştir. Böylece Türk kimliği karşıtlığının tarih bağlamında somut olarak göstermek için yoğun bir mesai sarf edilmediğine dikkat çekilmek istenmiştir. Ayrıca belirtelim ki, tezimizi destekleyen akademik metinler/veriler hem gündelik basında ve akademik/popüler dergilerde hem de akademik araştırma metinlerinde bolca bulunmaktadır. Biz sorunu bir metin sorunu değil zihniyet sorunu olarak gördüğümüz için kolayca ulaşılabilecek metinler üzerinden argümanlar gösterilmiştir. Tarih üzerinden geliştirilen Türk kimliği karşıtlığının bir başka boyutu da “nefret suçuna”7 girmiş olmasına rağmen bu başka bir bildirinin konusu olabilecek niteliktedir. 

6 Ermeni Soykırımı iddiaları üzerine çalışan ve bu tezi savunan aydınların acının milli kimliğin inşasındaki rolüne şöyle değiniyor: “Ermeni tarafı için paylaşılan acılar ve hatıralar Ermeni kimliğinin kurulmasında önemli bir rol üstleniyor. Dağılmış Ermeniler kolektif enerjilerini yeni bir diaspora altyapısı kurmak için harcıyorlar. Soykırımın travması içselleştiriliyor. Korku ve güvensizlik hüküm sürüyor. Yıllar boyunca unutuş ve hafıza arasındaki savaş mağdurların hatırlayışlarında belirginleşiyor.” (Kamiloğlu, 2014) 

7 Post-modern zamanların yeni değer ve ölçüt kabul edilen ve bireyi kollektivitenin içinde eriten kimlikleri, yeni çatışma ve yok etme sorunlarının çözümlenmesinde yeni kavramsal araçlar ve çerçeveler sunmaktadır. Bu 
kavramlardan biri de “Nefret Suçları”dır. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’na göre nefret suçu: “Mağdurun, mülkün ya da işlenen bir suçun hedefinin, gerçek veya hissedilen ırk, ulusal ya da etnik köken, dil, renk, din, cinsiyet, yaş, 
zihinsel ya da fiziksel engellilik, cinsel yönelim veya diğer benzer faktörlere dayalı olarak benzer özellikler taşıyan bir grupla gerçek ya da öyle algılanan bağı, bağlılığı, aidiyeti, desteği ya da üyeliği nedeniyle seçildiği, kişilere veya mala karşı suçları da kapsayacak şekilde işlenen her türlü suçtur.” Nefret suçlarının niteliği, biçimi, yöntemleri ve edimcinin bilişsel dünyasının çözüm lenmesi bu suçla mücadelede önem arz etmektedir. “Nefret suçlarının özelliklerini iyi kavramak, bu suçlara karşı verilecek mücadele açısından son derece önemlidir. Bir nefret suçu şu unsurları kapsar: Ceza hukukuna göre işlenmiş olan bir suçun mevcut olması ve failin, suçu bir önyargı/nefret saikiyle 
gerçekleştirmiş olması. Dolayısıyla fail, kurbanını kurbanın belirli bir gruba üyeliği ya da bunun böyle algılanmış olması nedeniyle seçmektedir. Aynı şekilde şayet suç oluşturan fiil bir mülke yönelik gerçekleşmişse, söz konusu mülk, bir grup ile olan bağıntısı nedeniyle seçilmiştir. Bunlar ibadet yerleri, cemaatin veya grubun buluşma alanları, araçlar ya da konutlar olabilir.” (Ulusal Basında Nefret Suçları, 2010: 6-7) 

8 Tarihin kötüye kullanılmasına güncel örnekler aşağıda verilmiştir. Bu örnekler rastgele seçilmişlerdir. Böyle bir yöntemin seçilmesinin sebebi de Türk kimliği karşıtlığının yaygınlığını ve aleladeliğini göstermek içindir. Bkz: -Altan, Ahmet, (2011), “Askerî cumhuriyet”, Taraf, 01.06.2011 ; 

-“Şener: "İstiklal Savaşı Olmadı"” , http://www.haberiniz.com/yazilar/haber44316-AKP_Milletvekili_Ihsan_SenerIstiklal_Savasi_Olmadi.html (29 Kasım 2011) 

Halil İnalcık, tarihyazımında somutlaşan Türk karşıtlığını gözlemlemiş ve uyarmıştır. İnalcık’a göre, 

“Objektif tarih yapmak lazım. Maalesef iki kampa mensup olanlar tarihi kendilerine göre temsil ediyorlar. Bir de içimizde etnik ayrımcılar ortaya çıktı. Bunların bazıları açıkça Türklüğe karşı Türk Milletine, kültürüne karşı cephe almışlar. Siyaset bakımından, etnik bakımdan ayrımcı olanların kasıtlı olarak tarihimizi bozduklarına inanıyorum” demektedir (İnalcık, 2008: 449). Türk kimliği karşıtlığının tezahür ettiği tarih konuları Ermeni soykırımı iddiaları, İttihat Terakki Teşkilatı, Dersim İsyanı gibi temalar başta olmak üzere Cumhuriyetin ilk dönemi yani kuruluş aşamasını temsil eden olay ve süreçlerdir.8 

- Bayramoğlu, Ali, (19 Eylül 2014), "Türkiye özür dilemeye hazır değil", 
http://repairfuture.net/index.php/tr/oezur-uzlasma-diyalog-turkiye-den-bakis/turkiye-oezur-dilemeye-hazir-degil 
- Lezgîn, Roşan, (2015), "Yüz Yıllık Ah" hepimizin ahıdır hâlâ!, 04.09.2015, http://www.ilkehaber.com/yazi/yuz-yillik-ah-hepimizin-ahidir-hala-14196.htm 
- Mahcupyan, Etyen, (2009), “Ermeniler, Türkler ve kendimiz”, Zaman, 13 Ocak 2009. 
- Uçum, Mehmet, (2015), “‘Şimdi ortaya çıkan ihtiyaç Öcalan ile siyasi ilişki yürütme ihtiyacıdır’,” 24 Ağustos 2015 Balçiçek İlter / Gazete Habertürk 
http://www.haberturk.com/gundem/haber/1119368-simdi-ortaya-cikan-ihtiyac-ocalan-ile-siyasi-iliski-yurutme-ihtiyacidir 


Sonuç 

Milli tarih yaklaşımı, “tarih” kelimesinin başına rastgele “milli” kelimesinin getirilmesiyle oluşturulmuş bir terkip değildir. Bir toplumsal form, siyasi yapı, devlet modeli, bir düşünme biçiminin ana anlam kaynağıdır. Milli tarih paradigması, modern bir gelişimdir ve büyük ölçüde modern milli devletle birlikte ortaya çıkmıştır. Milli tarih “millet” ve “milli devlet/ulus-devlet” 
modelinin tarih yorumudur. Başka bir deyişle, milli tarih, milli kimliğin ve bu kimliğin siyasi tezahürü olarak “milli devlet” ve “millet” formunun anlam matriksidir. Bu unsurlar arasında birbirlerinin sürekliğinin sağlanmasında zorunlu bir ilişki mevcuttur. Herhangi birinin işlevsizliği veya yokluğu söz konusu bu bütüncül yapının bozulması anlamına gelir. 

Türkiye’de milli tarih paradigmasının eğitim ve entelektüel alanda işlevsizleşmesi Türk kimliğinin işlev ve etki alanının yok edilmesi anlamına gelir. Yok edilmesinden sonraki süreçte öngörülen tarih formu tasavvur edilen toplum ve devlet modelinin paralelinde bir tarih yazımı geliştirilir. Yani bugün öngörülen çok-etnikli, çok-kültürlü, çok-dinli Yeni Türkiye tasavvurunu göz önünde 
bulundur duğumuzda milli kimliğin yerine etnik, dini, mezhepsel kimliklerin ikamesinin tasavvuru söz konusudur. “Yeni Türkiye” şeklinde tanımlanan yeni devlet modelinde Türk kimliğinin yerine etnik, mezhepsel temelde yeni bir siyasi model öngörülmektedir. Tarih de bu yeni siyasal yapılanma doğrultunda yeniden inşa edilmektedir. Buna bağlı olarak da milli kimliğin tarih yaklaşım daki kahramanlar hain, hainler ise kahraman olarak yerlerini almaktadır. Bu yeni bir “anlam”ın, toplumun, devletin inşası anlamına gelmektedir. 

Sistematik olarak yürütülen Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlığı temelinde kendilerini kurgulayan ve Dersim isyanı, Şeyh Said isyanı, Ermeni tehciri, Rum mübadelesi, Çanakkale, istiklal mahkemeleri, Milli mücadele, gibi temalar üzerinden Türk kimliğinin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin simgesel unsurlarını olumsuzlama ve değersizleştirme gayretleri göze çarpmaktadır. “Resmi tarihle hesaplaşma” adına spekülatif bir nitelik taşıyan ve ideolojik bile sayılamayacak tamamen iktidarın politik kaygıları doğrultusunda bir tarih yazımı ideolojik mücadelenin bir aracı haline gelmiştir. 

Modern toplumsal formasyon olarak Milletin varoluşunu mümkün kılan tarih tasavvurundaki milli bütünsellik parçalanmakta, milli tarih bilincini zayıflatıcı şüpheler yaratılmakta ve değerler değersizleştirilmektedir. Sonuç olarak modern bir milli devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin ve modern Türk milleti olgusunun bilişsel evrendeki parçalanma süreci yeni bir toplum ve devlet tasavvuruna yol açar. Tarih ve tarihçilik üzerinden yürütülen mücadelenin bir başka boyutu daha vardır. Neoliberal küreselleşme önünde potansiyel sorun alanı olarak görünen millî devlet ve kültür engelinin ortadan kaldırılmasında, tarihin ve tarihçiliğin kullanılması, sadece entelektüel değil, aynı zamanda kültürel bir yöntemi ifade etmektedir. (Öz, 2005) 


Kaynakça 

Ahonen, Sirkka, (1999), “Komünizm Sonrası Tarih Müfredatı: Estonya ve Doğu Almanya Örnekleri”, Tarihin Kötüye Kullanımı içinde (Tarihi Kötüye Kullanma Biçimleriyle Yüzleşmek) Sempozyumu Oslo, Norveç/ 28-30 Haziran 1999, Çeviri: Nurettin Elhüseyni, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı. 
Akça, Gürsoy – İnce, Yunus, (2015), Klasik Osmanlı Çağında Tarih, Meşruiyet ve Rüya, Palet Yayınları, Konya. Akça, Gürsoy, (2005), “Postmodernite Ve Ulus Devlet”, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 7 : Sayı 2 , (s: 232-257) 
Altan, Ahmet, (2011), “Askerî cumhuriyet”, Taraf, 01.06.2011 
Batur, D.Ahsen, (2011), Kürdoloji Yalanları, Selenge Yayınları, İstanbul. 
Bayramoğlu, Ali, (19 Eylül 2014), "Türkiye özür dilemeye hazır değil", 
http://repairfuture.net/index.php/tr/oezur-uzlasma-diyalog-turkiye-den-bakis/turkiye-oezur-dilemeye-hazir-degil 
Bédarida, François 2001. “Tarihsel Pratik ve Sorumluluk”, Tarihçinin Toplumsal Sorumluluğu, Der. François Bédarida, Çev. Ali Tartanoğlu ve Suavi Aydın, İmge kitabevi Yayınları,Ankara. ss. 9-15. 
Bıçak, Ayhan, (2004), Tarih Düşüncesi 1: Tarih Düşüncesinin Oluşumu, Dergah Yayınları, İstanbul. 
Bloch, Marc 2005. Feodal Toplum, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Doğu Batı Yayınları, Ankara. 
Bloch, Marc 2005. Feodal Toplum, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Doğu Batı Yayınları, Ankara. 
Bozarslan, Hamit, (2016), "Türkiye: Yüz yıllık bir tarih çöküyor", 
http://repairfuture.net/index.php/tr/kimligi-tuerkiye-den-bak-s/turkiye-yuz-yillik-bir-tarih-coekuyor, 02 Şubat 2016 
Braudel, Fernand 1992. Tarih Üzerine Yazılar, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara. 
Carr, E.H. ve Fontana, J. 1992. Tarih Yazımında Nesnellik ve Yanlılık, Almanca’dan Çev. Özer Ozankaya, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara. 
Carr, Edward Hallet, (2009), Tarih Nedir?, (Çev. Misket Gizem Gürtürk), İletişim Yayınları, 11. Baskı, İstanbul. 
Collingwood, R. G. 2005. Tarihin İlkeleri ve Tarih Felsefesi Üzerine Başka Yazılar, Çev. Ahmet Hamdi Aydoğan, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. 
Çetin, A., (2014), Tarih Meleği Nereye Koşuyor? Tarihnâme: Ttarihin Yeniden Üretilmesini Düşünmek, Lotus, Ankara. 
Dinçer, K. ( 2011). “Tarihte Açıklama ve Anlama”, Türkiye ‘de Tarih Yazımı, Ed. Vahdettin Engin- Ahmet Şimşek, Yeditepe Yayınları, İstanbul. ss. 257-269. 
Dinçer, K. (2011). “Tarihte Açıklama ve Anlama”, Türkiye ‘de Tarih Yazımı, Ed. Vahdettin Engin- Ahmet Şimşek, Yeditepe Yayınları, İstanbul. ss. 257-269. 
Evans, Richard J. 1999. Tarihin Savunusu, Çev. Uygur Kocabaşoğlu, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara. 
Florescano, Enrique 2001. “Tarihin Toplumsal İşlevi”, Tarihçinin Toplumsal Sorumluluğu, Der. François Bédarida, Çev. Ali Tartanoğlu ve Suavi Aydın, İmge kitabevi Yayınları,Ankara. ss. 59-69. 
Gallerano, Nicola 2001. “Tarih ve Tarihin Kamusal Kullanımı”, Tarihçinin Toplumsal Sorumluluğu, Der. 
François Bédarida, Çev. Ali Tartanoğlu ve Suavi Aydın, İmge kitabevi Yayınları,Ankara. ss. 111-131. 
Gurevich, Aaron 2001. “Tarihçinin Çifte sorumluluğu”, Tarihçinin Toplumsal Sorumluluğu, Der. 
François Bédarida, Çev. Ali Tartanoğlu ve Suavi Aydın, İmge kitabevi Yayınları,Ankara. ss. 89-110. 
Halil İnalcık ile Söyleşi, Çankırı Araştırmaları Dergisi, yıl 3, sayı 3, KASIM 2008, s. 449 
Hobsbawm, E.J. (2001). “Evrensel Arayış ile Kimlik arayışı Arasında Tarihçi”, Tarihçinin Toplumsal Sorumluluğu, Der. François Bédarida, Çev. Ali Tartanoğlu ve Suavi Aydın, İmge kitabevi Yayınları,Ankara. ss. 71-87. 
Hobsbawm, Eric J. (2009). Tarih Üzerine, Çev. Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, İstanbul. 
Hocaoğlu, Durmuş, (09.01.2009) “Türkiye’li Aydının Dini, Türk’e Olan Kinidir”, 
http://www.durmushocaoglu.com/dh/yazi.asp?yid=5507376. 
Hocaoğlu, Durmuş., “Orada Öylece Duran” Tarih., Bilgi ve Düşünce., Yıl: 1, Sayı: 4., Ocak 2003., İstanbul., s.82-87 
Iggers, George G (2000). Bilimsel Nesnellikten Postmodernizme Yirminci Yüzyılda Tarihyazımı, Çev. Gül Çağalı Güven, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul. 
Jenkins, Keith (1997). Tarihi Yeniden Düşünmek, Çev. Bahadır Sina Şener, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara. 
Kamiloğlu, Roza, (2014), "Kolektif Suçluluk ve Ermeni Soykırımı Üzerine Sosyal Psikolojik Bir Analiz: Suçlu Olan Kim: Hepimiz Suçlu Muyuz?", http://www.birikimdergisi.com/guncel/kolektif-
sucluluk-ve-ermeni-soykirimi-uzerine-sosyal-psikolojik-bir-analiz-suclu-olan-kim, 14.04.2014 
Kracauer, Segfrier (2014). Tarih Sondan Bir Önceki Şeyler, Çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, İstanbul. 
Lezgîn, Roşan, (2015), "Yüz Yıllık Ah" hepimizin ahıdır hâlâ!, 04.09.2015, 
http://www.ilkehaber.com/yazi/yuz-yillik-ah-hepimizin-ahidir-hala-14196.htm 
Mahcupyan, Etyen, (2009), “Ermeniler, Türkler ve kendimiz”, Zaman, 13 Ocak 2009. 
Öz, Esat, (2015), “Batı Emperyalizminin Hizmetindeki Tarih/çilik: Sevr Ve Soykırım Tartışmalarında Stratejik Ve İdeolojik Boyut”, 
http://www.esatoz.com/esat/default.asp?dizayn=13&r=61(30.06.2015) 
Özlem, Doğan, (2002). Kavramlar Ve Tarihi-1. İstanbul: inkılap 
Ranciére, Jacques (2011). Tarihin Adları, Çev. Cemal Yardımcı, Metis Yayınları, İstanbul. 
Ricoeur, Paul (2001). “Tarih ve Retorik”, Tarihçinin Toplumsal Sorumluluğu, Der. François Bédarida, Çev. Ali Tartanoğlu ve Suavi Aydın, İmge kitabevi Yayınları,Ankara. ss. 17-39. 
Rothacker, Erich (1995). Tarihselcilik Sorunu, Çev. Doğan Özlem, Gündoğan Yayınları, Ankara. 
Searle, John R., (2006), Zihin Dil ve Toplum, Gerçek Dünyada Felsefe, Litera, İstanbul. 
Smith, Anthony D., (2002), Ulusların Etnik Kökeni, (Çev.: Sonay Bayramoğlu, Hülya Kendir), Dost Kitapevi, Ankara,. 
Southgate, Beverley (2012). Tarih: Ne ve Neden, Çev. Çağdaş Dizdar vd., Phoenix Yayınları, Ankara. 
Stugu, Ola Svein, (1999), “Norveç’te Tarih ve Ulusal Kimlik”, Tarihin Kötüye Kullanımı içinde (Tarihi Kötüye Kullanma Biçimleriyle Yüzleşmek) Sempozyumu Oslo, Norveç/ 28-30 Haziran 1999, 
Çeviri: Nurettin Elhüseyni, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, s. 120 
Tekeli, İlhan (1998). Tarih Yazımı Üzerine Düşünmek, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara. 
Tosh, John (1997). Tarihin Peşinde, Çev. Özden Arıkan, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul. 
Türkdoğan, O., (1995). Bilimsel Değerlendirme Ve Araştırma Metodolojisi. Ankara: MEB 
Uçum, Mehmet, (2015), “‘Şimdi ortaya çıkan ihtiyaç Öcalan ile siyasi ilişki yürütme ihtiyacıdır’,” 24 
Ağustos 2015 Balçiçek İlter / Gazete Habertürk 
http://www.haberturk.com/gundem/haber/1119368-simdi-ortaya-cikan-ihtiyac-ocalan-ile-siyasi-iliski-yurutme-ihtiyacidir 
Ulusal Basında Nefret Suçları: 10 Yıl, 10 Örnek, (2010), Sosyal Değişim Derneği Yayınları, 2010, s. 6-7 



 ***

Tarih’in Kötüye Kullanımı, BÖLÜM 1

Tarih’in Kötüye Kullanımı, BÖLÜM 1



Tarih’in Kötüye Kullanımı: Gerçeklik Ve Yorum
İkbâl VURUCU 
Pamukkale Üniversitesi, 
ivurucu@pau.edu.tr 


Özet 

Her siyasi sistem, ideoloji ve devlet kendi meşruiyetini tarihi/geçmişi yeniden kendini haklı çıkaracak tarzda yorumlaması ve okullarda bu tarihi öğretmesi ile sağlar. Tarih aynı zamanda siyasi alanda rızayı üreten bir işleve sahiptir. Devletler toplumlarına uygun ve kendi meşruiyet mekanizmalarına göre bir tarih yazımı ve eğitimi öngörürler. Özellikle modern toplumlarda tarih pre-modern dönem kıyasla daha sistematik ve öncelikli bir rol oynamıştır ve ilk defa bilimsel bir formatta toplum merkezli tarih çalışmaları gerçekleştirilmiştir. Tarihin gelişimi de modern ulus-devletlerin gelişimine paralel bir içerikte ve tamamlayıcı işlevde ortaya çıkmıştır. Toplumların kavim, feodal, imparatorluk gibi formları zamanla “millet” olgusuna dönüşünce devlet, siyaset, ekonomi, sanat, bilim, dil, tarih de 
bu olgu üzerinden işlevsel bir yapıda konumlanmıştır. İddia edildiği gibi milletler ve ulus-devletler zorla bir grubun çıkarları doğrultusunda ortaya çıkmış anakronik oluşumlar değildir. Toplumların dil gibi ortak değerleri üzerinden ulus-devletler çapında yeniden örgütlenmesi ile tecessüm etmiştir. Dil milletin de “doğal” sınırlarını meydana getirir. Bu bakımdan ulus-devletler dayandığı meşruiyet kaynakları ve örgütlenme biçimi açısından toplumla bütünleşme derecesi çok daha yüksektir ve sahihtir. Bu bildiride ulus-devlet bağlamında milli tarihe yönelik etnik ve mezhep merkezli eleştiriler tartışılacaktır. 

Anahtar Kelimeler: Milli tarih, etnik tarih, ulus-devlet, yorum, post-modernizm 

Giriş 

Bu bildiride, “Tarih”in politik ve toplumsal alandaki işlevine vurgu yapılarak “milli tarih”e yani modern Türkiye Cumhuriyetinde Türk tarihinin konumlanışına karşı geliştirilen saldırgan, yok sayıcı, yıkıcı tarih anlayışlarına eleştirel bir yaklaşım geliştirilecektir. Söz konusu milli tarih karşıtlığıyla yeni bir devlet ve toplum modeli kurgusunun alt yapısının teşkil edilmek istendiği ortaya konulmaya 
çalışılacaktır. Ayrıca tarihsel verilerin anakronik bir zihniyetle gerçekliğinden tamamen koparılarak siyasal projelerine uygun biçimde yeniden yazılmasına dayanan kurgusal özelliği üzerinde durulacaktır. Modern bir ulus-devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nde “Türk kimliğinin” bilimsel nitelikli eleştiriyi aşan saldırgan, yıkıcı bir zihniyet yapısına dayanan “Tarih”in konumlanması, 
eleştirel bir bakış açısıyla analiz edilecektir. Esat Öz’ün vukufiyetle belirttiği gibi, “Tarih bilincinin ve tarihçiliğin stratejik önemini keşfeden Batıcı-teslimiyetçi çevrelerin (buna kozmopolit İslamcıları da ekleyelim, İ.V) “tarih mühendisliği” işini ciddiye almaları boşuna değildir. Tek bir ortak yaklaşımdan bahsetmek zor olsa bile, alt yapısını millî tarih bilincinin oluşturduğu kültürel-manevî direnç 
noktalarının tahrip edilip dönüştürülmesi, teslimiyetçi terminolojiyi kullanırsak ‘millî ve üniter devletin/statükonun tarihsel sacayağını çökertmek’ anlamına geleceği için, hâkim bakış açısını yansıtmaktadır” (Öz, 2015). 

Bütün tarih anlatımları, öznenin mensup olduğu kolektif zümrenin niteliklerini tanımlayan “değer” ile yüklüdür. Bu bağlamda “Yeni Türkiye” söylemi ile koşutluk taşıyan anti-milli tarih yaklaşımının merkezi argümanı ve gerekçesi Türk kimliği karşıtlığına dayanmaktadır. Farklı ideolojik görüşten aydınların Türk kimliği ve bu kimliğin siyasal, kültürel izdüşümlerine karşı belirledikleri duruş 
değişmemektedir. Her ne kadar farklı toplumsal ve siyasal tasavvura sahip olsalar da aydınların karşıt, düşman, öteki olarak belirledikleri siyasal Türk kimliğidir. Başka bir deyişle kendi sosyo-politik projeleri için şu şartların sağlanması gerekmektedir: Türk kimliğinin devletin siyasi kimliği olmaktan ve başta anayasa olmak üzere hukukî mevzuattan çıkarılması, Türklüğün millet kimliğinden çıkarılarak etnik bir kategoriye indirgenmesi, ulus-devletin üniter yapısının dönüştürülmesinin etnik ve mezhepsel alt yapısının hazırlanması. Bu siyasi projenin bilişsel alt yapısının biçimlenmesinde tarihyazımı ve tarih eğitimi stratejik bir öneme sahiptir. Buna göre uygulanacak olan siyasal projelerin meşru bir zemine oturması ve toplumsal rızanın sağlanması için “Tarih” spekülatif bir biçimde işlenmektedir. Yeni Türkiye ’nin tarih yazımı milli tarih karşıtlığında bütün alternatif tarih yaklaşımlarını ve yöntemlerini bir imkân alanı olarak değerlendirir.4 Post-modern yapı bozumcu tarih yazımları ve etni sist tarih yaklaşımları bunlardan bazılarıdır. 

4 “Aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünden Lozan’a gelen süreç de iflas ediyor. Ortadoğu’ya baktığımızda, Irak’ta Kürdistan tümüyle özerkleşmiş durumda. Yani Irak’ın bir parçası olmaya devam etse bile sosyolojik olarak artık aralarında pek bir devamlılık yok. Suriye’de de aynı olgu yaşanmakta. Büyük bir ihtimalle İran’da Kürdistan ve diğer kısımlar arasında ciddi bir iç muhalefet ve sosyolojik farklılaşma var. Ve bu sosyolojik farklılaşma Türkiye’de de yaşanıyor. Yani yüz yıllık tarih çöküyor. Hem Ziya Gökalp’in sentezi anlamında hem de Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasının tasfiyesi ve Kürdistan’ın Türkiye, Irak, İran ve Suriye arasında bölünmesi anlamında bir tarih çöküyor. Tarih çöktüğü zaman sorabileceğimiz sorular şunlar: Yeni bir toplum oluşturmayı mümkün kılabilecek tahayyüller var mı? Yeni bir toplum oluşturmayı mümkün kılabilecek irade var 
mı” (Bozarslan, 2016) 

Bilim âleminde önemli bir tartışma konusunu teşkil eden hermenötik, taşıdığı açılım imkanları, yöntemleri, bakış açıları ile değil de yüzeysel bir “görecelik” düsturu ile bu bağlamda gündeme gelmektedir. Tarihin inşa edilmiş metinden ibaret olduğu tezi ile tarihsel gerçeklik tamamen tahrif edilerek kahramanların hain, hainlerin kahraman konumuna oturtulması gerçek tarih olarak 
sunulabilmek tedir. Sistematik ve tutarlı bir tarih yazımından uzak kurguyu inşa edecek verilerin düzensiz ve özensiz seçimi ile post-modern tarih yapılabilmektedir. Post-modern tarih yaklaşımında metin öncelikli önemde bulunduğu için metni üreten tarihçi aynı zamanda gerçekliği üreten öznedir. Öznenin özgülüğünü teşkil eden özellikleri tarihin inşa edilmesiyle ortaya çıkan tarihsel bilginin doğruluk ölçütüdür. 

Tarih boyunca her siyasi sistem ve toplumsal model meşruiyetini temin için “tarih”i kontrol etmek eğiliminde olmuştur. Bugün tarihten beklenen önemli işlevlerden birisi siyasi alanda rızayı üretmesidir. Devletler, dayandıkları toplumların bütünlüğü ve kültürel üretimleri için uygun tarih yazımını ve öğretimini öncelemektedirler. Tarih okullaşma, bilimsel bilgi, milliyetçilik, ulus-
devletlerin gelişimi gibi dinamiklere bağlı olarak modern toplumlarda pre-modern dönemlere kıyasla daha çok önemsenmiştir. 

1. Tarih ve İşlevi 

“Tarih”in ne olup olmadığı ve hangi yöntemsel sorunları barındırdığı yönündeki tartışmalar tarih felsefesinin ilgi alanına girmektedir. Dolayısıyla “Tarih” merkezli tartışmalar büyük ölçüde tarih felsefesi bünyesinde yürütülürken, tarih araştırmalarının disiplinler arası bir boyut kazanmasından sonra tarih çalışmaları sosyoloji, antropoloji, psikoloji, felsefe gibi bilim alanlarının kavramlarından 
yararlanılarak yürütülmeye başlanmıştır. Bu gelişmeler tarih tartışmalarında hem niteliği hem de içeriği zenginleştirmekte ve geliştirmektedir. Bu sebeple tarih, sadece şimdiki zamandan önceki dönemleri değil tarihi olay ve olguların bugünkü toplumsal yaşantıyla ilişki halindeki bütün alanlarıyla ilişkisi çerçevesinde bir işleve sahip bulunmaktadır. 

Özne için şimdiki zamanın bitmesi ve akarsu gibi akıp gitmesi “geçmiş” şeklinde değerlendirilmektedir. Tarih ise geçmiştir diye tanımlanamaz. Bilim ve felsefe olarak tarih “hatırlama” ve “unutma” edimlerini bünyesinde barındırır. Bu sebeple tarihle ilgili tanımlamalarda hep öznenin bugünkü “konumu” düzleminde bir tanımlama yapılır. Bu konum çok farklı etkenler tarafından belirlenmektedir. Hobsbawm her türlü tarihsel incelemenin, insanın geçmişteki sonsuz sayıdaki faaliyetlerinden ve bu faaliyetleri etkileyen şeylerden bir seçim yapmayı, küçücük bir kümeyi seçmeyi içerdiğine vurgu yapmaktadır. (2009: 71). Tarihteki seçiciliğe göndermede bulunan Hobsbawm şüphesiz bu seçiciliğin bugünkü “konuma” göre belirlendiğinin farkındadır. Klasikleşmiş eserinde Carr ise, “Tarih nedir?” sorusunu cevaplamaya çalıştığımızda, cevabımızın bilerek ya da bilmeyerek, zaman içindeki kendi tutumuzu yansıttığını ve daha geniş bir soruya, içinde yaşadığımız toplum hakkında ne düşündüğümüz sorusuna vereceğimiz karşılığın bir parçasını oluşturduğunu söyler. (Carr, 2009: 10-11) “İçinde yaşadığımız toplum” tarih hakkındaki yaklaşımımızı ve kullanım alanını 
da belirlemektedir. Tosh’a göre de, “Tarih, kolektif bellektir, insanların kendi toplumsal kimlik kavramlarını ve geleceğe ilişkin beklentilerini oluşturmalarını sağlayan deneyimlerin toplamıdır” (Tosh 1997: 3). 

Tarihin tarihçiler perspektifinden de sürekli tartışıldığı görülmektedir. Mesela Jenkins, tarihçi merkezli bir tanıma başvurur: “ … Tarihi çalışırken incelediğimiz geçmiş değil, tarihçilerin geçmiş hakkında oluşturdukları şeylerdir. … Şu halde ‘bütün tarih geçmişte yaşamış olan insanların akılllarının tarihi’ olmaktan çok ‘tarihçilerin akıllarının tarihi’dir” (Jenkins 1997: 58-59). Tarihçi merkezli tanım yapanlardan biri de Carr’dır: “Tarih doğrulanmış bir olgular kümesidir. Tıpkı bir balıkçının tablasındaki balıklar gibi, belgeler, yazıtlar vb. içinde olgular hazır dururlar. Tarihçi onları alır, evine götürür, pişirir, canı nasıl istiyorsa o şekilde sofraya koyar.” (Carr, 2009: 11) “Tarihçi zorunlu olarak seçmecidir. Tarihî olguların oluşturduğu, tarihçinin yorumundan bağımsız ve nesnel bir sert çekirdeğin var olduğuna inanmak ahmakça, fakat silinmesi çok güç bir yanılgıdır” (Carr, 2009: 15). 

Ayhan Bıçak, köken sorunundan ve kültürdeki kurucu işlevinden hareketle tarih tartışmasına girişir. Ona göre, ilk efsanelerden günümüze kadar “köken sorunu” büyük bir önem taşımaktadır. Çünkü, “insan olmanın şartlarından bir tanesi, belki de en önemlisi, bir kimliğe sahip olmaktır. Kimlik, bireyleri ve toplumları başkalarından ayıran, bireyi ve toplumu kendisi yapan unsurdur. İşte bu 
önemli unsura sahip olmanın şartı, geçmiş bilincidir. Bu bilinç varoluşunu nasıl ya da ne ad altında devam ettirmesi gerektiğini belirtmektedir.” (Bıçak, 2004: 33) Bir tarih formu olarak efsanelerin kültürde yer alan her unsuru anlamlandır ma ve açıklama açısından temel bir işlevinin olduğunu belirten Bıçak, anlamlandırma ve açıklama açısından hem bir yöntem hem de bilgi edinme aracı olarak öne çıktığını söyler. Ayrıca efsanelerin ortaya koyduğu bilgilere inancın tam olması, onların bağlayıcı bir niteliğine sahip olduklarını gösterir (Bıçak, 2004: 64). Bıçak’ın bu önermesini Mircea Eliade’de destekler. Ona göre efsane, bir tür hikâye ya da hayali kurgu olarak kabul edilmemelidir. Zira, “konu edindikleri şeyler, gerçektirler; dolayısıyla gerçekliğe ilişkin bilgi verirler. ‘Kutsal bir öykü olarak kabul edilen efsane gerçektir; çünkü her zaman gerçekliklere başvurur. Kozmogoni efsanesi gerçektir; çünkü dünyanın varlığı bunu kanıtlamaktadır; ölümün kökeni efsanesi de ‘gerçek’tir, çünkü insanın ölümlülüğü bunu kanıtlamaktadır” (Bıçak, 2004: 68). Bıçak, efsanelerin bir başka görevini de “kültürel düzenin kurulmasını sağlamak” olduğunu belirtir. “Kültürel düzen, toplumun yapıp etmeleri, inançları, düşünceleri kısacası efsanelerin görevleri olarak sunulan her şeyin birbirleriyle ilişki içinde sunulmasıdır. Bu ilişkinin merkezinde, ilk atanın Tanrı’nın yardımıyla, kökende, zamanın başlangıcından önceki dönemde, kültürel varoluşun gerçekleşmesi bulunur. Kökende gerçekleşen her şey, mutlak hakikat ve mükemmeldir” (Bıçak, 2004: 69). 

Tarihin asıl işlevi toplumsal gelişmeyi açıklamaktır. “Bu asıl işlev … tarihsel analizin, güvenilir olaylar ve mantıklı açıklamaların zorlamasıyla, insanlığın davranış, düşünce ve mirasını anlamamıza yardım eden pozitif bilgiler ürettiğini göstermeye vesile olabilir” (Florescano 2001: 69). Burada açıkça ifade edilmese de tarihin toplumsal gelişmeyi açıklamaya çalışması mevut durumun bir meşrulaştırımı kaygısından kaynaklandığını da çağrıştırır. Evrensel olarak sunulan toplumsal teoriler zamandan ve mekandan uzaktır ki, bu da sosyo-politik ve kültürel gelişimin anlaşılmasında bir engel teşkil eder. 

Tarih bilimi gözleme ve deneye dayalı bilimlerin tarzlarından farklı bir oluşuma sahiptir. İnsanın geçmiş yaşantısı olan ve tecrübe alanına girmeyen tarih, fiziki alan gibi varlığı olan bir şey değildir. Öznenin yaşanmışlık üzerindeki seçiciliğine bağlı olarak kurgulanan ve inşâ edilen bir bilimdir. İnşâ nesneler, olaylar ve olgular arasında kurulan bir ilişki ve etkileşim durumudur. Tarihçi, tarihsel bir 
olayı ilgili dönemde insanların yaptıkları başka şeylerin bilinenleriyle ilişkisi bağlamında değerlendirir. Bu anlamda tarih, “ [i]şi gözlem alanımıza girmeyen olayları incelemek, bu olayları gözlem alanımıza giren ve tarihçinin ilgilendiği olayların ‘kanıt’ı dediği bir başka şeyden yola çıkıp, çıkarımsal bir şekilde incelemek olan bir bilimdir” (Collingwood 2005: 83-86). 

2. Tarih ve Yorum 

İnsan unutmakla malul bir varlıktır. Ama unutmanın olduğu yerde hatırlama da vardır. Akça ve İnce’nin vurguladığı gibi bizzat “insan” kelimesinisyan/unutkanlık kökeninden gelmektedir. İnsanın unutmak zafiyeti, mesajın ve bilginin muhafaza edilmesi ve aktarılması için kayıt altına alınmasını dayatmıştır. Nitekim “Hafıza-i beşerin nisyan ile malul olması”, sözün söz olarak kalmasını sorunlaştırmış; onun formu olan ve sözü kalıcı kılan yazı, sözle birlikte anılmıştır. (Akça-İnce, 2015: 24) Burada unutmaya karşı bir direnç vardır ve bu direncin bir ürünü olarak yazı ortaya çıkmıştır. 

Yazı ve hatırlama başbaşa gider. Bu noktada baş gösteren sorun neyin unutulması ve neyin hatırlanması gerektiği konusunda kendini gösterir. Yazı neyi sabitlemektedir? İnsan zihni, yaşam alanındaki sayısız duyum kaynağından sadece ilgisine göre bir tercih yapar, alır ve saklar. Bu ilginin seçiciliğini ise bireyin duyguları, ihtiyaçları, arzuları, korkuları, sevgileri belirler. Görüldüğü gibi 
unutma ve hatırlama daha başlangıçta öznelliğini ortaya koyar. Bu noktada belki de nesnellik, öznelliğin gerçekliğini kabul etmektir. 

Bizim bilişsel arkaplanımızı oluşturan mevcut durumlardan belki de en temel olanını, gerçeklik ve doğruluk hakkındaki belli bir varsayımlar kümesi teşkil eder. Genel bir biçimde eylemde bulunduğumuz, düşündüğümüz ya da konuştuğumuzda, eylemlerimizin, düşüncelerimizin ve konuşmalarımızın bizim dışımızdaki şeylerle ilişki kurduğu belli bir tarzı olduğu gibi kabul ederiz. 
(Searle, 2006: 21) 

Geçmişin pozitif yönde ve negatif yönde hatırlamak gibi iki yönü olduğunu söyleyen Çetin, bu kategorileşmeyi şöyle açılar: Hatırlamanın bir yönü geçmişin sözü edilen o tarih üstü özüyle geleceği inşa düşüncesindeyken, diğeri geçmişle hesaplaşmak adına ve geleceğini bunun üzerine kurmak gayretiyle bir hesaplaşma çabası içindedir. Bir anlamda, geçmişi kucaklamakla geçmişle baş etme, geçmişin üstesinden gelme, geçmişi telafi etme gibi iki ayrı uçta gerilim vardır. Geçmişe özcü bakan grubun daha ontolojik verilerle, hesaplaşmacı yaklaşımınsa daha epistemolojik yargılarla hareket ettiği söylenebilir. Dolayısıyla bahsedilen hatırlama kültürü, çift taraflı işleyen bir kaynak olmak durumdadır (Çetin, 2014: 15). 


Pozitif bilim paradigmasına karşı yükselen, epistemolojik karşı koyuşlar özellikle yeni bir bilme tarzı olarak hermenötik, özne-nesne bağlamından bilimi kurtararak anlama eksenli olarak son yıllarda büyük revaç görmektedir. Tarihselliği içinde kendi varoluşunu kültürel arka cephesini anlayarak öznenin eylemini değerlendirebiliriz. Hermenötik yaklaşıma göre insan varlığı bir anlamlar ağı tarafından kuşatılmıştır. İnsanı kuşatıldığı anlamlar ağından soyutlamak ve bunun üzerinden tanımlamaya çalışmak yöntemsel bir soruna gark olmak demektir. Her öznenin kendi tarihselliği, sosyo-kültürel anlam bağlamı içindeki özgüllüğü, pozitivist epistemolojik temelleri dışarlar. Yani bir öznenin “
a) fiziki ve sosyal çevresi, 
b) fizyolojik yapısı, 
c) istek, hedef ve amaçları, 
d) geçmişteki deneyimleri hiçbir vakit birbirinin aynı değildir” (Türkdoğan, 1995: 28). 

Öte yandan Weber’e göre tarih ve toplum dünyası, ancak değerlerle insan eylemleri arasındaki nedensellik yoluyla kavranabilir, anlaşılabilir” (Özlem,2002:228). 

Tosh, tarihin yeniden yaratılması doğrultusunda kaleme alınmış hiçbir eserin, araştırmacının benimsediği değerlerin etkisini taşımaktan kurtulamayacağını vurgular. Ancak “nesnel bilgi elde etme uğruna bağlantı kurmayı reddeden tarihçiler sadece bir kabusu kovalamıyorlar, aynı zamanda daha büyük sorumluluktan kaçmaktadırlar. Geçmiş için geçmişe duyulan entelektüel merak, insanların tarih okumalarındaki nedenlerden biridir tabii, ama tek neden değildir. Aynı zamanda da toplum, bugünle bağlantılı bir geçmiş yorumu ve geleceğe ilişkin kararları formüle etmek için temel bekler” (Tosh 1997: 27). Jenkins de, “Tarih”i epistemolojiden, yöntembilimden ve ideolojiden müteşekkil görür. Ona göre, epistemolojik olarak geçmiş bilinebilir değildir; zira, geçmiş ile tarih (tarih yazımı) arasında ontolojik farklılık vardır. Bu bağlamda, “hiçbir epistemolojik gayret geçmişi kapsayamaz. Yöntembilime gelince, tarihçiler yorumcu tarihçinin etkisini minimize etmek amacıyla birçok yöntemler geliştirmişlerdir, hatta bunların kesinliğini ve evrenselliğini ileri sürmüşlerdir. Onlara göre bunları tatbik edenler nesnel gerçekliğe ulaşabileceklerdir; fakat, yöntembilimlerin çokluğu, tarihi tartışmaya açık bir söylem haline getirmiştir. Tarihin ideoloji olması, kuram olmasındandır. Kuram ideolojiktir ve maddî çıkar bağlamlıdır. Bu anlamda ideoloji tarihin her yanındadır (Jenkins 1997: 17-31). Jenkins’in sözlerinin cüssesi büyüktür ve keskin yargılar barındırır. 

Tarihi bir bilim olarak pozitif bilimler doğrultusunda biçimlendirme gayretleri Aydınlanma ile birlikte kendini gösterir. Psikoloji, antropoloji, coğrafya gibi tarih de deney ve gözlem gibi pozitif felsefenin temel uygulama alanlarına uyarlanmaya çalışılır. Tarihin kendi üzerine düşünmesi anlamında tarih felsefesi çerçevesinde 19. yüzyıldan beri bilimsellik, nesnellik bağlamında bir tartışma yürütür ki bilimsel olmak için somut verilerin kullanılması zorunlu görülür. Ranke bu anlamda bir devrim yaratır. Sonraki bilimsellik tartışmaları da bu sürecin çeşitlenmesi olarak görülebilir. Pozitivist bilgi felsefesine göre, “[t]arihçinin ilk görevi, geçmiş hakkında olguya dayalı bilgi toplamaktır; birincil kaynaklara eleştirel yöntem uygulayarak doğrulanmış bulgulardır bunlar ve geçmişin nasıl 
açıklanacağını ya da yorumlanacağını belirlerler. Bu süreçte tarihçinin inançlarına ve değerlerine yer yoktur; onları ilgilendiren yegane şey olgular ve olgulardan mantıksal olarak çıkan genellemelerdir (Tosh 1997: 123). Tosh’a göre, geçmişteki olayların gerçekliği bilimsel yöntemin klasik uygulanışında yeri yoktur. Çünkü, geçmişin insanlarıyla yaratıcı bir özdeşleşme yoluyla anlaşılır ve bu da sezgiye ve empatiye dayanır. Bu anlamda idealistlere göre, tarihsel bilgi özneldir. Ortaya koyduğu hakikatler bilimsel olmaktan ziyade sanatsaldır “Üstelik tarihçiler, başka benzeri olmayan tek tek olaylarla ilgilenmektedirler. Sosyal bilimlerdeki genellemeler geçmişin incelenmesine uygulanamayacağı gibi, tarih de kendine ait genellemeler veya yasalar ortaya koyamaz” (Tosh 1997: 123). 

Tarih ve tarihyazımı konularında yorum, gerçeklik, nesnellik gibi kategorik tartışma unsurları post-modernizm felsefesi ile bambaşka bir boyut kazanmış ve tartışmalar hızlanarak ve yoğunlaşarak yeni açılımlar doğrultusunda varlığını sürdürmüştür. Tarihyazımı bağlamında postmodernizmin özel bir anlamı vardır. Bu da tarihin geçmişte nasıl yazıldığı ve okunduğu üzerinden, “olgular”, “nesnellik” ve “hakikat” gibi geleneksel kesinliklere meydan okumayı ifade eder. Tarih, kesin bir surette belirlenebilir ve tanımlanabilir olamaz. Belirlenebilirlik ve kesinlik ilkeleri artık fizik de terk edilmiştir. Postmodernist kuramcıların şüpheci yaklaşımı, bu tarz kavramların mutlak geçerliliğini sorgular. Söz konusu yaklaşıma göre, geçmişin hikâyesinin nihai olarak anlatılacağı tek bir imtiyazlı konum mevcut değildir. Burada geçmişle ilişkimizde kendi konumlarımız dâhilinde bizim asla kurtulamayacağımız ve kaçınamayacağımız bir görecelikçilik hüküm sürer (Southgate 2012: 23; Hocaoğlu, 2003: 86). 

Bu bağlamda tarihçiler, tarihi tek nedenli açıklamalara, büyük anlatıların içinde eriterek özgülüğünü yok etmeye, tarihi alanları özelleştirerek birbirinden bağımsız, etkileşimsiz disiplinlere bölme yöntemi karşısında eleştirel bir duruş belirleyebilmelidir. 


2 Cİ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

17 Haziran 2016 Cuma

Seçimleri Kim Kaybetti Kim Kazandı? Güncellenmiş Yorum



Seçimleri Kim Kaybetti Kim Kazandı? Güncellenmiş Yorum



Yazar: Ümit Özdağ
31 MART 2014 PAZARTESİ

Türkiye siyasal yaşamda görünmeyen bir seçim bloğu sürecine girmiştir. 30 Mart yerel seçimleri. Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi ve Haziran 2015 genel seçimleri. Bu seçim bloğunun ilk aşaması olan Mart 2014 Yerel seçimleri AKP iktidarının başarısı ile sonuçlandı. AKP  2011 seçimlerinde almış olduğu % 49.83’lük oydan % 43.30’adüşmüş olsa dahi AKP’nin daha fazla oy kaybedeceğine olan inanç o kadar yaygındı ki, sonuç haklı olarak önemli bir başarı olarak kabul edildi. Öte yandan Başbakan Erdoğan seçimlerden önce bir çok kez Mart 2014 seçimlerinin 17 Aralık soruşturmasından AKP’nin aklanmasına yol açacağının altını çizmiştir. Hukuk devletlerinde yargı meseleleri sandık tarafından değil üç hakim tarafından sonuca bağlanır. Ancak bir an için Erdoğan’ın ortaya koyduğu çerçevenin doğruluğundan hareket edersek, büyük halk jurisinin % 55 suçu bulduğu sonucuna da varabiliriz.  Mart 2014sonuçlarıile ilgili olarak bu seçimin temel aktörleri ile ilgili yapılabilecek tespitleri şu başlıklar altında toplamak mümkündür.

          AKP veya Bir Siyasal Liderin Başarısı

          Elde edilen başarı bir siyasi kadronun başarısı olmaktan çok bir liderin kişisel başarısıdır. 17 Aralık 2013’den buyana Cemaat ile büyük bir siyasi mücadele içinde olan Başbakan Erdoğan bu mücadele de AKP’nin önde gelen siyasal temsilcileri ve bakanları tarafından büyük ölçüde yalnız bırakılmıştır. İç İşleri Bakanı Efkan Ala ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan dışında en yakın siyasi arkadaşları dahi Erdoğan’ın kayıtsız şartsız yanında olmamışlardır.   

        Erdoğan buna rağmen büyük ölçüde seçmeni radikalleştirerek bölme ve ötekileştirme stratejisi ile arkasında önemli bir seçmen desteği oluşturma başarısını gösterdi. Bu seçimlerin gösterdiği en önemli sonuç merkez sağ seçmenin AKP’da kalıcı hale geldiğinin ortaya çıkmasıdır. Normal koşullarda merkez sağ seçmen, rüşvet, hırsızlık ve sert söylemlerden hızla uzaklaşan bir seçmendir.  Bu seçimlerde bütün bu faktörler, AKP’nin aleyhine olarak seçimleri etkilemiş ise de daha önce DYP-ANAP çizgisinde olan seçmen üstelik AKP’lileşerek AKP’de kalmıştır. Ancak bu arada altı çizilmesi gereken nokta AKP’nin seçim galibiyetine rağmen 2011 seçimlerinde  21 milyon 353 bin olan AKP oyu 2 milyon 242 bin düşerek 2014 seçimlerinde 19 milyon 111 bine düşmüştür.

         İkinci husus AKP’nin temsil ettiği düşünülen hayat tarzından dolayı AKP’ye oy veren seçmen AKP gider ise hayat tarzına tekrar müdahale edileceğini düşünerek Erdoğan’a hakim çıkmıştır. Diğer partiler AKP seçmenine bu konuda yeterince güvence verememişlerdir.

       Üçüncü husus demokratik yaşamın kendi kuralları içinde gerçekleştiği bir ülkede en güçlü hükümetleri bile iktidardan götürecek kadar siyasal skandal ve anayasasal bir darbe ile AKP hükümetinin 17 Aralık sonrasında Anayasa’nın yargı güvencesini ile ilgili 138. Maddesini askıya almasını AKP seçmeni onaylamıştır. AKP’nin başarısının en korkutucu boyutu da budur. Seçmenin çok önemli bir boyutunun anayasa ihlalini onaylamıştır.

       Dördüncü hususmodern siyasete  uygun etkin propaganda mekanizmasının  AKP tarafından oluşturulduğu gerçeğinin bir kez daha ortaya çıkmasıdır.

          AKP açısından seçimlerin sonuçlarını şu şekilde özetleyebiliriz.

         1)Nihayet, seçimler sonrasında AKP içinde bir hesaplaşma olacaktır. Erdoğan bu süreçte kendisini yalnız bırakan siyasetçiler ile hesaplaşacaktır. Çünkü Erdoğan, önümüzdeki iki seçim sürecinde kendisini 30 Mart seçimlerinde yalnız bırakan siyasetçiler ile gitmeyecektir.

          2)Bu seçimler Erdoğan’ın gündemden kalkmış görünen cumhurbaşkanlığı adaylığını tekrar gündeme getirmiştir. Erdoğan, seçimlere ve gerginliğe devam niteliği taşıyan balkon konuşmasında cumhurbaşkanlığı adaylığını ilan etmiştir.

         3)Önümüzdeki günlerde AKP iktidarı özellikle basın ve ekonomi dünyasına karşı otoriterleşerek yoluna devam edecektir. Bunun mesajı iktidara yakın gazeteciler tarafından verilmiştir. Meşru ve gayrimeşru gazetecilik tanımı yapılarak alan meşru olmayan bir şekilde gazetecilik alanları çizilmiştir.
        4)Cemaate karşı hazırlanan operasyon çok ağır bir şekilde başlayacaktır. Bu küçükte olsa engelleme ihtimali olan tek şey cemaatin AKP’ye kapsamlı bir biatı kabul etmesidir. Ancak böyle bir biat teklifinin bile Başbakan Erdoğan’ı durdurması çok mümkün görünmemektedir.

         Sayısal Olarak Sabit  Kalan Mağlup CHP

         Bu seçimlerdeki ikinci önemli faktör şüphesiz ki ana muhalefet partisi CHP’dir. CHP bu seçimlerinde 2011’de % 25.98 olan oyunu % 25.64’a düşmüştür. CHP’nin2011’de 11  milyon 155 bin olan oyu 2014 seçimlerinde 11 milyon 270 bin olarak sabit kalmıştır.Bu da bu seçimlerde CHP’den daha iyi bir sonuç alacağı konusunda gelişen yüksek beklenti ile ilgilidir. Görülen odur ki, CHP Genel Başkanı kişisel olarak çok çalışmasına rağmen CHP parti örgütü uzun vadeli, sistemli ve sert bir çalışma süreci için uygun değildir. Enerjisini dış mücadeleden çok iç mücadeleye harcamaktadır. Siyasal propaganda anlayışı arkaiktir. Bütün bu faktörler bir araya gelince CHP, Ankara ve İstanbul’da MHP’den çok önemli bir oy aktarımı almasına rağmen % 30’u aşamamıştır. Öte yandan CHP, Manisa, Erzurum ve iç Anadolu illerinde MHP’ye küçük oy aktarımlarında bulunmuştur. Görülen odur ki, CHP’nin gerçek oyu % 25-26 bandındadır.

       Bu sonuçların CHP için sonuçlarını şu şekilde öngörebiliriz.

       1) CHP’de genel başkanlık tartışmaları belirleyici olmasa da başlayacaktır.

       2) Tasfiye edileceği söylenen ulusalcı kanat güçlenecektir.

       Özgüveni Artan MHP

       Mart 2014 seçimlerinin 2011 Haziran seçimlerine göre oy artıran bir diğer partisi   MHP’dir. MHP oyları % 13.10’dan, %17.67’ye çıkmıştır. MHP oylarında sayısal olarak da 2 milyon 133 bin artış olmuş ve 5 milyon 585 binden 7 milyon 718 bine yükselmiştir.Üstelik, Ankara’da MHP oylarının % 50’si, İstanbul’da % 40’ı CHP’ye gitmiş olmasına rağmen MHP’nin oylarının artmış olması özellikle eski Selçuklu coğrafyasında AKP’den MHP’ye oy dönüşü olduğunu göstermektedir. Eğer MHP bazı aday seçimlerinde doğru adımlar atsaydı, MHP oylarının % 18-20bandına çıkmasının mümkün olduğu görülmektedir.Üstelik MHP Afyonkarahisar, Kütahya, Kastamonu, Çankırı, Iğdır, Nevşehir’de % 40’ın üzerinde oy ile 2. Parti olmuştur. Bayburt, Bilecik, Erzincan, Erzurum, Aksaray, Amasya, Tokat, Gümüşhane, Uşak, Kırıkkale, Balıkesir, Kırşehir, Yozgat, Düzce ve Kilis’te % 30’un üzerinde oy alarak 2. Parti olmuştur. Elazığ, Karaman, Sakarya, Kayseri, Samsun’da ise % 25’in üzerinde oy alarak 2. Parti olmuştur. Özetle, MHP toplam 26 ilde ikinci partidir. Bu sonuçlar gelecek seçimler için iyi bir çıkış noktası oluşturmaktadır.

      Bu sonuçların MHP için belirleyici sonuçları olmayacaktır.MHP’nin kaybetse de bir çok ilde oylarını artırmış olması teşkilatların özgüvenini artıracaktır.

      Aslında Kazanırken Mağlup Olan BDP

      BDP açısından seçimlerin sonuçları, Abdullah Öcalan’ın  koyduğu  seçim hedeflerine ulaşılamadığı ortaya çıkmıştır. Öcalan, 2 milyon 800 bin yani %  6.58 oyun BDP oyunun 4 milyona çıkarılması hedefi yani  % 10 bandı üzerine çıkarılması talimatını vermiştir. Oysa BDP oyu Türkiye genelinde 6.40’da  kalmıştır. Ayrıca Güneydoğu Anadolu’da 2011 seçimlerinde % 51.4 olan BDP oyunun Öcalan tarafından % 80 üzerine çıkarılması hedefi de gerçekleştirilememiş ve % 51.6’da kalmıştır.  Ancak BDP’nin 8 olan il belediye başkanlığı sayısı Ağrı ve Bitlis’i BDP tarafından alınması ile 10’a çıkmıştır.
       BDP’nin anketlerde % 8-9 aralığında çıkan oylarının % 6.6’sında kalması batıda BDP oylarının büyük ölçüde AKP’ye kaydığını göstermektedir. BDP bu seçimlerden kendi koyduğu hedefler açısından mağlup çıkmıştır. Son beş senede özellikle BDP’nin Güneydoğu Anadolu’da sahip olduğu etkinlik açısından düşünülür ise 2011 yerel seçimlerinin İmralı, Kandil ve BDP’de büyük ölçüde hayal kırıklığı yaratacaktır. BDP bundan sonra ki süreçte yoğun bir şekilde demokratik özerklik üzerinde çalışacaktır.

     Parti Olmamasına Rağmen Seçimlerde Mağlup Olan Cemaat

     Bir siyasal parti olmamakla beraber Gülen Cemaati de yerel seçimlerin önemli bir aktörü olmuştur. Bu seçimlerin en önemli sonuçlarından birisi Cemaatin büyük ekonomik ve kültürek gücünün siyasetteki karşılığının düşünüldüğü kadar yüksek olmadığı hususunun ortaya çıkmasıdır. Gülen Cemaati seçimlerde açık taraf olmasına ve AKP Hükümetine karşı sadece medya değil saha da çok etkili bir muhalefet yürütmesine rağmen istediği sonucu alamamıştır. Gülen Cemaatinin % 3 civarında olduğu iddia edilen oyu dışında bir seçmen grubunu etkileyemediği ortaya çıkmıştır.

      Seçimlerin en önemli sonuçları Gülen Cemaati için ortaya çıkacak sonuçlardır. Başbakan Erdoğan balkon konuşmasında siyasal muhalefetten çok Gülen Cemaatine yönelik sert açıklamalar yapması önümüzdeki günlerde başlayacak operasyonların habercisidir.

      Ara Seçimlerin Sonuçları: Büyük Jüri Sanık Suçlu Dedi % 55-45

     Mart 2014 seçimleri bir ara seçim niteliği ile istikrar getirici bir sonuç değil, yeni bir mücadele sürecinin ilk adımı olmuştur. AKP önümüzdeki seçimlere büyük bir özgüven tazelemesi ile gidecektir. Erdoğan’ın parti içindeki tartışmasız otoritesi güçlenecek, başkanlık sistemi tartışması tekrar gündeme gelecektir. Bu özgüven yükselmesi otoriterleşme sürecini de güçlendirecektir. Ayrıca altı çizilmesi gereken husus, eğer bu sonuçlar 17 Aralık operasyonun oylanması olarak yorumlanır ise her yüz kişiden 55 kişi suçlu, 45 kişi suçsuz demiştir. Yani büyük jüri suçlu kararı vermiştir.

       Seçim sonuçları 17 Aralık sonrasında Türkiye’de AKP Hükümeti tarafından Anayasa’nın askıya alındığı ve hukuk devletini tasfiye edildiği gerçeğini de ortadan kaldırmayacaktır. Önümüzdeki aylarda devam edecek olan seçim kampanyası tansiyonun sürekli yüksek olmasını sağlayacaktır. Kaset savaşları yeni kasetler ile devam edecektir. Ancak bu sefer kasetlerin karşılığı gözaltına almalar ve tutuklamalar olacaktır. Basın üzerindeki baskılar devam edecektir. Ancak korku duvarının aşıldığı bir Türkiye’de bu baskılar bir ezilme değil, tepki üretecektir. Türkiye’nin etnik federasyon sürecindeki ilerlemesi devam edecektir. Özetle gerilimli günler devam edecektir.

Türkiye siyasal yaşamda görünmeyen bir seçim bloğu sürecine girmiştir. 30 Mart yerel seçimleri. Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi ve Haziran 2015 genel seçimleri. Bu seçim bloğunun ilk aşaması olan Mart 2014 Yerel seçimleri AKP iktidarının başarısı ile sonuçlandı. AKP  2011 seçimlerinde almış olduğu % 49.83’lük oydan % 43.30’adüşmüş olsa dahi AKP’nin daha fazla oy kaybedeceğine olan inanç o kadar yaygındı ki, sonuç haklı olarak önemli bir başarı olarak kabul edildi. Öte yandan Başbakan Erdoğan seçimlerden önce bir çok kez Mart 2014 seçimlerinin 17 Aralık soruşturmasından AKP’nin aklanmasına yol açacağının altını çizmiştir. Hukuk devletlerinde yargı meseleleri sandık tarafından değil üç hakim tarafından sonuca bağlanır. Ancak bir an için Erdoğan’ın ortaya koyduğu çerçevenin doğruluğundan hareket edersek, büyük halk jurisinin % 55 suçu bulduğu sonucuna da varabiliriz.  Mart 2014sonuçlarıile ilgili olarak bu seçimin temel aktörleri ile ilgili yapılabilecek tespitleri şu başlıklar altında toplamak mümkündür.

          AKP veya Bir Siyasal Liderin Başarısı

          Elde edilen başarı bir siyasi kadronun başarısı olmaktan çok bir liderin kişisel başarısıdır. 17 Aralık 2013’den buyana Cemaat ile büyük bir siyasi mücadele içinde olan Başbakan Erdoğan bu mücadele de AKP’nin önde gelen siyasal temsilcileri ve bakanları tarafından büyük ölçüde yalnız bırakılmıştır. İç İşleri Bakanı Efkan Ala ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan dışında en yakın siyasi arkadaşları dahi Erdoğan’ın kayıtsız şartsız yanında olmamışlardır.   

        Erdoğan buna rağmen büyük ölçüde seçmeni radikalleştirerek bölme ve ötekileştirme stratejisi ile arkasında önemli bir seçmen desteği oluşturma başarısını gösterdi. Bu seçimlerin gösterdiği en önemli sonuç merkez sağ seçmenin AKP’da kalıcı hale geldiğinin ortaya çıkmasıdır. Normal koşullarda merkez sağ seçmen, rüşvet, hırsızlık ve sert söylemlerden hızla uzaklaşan bir seçmendir.  Bu seçimlerde bütün bu faktörler, AKP’nin aleyhine olarak seçimleri etkilemiş ise de daha önce DYP-ANAP çizgisinde olan seçmen üstelik AKP’lileşerek AKP’de kalmıştır. Ancak bu arada altı çizilmesi gereken nokta AKP’nin seçim galibiyetine rağmen 2011 seçimlerinde  21 milyon 353 bin olan AKP oyu 2 milyon 242 bin düşerek 2014 seçimlerinde 19 milyon 111 bine düşmüştür.

         İkinci husus AKP’nin temsil ettiği düşünülen hayat tarzından dolayı AKP’ye oy veren seçmen AKP gider ise hayat tarzına tekrar müdahale edileceğini düşünerek Erdoğan’a hakim çıkmıştır. Diğer partiler AKP seçmenine bu konuda yeterince güvence verememişlerdir.

       Üçüncü husus demokratik yaşamın kendi kuralları içinde gerçekleştiği bir ülkede en güçlü hükümetleri bile iktidardan götürecek kadar siyasal skandal ve anayasasal bir darbe ile AKP hükümetinin 17 Aralık sonrasında Anayasa’nın yargı güvencesini ile ilgili 138. Maddesini askıya almasını AKP seçmeni onaylamıştır. AKP’nin başarısının en korkutucu boyutu da budur. Seçmenin çok önemli bir boyutunun anayasa ihlalini onaylamıştır.

       Dördüncü hususmodern siyasete  uygun etkin propaganda mekanizmasının  AKP tarafından oluşturulduğu gerçeğinin bir kez daha ortaya çıkmasıdır.

          AKP açısından seçimlerin sonuçlarını şu şekilde özetleyebiliriz.

         1) Nihayet, seçimler sonrasında AKP içinde bir hesaplaşma olacaktır. Erdoğan bu süreçte kendisini yalnız bırakan siyasetçiler ile hesaplaşacaktır. Çünkü Erdoğan, önümüzdeki iki seçim sürecinde kendisini 30 Mart seçimlerinde yalnız bırakan siyasetçiler ile gitmeyecektir.

          2) Bu seçimler Erdoğan’ın gündemden kalkmış görünen cumhurbaşkanlığı adaylığını tekrar gündeme getirmiştir. Erdoğan, seçimlere ve gerginliğe devam niteliği taşıyan balkon konuşmasında cumhurbaşkanlığı adaylığını ilan etmiştir.

         3) Önümüzdeki günlerde AKP iktidarı özellikle basın ve ekonomi dünyasına karşı otoriterleşerek yoluna devam edecektir. Bunun mesajı iktidara yakın gazeteciler tarafından verilmiştir. Meşru ve gayrimeşru gazetecilik tanımı yapılarak alan meşru olmayan bir şekilde gazetecilik alanları çizilmiştir.

        4) Cemaate karşı hazırlanan operasyon çok ağır bir şekilde başlayacaktır. Bu küçükte olsa engelleme ihtimali olan tek şey cemaatin AKP’ye kapsamlı bir biatı kabul etmesidir. Ancak böyle bir biat teklifinin bile Başbakan Erdoğan’ı durdurması çok mümkün görünmemektedir.

         Sayısal Olarak Sabit  Kalan Mağlup CHP

         Bu seçimlerdeki ikinci önemli faktör şüphesiz ki ana muhalefet partisi CHP’dir. CHP bu seçimlerinde 2011’de % 25.98 olan oyunu % 25.64’a düşmüştür. CHP’nin2011’de 11  milyon 155 bin olan oyu 2014 seçimlerinde 11 milyon 270 bin olarak sabit kalmıştır.Bu da bu seçimlerde CHP’den daha iyi bir sonuç alacağı konusunda gelişen yüksek beklenti ile ilgilidir. Görülen odur ki, CHP Genel Başkanı kişisel olarak çok çalışmasına rağmen CHP parti örgütü uzun vadeli, sistemli ve sert bir çalışma süreci için uygun değildir. Enerjisini dış mücadeleden çok iç mücadeleye harcamaktadır. Siyasal propaganda anlayışı arkaiktir. Bütün bu faktörler bir araya gelince CHP, Ankara ve İstanbul’da MHP’den çok önemli bir oy aktarımı almasına rağmen % 30’u aşamamıştır. Öte yandan CHP, Manisa, Erzurum ve iç Anadolu illerinde MHP’ye küçük oy aktarımlarında bulunmuştur. Görülen odur ki, CHP’nin gerçek oyu % 25-26 bandındadır.

       Bu sonuçların CHP için sonuçlarını şu şekilde öngörebiliriz.

       1) CHP’de genel başkanlık tartışmaları belirleyici olmasa da başlayacaktır.

       2) Tasfiye edileceği söylenen ulusalcı kanat güçlenecektir.

       Özgüveni Artan MHP

       Mart 2014 seçimlerinin 2011 Haziran seçimlerine göre oy artıran bir diğer partisi   MHP’dir. MHP oyları % 13.10’dan, %17.67’ye çıkmıştır. MHP oylarında sayısal olarak da 2 milyon 133 bin artış olmuş ve 5 milyon 585 binden 7 milyon 718 bine yükselmiştir.Üstelik, Ankara’da MHP oylarının % 50’si, İstanbul’da % 40’ı CHP’ye gitmiş olmasına rağmen MHP’nin oylarının artmış olması özellikle eski Selçuklu coğrafyasında AKP’den MHP’ye oy dönüşü olduğunu göstermektedir. Eğer MHP bazı aday seçimlerinde doğru adımlar atsaydı, MHP oylarının % 18-20bandına çıkmasının mümkün olduğu görülmektedir.Üstelik MHP Afyonkarahisar, Kütahya, Kastamonu, Çankırı, Iğdır, Nevşehir’de % 40’ın üzerinde oy ile 2. Parti olmuştur. Bayburt, Bilecik, Erzincan, Erzurum, Aksaray, Amasya, Tokat, Gümüşhane, Uşak, Kırıkkale, Balıkesir, Kırşehir, Yozgat, Düzce ve Kilis’te % 30’un üzerinde oy alarak 2. Parti olmuştur. Elazığ, Karaman, Sakarya, Kayseri, Samsun’da ise % 25’in üzerinde oy alarak 2. Parti olmuştur. Özetle, MHP toplam 26 ilde ikinci partidir. Bu sonuçlar gelecek seçimler için iyi bir çıkış noktası oluşturmaktadır.
      MHP’nin bir çok ilde oylarını artırmış olması teşkilatların özgüvenini artıracaktır.

      Aslında Kazanırken Mağlup Olan BDP

      BDP açısından seçimlerin sonuçları, Abdullah Öcalan’ın  koyduğu  seçim hedeflerine ulaşılamadığı ortaya çıkmıştır. Öcalan, 2 milyon 800 bin yani %  6.58 oyun BDP oyunun 4 milyona çıkarılması hedefi yani  % 10 bandı üzerine çıkarılması talimatını vermiştir. Oysa BDP oyu Türkiye genelinde 6.40’da  kalmıştır. Ayrıca Güneydoğu Anadolu’da 2011 seçimlerinde % 51.4 olan BDP oyunun Öcalan tarafından % 80 üzerine çıkarılması hedefi de gerçekleştirilememiş ve % 51.6’da kalmıştır.  Ancak BDP’nin 8 olan il belediye başkanlığı sayısı Ağrı ve Bitlis’i BDP tarafından alınması ile 10’a çıkmıştır.

       BDP’nin anketlerde % 8-9 aralığında çıkan oylarının % 6.6’sında kalması batıda BDP oylarının büyük ölçüde AKP’ye kaydığını göstermektedir. BDP bu seçimlerden kendi koyduğu hedefler açısından mağlup çıkmıştır. Son beş senede özellikle BDP’nin Güneydoğu Anadolu’da sahip olduğu etkinlik açısından düşünülür ise 2011 yerel seçimlerinin İmralı, Kandil ve BDP’de büyük ölçüde hayal kırıklığı yaratacaktır. BDP bundan sonra ki süreçte yoğun bir şekilde demokratik özerklik üzerinde çalışacaktır.

     Parti Olmamasına Rağmen Seçimlerde Mağlup Olan Cemaat

     Bir siyasal parti olmamakla beraber Gülen Cemaati de yerel seçimlerin önemli bir aktörü olmuştur. Bu seçimlerin en önemli sonuçlarından birisi Cemaatin büyük ekonomik ve kültürek gücünün siyasetteki karşılığının düşünüldüğü kadar yüksek olmadığı hususunun ortaya çıkmasıdır. Gülen Cemaati seçimlerde açık taraf olmasına ve AKP Hükümetine karşı sadece medya değil saha da çok etkili bir muhalefet yürütmesine rağmen istediği sonucu alamamıştır. Gülen Cemaatinin % 3 civarında olduğu iddia edilen oyu dışında bir seçmen grubunu etkileyemediği ortaya çıkmıştır.

      Seçimlerin en önemli sonuçları Gülen Cemaati için ortaya çıkacak sonuçlardır. Başbakan Erdoğan balkon konuşmasında siyasal muhalefetten çok Gülen Cemaatine yönelik sert açıklamalar yapması önümüzdeki günlerde başlayacak operasyonların habercisidir.

      Ara Seçimlerin Sonuçları: Büyük Jüri Sanık Suçlu Dedi % 55-45

     Mart 2014 seçimleri bir ara seçim niteliği ile istikrar getirici bir sonuç değil, yeni bir mücadele sürecinin ilk adımı olmuştur. AKP önümüzdeki seçimlere büyük bir özgüven tazelemesi ile gidecektir. Erdoğan’ın parti içindeki tartışmasız otoritesi güçlenecek, başkanlık sistemi tartışması tekrar gündeme gelecektir. Bu özgüven yükselmesi otoriterleşme sürecini de güçlendirecektir. Ayrıca altı çizilmesi gereken husus, eğer bu sonuçlar 17 Aralık operasyonun oylanması olarak yorumlanır ise her yüz kişiden 55 kişi suçlu, 45 kişi suçsuz demiştir. Yani büyük jüri suçlu kararı vermiştir.

       Seçim sonuçları 17 Aralık sonrasında Türkiye’de AKP Hükümeti tarafından Anayasa’nın askıya alındığı ve hukuk devletini tasfiye edildiği gerçeğini de ortadan kaldırmayacaktır. Önümüzdeki aylarda devam edecek olan seçim kampanyası tansiyonun sürekli yüksek olmasını sağlayacaktır. Kaset savaşları yeni kasetler ile devam edecektir. Ancak bu sefer kasetlerin karşılığı gözaltına almalar ve tutuklamalar olacaktır. Basın üzerindeki baskılar devam edecektir. Ancak korku duvarının aşıldığı bir Türkiye’de bu baskılar bir ezilme değil, tepki üretecektir. Türkiye’nin etnik federasyon sürecindeki ilerlemesi devam edecektir. Özetle gerilimli günler devam edecektir.

http://www.21yyte.org/ sitesinden 17.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır


..