70. YILINDA TRUMAN DOKTRİNİ: TÜRKİYE VE SOĞUK SAVAŞ BÖLÜM 2
Truman notta düşüncelerini açıklıkla belirtmişti:
Rusların Türkiye’yi işgal ve Karadeniz Boğazlarından Akdeniz’e kadar bölgeyi ele geçirme niyetleri konusunda aklımda hiçbir şüphe kalmadı. Eğer
Ruslar demir bir yumruk ve sert dille mukabele görmezse başka bir savaş olacaktır. Yalnızca tek bir dilden anlıyorlar: “Ne kadar tümeniniz var?” Artık daha fazla tavizkar olmamıza gerek olmadığını düşünmüyorum. (...) Sovyetlere bebek bakıcılığı yapmaktan yoruldum.44
Truman, bu düşünceler içerisindeyken tam da zamanında Kennan’ın “Uzun Telgraf”ı Washington’a ulaşmıştı. Sovyet politikalarını analiz eden
Kennan, Sovyetlerin belirli bir politikası olmadığını, iç ve dış politika anlamında bir muğlaklık süreci yaşandığını, askerî olarak da ABD’ye bir muka
belede bulunamayacağını belirtmiş, Sovyetlere “güçlü bir karşılık” verilmesi önerisinde bulunmuştu. Eğer ABD, yeterli gücü toplayabilir ve bu gücü kullanma
konusunda dirayet gösterebilirse, Moskova bu politikaya karşılık verecek durumda olamayacaktı. Batı, siyasal ve ekonomik anlamda savaş yorgunu
olsa da, Sovyetlerin durumu daha da kötüydü. Komünist sistemin ekonomik mucizesi görünürde bir başarıydı. Komünizm kendi insanlarınca dışlanmaktaydı.
45 Kennan, Uzun Telgraf’tan bir yıl sonra “Mr. X” takma adıyla “Sovyet Kuşatmasının Kaynakları” başlıklı bir makale yayınlayarak görüşlerini kamuoyuyla paylaştı. Kennan’a göre, Sovyet insanı “fiziksel ve ruhsal açıdan yorgun”du.
Öte yandan Türkiye açısından 19 Mart 1946’da Sovyet zırhlı birliklerini İran sınırında görmek Sovyet tehdidinin somut haliydi.46 ABD Dışişleri Bakanı
Byrnes’in Sovyetlerin İran Azerbaycan’ında askerî üs açmalardan birkaç hafta sonra yaptığı konuşmalar (Mart-Nisan 1946) Sovyetler üzerinde etkili
oldu. Sovyetlerin İran’da tam bir hakimiyet sağlamaktan ziyade petrole yönelik bir taviz arayışında olmaları, İran buhranının hızla ortadan kalkmasına
neden olmuş gibidir.47 İran buhranı 4 Nisan tarihli İran-Sovyet nota teatisiyle düşüşle geçerken, bundan bir gün sonra Türk-Amerikan ilişkilerinde tam bir
dönüm noktası olan ABD zırhlısı USS Missouri’nin İstanbul ziyareti başladı. 21 Mart’ta ABD donanmasının48 Cezayir ve Tanca limanında başladığı liman
ziyaretleri kapsamında donanma dört gün boyunca İstanbul’da kaldı. Akdeniz liman ziyaretlerinin asıl amacı, tek bir güç gösterisiyle Sovyetlere yönelik bir
mesajdı: Sovyetlerin Yunanistan’daki komünist gerillalarla yaşanan iç savaş, İran’dan geri çekilme sorunu ve Türkiye üzerine uyguladıkları baskılara karşı
tek bir hamlede etkin bir cevap verme arayışı. Balkanlar ve Doğu Avrupa üzerinde başlayan ABD-SSCB politik ayrımlaşması, Türkiye açısından da
önemlidir. ABD-SSCB ilişkilerinde savaş boyunca devam eden işbirliği artık hasım bir çizgide seyredecektir. Gaddis, Truman yönetiminin artık Sovyetlere
yönelik quid pro quo stratejisinin terk edildiğini, “ABD’nin geçmişteki uygulamalarından birkaç noktada ayrıldığı”nı belirtir:
(i) Ruslarla anlaşmazlıkları saklayacak daha fazla çaba gösterilmeyecektir; aksine, bu anlaşmazlıklar samimi bir şekilde ifşa edilecektir, fakat bunlar
kışkırtıcı tarzda olmayacaktır.
(ii) Sovyetler Birliği’ne daha fazla taviz verilmeyecektir: Birleşik Devletler, gerçekte, gelecekteki Sovyet yayılmacılığının hedeflerine karşı savunulacak
“hatları çizecektir”, fakat halen Moskova’nın kontrolündeki bölgelerin “özgürleştirilmesi”ne yönelik girişimde bulunmayacaktır.
(iii) Bu amacı gerçekleştirmek için Birleşik Devletler askerî gücü yeniden oluşturulacaktır, müttefiklerden ekonomik ve askerî yardım talepleri
olumlu olarak düşünülecektir. (iv) Sovyetler Birliği ile müzakerelere devam edilecek, fakat bunda yalnızca Moskova’nın Amerika’nın pozisyonlarını tasdik
etme veya Sovyet ihtilaflarının kamuoyuna duyurulmasıyla yurtiçinde destek bulma ve yurtdışında müttefikler kazanma amacı olacaktır. 49
Gaddis, bu değişikliğin amacının altını, Truman’a sunulan Eylül 1946 tarihli çok gizli bir rapordan yaptığı alıntıyla çizer:
Umudumuz odur ki, onlar [Sovyetler] bizim yenilmeyecek kadar güçlü ve korkmayacak kadar kararlı olduğumuzu kabul ettikleri zaman bu düşüncelerini
değiştirirler ve bizimle âdil ve tarafsız uzlaşı sağlarlar.50
İlginçtir, büyük devlet olmanın getirdiği küresel oyunculuk anlayışı, hemen hemen aynı dönemde Sovyet dışişlerinin diplomatları arasında da benzer
bir savaş sonrası rol tanımı yapılmasına neden olmuştu. Sovyet diplomat Ivan
M. Maisky, Sovyetlerin önceliğini iki aşamalı olarak belirlemişti: Sovyetler Birliği, Avrupa veya Asya’daki herhangi bir saldırgan tarafından tehdit edilemeyecek kadar güçlü olmalıdır. İkinci olarak Avrupa, en azından kıta düzeyinde dünyanın bu bölgesinde kendisini savaş ihtimalinin dışında tutabilmelidir. (...) [Sovyetlerin stratejik amacı] Avrupa’da herhangi bir gücün veya güçler kombinasyonunun güçlü ordulara sahip olmasını engellemektir.
Bizim için en iyi yol, Avrupa’da bir kara gücü (SSCB) ve bir deniz gücüdür (İngiltere).51
Maisky, Türkiye’nin savaş sonrası pozisyonuyla ilgili olarak stratejik önemini ortaya koymuştu:
Bir bütün olarak Balkanlar’da SSCB Romanya, Yugoslavya ve Bulgaristan ile birlikte Türkiye’nin etkisini azaltacak (ve nihayetinde “dışlayacak”) bir karşılıklı
savunma paktları arayışında olmalıdır. Türkiye’nin boğazların “bekçisi” pozisyonunu bozmak gereklidir.52
Maisky’nin Orta Doğu ile ilgili tespitleri de ilginçtir; her ne kadar mevcutta Sovyetlerin “koloniler”de ekonomik çıkarı olmasa da, gelecekte bu bölgede
“ekonomik, kültürel ve siyasal” anlamda bir fırsat yatmaktaydı, dolayısıyla bu konudan istifade edebilmek için hazırlıklı olmak gerekliydi. ABD ve İngiltere
ile çatışmadan kaçınma Maisky’nin önerileri arasındaydı. Maisky bir kehanette de bulundu: Sömürge bölgeleri, Birleşik Devletler’in “ekonomik araçlarla İngiltere’nin yerini alacağı” İngiliz-Amerikan rekabetine sahne olacaktı.53
Amerika’nın, Türkiye’nin ekonomik ve siyasi meselelerinde İngiltere’ye “kartları istediği gibi oynamayabilme hakkını” tanımadığı düşünülürse, Sovyet diplomatın Orta Doğu’nun tarihsel akışta nasıl bir yol izleyeceğini ön görmesi önemlidir. Nitekim 1947’nin ilk aylarından itibaren Orta Doğu’da İngiltere’nin yaratacağı boşluk ve akabinde ortaya çıkan “vakum”dan sıklıkla bahsedilmiştir. Maisky’nin dikkatlice hazırlanmış raporu, Türkiye üzerindeki temel politikaların istikrarlı bir uyumla Sovyet planlamacılar ve karar alıcılar tarafından takip edildiğini göstermektedir. Bu anlamda, Gönlübol’a göre Türk-Sovyet ilişkilerinde dengesizlik vardı:
Türkiye’nin imkânları sınırlı olduğu ve bu imkânlar ancak diğer devletlerle işbirliğiyle arttırılabileceği için işbirliğinin kendisine sağladığı imkânlardan,
hemen tekrar bulacağına emin olmadan süratle vazgeçmesi güçtür. Bu sebeple Türkiye’nin dış politikasında kesin değişmelerden ziyade tedrici gelişmeler görülmüştür.
Sonuç olarak Türkiye ve Sovyetler Birliği arasındaki münasebetleri sınırlı bir politika izleyen bir devletle genel dünya politikası izleyen bir devlet
arasındaki münasebetler olarak değerlendirmek, bir yanılma olarak nitelendirilemez.54
Kaynaklar arasındaki dengesizlikten doğan güç farkı, Türkiye açısından ABD gibi güçlü bir ülkeyle aynı saflarda yer alarak giderilmişti. 1939’da Saraçoğlu’nun
Moskova ziyaretiyle başlayan Sovyet tehdidi, ABD’nin güvenlik şemsiyesi altında, Batı bloğuna sığınmış Türkiye yarattı. İngiltere’nin Yunanistan ve Türkiye’ye yardım yapamayacağını açıklaması, Türkiye açısından karmaşık bir süreci doğurmuştu.55 Birçok araştırmacı 1946’nın ilk aylarını Soğuk Savaş’ın şekillenmeye başladığı dönem olarak görür: İran sorunu yüzünden ABD ve SSCB’nin Birleşmiş Milletler’de karşı karşıya gelmesi, Churchill’in
“Demir Perde” konuşması”, Kennan’ın “Uzun Telgrafı” uluslararası kronoloji açısından kilometre taşlarıdır. Bu gelişmelere paralele olarak Türkiye’nin
kendi Soğuk Savaşı da aynı oranda gelişmişti. Sovyetlerin yarattığı güvenlik tehdidi ve topraklarının bütünlüğü kaygısı, Türkiye için Soğuk Savaş’ın ana
kriterini oluşturdu. Bu süreçte ABD’nin tereddütlü tavrının ardından siyasi, askerî ve ekonomik alanlardaki desteğiyle Türkiye küresel mücadeleye dâhil
olmuştu.
Bu anlamda, Sovyetlere bebek bakıcılığı yapmaktan bıktığını ifade eden Başkan Truman, ABD Kongresi’nin de desteğiyle Sovyet yayılmacılığına karşı
bir güvence olarak Türkiye’nin arkasında olduğunu Mart 1947’e ilan etti. Türkiye’nin savaş sonrası toprak bütünlüğünün muhafazası için müttefik arayışı,
savaşın mutlak galipleri olan ABD ve SSCB’nin birbirleri üzerinden sergiledikleri güç oyunları çerçevesinde bu anlamda değer kazanmaktadır. Türkiye,
son sözün söylenmesinde ABD’nin rol almasına gönülden razı olmuş ve Batı’nın hamiliğini bir siyasi kazanç olarak görmüştü. Nitekim 12 Mart
1947’de ilan edilen Truman Doktrininin öznesi olarak Türkiye, Sovyetlerin yayılmacı siyasetinin karşısında en etkin ve güçlü desteği de resmen sağlamış
oldu. Truman Doktrini, Türkiye’nin Batı bloğuna eklemlenmesinde etkileri bugün dahi hissedilen tarihî bir dönüm noktasıdır.
3. Truman Yönetimi ve İkinci Dünya Savaşı Sonrası Dünya Truman yönetiminin Sovyetlerin yayılmacı politikalarına karşı nasıl bir tutum
sergileyeceği Şubat 1946’da netleşmeye başlamıştı. Stalin’in 9 Şubat 1946’da Bolşoy Tiyatrosu’nda yaptığı seçim zaferi konuşması Washington’da alarm zillerinin çalmasına neden oldu. Bu konuşmasında Stalin, Batılı başkentlerde sürekli sorulan “Stalin savaş sonrasında ne istiyor?” sorusuna cevap verir gibiydi.56
Klasik Leninist emperyalizm söylemini kullandığı bu konuşmasında Stalin, piyasaların bölünmesinin ve dünya kaynakları için mücadelenin kapitalist
dünyada bir savaş çıkaracağından, dolayısıyla savaş yorgunu Sovyet halkının yine çok çalışması, kapitalist dünyanın çıkaracağı savaşa hazırlanması ve büyük
fedakârlıklara hazır olması çağrısında bulundu. Bunlar Sovyet vatandaşları için hiç de yabancı olmadıkları bir şeydi: Sovyetler Birliği dünyası 1920’ler
ve 1930’lardan itibaren yaptığı gibi çok çalışmak, tüketim ve lüks mallardaki azlığa katlanmak, sürekli bir gerginlik içerisinde kapitalist dünya ile yapılacak
nihai savaş için hazırlanmak durumundaydı. Bu seçim konuşmasının nasıl yorumlanacağı Kennan’ın “Uzun Telgraf”ında yer aldı. Kennan, Sovyet liderlerinin ABD ile sürekli bir modus vivendi içerisinde olamayacağını belirtti. Kennan’a göre, Moskova, Sovyet taleplerini reddeden güçlü Batılı ülkelerin
zayıflatılması ve diğer ülke hükümetlerinin de devrilmesi yönünde bir siyaset gütmekteydi.
Fakat Sovyetler Birliği,
(...) güce dayalı mantığa karşı da çok hassastı. Bu sebepten dolayı, herhangi bir noktada direnişle karşılaştığında –genellikle yaptığı gibi– kolaylıkla
geri çekilirdi. Dolayısıyla Batılı milletler Birleşik Devletler’in liderliğinde hep birlikte daha kararlı bir blok oluşturmalıydı.57
Kennan’ın telgrafı, bir süredir Washington’daki üst düzey siyasi planlama-cılar ve entelektüeller arasında Sovyetlere karşı sağlam bir duruş sergilenmesi
yönündeki düşünceler için de bir zemin oluşturdu. Nitekim savaş sonrasında ortaya çıkan ilk krizlerde de ABD’nin liderliğindeki Batılı devletlerin siyasetlerinde bu duruş kendini gösterdi. Bu anlamda ilk test, İran buhranın BM’de çözüme kavuşmasıyla gerçekleşti. Sovyetlerin tepkisi yalnızca güçlü protesto notalarıyla ve İran petrollerinden Sovyetlere imtiyaz sözü verilmesiyle sınırlı kalmıştı. Fakat ABD desteğindeki İran parlamentosu Sovyetlere petrol imtiyazı öngören anlaşmayı Ekim 1947’de 102’ye karşı 2 oyla reddetti. ABD Genelkurmay Başkanlığı’nın ifadesiyle ABD’nin güvenliği için “kesinlikle hayati”
öneme sahip Orta Doğu’daki petrol kaynakları Sovyet etkisinden kurtulmuştu.58 Ruslara karşı sert tutum izlenmesi yönündeki görüşün savunucuları bu
politikalarının ilk sonucunu almıştı.
Dış politikada bu gelişmeler yaşanırken, savaş sonrası ekonomik ve mali zorluklar altında ezilen Batı Avrupa ülkelerinin durumu, ekonomik alanda
da ABD’nin bir dizi önleyici tedbirlere başvurmasına neden oldu. Bu tedbirler yine Sovyet tehdidinin azaltılmasına yönelikti. ABD’nin ekonomik ve
mali alanda Batı Avrupa’ya yönelik politik amacı, Sovyet etki sahası dışında kalan bölgelerde ekonominin istikrar kazanması ve nihayetinde de komünist
yayılmacılığına set çekilmesiydi. Neticede, Sovyet etki sahasında olmayan ve Sovyet kampı dışında kalan Batı Avrupa’ya toplamda 5,7 milyar dolar mali
yardım aktarıldı.59
1946 yılı Truman yönetiminde görev alan planlamacıların Doğu Avrupa ve Orta Doğu’daki Sovyet politikalarının küresel yayılmacılık güttüğüne ve
bunun önlenmesinin de ABD tarafından sağlanabileceğine inanmalarını destekleyecek gelişmelerle doluydu. Bu dönemde –özelikle– Truman’ın Sovyet
yayılmacılığı konusundaki görüşlerinin netleşmeye başlamasını sağlayan bir Beyaz Saray raporu da önemlidir. Sovyetlerin faaliyetlerinden rahatsızlık duymaya başlayan Başkan Truman, Sovyetler Birliği’ne karşı kararlı bir tutum sergilenmesi yönündeki düşüncesini Temmuz 1946’da yakın danışmanı Clark
Clifford’la paylaştı. Truman Clifford’a “itilip kakılmaktan yorulduğunu, Sovyetlerin ABD’den biraz oradan biraz buradan tırtıklama yaptığını ve dik durmanın vaktinin geldiğini düşündüğünü” söyledi.60
SSCB’nin anlaşmaların gereğini yerine getirmediğinin bütün dünya tarafından öğrenilmesini sağlamakla görevlendirilen Clifford’ın, “Sovyetler Birliği
ile Amerika’nın İlişkileri” başlığını taşıyan raporunda ABD-Sovyetler Birliği ilişkileri detaylı olarak analiz ediliyordu. Rapor 24 Eylül 1946’da Başkan’a sunuldu.61
Raporun sonuçları o kadar etkileyiciydi ki, Truman raporun yalnızca kendinde kalmasını istedi, dağıtımını yasakladı ve diğer nüshaların da kendisine
getirilmesini söyledi. Truman “Eğer rapor sızarsa, Beyaz Saray’ın tavanıhavaya uçar. (...) Muhtemelen Kremlin’in de tavanı havaya uçar” demişti.62
Truman yönetimin raporun hazırlandığı zamana kadar karşılaştığı en ciddi durum, Sovyetlere karşı nasıl bir politika izleneceğiydi. Rapor, Kennan’ın
telgrafıyla oldukça yakın sonuçlara ulaşıyordu: Sovyetler, kapitalist dünya ile yapılacak savaşı kaçınılmaz olarak görüyordu. Bu savaşa hazırlanmak için
Sovyetler Birliği güçlerini en üst seviyeye çıkarmayı amaçlıyordu. Bu amaçla dolaylı veya dolaysız yıkıcı faaliyetlerle komünist olmayan hükümetlerin devrilmesi ve “atom bombası ve biyolojik silahlarlar”ın da kullanılması ihtimal dâhilindeydi. Dolayısıyla ABD kendi güvenliği adına hayati öneme sahip askerî
bölgelerin korunması için gerekli tedbirleri almalı ve Sovyetler tarafından tehdit edilen demokratik ülkelerin savunulmasına hazır olmalıydı. Ancak raporda,
askerî yardımlar “son çare olarak” belirtiliyordu. Ekonomik zorluklarla mücadele eden ülkelere destek, “komünizme karşı daha etkili bir engeldi”.
Rapor, Sovyet faaliyetlerine karşı sert tedbirlerin alınmasını ve mevcut şartlar altında rakip blokların dünyanın bölünmesini engelleyememe durumunda
hazırlıklı olunması önerisiyle sonuçlanıyordu.63 Bu rapor sonrasında yönetim içerisinde Sovyetlerle hâlâ ortak bir zeminde buluşulabileceğini düşünenler
kendilerini tecrit edilmiş halde buldular. Nitekim önceki Başkan Roosevelt’in iki dönem yardımcılığını yapan ve Truman yönetiminde Ticaret Bakanı olan
Henry Wallece’ın, Eylül’de yönetimi eleştiren demeçleri basında yer almaya başlayınca Truman istifasını istedi ve Wallece görevden ayrıldı.64
Fakat büyük bir savaştan henüz iki yıl sonra Amerikan halkı ve Kongre’nin iki kanadı yeni fedakârlıklar demek olan silahlı kuvvetlerin genişletilmesi ve
yabancı ülkelere yardımların arttırılmasıyla sonuçlanacak bütçe artışlarına sıcak bakmıyordu.
Kaldı ki, 1946 seçimlerinde Kongre’nin iki kanadında da çoğunluk Cumhuriyetçi Parti’ye geçmişti. Cumhuriyetçiler, her ne kadar Truman’ı komünizme karşı yumuşak bir politika izlemekle suçlasalar da, yeni dış politikanın getireceği yükümlülüklerden kaçınmak istiyorlardı: Truman’ın açıkladığı 47 milyar dolarlık 1947 bütçesinden yaklaşık %17lik bir kesinti taahhüdünde bulunmuşlardı. Bu arada, Sovyet tehdidinin yanı sıra Avrupa’da da ciddi sorunlar ortaya çıkmıştı: Savaştan iki yıl sonra olumlu beklentilerin aksine İngiltere, ekonomisini canlandıramadığı gibi, Avrupa’da yaşanan sert kış şartları, üretimdeki ciddi düşüşler, yoksulluk ve geleceğe dair endişeler tüm Batı Avrupa’da karamsarlığa yol açmıştı. Savaştan galip olarak çıkmasına rağmen İngiltere, 1945 sonu itibariyle çok büyük ekonomik sorumluluklarla boğuşmak zorundaydı: İhracat 1938 yılına göre %40 azalmıştı; deniz taşımacılığında tonaj ¾’ten daha az seviyedeydi; İngiliz Sterlini bazındaki borçlanma çok yüksekti. Bunların da ötesinde İngiltere tarihinde olmadığı kadar büyük bir coğrafyanın güvenlik ve askerî sorumluluğuyla başa çıkmak zorundaydı. İngiliz Maliye Bakanı 8 Şubat 1946’da, denizaşırı askerî harcamaların ciddi miktarda ve acilen kısıtlanmaması ve daha fazla denizaşırı yükümlülüklerden kaçınılmaması durumunda, makine ve hammadde ithalatındaki kesintiler yoluyla karneye bağlı malzemelerin kesilmesi ve işçi sayısının azaltılması gerekeceğini kabine üyelerine bildirdi. “Bu aritmetikten başka bir yol bulunmuyor ve bizim tüm denizaşırı politikamız buna bağlı.”65
Truman yönetimindeki endişe, sorunlarla mücadelede yetersiz kalan hükümetlerin ve moralsiz toplumların komünizmin etkisine girmesiydi. Komünizmin yayılma endişesi, Truman’ın ihtiyaç duyduğu Cumhuriyetçi Parti desteğini sağlayabilirdi. Nitekim 1946 ortalarında komünizm yayılmacılığına
karşı direneceğine yönelik tutumu nedeniyle Kongre İngiltere’ye 3,75 milyar dolarlık borç verilmesini onaylamıştı.66 Öte yandan Truman yönetimi, 1946
başlarında İngiltere’nin Sovyetler Birliği’ni “çevreleme” politikasını kendi çıkarları doğrultusunda oluşturmaya başladığının da farkındaydı: 1946 Mart
ayında İran petrol yatakları ve Ağustos ayında Boğazlar üzerinden Türkiye politikaları buna işaretti. Komünizm ve Sovyet yayılmacılığı tehdidi üzerinden
ABD’yle işbirliğinde olan İngiltere, 1946 Sonbaharında Yunanistan üzerinden Güney Balkanlar’da ortaya çıkan bu tehdit ve yayılmacılık endişesini bir kez
daha kullanmıştı. İngilizlerin amacı millî çıkarların korunmasıyla ilgili ağır askerî ve ekonomik yükün ABD tarafından da omuzlanmasını sağlamaktı.
İngilizlerin Doğu Akdeniz’deki sorumluluklarını aktarma süreci Şubat 1947’de ABD’ye verilen iki notayla fiilî politika sürecine girmişti. Öte yandan,
Aralık 1945’te ABD’nin Atina Büyükelçiliği Washington’u Atina’nın bir “Sovyet kuklası” olabileceği yönünde uyarmıştı.67 Büyükelçiliğe göre zayıf hükümet,
komünist gerilla faaliyetleri, merkezî ordunun iç savaşta komünistlerle mücadelede etkisiz oluşu, çökmüş ekonomi ve altyapı, Rusların Yunanistan’da
etki sahasını genişletebilmesi için verimli alanlardı. Ocak 1946’da ABD’nin Yunanistan’a 25 milyon dolar borç vermesi, Pire Limanı’na ABD donanmasının
ziyareti ve Mart 1946’daki seçimlerde ABD’nin gözlemciler göndermesi, bu ülkeye olan ABD ilgisinin somut göstergeleriydi. ABD Yunanistan’a ekonomik
ve finansal desteği sağlarken İngiltere de askerî yardımlara devam etmişti.68
Ağustos 1946’da Paris Barış Konferansı’nda Yunan hükümetinin aşırı sağcı tutumu ve komşu ülkelere karşı genişleme politikaları eleştiri konusu yapıldığı
zaman ABD Dışişleri Bakanı Byrnes, savaştaki Yunan kahramanlıklarını hatırlatmış ve “Yunan halkına olan borçlarının unutulmaması” gerektiğini
gündeme getirmişti.69 Ekim 1946’da ise Dışişleri Bakan Yardımcısı Acheson, Atina Büyükelçisine Yunanistan’a yönelik olumlu siyasetin tüm alanlarda sağlanacağını belirterek, “Birleşik Devletler[in], Yugoslavya ve Arnavutluk tarafından desteklenen komünist güçlerce saldırı altındayken [Yunan] hükümetin[ in] düşmesi riskini artık alamayacağını” bildirmişti.70
Aynı ay içerisinde ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Yakın Doğu Dairesi’nce hazırlanan ve Dışişleri Bakanı Byrnes tarafından da onaylanan bir memorandum,
“SSCB, pek çok milleti kendi kontrolü altına almak amacıyla agresif şe-kilde davranıyor. (...) Ekonomik ve stratejik olarak hayati öneme sahip bölge
olan Doğu Akdeniz’deki Sovyet hakimiyetinin önündeki tek engel Yunanistan ve Türkiye’dir” değerlendirmesini yaptı. Memoranduma göre, eğer Yunanistan’ın
Sovyet etki sahasına girmesine müsaade edilirse, Sovyetler Birliği Türkiye üzerinde de dayanılmaz bir baskı kuracaktı. Bu tehdit karşısında ABD, çok
geç kalmamak şartıyla Yunanistan’a siyasi ve ekonomik desteğini acilen arttırmalıydı71 Sovyetlerin bu dönemde Yunanistan’daki Dedeağaç’ta üs talepleri de ABD’nin Sovyet yayılmacılığı karşısındaki endişelerini arttırdı. Sovyetler açısından da durum karışık görünmekteydi: Örneğin Mayıs 1947’de Stalin’in veliahdı olarak görülen Zudanov, Yunan komünistlerinden gelen askerî ve ekonomik yardım talebini geri çevirmişti. Stalin de, Truman Doktrini çerçevesinde Amerikan yardımı Yunanistan’a akmaya başladığı zaman Moskova’da temaslarda bulunan Yugoslav temsilcilere, Yunanistan’daki ayaklanmanın en kısa sürede durması gerektiğini, söyledi.72 Stalin’in endişesi, ayaklanma devam ettiği sürece ABD’nin Akdeniz’deki varlığının derinleşeceğiydi. Bu halde de Doğu Avrupa’da ve Balkanlar’da kazanılmış olan, fakat tam olarak sağlamlaşmamış Sovyet pozisyonu da tehlikeye girecekti.73
11 Aralık 1946’da Acheson, bir Amerikan ekonomik heyetinin Yunanistan’da, Yunan hükümetinin ileride yabancı devletler ve uluslararası kurumlardan
talepte bulunacağı altyapı ihtiyaçlarıyla ilgili çalışma yapacağını duyurdu.74 28 Aralık’ta da ABD’nin Atina Büyükelçisi, gerekli Kongre çalışmaları ve
düzenlemelerin en az iki üç ay alacağı öngörüsüyle Yunanistan için bir yardım programının hazırlandığı yönünde bilgilendirildi.75 Ocak 1947’de Amerikan
yardım heyeti Yunanistan’a vardığında, sahadaki durumun öngörülünden daha vahim olduğunu tespit etti. Hükümet çalışamaz haldeydi, siyasiler kişisel
çıkar mücadelesi içerisindeydi, yolsuzluk ve karaborsa ülkeye hâkimdi. Heyetin değerlendirmesi Washington’un Sovyetlerle ilgili endişelerini körükleyecek
nitelikteydi: “Sovyetler, Yunanistan’ı birkaç hafta içerisinde kucaklarına düşecek olgun bir şeftali olarak görmektedir. Böylesi bir durum yalnızca Yakın Doğu ile sınırlı kalmayacaktır, Fransa ve İtalya gibi Avrupa devletleri de sıradadır.” Öte yandan Yunanistan’daki Fransız temsilcisinin Şubat 1946’da söyledikleri Amerikalıların bu endişelerini arttırmış olmalıdır: “Eğer Yunanistan, İngiltere ve Amerika’dan uygun desteği alamayıp Sovyet yörüngesine girerse, Fransa baskıya dayanamaz.”76
20 Şubat 1947’de Atina’daki Amerikan yardım heyeti ve büyükelçisi 21 Ocak’ta göreve başlayan Dışişleri Bakanı Marshall’a Yunanistan’ın çöküşünün
yakın zamanda olabileceğini ve durumun güvenli olmayacağını bildiren bir telgraf çekti.77 Atina ile Washington arasında Yunanistan’daki alarm zillerini
yansıtan bir dizi telgraf teatisinden sonra Acheson, Bakan Marshall için bir bilgi notu hazırladı. 21 Şubat tarihli bu notta, gerillaların kontrolündeki bölgelerin
genişlediği ifade edilmişti: “Eğer Yunanistan’a acil destek sağlanmazsa, Yunan hükümeti muhtemelen düşecek ve aşırı sol bir totaliter rejim iktidara
gelecektir.” Sovyet hakimiyetindeki bir Yunanistan, neticede tüm Yakın Doğu’nun ve Kuzey Afrika’nın kaybına yol açacaktı. Acheson, Yunanistan’a
doğrudan borç vermeyi öngören acil bir kanunun Kongre’ye sunulması ve Yunanistan’a askerî donanım sağlanması konusunda karar verilmesini tavsiye
etti. İngiliz notlarının bakanlığa ulaşmasından önce Marshall, Acheson’a tavsiyelerini hayata geçirecek eylemleri öngören bir çalışma yapılması talimatını
vermişti. Neticede, İngilizlerin Yunanistan ve Türkiye’ye yardımları keseceğini resmen bildirmesinden önce, ABD’li yetkililerin kafasında kriz durumundan
çıkış için nasıl bir politika izleneceğine dair net çerçeve belirmeye başlamıştı.78
3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder