11 Nisan 2017 Salı

70. YILINDA TRUMAN DOKTRİNİ: TÜRKİYE VE SOĞUK SAVAŞ BÖLÜM 1

70. YILINDA TRUMAN DOKTRİNİ: TÜRKİYE VE SOĞUK SAVAŞ BÖLÜM 1



ÖZET;
Ortadoğu Etütleri 
70. YILINDA TRUMAN DOKTRİNİ: TÜRKİYE VE SOĞUK SAVAŞ 

İkinci Dünya savaşı sonrasında Başkan Truman siyasi ve ekonomik zorluklar sonucunda Amerikan dış politikasında Sovyetler Birliği’ne karşı yürütülen 
mücadelede daha güçlü bir duruş sergilemek zorunda kalmıştı. Washington, savaş dönemi müttefiki Moskova’yla müzakere ve işbirliğini artık uygun 
siyasi araç olarak görmüyordu. Truman’ın amacı Sovyetler Birliği’nin gücünü ve etkisini sınırlandırmaktı. 

Şubat 1947’de İngiltere, siyasi ve ekonomik sıkıntılarla boğuşan Yunanistan ve Türkiye’ye askeri ve ekonomik yardımı sonlandıracağını bildirdi. 
Yakın Doğu’da Sovyet etkisinin arta-cağından endişe eden Truman yönetimi 12 Mart 1947’de Truman Doktrinini ilan etti. 

Doktrin, Soğuk Savaş’ın önemli kilometre taşlarından biri oldu. Doktrinin ilanı Sovyet-komünist yayılmacılığının çevrelenmesi siyasetinde askerî niteliklerin 
ön plana çıkmasına neden oldu. 

Anahtar Kelimeler: Başkan Truman, Truman Doktrini, Sovyetler Birliği, uluslararası komünizm, Soğuk Savaş, Türkiye, Yunanistan. 

Kaan Kutlu ATAÇ
* Doktora Adayı, Hacettepe Üniversitesi. Ortadoğu Etütleri 
 “[Orta Doğu’daki] petrol rezervleri stratejik gücün muazzam kaynağını oluşturuyor ve dünya tarihindeki maddi ödüllerin en büyüklerinden birisi.”1 


ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Başkan Truman’a bilgi notu, 1944. 

“Büyük bir gücün [Birleşmiş Milletler ] Sözleşmesi’nin ihlali ve savaşın çıkması durumunda Genel Kurmay Başkanlığımız hükümetimizi, son iki savaşta da durumun ortaya koyduğu gibi, Orta Doğu’nun Birleşik Krallık dışında, eğer aynı derecede önemli değilse, ikinci derecede önemli stratejik alan olacağı konusunda bilgilendirdi.”2 

16 Ekim 1947’de Washington’da, Orta Doğu ile ilgili Birleşik Devletler-Birleşik Krallık Görüşmeleri Açılış Konuşmasında İngiliz Heyeti. 

1. Giriş 

21 Şubat 1947 Cuma öğleden sonra, İngiltere’nin Washington Büyükelçisi Özel Sekreteri, ABD Dışişleri Bakanı’nın ofisini arayarak, Büyükelçi’nin Londra’dan gelen bir talimatla Bakan’a bizzat iletmesi gereken çok önemli bir not için aynı gün randevu talebini iletti. Dışişleri Bakanı George C. Marshall ofisinde değildi ve Pazartesi gününe kadar şehir dışındaydı. Konuyla ilgili bilgilendirilen Bakan Yardımcısı Dean Acheson, Büyükelçi’yi telefonla aradığında, kendisine notun İngiltere’nin Yunanistan’a yardımıyla ilgili ve çok önemli olduğu söylendi. Bakan Yardımcısı, Büyükelçilik Birinci Sekreteri’nin, Bakanlığın Yakın Doğu ve Afrika İşleri Müdürü Loy Henderson’a notun bir kopyasını iletmesini istedi. Büyükelçi, notun orijinalini Pazartesi sabahı Bakan’a iletecekti.3 

İngilizler, 21 Şubat günü öğleden sonra Amerikalılara bir değil iki not ilettiler. Notlardan birisi söylendiği gibi Yunanistan, diğeri ise Türkiye hakkındaydı.
4 Birinci notta, Yunanistan’ın içerisinde bulunduğu iç savaş ve ekonomik durumun ülkeyi çökme noktasına getirdiği belirtiliyordu. Komünist gerilla hareketi, Sovyetler Birliği’nin Balkanlar’daki yayılmacı etkisini Yunanistan’a getirmek üzeriydi. Sovyetler Birliği’nin Akdeniz’e inmesi an meselesiydi. 
Ekonomik sıkıntı içerisindeki İngiltere, 1944’ten beri ülkeye sağladığı askerî ve ekonomik yardımı 31Mart’tan sonra durduracaktı. İngiltere, ABD’nin bu 
yükü üzerine alabileceğini ummaktaydı.5 

İkinci notta da, Sovyetler Birliği’nin baskısına karşı İngiltere’den askerî ve ekonomik yardım alan Türkiye’ye yönelik yardımların da 31 Mart’tan sonra 
yapılamayacağı belirtiliyordu. Rusların sıcak denizlere inmesini önlemede etkin olan İngiltere, kaynaklarını sonuna kadar kullanmıştı ve Orta Doğu coğrafyasının sorumluluğunu ABD’ye devretmek üzeriydi. Doğu Akdeniz açık bir Sovyet tehdidi altındayken, bölgede yaşanması muhtemel güç boşluğunun 
doldurulması için verilen süre 38 gündü. İngiltere iki ülkeye yaptığı yardımların fişini çekmişti. İngiltere, ABD’nin ve Batı demokrasilerinin siyasi-askerî 
ve petrol güvenliğine yönelik hayati çıkarlarının devamının sağlanmasında ve mevcut “çok acil” kritik durumda eksikliğin ABD tarafından giderileceğini 
umuyordu. ABD de bölgedeki dengelerin Sovyetler Birliği lehine kaymasından endişe ediyordu. Notları inceleyen ve Dışişleri Bakanı Marshall’ın yokluğunda 
Bakanlığa vekâlet eden Acheson, Hendorsan’a personelini toplamasını ve bütün hafta sonu çalışarak pazartesi sabahı Bakan’a sunulmak üzere bir cevap hazırlaması talimatını verdi. Acheson, İngiltere’nin 21 Şubat’ta verdiği bu iki notu yıllar sonra “şok” olarak hatırlayacaktı.6 Aslında ABD, İngiltere’nin 
notlarından önce 20 Şubat’ta Yunanistan’daki çöküş konusunda Atina’daki Büyükelçisi tarafından uyarılmıştı. Schwarzenberger’in ifade ettiği gibi 
“Yunanistan ve Türkiye’nin Batılı güçlerce kontrol edilmesi, Doğu Akdeniz ve Yakın Doğu’nun petrol kaynaklarını tutması için elzemdi.”7 

2. Truman Doktrini ve Türkiye: Tarihsel Arka Plan İkinci Dünya Savaşı sırasında Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den toprak talebi ve Boğazların yönetiminde hak iddiaları Türkiye’nin Atlantik politikalarının temelini oluşturur. Sovyet taleplerinin yarattığı güvenlik endişesinin, Türkiye’nin savaşın galiplerinden olan ABD’yle ilişkilerini nasıl etkilediği ve Türk-Amerikan yakınlaşmasının temelini oluşturan ortak güvenlik arayışları bu anlamda önemliydi. Truman Doktrinini oluşturan süreci, bu güvenlik endişesine giden yol oluşturmuştu. 

İkinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki gelişmelerde Türkiye, kendisine bir yön bulma çabası içerisindeyken iki mühim gelişmenin etkisinde kaldı. Birincisi, 
Eylül-Ekim 1939’da Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında gerçekleştirilen Moskova görüşmeleridir. Bu görüşmelerde Sovyet tarafı Türkiye’den Boğazların 
statüsünde değişiklik yapılmasını ve kendilerine üs verilmesini talep etmişti. Rusların bu talebi karşısında Türkiye, İngiliz-Fransız ekseninde bir dış politikayla denge arayışına girmiş ve bu ülkelerle ittifak kurmuştu. Sovyet baskısı savaş boyunca devam etti ve Türkiye, Batı eksininde bir güvenlik arayışına girdi. İkinci gelişme ise, önce İngiltere, ardından da ABD’ye doğru kayıştı. Batı merkezli güvenlik arayışında İngiltere’nin genelde Orta Doğu, özelde de Türkiye politikalarında ABD’yi bölgeye dâhil etme çabası önemlidir. Bu çaba 1943 Kazablanka Konferansı’nda ABD-İngiltere görüşmelerinde İngiltere tarafından net olarak belirtilmişti. Türkiye, Soğuk Savaş’ın iki kutuplu yapılanmasında Batı’nın desteğini alarak Washington merkezli Atlantik kuşağına dâhil oldu. Bu dönem, 1939’dan Türkiye’nin NATO’ya üye olduğu 1952’ye kadar olan tarihsel alt yapıdır. Türkiye’nin Batı bloğu içinde İngiliz ekseninden ABD eksenine geçişin en önemli evresi 1947 Truman Doktrinidir. 

Ancak Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı ardından bir bloğa yönelmesi kolay olmamıştır.8 Criss’in ifadesiyle, 

[Birinci Dünya Savaşı’nda] müttefiklerini serbest iradesiyle seçmemek Osmanlı İmparatorluğu’na çok pahalıya mal olmuştu. Türkiye Cumhuriyeti’nin 
güvenliği açısından bir daha böyle bir duruma düşülmemesi, İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e miras kalan önemli bir dış politika ilkesidir.

İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında şekillenen dünyada Türkiye’nin zihninde toprak bütünlüğü ve güvenli bir ittifak arayışı hâkimdi. Nitekim savaş 
sonrasında Avrupa’da, güç dengelerinin Sovyetler Birliği eline geçeceği endişesini duyan Türkiye, sorunlu ilişkileri olan kuzey komşusu lehine kuvvetler 
dengesinin oluşacağını görmüştü. Bu durum, savaşın son döneminde ve sonrasında Türkiye’yi Batı’nın etki sahasına sürükledi. Bu sürükleniş Türkiye’yi, 
Batı ve Transatlantikle neredeyse bir bağımlılık derecesinde karmaşık ilişkiler manzumesinin kucağına itti. Batı’yla ilişkiler ve toprak bütünlüğü konuları 
Türk siyasi tarihine damga vurdu. 

Sovyetler Birliği, 1941’de Bulgarlarla yapılan görüşmelerde Trakya’da Midye-Enez hattına kadar olan bölgenin Bulgarlara, boğazlara kadar olan bölgenin 
da kendilerine verilmesi önerisinde bulunmuştu. Bulgaristan, komşu ülkelerin yapılan görüşmelerden haberdar edilmesi anlaşması uyarınca Türk hükümeti ni bu öneri hakkında bilgilendirmişti. Türklerin konuyla ilgili olarak Moskova nezdindeki girişimleri cevapsız kaldı.10 Türkiye Sovyetlerin talepleri 
karşısında gerekli güvenlik garantilerini ABD ve İngiltere’den sağlamaya çalıştı.11 Nitekim Ocak 1943’te İngiliz tarafı savaşa katılması durumunda Türkiye’nin Sovyetlere karşı toprak bütünlüğünün korunacağını taahhüt etti.12 

Sovyet Birliği-Türkiye ilişkilerinde kuvvet dengesizliğinin yarattığı sorunlar 1950’lerin sonuna değin Türkiye için önemli bir endişe kaynağı olmaya 
devam etti. Bu endişeyle, 

Türkiye 1945-46’daki Sovyet isteklerinden ve tehditlerinden sonra Batılı devletlerle ilişkilerini öyle bir biçimde geliştirmiştir ki, bütün dış politika felsefesini sadece Batı’yla işbirliği yapmak ilkesi üzerine kurmuştur.13 

Ancak Türkiye, Sovyet tehdit algılaması konusunda yalnız değildi. ABD Dışişleri Bakanı James F. Byrnes’ın Mayıs 1946’da Sovyet dış politikasının 
temelinin ne olduğu sorusuna Fransız meslektaşı “yayılmacılık yoluyla güvenlik” şeklinde cevap vermişti.14 İkinci Dünya Savaşı boyunca “aktif tarafsızlık” 
politikası izlemiş olan Türkiye, savaşın Avrupa ayağının sonucu belli olmaya başladığı andan itibaren kuzey komşusu SSCB’nin belirgin tehdidi ile karşı 
karşıyaydı. 

Fas’ın Kazablanka kentinde 14-24 Ocak 1943 tarihlerinde bir araya gelen ABD ve Birleşik Krallık liderleri, Sovyetler Birliği’nin katılmadığı konferansta, 
Türkiye’nin savaşa dâhil edilmesi konusunu da gündeme getirdi. ABD Dışişleri Bakanlığı belgelerine göre, 18 Ocak’taki görüşmelerde ABD Başkanı 
Roosevelt, askerî konulardaki gelişmelerin ABD’ye bildirilmesi kaydıyla Türkiye söz konusu olduğunda ilk söz sahibinin İngiltere olduğunu kabul 
etmiştir.15 Savaş süresince Türkiye ile ilgili askerî konulardaki görüşmelerde ABD, tarihsel olarak Orta Doğu coğrafyasında “tabii” hakkı olan İngiltere’nin 
bölgedeki askerî politikalarına geniş bir serbestlik tanımıştı. Ancak, ilerleyen günlerde Türkiye’nin durumunu ilgilendiren konularda, Kazablanka Konferansı ’ndaki mutabakatın ne olduğu hususunda ABD ile İngiltere arasında anlaşmazlık olduğu ortaya çıktı. ABD’liler hiçbir şekilde siyasi ve ekonomi konularda  İngiltere’nin istediği gibi politika oluşturamayacağını ifade ederken, İngilizler ise konferansta kendilerine “Türklere karşı kâğıtları istedikleri gibi 
kullanacakları”16 sözünün verildiğinde ısrar etti. ABD ise, Türkiye’nin siyasi ve ekonomik durumuyla ilgili konularda böylesi bir serbestliği tanımayacağını 
net bir şekilde İngiltere’ye belirtti. 

Truman Doktrin’in ilanı olan 1947’nin ilk aylarına kadar Orta Doğu coğrafyasında ABD dış politikasının temel çizgilerini şu şekilde belirtmek mümkündür: 

1. İngiltere’nin tarihsel rolü ve dönemin klasik ABD dış politikası gereği, İngiltere’nin “meşru haklara sahip” etki sahasına müdahale etmeme. 
2. Mümkün olan en az şekilde tesir ederek bu politikayı takip etmek ve bu konuda İngiltere’ye garanti vermek.17 

Kazablanka’nın ardından İngiltere ile ABD arasında Türkiye’nin siyasi ve ekonomik sahalarında kimin söz sahibi olacağı yönündeki yanlış anlamadan 
kaynaklanan tartışma, ABD’nin bölge üzerindeki etkinlik sahasını yayma amacının ilk işaretlerinden birisiydi. Bu temel etrafında ABD, Orta Doğu 
bölgesinde daha derin bir stratejik anlayışı tedricen geliştirmeye başladı. Bu, “özgür dünya”nın liderliğine soyunan ABD için bir nevi kaslarını gösterme 
mücadelesiydi. Bu daha önce İngiltere’nin sorumluluğunu kabul etmiş olan ABD açısından siyasi planlama ve algıda da değişiklikti.18 

Nitekim savaş süresince müttefik liderler arasında devam eden ve Kazablanka ile başlayan konferanslar zincirinde (Kazablanka, Québec, Kahire, Moskova 
ve Tahran), Türkiye’nin savaşa dâhil edilmesi konusu gündeme geldiği zamanlarda sadece ABD, Türkiye’yle ilgili politikalar konusunda kararlı bir 
tavır sergiledi. 

Savaş sonrası kurulacak Birleşmiş Milletler’e üyeliğin Almanya ve Japonya’ya savaş ilan eden ülkelere açık olacağı yönündeki müttefik güçlerin kararı, 
Türkiye’nin 23 Şubat 1945’de bu ülkelere savaş ilan etmesine neden oldu. Ancak, Sovyetler bunu çok geç kalmış bir karar olarak gördü. Bu esnada 
ABD’nin Moskova Büyükelçiliği, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nde günün şartlarına uygun değişiklerin yapılması yönünde 
talepte bulunduğundan haberdardı.19 Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov, Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’e 19 Mart 1945’de bir nota vererek iki ülke arasında imzalanmış olan 1925 Türk-Sovyet Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’nın yenilenmeyeceğini bildirdi.20 Bu, Türk tarafınca beklenen bir durumdu.21 Türk büyükelçisi Ankara’yı iki ay önce bu konuda uyarmıştı.22 1945 Baharında savaşın Almanya’nın yenilgisiyle sona ereceği artık belli olduğunda 
Moskova’nın boğazlar üzerindeki iştahı yeniden kabardı. Dışişleri Bakanı Hasan Saka, Molotov’un notasına cevaben 4 Nisan 1945’te Sovyetler 

Birliği’nin Ankara Büyükelçisi Vinogradov’u çağırmış ve Türkiye’nin antlaşmanın iki tarafın çıkarlarına uyacak şekilde değiştirilmesini kabul ettiğini ve 
Sovyet tekliflerini dikkatle ve iyimserlikle inceleyeceklerini bildirdi.23 

Türkiye, Birleşmiş Milletler’in (BM) kuruluşu sürecinde 25 Nisan 1945’de başlayan San Francisco Konferansı’na Sovyet taleplerinin tedirgin edici ağırlığı 
altında katıldı. 19 Mart-13 Ekim 1946 arasında Türkiye-Sovyet Birliği ilişkilerinde “notalar savaşı” olarak tanımlanabilecek bir yalnızlık süreci başladığında, 
Türkiye toprak bütünlüğünün korunması için açıkça güvenebileceği ve yardım alabileceği kesin bir destekten yoksundu. Bu dönemde SSCB’nin boğazlarda üs ve Doğu Anadolu’da toprak talepleri karşısında Türkiye, Aydın’ın yorumuyla, “yalnız kaldığı endişesine kapılacaktı”.24 

Aralık 1945 SSCB’nin İran’daki etkinliği bu ülkede özerk Azerbaycan Cumhuriyeti ve Kürt Mehâbâd Cumhuriyeti’nin kurulmasına yol açtı. Aynı süreç içerisinde Bulgaristan ve Romanya’nın da SSCB tarafından işgal edilmesiyle Türkiye açık bir şekilde Sovyetler Birliği tarafından çevrelenmişti. 

Sovyet lideri Stalin’in yayılmacı iştahı bu anlamda doymak bilmez gibi görünüyordu.25 

Nitekim Stalin, Türkiye üzerindeki toprak taleplerini Aralık 1945’te Moskova’da gerçekleştirilen ABD-İngiliz-Sovyet dışişleri bakanları toplantısında net 
bir şekilde ifade etmişti.26 İngiltere açısından SSCB politikası “rahatsız edici”ydi ve “İngiliz Hükümeti bu tehditler karşısında tarafsız kalamayacak, Türkiye’nin yanında olacaktı”. İngiliz Dışişleri Bakanı Ernest Bevin’e göre SSCB’nin Boğazlarda üs ve Kars-Ardahan talepleriyle27 mutabık olmaları mümkün değildi. İngiltere açısından Rus siyaseti basitti: Ruslar İngilizleri Akdeniz’in rakipsiz sahibi ve Atlantik’ten İskandinavya, oradan da Akdeniz’e uzanan sahillerin muhtemel lideri olarak görüyorlardı. İngiltere’nin bu denli güçlü bir pozisyonda bulunması, Rusya’nın güvenliği için muhtemel bir tehditti, dolayısıyla İngilizler buralardan atılmalıydı.28 

İngiliz Dışişleri Bakanı Ernest Bevin, Ocak 1946’da Orta Doğu’daki Sovyet tehdidine karşı Amerikalı liderleri sürekli tetikte tutma ve İngiliz “özel  çıkarları ”nın korunması adına ABD’nin bölgeye girmesinin şartlarını sağlayacak siyasi hazırlıkların yapılması hususunda Washington’u ziyaret etti.29 

İngiltere’nin, ABD’yi Orta Doğu’ya sokma siyaseti Rusya’nın izlediği politikayla karşılıksız kalmadı. Dönemin ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Dean Acheson 
anılarında Sovyetler Birliği’nin takip ettiği politikaların ABD’yi eğittiğini aktarır: 

[Ruslar] Boğazlar ve İran üzerinde baskı kurarak barbarların klasik Yunanlar ve Roma, sonra da çarların kullandıkları sıcak denizlere istila güzergâhını 
takip ettiler. Thermopylae’dan Kırım’a bu noktalarda baskı kurmak gelenek halini almıştır. Bazı Amerikalılar Rusların tarihini paslı bir geçmiş olarak görse 
de, İngilizler ve [ABD] Başkan[ı] için durum böyle değildir.30 

ABD resmi kaynaklarında da SSCB’nin boğazlar üzerindeki emellerinin salt askerî düzeyde olmadığı belirtilmektedir. Acheson’un ifade ettiği gibi, SSCB’nin amacı “önce Türkiye’de, devamında da Yakın Doğu’nun geri kalanında hakimiyeti ele geçirmek”ti.31 Savaşın sonuna doğru Orta ve Güney Avrupa’da işgaller yoluyla toprak kazanmış olan Stalin, dikkatini yine Sovyetlerin güney kanadına çevirmiş ve Kafkaslar’ı işaret ederek “buradaki sınırları beğenmiyorum” değerlendirmesini yapmıştı. Moskova iştahını bir kez daha Dışişleri Bakanı Molotov aracılığıyla Türkiye üzerinde gösterdi: 

[Stalin] Türkiye’den toprak isteğinin yanı sıra Türk Boğazlarının SSCB tarafından etkin bir şekilde kontrolünü sağlayacak üsler verilmesini talep etti. (...) Hemen anlaşıldı ki çok ileri gitmişti. Patronuna karşı normal olarak hoşgörülü olan Molotov, Boğazları kastederek “Buna izin vermezler!” dedi. Sinirlenen patronu “Sen devam et, ortak mülkiyet için baskı kur” şeklinde cevap verdi.32 

Türkiye, Sovyet işgali altındaki Orta ve Güney Avrupa’nın dışında Sovyet yayılmasını en yakın hisseden ülkeydi.33 Aslında, savaş henüz sona ermeden 
Nisan 1945’de toplanan San Francisco Konferansı’nda Sovyet Ermenistan’ı ve İran Kürtleri Türkiye’den toprak talebinde bulunmuştu. Bu dönemde Türkiye, 
ulusal güvenliğini sağlama alabileceği sakin bir limanı bulmak için yoğun bir çabaya girmişti. Türkiye için güvenlik anlamında gerekli olan koruma, 
önce askerî ve sivil yardımlar, arkasından da siyasi ve askerî yapılanmalar aracılığıyla ABD’de arandı. Fakat savaşın ardından hâlâ Sovyetlerle savaş dönemi işbirliğini sürdürebileceğine inanan ABD, açıkça Sovyet yayılmacılığının kendi çıkarlarına zarar verdiğini hissettiği ana kadar iyimserliğini korudu. Türkiye, Sovyet taleplerinden ABD’yi yanında olduğunu hissettiği döneme kadar, yani çok kritik bir devre olan yedi ay zarfında yalnız kaldı. 

Türkiye bu dönemde güvenliğinin sağlanması için ABD ve İngiltere’den destek arayışındaydı. 19 Mart 1945-17 Ağustos 1946 dönemi Türkiye’nin güvenliği konusunda SSCB’yle İngiltere-ABD-Türkiye arasında notalar savaşı olarak geçti. Bu süreç, Sovyetlerin ABD-İngiltere ve Türkiye’ye gönderdiği notaya,34 ABD’nin 19 Ağustos’ta savaş riskini göze alarak cevap vermesiyle en üst seviyeye ulaştı. Sever, bu notayla Türkiye’nin “Amerika’nın Sovyetlere karşı gerçek tavrıyla ilgili endişeleri[nin] (...) son buldu[ğunu]” ifade eder.35 

Bu noktada Türk-Amerikan ilişkileri artık yeni bir döneme girmiştir.36 15 Ağustos’ta Beyaz Saray’da yapılan güvenlik toplantısı Türk-Amerikan ilişkilerini 
şekillendirecek olan karara sahne olmuştur. Dışişleri Bakanlığı Yakın Doğu Dairesi’nin aynı gün tarihli bilgi notunda Başkan Truman yaklaşan tehlike 
karşısında uyarılmıştı: “Sovyetler Birliği’nin birinci amacı Türkiye’nin kontrolünü ele geçirmektir.” Eğer Sovyetler bu girişimlerinde başarılı olursa, ABD, 
“imkânsız olmasa da, oldukça zor bir şekilde, Sovyetler Birliği’nin Yunanistan üzerinden, ardından tüm Yakın ve Orta Doğu’nun kontrolünü ele geçirmesini 
önleyebilecektir”.37 Amerika açısından konunun geciktirilmeye tahammülü yoktu. Bakanlığın Yakın Doğu Bölümü Başkanı Henderson, daha sonra bu 
günü “karar anı” olarak hatırlayacaktır: 

Herhangi bir Sovyet saldırganlığına ve özellikle Türkiye örneğinde açıkça görüldüğü gibi, Türkiye’ye karşı herhangi bir Sovyet saldırganlığına karşı 
elimizdeki mevcut tüm imkânlarla direnmemizi gerektirecek karar anı gelip çatmıştı.38 

Truman Dışişleri Bakanı, Savaş Bakanı, Donanma Bakanı ve Genelkurmay Başkanının görüşleri doğrultusunda Sovyet taleplerini Türkiye’nin geri 
çevirmesi önerisini kabul etti. Buna göre ABD, Türkiye’ye desteğini göstermek üzere bir donanma gücünü Doğu Akdeniz’e gönderdi.39 Truman’ın Türkiye’ye 
destek vermesi, Kara Kuvvetleri Plan ve Operasyonlar Dairesi Komutanı General Norstad’a göre Truman Doktrinin doğumunun işaretiydi.40 

19 Ağustos’ta ABD Moskova Büyükelçiliği SSCB’ye verdiği notayla Boğazlar konusunda ABD’nin duruşunu ortaya kodu: Boğazlar konusu “yalnızca Karadeniz güçlerini ilgilendiren bir mesele değildir, ABD’nin de dâhil olduğu diğer güçleri de ilgilendirmektedir”.41 Kanımızca bu nota, Nisan 1946’da USS Missouri zırhlısının Türkiye ziyaretinden daha önemli bir Amerikan desteğidir. Stalin dönemindeki politikaların Türkiye’yi Batı’nın kucağına ittiğini yıllar 
sonra dönemin Sovyet lideri Kruşçev, 28 Haziran 1957’deki Sovyet Komünist Partisi Merkez Komitesi toplantısında şöyle ifade etmiştir: 

Hatırlayın [Stalin dönemi politikalar] ne tür üzücü sonuçlara yol açtı, komşularımız olan Türkiye ve İran’la dostane ilişkilerimizi bozdu. Türkiye’ye 
yönelik yanlış politikamızla Amerikan emperyalizmine yardım ettik. Türkler Voroşilov’u kardeş gibi karşılarlardı, onun adını bir meydana vermişlerdi. Fakat 
İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde Türkiye’ye dostluk antlaşmasını yırttığımızı söyleyen bir nota verdik. Neden? Çünkü sizler [Türkler] Çanakkale 

Boğazı’nı vermiyorsunuz. Dinleyin, yalnızca bir sarhoş böyle bir şey yazabilir. Her şeyin ötesinde hiçbir ülke Çanakkale Boğazı’nı gönüllü olarak vermez... 
Kısa görüşlü politikalarımızla Türkiye ve İran’ı ABD, İngiltere ve Bağdat Paktı’nın kucağına ittik.42 

Ağustos 1946 itibariyle ABD artık geleneksel tecrit politikasından uzaklaşmaya başlamış ve Sovyet etkisine karşı bir tutum takınmıştı. Bu durum Churchill’in 
ABD’nin Fulton kasabasında 5 Mart 1946’da ünlü “Demir Perde” konuşmasıyla bir arada düşünülürse daha da anlamlı olacaktır. Halle’in ifadesiyle 
“Amerika Birleşik Devletleri işe yarar bir dış politika” arayışındadır. Bu arayışın siyasi planlamaya dönüşmesi ise, somut gelişmeler paralelinde ABD 
Dışişleri Bakanlığı’nın Rus uzmanı George Kennan’ın 22 Şubat’ta Moskova’dan Washington’a gönderdiği “Uzun Telgraf”ta (The Long Telegram) kendini 
bulmuştur. Bu telgrafın öngördüğü siyasi temel çizgiler ABD’nin SSCB’ye karşı yürüttüğü 45 yıllık Soğuk Savaş’ın temeliydi.43 ABD Dışişleri Bakanı 
Byrnes, Aralık 1945 sonunda Moskova’dan döndüğü zaman, Başkan Truman da bakanıyla yapacağı görüşme için bir not hazırlamıştı. Truman dönemi 
tarihçisi Robert Messer’in yıllar sonra ortaya çıkardığı bu notta Truman’ın Sovyetlerle ilgili düşüncesinin değiştiğine yönelik çarpıcı ipuçları vardı. Zira 
Truman, Stalin’in Balkanlar, Avrupa ve İran üzerindeki politikalarından iyice rahatsız olmaya başlamıştı. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder