10 Nisan 2017 Pazartesi

Tarih’in Kötüye Kullanımı, BÖLÜM 1

Tarih’in Kötüye Kullanımı, BÖLÜM 1



Tarih’in Kötüye Kullanımı: Gerçeklik Ve Yorum
İkbâl VURUCU 
Pamukkale Üniversitesi, 
ivurucu@pau.edu.tr 


Özet 

Her siyasi sistem, ideoloji ve devlet kendi meşruiyetini tarihi/geçmişi yeniden kendini haklı çıkaracak tarzda yorumlaması ve okullarda bu tarihi öğretmesi ile sağlar. Tarih aynı zamanda siyasi alanda rızayı üreten bir işleve sahiptir. Devletler toplumlarına uygun ve kendi meşruiyet mekanizmalarına göre bir tarih yazımı ve eğitimi öngörürler. Özellikle modern toplumlarda tarih pre-modern dönem kıyasla daha sistematik ve öncelikli bir rol oynamıştır ve ilk defa bilimsel bir formatta toplum merkezli tarih çalışmaları gerçekleştirilmiştir. Tarihin gelişimi de modern ulus-devletlerin gelişimine paralel bir içerikte ve tamamlayıcı işlevde ortaya çıkmıştır. Toplumların kavim, feodal, imparatorluk gibi formları zamanla “millet” olgusuna dönüşünce devlet, siyaset, ekonomi, sanat, bilim, dil, tarih de 
bu olgu üzerinden işlevsel bir yapıda konumlanmıştır. İddia edildiği gibi milletler ve ulus-devletler zorla bir grubun çıkarları doğrultusunda ortaya çıkmış anakronik oluşumlar değildir. Toplumların dil gibi ortak değerleri üzerinden ulus-devletler çapında yeniden örgütlenmesi ile tecessüm etmiştir. Dil milletin de “doğal” sınırlarını meydana getirir. Bu bakımdan ulus-devletler dayandığı meşruiyet kaynakları ve örgütlenme biçimi açısından toplumla bütünleşme derecesi çok daha yüksektir ve sahihtir. Bu bildiride ulus-devlet bağlamında milli tarihe yönelik etnik ve mezhep merkezli eleştiriler tartışılacaktır. 

Anahtar Kelimeler: Milli tarih, etnik tarih, ulus-devlet, yorum, post-modernizm 

Giriş 

Bu bildiride, “Tarih”in politik ve toplumsal alandaki işlevine vurgu yapılarak “milli tarih”e yani modern Türkiye Cumhuriyetinde Türk tarihinin konumlanışına karşı geliştirilen saldırgan, yok sayıcı, yıkıcı tarih anlayışlarına eleştirel bir yaklaşım geliştirilecektir. Söz konusu milli tarih karşıtlığıyla yeni bir devlet ve toplum modeli kurgusunun alt yapısının teşkil edilmek istendiği ortaya konulmaya 
çalışılacaktır. Ayrıca tarihsel verilerin anakronik bir zihniyetle gerçekliğinden tamamen koparılarak siyasal projelerine uygun biçimde yeniden yazılmasına dayanan kurgusal özelliği üzerinde durulacaktır. Modern bir ulus-devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nde “Türk kimliğinin” bilimsel nitelikli eleştiriyi aşan saldırgan, yıkıcı bir zihniyet yapısına dayanan “Tarih”in konumlanması, 
eleştirel bir bakış açısıyla analiz edilecektir. Esat Öz’ün vukufiyetle belirttiği gibi, “Tarih bilincinin ve tarihçiliğin stratejik önemini keşfeden Batıcı-teslimiyetçi çevrelerin (buna kozmopolit İslamcıları da ekleyelim, İ.V) “tarih mühendisliği” işini ciddiye almaları boşuna değildir. Tek bir ortak yaklaşımdan bahsetmek zor olsa bile, alt yapısını millî tarih bilincinin oluşturduğu kültürel-manevî direnç 
noktalarının tahrip edilip dönüştürülmesi, teslimiyetçi terminolojiyi kullanırsak ‘millî ve üniter devletin/statükonun tarihsel sacayağını çökertmek’ anlamına geleceği için, hâkim bakış açısını yansıtmaktadır” (Öz, 2015). 

Bütün tarih anlatımları, öznenin mensup olduğu kolektif zümrenin niteliklerini tanımlayan “değer” ile yüklüdür. Bu bağlamda “Yeni Türkiye” söylemi ile koşutluk taşıyan anti-milli tarih yaklaşımının merkezi argümanı ve gerekçesi Türk kimliği karşıtlığına dayanmaktadır. Farklı ideolojik görüşten aydınların Türk kimliği ve bu kimliğin siyasal, kültürel izdüşümlerine karşı belirledikleri duruş 
değişmemektedir. Her ne kadar farklı toplumsal ve siyasal tasavvura sahip olsalar da aydınların karşıt, düşman, öteki olarak belirledikleri siyasal Türk kimliğidir. Başka bir deyişle kendi sosyo-politik projeleri için şu şartların sağlanması gerekmektedir: Türk kimliğinin devletin siyasi kimliği olmaktan ve başta anayasa olmak üzere hukukî mevzuattan çıkarılması, Türklüğün millet kimliğinden çıkarılarak etnik bir kategoriye indirgenmesi, ulus-devletin üniter yapısının dönüştürülmesinin etnik ve mezhepsel alt yapısının hazırlanması. Bu siyasi projenin bilişsel alt yapısının biçimlenmesinde tarihyazımı ve tarih eğitimi stratejik bir öneme sahiptir. Buna göre uygulanacak olan siyasal projelerin meşru bir zemine oturması ve toplumsal rızanın sağlanması için “Tarih” spekülatif bir biçimde işlenmektedir. Yeni Türkiye ’nin tarih yazımı milli tarih karşıtlığında bütün alternatif tarih yaklaşımlarını ve yöntemlerini bir imkân alanı olarak değerlendirir.4 Post-modern yapı bozumcu tarih yazımları ve etni sist tarih yaklaşımları bunlardan bazılarıdır. 

4 “Aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünden Lozan’a gelen süreç de iflas ediyor. Ortadoğu’ya baktığımızda, Irak’ta Kürdistan tümüyle özerkleşmiş durumda. Yani Irak’ın bir parçası olmaya devam etse bile sosyolojik olarak artık aralarında pek bir devamlılık yok. Suriye’de de aynı olgu yaşanmakta. Büyük bir ihtimalle İran’da Kürdistan ve diğer kısımlar arasında ciddi bir iç muhalefet ve sosyolojik farklılaşma var. Ve bu sosyolojik farklılaşma Türkiye’de de yaşanıyor. Yani yüz yıllık tarih çöküyor. Hem Ziya Gökalp’in sentezi anlamında hem de Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasının tasfiyesi ve Kürdistan’ın Türkiye, Irak, İran ve Suriye arasında bölünmesi anlamında bir tarih çöküyor. Tarih çöktüğü zaman sorabileceğimiz sorular şunlar: Yeni bir toplum oluşturmayı mümkün kılabilecek tahayyüller var mı? Yeni bir toplum oluşturmayı mümkün kılabilecek irade var 
mı” (Bozarslan, 2016) 

Bilim âleminde önemli bir tartışma konusunu teşkil eden hermenötik, taşıdığı açılım imkanları, yöntemleri, bakış açıları ile değil de yüzeysel bir “görecelik” düsturu ile bu bağlamda gündeme gelmektedir. Tarihin inşa edilmiş metinden ibaret olduğu tezi ile tarihsel gerçeklik tamamen tahrif edilerek kahramanların hain, hainlerin kahraman konumuna oturtulması gerçek tarih olarak 
sunulabilmek tedir. Sistematik ve tutarlı bir tarih yazımından uzak kurguyu inşa edecek verilerin düzensiz ve özensiz seçimi ile post-modern tarih yapılabilmektedir. Post-modern tarih yaklaşımında metin öncelikli önemde bulunduğu için metni üreten tarihçi aynı zamanda gerçekliği üreten öznedir. Öznenin özgülüğünü teşkil eden özellikleri tarihin inşa edilmesiyle ortaya çıkan tarihsel bilginin doğruluk ölçütüdür. 

Tarih boyunca her siyasi sistem ve toplumsal model meşruiyetini temin için “tarih”i kontrol etmek eğiliminde olmuştur. Bugün tarihten beklenen önemli işlevlerden birisi siyasi alanda rızayı üretmesidir. Devletler, dayandıkları toplumların bütünlüğü ve kültürel üretimleri için uygun tarih yazımını ve öğretimini öncelemektedirler. Tarih okullaşma, bilimsel bilgi, milliyetçilik, ulus-
devletlerin gelişimi gibi dinamiklere bağlı olarak modern toplumlarda pre-modern dönemlere kıyasla daha çok önemsenmiştir. 

1. Tarih ve İşlevi 

“Tarih”in ne olup olmadığı ve hangi yöntemsel sorunları barındırdığı yönündeki tartışmalar tarih felsefesinin ilgi alanına girmektedir. Dolayısıyla “Tarih” merkezli tartışmalar büyük ölçüde tarih felsefesi bünyesinde yürütülürken, tarih araştırmalarının disiplinler arası bir boyut kazanmasından sonra tarih çalışmaları sosyoloji, antropoloji, psikoloji, felsefe gibi bilim alanlarının kavramlarından 
yararlanılarak yürütülmeye başlanmıştır. Bu gelişmeler tarih tartışmalarında hem niteliği hem de içeriği zenginleştirmekte ve geliştirmektedir. Bu sebeple tarih, sadece şimdiki zamandan önceki dönemleri değil tarihi olay ve olguların bugünkü toplumsal yaşantıyla ilişki halindeki bütün alanlarıyla ilişkisi çerçevesinde bir işleve sahip bulunmaktadır. 

Özne için şimdiki zamanın bitmesi ve akarsu gibi akıp gitmesi “geçmiş” şeklinde değerlendirilmektedir. Tarih ise geçmiştir diye tanımlanamaz. Bilim ve felsefe olarak tarih “hatırlama” ve “unutma” edimlerini bünyesinde barındırır. Bu sebeple tarihle ilgili tanımlamalarda hep öznenin bugünkü “konumu” düzleminde bir tanımlama yapılır. Bu konum çok farklı etkenler tarafından belirlenmektedir. Hobsbawm her türlü tarihsel incelemenin, insanın geçmişteki sonsuz sayıdaki faaliyetlerinden ve bu faaliyetleri etkileyen şeylerden bir seçim yapmayı, küçücük bir kümeyi seçmeyi içerdiğine vurgu yapmaktadır. (2009: 71). Tarihteki seçiciliğe göndermede bulunan Hobsbawm şüphesiz bu seçiciliğin bugünkü “konuma” göre belirlendiğinin farkındadır. Klasikleşmiş eserinde Carr ise, “Tarih nedir?” sorusunu cevaplamaya çalıştığımızda, cevabımızın bilerek ya da bilmeyerek, zaman içindeki kendi tutumuzu yansıttığını ve daha geniş bir soruya, içinde yaşadığımız toplum hakkında ne düşündüğümüz sorusuna vereceğimiz karşılığın bir parçasını oluşturduğunu söyler. (Carr, 2009: 10-11) “İçinde yaşadığımız toplum” tarih hakkındaki yaklaşımımızı ve kullanım alanını 
da belirlemektedir. Tosh’a göre de, “Tarih, kolektif bellektir, insanların kendi toplumsal kimlik kavramlarını ve geleceğe ilişkin beklentilerini oluşturmalarını sağlayan deneyimlerin toplamıdır” (Tosh 1997: 3). 

Tarihin tarihçiler perspektifinden de sürekli tartışıldığı görülmektedir. Mesela Jenkins, tarihçi merkezli bir tanıma başvurur: “ … Tarihi çalışırken incelediğimiz geçmiş değil, tarihçilerin geçmiş hakkında oluşturdukları şeylerdir. … Şu halde ‘bütün tarih geçmişte yaşamış olan insanların akılllarının tarihi’ olmaktan çok ‘tarihçilerin akıllarının tarihi’dir” (Jenkins 1997: 58-59). Tarihçi merkezli tanım yapanlardan biri de Carr’dır: “Tarih doğrulanmış bir olgular kümesidir. Tıpkı bir balıkçının tablasındaki balıklar gibi, belgeler, yazıtlar vb. içinde olgular hazır dururlar. Tarihçi onları alır, evine götürür, pişirir, canı nasıl istiyorsa o şekilde sofraya koyar.” (Carr, 2009: 11) “Tarihçi zorunlu olarak seçmecidir. Tarihî olguların oluşturduğu, tarihçinin yorumundan bağımsız ve nesnel bir sert çekirdeğin var olduğuna inanmak ahmakça, fakat silinmesi çok güç bir yanılgıdır” (Carr, 2009: 15). 

Ayhan Bıçak, köken sorunundan ve kültürdeki kurucu işlevinden hareketle tarih tartışmasına girişir. Ona göre, ilk efsanelerden günümüze kadar “köken sorunu” büyük bir önem taşımaktadır. Çünkü, “insan olmanın şartlarından bir tanesi, belki de en önemlisi, bir kimliğe sahip olmaktır. Kimlik, bireyleri ve toplumları başkalarından ayıran, bireyi ve toplumu kendisi yapan unsurdur. İşte bu 
önemli unsura sahip olmanın şartı, geçmiş bilincidir. Bu bilinç varoluşunu nasıl ya da ne ad altında devam ettirmesi gerektiğini belirtmektedir.” (Bıçak, 2004: 33) Bir tarih formu olarak efsanelerin kültürde yer alan her unsuru anlamlandır ma ve açıklama açısından temel bir işlevinin olduğunu belirten Bıçak, anlamlandırma ve açıklama açısından hem bir yöntem hem de bilgi edinme aracı olarak öne çıktığını söyler. Ayrıca efsanelerin ortaya koyduğu bilgilere inancın tam olması, onların bağlayıcı bir niteliğine sahip olduklarını gösterir (Bıçak, 2004: 64). Bıçak’ın bu önermesini Mircea Eliade’de destekler. Ona göre efsane, bir tür hikâye ya da hayali kurgu olarak kabul edilmemelidir. Zira, “konu edindikleri şeyler, gerçektirler; dolayısıyla gerçekliğe ilişkin bilgi verirler. ‘Kutsal bir öykü olarak kabul edilen efsane gerçektir; çünkü her zaman gerçekliklere başvurur. Kozmogoni efsanesi gerçektir; çünkü dünyanın varlığı bunu kanıtlamaktadır; ölümün kökeni efsanesi de ‘gerçek’tir, çünkü insanın ölümlülüğü bunu kanıtlamaktadır” (Bıçak, 2004: 68). Bıçak, efsanelerin bir başka görevini de “kültürel düzenin kurulmasını sağlamak” olduğunu belirtir. “Kültürel düzen, toplumun yapıp etmeleri, inançları, düşünceleri kısacası efsanelerin görevleri olarak sunulan her şeyin birbirleriyle ilişki içinde sunulmasıdır. Bu ilişkinin merkezinde, ilk atanın Tanrı’nın yardımıyla, kökende, zamanın başlangıcından önceki dönemde, kültürel varoluşun gerçekleşmesi bulunur. Kökende gerçekleşen her şey, mutlak hakikat ve mükemmeldir” (Bıçak, 2004: 69). 

Tarihin asıl işlevi toplumsal gelişmeyi açıklamaktır. “Bu asıl işlev … tarihsel analizin, güvenilir olaylar ve mantıklı açıklamaların zorlamasıyla, insanlığın davranış, düşünce ve mirasını anlamamıza yardım eden pozitif bilgiler ürettiğini göstermeye vesile olabilir” (Florescano 2001: 69). Burada açıkça ifade edilmese de tarihin toplumsal gelişmeyi açıklamaya çalışması mevut durumun bir meşrulaştırımı kaygısından kaynaklandığını da çağrıştırır. Evrensel olarak sunulan toplumsal teoriler zamandan ve mekandan uzaktır ki, bu da sosyo-politik ve kültürel gelişimin anlaşılmasında bir engel teşkil eder. 

Tarih bilimi gözleme ve deneye dayalı bilimlerin tarzlarından farklı bir oluşuma sahiptir. İnsanın geçmiş yaşantısı olan ve tecrübe alanına girmeyen tarih, fiziki alan gibi varlığı olan bir şey değildir. Öznenin yaşanmışlık üzerindeki seçiciliğine bağlı olarak kurgulanan ve inşâ edilen bir bilimdir. İnşâ nesneler, olaylar ve olgular arasında kurulan bir ilişki ve etkileşim durumudur. Tarihçi, tarihsel bir 
olayı ilgili dönemde insanların yaptıkları başka şeylerin bilinenleriyle ilişkisi bağlamında değerlendirir. Bu anlamda tarih, “ [i]şi gözlem alanımıza girmeyen olayları incelemek, bu olayları gözlem alanımıza giren ve tarihçinin ilgilendiği olayların ‘kanıt’ı dediği bir başka şeyden yola çıkıp, çıkarımsal bir şekilde incelemek olan bir bilimdir” (Collingwood 2005: 83-86). 

2. Tarih ve Yorum 

İnsan unutmakla malul bir varlıktır. Ama unutmanın olduğu yerde hatırlama da vardır. Akça ve İnce’nin vurguladığı gibi bizzat “insan” kelimesinisyan/unutkanlık kökeninden gelmektedir. İnsanın unutmak zafiyeti, mesajın ve bilginin muhafaza edilmesi ve aktarılması için kayıt altına alınmasını dayatmıştır. Nitekim “Hafıza-i beşerin nisyan ile malul olması”, sözün söz olarak kalmasını sorunlaştırmış; onun formu olan ve sözü kalıcı kılan yazı, sözle birlikte anılmıştır. (Akça-İnce, 2015: 24) Burada unutmaya karşı bir direnç vardır ve bu direncin bir ürünü olarak yazı ortaya çıkmıştır. 

Yazı ve hatırlama başbaşa gider. Bu noktada baş gösteren sorun neyin unutulması ve neyin hatırlanması gerektiği konusunda kendini gösterir. Yazı neyi sabitlemektedir? İnsan zihni, yaşam alanındaki sayısız duyum kaynağından sadece ilgisine göre bir tercih yapar, alır ve saklar. Bu ilginin seçiciliğini ise bireyin duyguları, ihtiyaçları, arzuları, korkuları, sevgileri belirler. Görüldüğü gibi 
unutma ve hatırlama daha başlangıçta öznelliğini ortaya koyar. Bu noktada belki de nesnellik, öznelliğin gerçekliğini kabul etmektir. 

Bizim bilişsel arkaplanımızı oluşturan mevcut durumlardan belki de en temel olanını, gerçeklik ve doğruluk hakkındaki belli bir varsayımlar kümesi teşkil eder. Genel bir biçimde eylemde bulunduğumuz, düşündüğümüz ya da konuştuğumuzda, eylemlerimizin, düşüncelerimizin ve konuşmalarımızın bizim dışımızdaki şeylerle ilişki kurduğu belli bir tarzı olduğu gibi kabul ederiz. 
(Searle, 2006: 21) 

Geçmişin pozitif yönde ve negatif yönde hatırlamak gibi iki yönü olduğunu söyleyen Çetin, bu kategorileşmeyi şöyle açılar: Hatırlamanın bir yönü geçmişin sözü edilen o tarih üstü özüyle geleceği inşa düşüncesindeyken, diğeri geçmişle hesaplaşmak adına ve geleceğini bunun üzerine kurmak gayretiyle bir hesaplaşma çabası içindedir. Bir anlamda, geçmişi kucaklamakla geçmişle baş etme, geçmişin üstesinden gelme, geçmişi telafi etme gibi iki ayrı uçta gerilim vardır. Geçmişe özcü bakan grubun daha ontolojik verilerle, hesaplaşmacı yaklaşımınsa daha epistemolojik yargılarla hareket ettiği söylenebilir. Dolayısıyla bahsedilen hatırlama kültürü, çift taraflı işleyen bir kaynak olmak durumdadır (Çetin, 2014: 15). 


Pozitif bilim paradigmasına karşı yükselen, epistemolojik karşı koyuşlar özellikle yeni bir bilme tarzı olarak hermenötik, özne-nesne bağlamından bilimi kurtararak anlama eksenli olarak son yıllarda büyük revaç görmektedir. Tarihselliği içinde kendi varoluşunu kültürel arka cephesini anlayarak öznenin eylemini değerlendirebiliriz. Hermenötik yaklaşıma göre insan varlığı bir anlamlar ağı tarafından kuşatılmıştır. İnsanı kuşatıldığı anlamlar ağından soyutlamak ve bunun üzerinden tanımlamaya çalışmak yöntemsel bir soruna gark olmak demektir. Her öznenin kendi tarihselliği, sosyo-kültürel anlam bağlamı içindeki özgüllüğü, pozitivist epistemolojik temelleri dışarlar. Yani bir öznenin “
a) fiziki ve sosyal çevresi, 
b) fizyolojik yapısı, 
c) istek, hedef ve amaçları, 
d) geçmişteki deneyimleri hiçbir vakit birbirinin aynı değildir” (Türkdoğan, 1995: 28). 

Öte yandan Weber’e göre tarih ve toplum dünyası, ancak değerlerle insan eylemleri arasındaki nedensellik yoluyla kavranabilir, anlaşılabilir” (Özlem,2002:228). 

Tosh, tarihin yeniden yaratılması doğrultusunda kaleme alınmış hiçbir eserin, araştırmacının benimsediği değerlerin etkisini taşımaktan kurtulamayacağını vurgular. Ancak “nesnel bilgi elde etme uğruna bağlantı kurmayı reddeden tarihçiler sadece bir kabusu kovalamıyorlar, aynı zamanda daha büyük sorumluluktan kaçmaktadırlar. Geçmiş için geçmişe duyulan entelektüel merak, insanların tarih okumalarındaki nedenlerden biridir tabii, ama tek neden değildir. Aynı zamanda da toplum, bugünle bağlantılı bir geçmiş yorumu ve geleceğe ilişkin kararları formüle etmek için temel bekler” (Tosh 1997: 27). Jenkins de, “Tarih”i epistemolojiden, yöntembilimden ve ideolojiden müteşekkil görür. Ona göre, epistemolojik olarak geçmiş bilinebilir değildir; zira, geçmiş ile tarih (tarih yazımı) arasında ontolojik farklılık vardır. Bu bağlamda, “hiçbir epistemolojik gayret geçmişi kapsayamaz. Yöntembilime gelince, tarihçiler yorumcu tarihçinin etkisini minimize etmek amacıyla birçok yöntemler geliştirmişlerdir, hatta bunların kesinliğini ve evrenselliğini ileri sürmüşlerdir. Onlara göre bunları tatbik edenler nesnel gerçekliğe ulaşabileceklerdir; fakat, yöntembilimlerin çokluğu, tarihi tartışmaya açık bir söylem haline getirmiştir. Tarihin ideoloji olması, kuram olmasındandır. Kuram ideolojiktir ve maddî çıkar bağlamlıdır. Bu anlamda ideoloji tarihin her yanındadır (Jenkins 1997: 17-31). Jenkins’in sözlerinin cüssesi büyüktür ve keskin yargılar barındırır. 

Tarihi bir bilim olarak pozitif bilimler doğrultusunda biçimlendirme gayretleri Aydınlanma ile birlikte kendini gösterir. Psikoloji, antropoloji, coğrafya gibi tarih de deney ve gözlem gibi pozitif felsefenin temel uygulama alanlarına uyarlanmaya çalışılır. Tarihin kendi üzerine düşünmesi anlamında tarih felsefesi çerçevesinde 19. yüzyıldan beri bilimsellik, nesnellik bağlamında bir tartışma yürütür ki bilimsel olmak için somut verilerin kullanılması zorunlu görülür. Ranke bu anlamda bir devrim yaratır. Sonraki bilimsellik tartışmaları da bu sürecin çeşitlenmesi olarak görülebilir. Pozitivist bilgi felsefesine göre, “[t]arihçinin ilk görevi, geçmiş hakkında olguya dayalı bilgi toplamaktır; birincil kaynaklara eleştirel yöntem uygulayarak doğrulanmış bulgulardır bunlar ve geçmişin nasıl 
açıklanacağını ya da yorumlanacağını belirlerler. Bu süreçte tarihçinin inançlarına ve değerlerine yer yoktur; onları ilgilendiren yegane şey olgular ve olgulardan mantıksal olarak çıkan genellemelerdir (Tosh 1997: 123). Tosh’a göre, geçmişteki olayların gerçekliği bilimsel yöntemin klasik uygulanışında yeri yoktur. Çünkü, geçmişin insanlarıyla yaratıcı bir özdeşleşme yoluyla anlaşılır ve bu da sezgiye ve empatiye dayanır. Bu anlamda idealistlere göre, tarihsel bilgi özneldir. Ortaya koyduğu hakikatler bilimsel olmaktan ziyade sanatsaldır “Üstelik tarihçiler, başka benzeri olmayan tek tek olaylarla ilgilenmektedirler. Sosyal bilimlerdeki genellemeler geçmişin incelenmesine uygulanamayacağı gibi, tarih de kendine ait genellemeler veya yasalar ortaya koyamaz” (Tosh 1997: 123). 

Tarih ve tarihyazımı konularında yorum, gerçeklik, nesnellik gibi kategorik tartışma unsurları post-modernizm felsefesi ile bambaşka bir boyut kazanmış ve tartışmalar hızlanarak ve yoğunlaşarak yeni açılımlar doğrultusunda varlığını sürdürmüştür. Tarihyazımı bağlamında postmodernizmin özel bir anlamı vardır. Bu da tarihin geçmişte nasıl yazıldığı ve okunduğu üzerinden, “olgular”, “nesnellik” ve “hakikat” gibi geleneksel kesinliklere meydan okumayı ifade eder. Tarih, kesin bir surette belirlenebilir ve tanımlanabilir olamaz. Belirlenebilirlik ve kesinlik ilkeleri artık fizik de terk edilmiştir. Postmodernist kuramcıların şüpheci yaklaşımı, bu tarz kavramların mutlak geçerliliğini sorgular. Söz konusu yaklaşıma göre, geçmişin hikâyesinin nihai olarak anlatılacağı tek bir imtiyazlı konum mevcut değildir. Burada geçmişle ilişkimizde kendi konumlarımız dâhilinde bizim asla kurtulamayacağımız ve kaçınamayacağımız bir görecelikçilik hüküm sürer (Southgate 2012: 23; Hocaoğlu, 2003: 86). 

Bu bağlamda tarihçiler, tarihi tek nedenli açıklamalara, büyük anlatıların içinde eriterek özgülüğünü yok etmeye, tarihi alanları özelleştirerek birbirinden bağımsız, etkileşimsiz disiplinlere bölme yöntemi karşısında eleştirel bir duruş belirleyebilmelidir. 


2 Cİ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder