2 Nisan 2017 Pazar

1923’TEN 2023’E KÜRESELLEŞME, MERKEZ BÖLGESİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 1

1923’TEN 2023’E KÜRESELLEŞME, MERKEZ BÖLGESİ VE TÜRKİYE., BÖLÜM 1



SUNUŞ 
ON BİRİNCİ ASKERî TARİH SEMPOZYUMU BİLDİRİLERİ II
( SUNULMAYAN BİLDİRİLER )
Genelkurmay ATASE Başkanlığı tarafından düzenlenen ‘’XVIII. Yüzyıldan Günümüze Orta Doğu’daki Gelişmelerin Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri’’ konulu On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu 04 - 06 Nisan 2007 tarihleri arasında İstanbul’da yapılmıştır. 

On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu’na üniversitelerin değerli öğretim üyeleri ile Silahlı Kuvvetlerde muvazzaf ve emekli personel katılmış, salonda iki gün süreyle 20 adet bildiri sunulmuştur. 

Bugün Orta Doğu’da meydana gelen kültürel, toplumsal, siyasi, askerî ve iktisadi her sorun, jeopolitik konumundan dolayı Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir. Tüm bu gelişmelerin ve Türkiye’ye olan etkilerinin kavranabilmesi açısından Birinci Dünya Savaşı öncesinden XXI. yüzyıl başlarına kadar Orta Doğu‘daki siyasi, askerî, ekonomik ve toplumsal gelişmeler ve Orta Doğu’ya yönelik politikalar tarihsel süreç içerisinde yeniden ele alınmıştır. Sempozyumda yer alan bildiriler konuları itibarıyla önemli bir boşluğu doldurmaktadır. 

Eser, On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu’nda zaman yetersizliği nedeniyle sunulamayan 16 bildiriden oluşmaktadır. Bu bildiriler, Genelkurmay ATASE Başkanlığı Türk Askerî Tarih Komisyonu (TATK) Genel Sekreterliğince düzenlenerek yayıma hazırlanmıştır. 

Ziya GÜLER 
Hava Korgeneral 
ATASE ve Dent. Başkanı 


1923’TEN 2023’E KÜRESELLEŞME, MERKEZ BÖLGESİ VE TÜRKİYE 

Em. Hv. Kur. Alb. Aziz Rıfkı ATEŞER 

Tarihten Günümüze Küreselleşme 

Küreselleşme, yerküredeki tüm kaynaklara, pazarlara ve insanlara erişimin öyküsüdür. Ticari yerleşimlerin (kolonileşmenin) dünya ölçeğinde yaygınlaşma sıyla sömürgeciliğe basamak oluşturan alım satım merkezleri askerî anlamda berkitilerek ulaşım güzergâhları üzerindeki hâkim geçit, boğaz ve adalarda üsler kurularak ve kara birlikleri ile donanma refakatinden yararlanılarak ticari çıkarların korunmasına ve taşımacılığın güven altına alınmasına çalışıldığı bilinmektedir. İşte bu çıkar odaklı çabaların, küresel erişim ve rekabete konu stratejileri de gündeme getirdiği ve zaman içinde “küreselleşme” kavramı ile açıklanan bir dönüşüm sürecine altlık oluşturduğu söylenebilmektedir. E. Korg. Suat İlhan’ın, küreselleşmeyi, kaçınılmaz ve evrensel bir olgu şeklinde nitelendirdiği kitabında, bu oluşumun nedenleri, (özellikle iletişim ve ulaşımdaki) teknolojik gelişmelere, jeopolitik ortamın yeni bir mücadele düzlemi olarak algılanmasına, (ticaret hacmi ve mali sermaye akışkanlığının artması ve gümrüklerin neredeyse sıfırlanması gibi) ekonomik sebeplere ve uluslararası hukuk kurallarının hemen hemen bütün ülkelerde geçerlilik kazanmasına bağlanmaktadır.1 

Küreselleşme, günümüzde (ve yakın gelecekte), “Yeni dünya düzeni” adı altında, büyük sermaye sahiplerinin “Tek Pazar, Kaynak ve Piyasaları Tekellerine Alma ve Tek Kültür” hedefine erişmek uğruna, küresel çapta egemenlik tesisine yöneldikleri bir sürecin de adıdır. Söz konusu organize gücün, kendi emellerine vasıta ettiği sivil örgütler ve devletler eliyle demokratik (!) ikna yöntemlerine öncelik ve ağırlık veren; ama baskı, gerginlik, gözdağı ve saldırı eylem selliklerinden de geri kalmayan bir teslim alma programını, adım adım gerçekleştirmeye uğraştığı ve uğraşacağı belli olmaktadır. Görülenler, elbette bundan ibaret değildir. Küreselleşmeden asıl yararı sağlamakta olan sermaye gücü, üstünlük ve kazanma tutkuları peşinde, dünyanın ve insanlığın geleceğini karartan ve karartabilecek olan gelişme(!)lere de kayıtsız kalabilmektedir. Bunun bir kanıtı, hemen her konuda etkileyebildikleri ülkelerde yer alan enerji ve sanayi kuruluşlarını, doğal ve kültürel kıyım ölçüsündeki olumsuz gidişatı değiştirmeye zorlama maları dır.2 

Bir diğer eleştiri ise küreselleşmenin soyut ilişkiler Küreselleşmeyi, yönetilen bir süreç olarak niteleyen Prof. Dr. Birgül Ayman Güler, kapitalizmin temel mantığını “eşitsiz gelişme yasası”yla ilintilendirmekte ve onu günümüzde inşa edilmeye çalışılan “yeni dünya düzeni”yle özdeş saymaktadır.4 Küreselleşmenin farklı tanımlarını, nedenlerini, etkilerini ve bütünleşme-ayrışma çelişkisini beraberce barındırdığını konu alan çalışmasında Dr. Abdullah Özkan’ın değindikleri arasında, bu sürecin stratejik bir çabanın ürünü olarak şekillendiği, batı kapitalizminin mal, hizmet ve para piyasalarında egemenlik arayışıyla 
geliştiği ve sermayenin akışkanlığına karşılık emeğin devinimsizliği üzerine kurulu bir mekân algılamasına dayandığı yer almaktadır.5 

Aslında, küreselleşmenin çok eski dönemlerde başladığına dair yorumlara da rastlanmaktadır. Örneğin, Murat Çulcu’nun “Spekülâtif Marjinal Tarih Tezleri” eserinde belirttiğine göre tarihte (Çin uygarlığının etki alanıyla beraber) en önemli ticaret alanlarının başında gelen Akdeniz havzası da Avrupa, Afrika ve Asya bağlantılarıyla günümüzdekine benzer özellikler taşımaktaydı. Görece ilkellikler dışındaki başlıca farklılık ise bu ticari ve kolonyalist işletmecilerin, sözü edilen mutlakiyetçilere (zaman zaman mali kudretlerini sınırlandırabilen ölçüde) kâr payı verme zorunda kalmalarıydı. Buna rağmen varlık ve etkinlikleri, bazı hâllerde çatışan tarafların başarı veya başarısızlıklarını belirleyebilecek kadar önemli bulunmaktaydı. Yine de tebaalar üzerinde nüfuz kurma ve monarşiler arasındaki anlaşmazlıklarda açıkça taraf tutma imkânından yoksun olmaları nedeniyle bu devlet-dışı unsurlar, erken kapitalizm dönemine kadar (servetlerine servet katsalar da) küresel dengeleri etkileyebilecek bir figür hâline gelememişlerdi. Daha sonra, (1490’larda) pazarlara çekidüzen veren “tek hukuk” uygulamasının hayata geçirilmesiyle bu unsurların, (kendi zenginlikleri ve devletlerin desteği sayesinde) Birinci Küreselleşme Evresi’ni başlatan açılımları gerçekleştirmede fiilen rol aldıkları bilinmektedir.6 

Küreselleşme düzlemindeki tarihsel gelişmelerin başka yönlerden de ele alınıp incelenmesi elbette mümkündür. Ancak burada (konumuz itibariyle) Orta-doğu ve Türkiye’yi etkileyen dinamikleri (emperyalizmin “yeni liberalizm” adı altında yeni dünya düzenine dönüşmesi bağlamında) kısaca gözden geçirmekle yetinip diğer bahislere geçmemiz, meselenin özüne daha uygun olacaktır. 

Türkiye’nin de içinde yer aldığı Merkez Bölgesi (Avrupa uzantıları, Kafkasya ve İran dışında) büyük ölçüde eski Osmanlı hâkimiyet coğrafyası ile örtüşen kara ve deniz alanlarından oluşmaktadır. 1550’lere kadar çok tutarlı ve dengeli bir nitelik taşıyan Osmanlı toplum ve iktisat düzeninin, toprak mülkiyeti rejiminin bozulması ile maliye, donanma ve fütuhatta (sonuçta devleti zaafa düşüren) nispi bir gerileme içine düşürülmesi, Batılı (sonradan Kuzeyli ve Batılıların güdümünde güneyli) güçler lehine olan olumsuz gidişatın başlangıcıdır.7 Takip eden dönemdeki deniz ve kara seferleri, bazı mirî toprakların ve tarımsal gelirlerin zenginlere devredilmesi, tımarlı sipahilerin tarih sahnesinden çekilmesi gibi gelişmeler, Celâli İsyanları ile beylerin ve ağalık düzeninin ortaya çıkmasıyla ve 1600’lerde geri kalmışlığı adeta kökleştirip Osmanlı memleketine yabancıların üşüşmesine yol açmasıyla devleti yarı-sömürge hâline getirmiştir. Osmanlı’nın (Tanzimat ve Islahat Fermanları ile) kapitüler haklarını genişlettiği ülkelerin tüccar ve iş adamları (ismi konulmamış) küreselliğin ciddi bazı adımlarını da bu coğrafyada atmaya başlamışlardır.8 Bununla beraber, Genişletilmiş Orta- 
Doğu Projesinin (GOP) hedefindeki (Fas’tan Endonezya’ya ve Sudan’dan Orta Asya’ya uzanan) geniş coğrafya dikkate alındığında, küreselleşme ya 
da yeni dünya düzeni ile şirketler ve sivil toplum örgütleri (1990’lardaki adıyla “Üçüncü Sektör”) ağının öne çıktığı gözlenmektedir. Örneğin, küreselleşme 
denince devletten devlete ilişkilerden çok (sayılan) bu unsurların tahkim hukukuna ve siyasal iş birliğine dayalı güvenceleri, işletme imtiyazları, ortak yatırım sözleşmeleri, satın alma ve uzun süreli kiralamalar yoluyla taşınmaz edinmeleri, banka, sigorta ve mali yatırım kurumlarının çoğunluk hisselerine 
birer birer sahip olmaları akla gelmektedir. 

GOP bağlamındaki demokrasi söylemlerinin gerçeği yansıtmadığına; (başta ABD) Batılı fikir kuruluşlarının, istihbarat örgütlerinin, uluslar ötesi medyanın, bölge 
ülkeleri içinde kendi ikbal veya çıkarlarını küresel güçlerle iş birliğinde gören bazı kişi, zümre, etnik grup, tarikat, cemaat gibi unsurların kaleyi içten fethetmesine 
yaradığına ve tasarının, “Derin Dünya Erki” güdümünde olduğuna ilişkin görüşler de giderek haklılık kazanmaktadır.9 

Bu noktada, küreselleşme sürecinin, GOP gibi geniş kapsamlı dönüşüm ve ayrıştırma tasarılarının gerçekleştirilmesine veya tam tersine engellenmesine ilişkin özelliklerine de göz atmamız gerekmektedir. Üç kategoride toplanabilecek özelliklerin birinci kesiminde küreselleşmenin büyük sermaye yararına, sıcak para eylemselliği dahil pek çok düzenlemeye ve uluslararası sınırları geçirgen hâle getirerek bireyler, ulusal kurumlar, meslek kuruluşları, yerel yönetimler, vakıflar, dernekler, dinî mahfiller, ulusal partiler, eğitim, bilim ve fikir kuruluşları gibi sayısız özne ya da temas noktası ile birebir ilişkiyi kolaylaştırmaya yönelik (gelişmiş ülkeler yararına) özelliği yer almaktadır. Bu ilk kategorideki bağlantılar ve uyum kanalları edilgenlikten çıkamamış ülkeler ve ulusal toplumlara kazanç sağlamaktan uzaktır. Tam tersine, onlar için: 

-Ulusal kültürü aşındırıcı, yozlaştırıcı ve özüne yabancılaşmaya götürücü, 
-Eldeki kazanımların yitirilmesine yol açıcı, 
-İrade ve öz güven zafiyeti doğurucu, 
-Kendi değerleri, edinimleri ve yararlarını gözetmeyi (yarattığı kavram karışıklığı ve aleyhte şartlandırma sonucu) zorlaştırıcı, 
-Hamaset ve maneviyat iklimini bozucu ve ulusal dayanışmayı çözücü, 
-Bütünleşme ve ortak zemini sağlamlaştırma yerine ayrışma ve hasım kamplara bölünmeyi teşvik edici (hatta toplumları darmadağın edici), 
-Korunma güdüsüyle ve çıkarını kollamaya dayalı katılım (aidiyet) duygusu ile hareket etmeyi özendirici (böylece hem başının çaresine bakma 
eğilimini hem de teslimiyetçiliği yaygınlaştırıcı), 
-Milliyet algılaması ve milliyetçi öz savunma azmi yerine bir yandan dar çevre mensubiyeti, diğer yandan insanlığı bütünüyle kapsadığı(?) telkin 
edilen dünyalılık (ülkeler ötesi küresel özne olma) öğretisini yayıcı vb. etkiler yaratmaktadır. 

Bu etkilerin, ulus devletlere dayalı küresel paylaşım ve denge karşısına, (çoğu ülkelerde) anayasal sorumluluk taşımayan (ve refah, güvenlik ve mutluluğa dönük asıl çabaları gündemden düşürebilen) yasal ve yasa dışı örgütlenmelerin (tam bir paralel iktidar gibi) çıkarılmasıyla daha da ağırlaştığını söylemek yanlış olmaz. Yeni durumu, “Darbenin küresel yüzü” olarak tanımlayan Mustafa Yıldırım, kamuoyu algılama dizgesi üretme süreci şeklinde adlandırdığı bir evreden geçildiğini belirtirken bunun on sekiz adımdan oluşan (aşamalı) bir demokrasi (!) açılımıyla gerçekleştirildiğini anlatmaktadır.10 Kuşkusuz, bu açılım yalnızca GOP coğrafyasına özgü değildir. Tüm kıtalardaki ulus devletleri (büyük sermaye oligarşisinin ana üssü konumundaki ülkeleri az çok kayırarak) küresel dönüşüme tabi tutma, sömürme ve merkezî yönetimlerini güçsüzleştirerek uyumlulaşmayı ve ayrışmayı kolaylaştıracak bir yeniden yapılanma süreci içinde, dışa bağımlı deneticiliğe, güvenlik supabı olmaya ve aracılık rolüne sevk etme 
bakımından, aşağı yukarı aynı stratejiler uygulanmakta; hedef toplumların şu veya bu dinden olması dahi umursanmamaktadır (Yine de bu coğrafya 
üzerinde daha fazla durulmakta olmasının nedenleri, küresel yeni düzeni oluşturma eylemselliğinin genel kuralları dışında aranmalıdır. Özellikle 
jeopolitik üstünlüğü ele geçirme, tarihsel düşmanlıklara ve şovenist hak taleplerine konu denklemleri, medeniyetler çatışması varsayımına göre sahte 
bir din özgürlükleri senaryosu yazarak çözme ve hareketten bereket umma gibi etmenler bu projeyi öne çıkarmaktadır.). 

İkinci kategoride, küreselleşmenin, her toplum ve bireyin yararlanmasına açık özellikleri ile ülkelerin ve muhtaç kesimlerin kalkındırılması ve yaşatılmasına yönelik tali mekanizmalar oluşturabilme özelliği yer almaktadır. Bunlardan ilki, bilgiye erişme ve iletişim kolaylığı sayesinde üretimden iş organizesine, ihtiyaç ve imkânlara uygun kaynak ve piyasaları belirleyebilmekten bilimsel ve teknik ilerleme veya yenilikleri izleyip değerlendirmeye kadar geniş bir yelpazede hareket etmeye kolaylık sağlama özelliğidir. Bir diğer ifade ile gerek iletişim ve erişim, gerekse seyahat ve ulaşım sayesinde (giderek kitleselleşen) yakınlaşmaların, kültür, fikir, haber ve bilgi alışverişi ortamını daha geçirgen hâle getirmesi sonucu (yalnız küresel istismarcılar için değil) sistem dışı girişimciler ve dünyanın, tüm değerleriyle daha yaşanılır kılınmasına çaba harcayanlar için de fırsatlar ufkunu genişletmesidir. Hatta bu sayede, küresel sermaye egemenliğinin karşısına, çaresizlik ve yılgınlıkları gidermeye çalışan farklı figürler de çıkabilmektedir. Bunlardan birincisi, Sosyal forum ve Yeşil Barış (Green peace) gibi medeni (sivil) ve organize hareketler; ikincisi ise Güney 
Amerika’da tipik örnekleri görülen (emperyalizme karşı) ulusalcılık hareketleridir.
Genel gidişatı değiştirebilecek mahiyette görünmese de üçüncü ilginç örnek, son “Nobel Barış Ödülü”nü alan, Bangladeş’ten Dr. Muhammed Yunus’un (Grameen Vakfı desteğiyle) yürüttüğü, kendi buluşu “Mikro Kredi” uygulamasıdır. Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkelerinde yaygınlaştırılmaya çalışılan bu proje, Türkiye’de de Diyarbakır ilinden ve Ankara’nın Mamak ilçesinden başlamak üzere yürütülmeye başlanmıştır. Aileler adına en ziyade evin hanımlarına verilen (100 ile 1000 YTL arasındaki sınırlı tutarlarda) küçük krediler, çok düşük faizlerle ve haftalık geri ödemelerle kapatılırken kullanıcıların emek ağırlıklı çalışma ve 
üretimlerini teşvik ederek (şimdilik) binlerce aileyi muhtaçlıktan ve ataletten kurtarıp toplumun katma değer yaratan kesimine dâhil etmeyi başarmıştır. 
Mikro Kredi kapsamında, (çoğu kadınlara yönelik) beş tür uygulama olduğu belirtilmektedir. Bunlar, bağış, kredi, “nasıl yapılır?” (know how) eğitimi, 
“işletmecilik” anlamında fiilen ortaklık tesisi ve sektörel bir üretim ağı kurulmasına öncülük şeklindedir.11 Proje bağlamında, yetmiş ilimizdeki 
üniversite gençliğini, toplumsal kalkınmaya katmayı öngören yeni bir aşamaya geçilmiş olması ise yarar-sakınca kıyaslaması yönünden incelenmeye değer bulunmaktadır. Yararlar, hem kırsal hem de kentsel (varoşlara dönük) atıl iş gücünün ekonomik üretim (ve tüketim) çarkına çekilmesi, erkek-egemen yapının çağdaş kıstaslara uygun hâle getirilmesi gibi yönlerden bir hayli fazladır. Ancak özellikle üniversite gençliğinin (ulusdevlet öncülüğünde değil de sivil örgütlerin inisiyatifiyle) toplumsal kalkınma seferberliğinde görev almaya teşvik edilmeleri, bu tür kuruluşların (şirket ve vakıfların) gücü ve etkinliği konusunda gençlerin abartılı bir izlenim edinmeleriyle merkezî devlete olan güven ve bağlılıklarının azalmasına yol açabilecektir. Nitekim bu projeyle “Açık Toplum Enstitüsü”nün de ilgilenmekte olması düşündürücüdür. Dolayısıyla böylesi tasarıların, bizim 
gibi toplumların temel değerleri dikkate alınarak yürütülmesi gerekir. Esasen, bu noktada, küresel (resmî kurum ve organlardan bağımsız gösterilen) 
hemen tüm “sivil inisiyatif” örgütlerinin, ulus-devlet nüfuz ve etkinliğini kırarak geçmişte başarısı kanıtlanmış ulus-devlet güdümlü çoğu girişimleri 
belleklerden silecek bir etkileme ve toplumsal yapıya doğrudan nüfuz etme yöntemi uyguladığı açıktır. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin planlı karma 
ekonomi deneyimlerini, köy enstitülerine, halk evlerine, kamu hizmet yükümlülüğüne, imece ve kalkınma seferberliğine uzanan kaynaşmacı ve 
dayanışmacı ilerleme hamlelerini ya da köy-kentler, kooperatifler, üretici birlikleri, organize sanayi, KİT’ler ve gönüllü yardım kuruluşları gibi başarı 
örneklerini gözden kaçırmak isteyenlerin iyi niyetle çaba harcadıklarına inanmak mümkün değildir. Düşünülmelidir ki bu kökü dışarıda olan ve sakıncaları gözden kaçırılıp yararları abartılarak topluma sunulan albenili tasarılar, sonuçta halkı (ve ATATÜRK’ün Türkiye’yi emanet ettiği gençleri) kendi yörüngelerine çekme ve küresel dönüşüm planlarını gerçekleştirmeye hizmet dışında, bize esaslı bir yarar sağlayamaz. Bunun aksi yönündeki bir kanaat de akılcılıkla asla bağdaşmaz.12 

Üçüncü kategoride ise küreselleşmenin kendi içindeki ağ yapılanmasından ve bireyselliği teşvikinden, bunların (tümüyle öngörülmesi ve tepeden denetlenilme si zor) küresel etkileri veya belirleyiciliklerine kadar uzanan sıra dışı özellikleri bulunur. Bir bakıma, küreselleşmenin geçerliliği ve etkinliği aleyhine olan bu özellik, hem yeni düzen mekanizmalarının kendi içindeki zayıf noktalarla hem de küreselleşme karşıtı kısıtlayıcı ve engelleyici hareketlerle irtibatlıdır. Her şeyden önce, küresel mahiyetteki bazı girişimlerin tüm ülke ve toplumlara (keza gelişmiş ülkelerde yaşayan yabancılara) tamamen kapalı tutulma imkânı yoktur. Bu kanallarda, gerek küresel üstünlük kurgulamalarını bozmaya ve birtakım aleyhte dayatmaları veya tertipleri önlemeye, gerekse küresel ölçekteki siyasetlere yön verecek kararları etkilemeye yönelik (hatta pazarlık gücü çok yüksek) fırtınalar estirilebilir. İnsan yeteneklerinin, buluşlarının ve iradesinin bu alanda da (nihayetinde sistem içi bir unsur konumunda olsa dahi) bütünüyle veya peşinen kısıtlanabilmesi fevkalâde zordur. Bizatihi küreselleşmenin kendi kurgu ve işleyişinin zorakilikleri, insan doğasıyla bağdaşmazlıkları ve bazı 
kırılganlıklarından kaynaklanan bu temel zafiyet en azından sistemin ıslahı yönünde ciddi bir arayışa da zemin hazırlamaktadır.13 Kaldı ki küreselleşme 
karşıtlığı bir yandan suç örgütlerinin de küreselleşerek sistemi tehdit eden bir unsur hâline gelmesi, öte yandan sayılabilecek daha birçok (bilgi-işlem 
korsanlığından saklı gerçeklerin deşifre edilmesine kadar) baş ağrıtıcı örnekle yeni dünya düzeninin kendi çöküş sürecini tetikleyen dinamikleri de 
içinde barındırdığı söylenebilmektedir. 

Gelinen Aşamada Küreselleşme, Merkez Bölgesi ve Türkiye 

Konuya, küresel ortam ve koşullar itibariyle baktığımızda, geçmişten günümüze, sermaye hareketleri yönünden, ulaşım ve iletişim yönünden, yaygınlaşma, büyüklükler ve devlet denetimlerinin mahiyetindeki değişme yönünden olsun önemli farklılıklar (ve dönüşümler) meydana geldiği hükmüne varabiliriz. Yapım bilim yani teknolojik gelişmeler yönünden de güçlüler ve güçsüzler (ya da kalkınmışlar ve kalkınmakta olanlar) arasındaki eşitsizlik, azalmış gibi görünmemekte; aksine, takip mesafesinin arttığı yorumlarına hak verdiren bir tablo izlenmektedir. Bu da doğal sayılmalıdır. Çünkü yeryüzünün nitelikli beyinleri, çoğunlukla (kendi ülkelerinde dahi) küresel sermayenin ve çok uluslu şirketlerin ana üssü konumundaki ülkelerin (devletlerin) hizmetinde bulunmaktadırlar. Dünyada iktisadi değer taşıdığı hesaplanan toplam servetin yüzde altmış dördünü, eğitimli, girişimci, araştırıcı, verim artırıcı ve uygulayıcı insan emeği oluşturduğuna göre bu unsurun nerede çalıştığı kadar kime yarar sağladığı veya sağlayabileceği de önemlidir.14 Görünen odur ki bugün ve yakın gelecekte, küreselleşme (yeni dünya düzeni) çerçevesinde (ya da kıskacında) geri kalmış veya kalkınmakta olan ülkelerin “insan” unsurunu kendi ulusal yararları için etkinlikle kullanabilme şansları fazla değildir (Devrimsel nitelikte teknolojik yenilikleri ve sosyal etkinliği yüksek tasarıları kendi bünyesinde hayata geçirmeyi başarabilenler mutlaka çıkacaktır; ama bu ulus devletlerin kendi aralarında güç birliği oluşturmaları ve insanlığın hayrına küresel bir dönüşümü gerçekleştirmeleri pek kolay olmayacaktır.). 

Konuya, jeopolitik mahiyetteki küresel mücadele olgusunu bir kenara bırakarak baktığımızda günümüzden görünebilir geleceğe, temel değişkenler itibariyle çok önemli bir farklılık yaşanmayacağı belli olmaktadır. Merkez bölgesini ve Türkiye’yi de içine alacağı şimdiden kestirilen olası küresel gelişmeler şunları kapsayabilecektir: 

Doğal yıkımla ilgili süreçlerin, insanlık ve doğal yaşamın sağlıklı biçimde devamı açısından korkutucu bir aşamaya erişeceği (şimdiden) görülmektedir. Orman yangınları, çölleşme, gıda ve su kaynaklarının azalması ve iklimdeki olumsuz değişme gibi yerel ve küresel felâketlerden dolayı 1973’te 44 milyon insan yerlerinden olurken bu sayı 1993’te 175 milyona çıkmıştır15 (Aynı eğilimin, hız kazanmadan sürmesi hâlinde bile, 2023’e gelindiğinde 330 milyon dolayında insanı aynı akıbetin beklediği hesaplanmaktadır.). Kaldı ki gerek doğal afetlerin dolaylı etkileri nedeniyle gerekse (denetime alınması kolay olamayacak) zorunlu göçlerin yaratabileceği kargaşalar ve olası salgın hastalıklar (hatta açlık ve susuzluk) dolayısıyla bundan etkilenecek insan sayısı daha da artabilecektir.16 

Belki de (2023’e doğru) geleceği yeniden şekillendirme iddiasındaki en önemli eğilim “20:80 Toplumu” olarak tanımlanan “yeni uygarlık yolu”na girilmesi olacaktır. “Küresel Beyin Tröstü” şeklinde adlandırılan pragmatik grubun (güdüm merkezinin) üst düzey bir toplantıda aldığı kararlardan söz edilirken çalışabilir dünya nüfusunun yüzde yirmisinin 2000’lerde küresel ekonomiyi canlı tutmaya yeteceği; yüzde seksen için artık yalnızca “yiyecek yemeği olmak veya yem olmak” seçeneğinin kalacağı belirtilmekte ve bu insanları gerginlikten, düşünceden, tepki vermekten uzak tutacak oyalayıcı bazı etkinliklerin ve beslenme imkânının sağlanmasıyla sorunun hâlledileceği önermesinin benimsendiği nakledilmektedir.17 Bu yüzden, devletlerin varlık, büyüklük ve etkinlikleri ile şirketlerin erişebileceği daha işlevsel ve daha belirleyici konumun, geniş bir düzlemde (yerel, bölgesel ve küresel mahiyette) çok yönlü çatışmaları kaçınılmaz hâle getireceği, (2023’e uzanan perspektifte) bugünden kestirilebilmektedir. Nihayet, sebepler ve sonuçlar açısından her iki dönem arasındaki farklılaşmaya göz atıldığında, asıl cepheleşmenin 1923’te hangi çizgi üzerinde ise 2023’te de aynı çizgiye oturacağı anlaşılmaktadır. Bu çizgi, hem sömürgeleşmeme, tutsaklığa düşmeme ve ulusal toplum değerlerini muhafaza ederek var olma uğruna girişilecek asıl çatışmanın temas hattı, hem de bilimin ve aklın gösterdiği yöndeki çağdaş yarışma kulvarının çıkış çizgisidir. Dünya nüfusunun kabaca beşte dördü ve bizim için (1923’teki gibi 2023’te de) insanlık ülküsünün gerçekleştirilmesi, (küresel sarsıntılar yaratmak pahasına) ATATÜRK’ün Millî Mücadele ve onun sonrasında oluşturduğu devlet ve toplum modelinin öne çıkarılmasına bağlı olacak ve bu düzlemdeki çatışmalar dünya gündemini işgal edebilecektir. Dolayısıyla yüz yıllık bir zaman dilimi farkıyla aynı çizgiye dönülecek olması bakımından tam bir “aslına rücû etme” sürecinin 
yaşanacağı görülmektedir. Ancak şurası da bir gerçektir ki egemen güçler bu asıl cephe çizgisini daraltmak, kırmak, eğip bükmek, parçalamak, silmek ve daha geçirgen hâle getirmek için akla gelebilen her yolu ve yöntemi denemektedirler. Bir anlamda “denizin biteceği” 2020’lerde de aynı çabaları (küresel ağlarının ve teknolojik olanakların yardımı ile) gösterecekleri; ama çırpınışlarının (Türkiye’nin bağımsız ulus devlet varlığını kabul ve teslim etmek zorunda kaldıkları 1923’teki gibi) iradelerini (bu kez dünya çapında) geçerli kılmaya yetmeyeceği şimdiden fark edilmektedir. Kısacası, her iki dönem arasındaki nispi güç, araç ve jeostratejik avantaj eşitsizliklerine rağmen 1923’te ATATÜRK önderliğinde emperyalizme karşı başarıyla noktalanan Millî Mücadele başarısının özündeki, bağımsızlık ve özgürlük iradesini (yurt içinde kimseyi dışlamadan ve yurt dışında kimseye zarar vermeden) kendi topraklarına hâkim kılma felsefesinin yeniden hayat bulacağı belli olmaktadır. Bu itibarla (tüm insanlığın yararına işletilmek 
kaydıyla) belirli küresel sistemlerin korunup tek merkezli egemenlik iddialarının terk edilerek sağlıklı dengelerin, ulus devletler arasındaki egemen eşitliğe dayanılarak kurulması dışında bir seçenek kalmayacaktır. 

Konuya jeopolitik mücadele ve bunun derin dünya erki güdümlü kurgulamaları penceresinden bakınca merkez bölgesini ve Türkiye’yi birinci derecede ilgilendiren bir kuşatma, diz çöktürme ve ayrıştırma ya da ulusdevlet yapısını dönüştürme stratejisi ile karşı karşıya olduğumuz açıkça görülmektedir. Mevcut tekçil yapıyı dönüştürmek üzere dinler, mezhepler, tarikatlar, cemaatler, etnik gruplar, yerel yönetimler, hatta aşiretler temeline dayalı ve devlet dışı otoritelerin programlarına tabi bir dönüştürme ve gevşetme eylemselliğinin hüküm sürdüğünü fark etmemek için ya gaflet ya da hıyanet içinde olmak gerekir. Nitekim Irak’ta, Filistin’de ve Afganistan’da yaşanan insanlık faciaları bir yana, bu ülkelerde (ve daha önce Yugoslavya coğrafyasında) kamplaşma, çatışma ve fiili bölünmelere yol açan üzücü gelişmeler ortada iken derin erk buyurganlığındaki planların yürürlükte olmadığını öne sürmek akla yakın değildir.18 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder