2 Nisan 2017 Pazar

1923’TEN 2023’E KÜRESELLEŞME, MERKEZ BÖLGESİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 2



1923’TEN 2023’E KÜRESELLEŞME, MERKEZ BÖLGESİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 2




Üç büyük jeopolitik ilgi ya da üstünlük alanından Asya-Pasifik ile Avrupa ve Amerika’yı bağlayan Atlantik düzlemlerinin arasındaki (enerji 
başta olmak üzere doğal kaynaklarca zengin ve pek çok kritik eksenin kavşağı ve geçiş yolu konumunda olan) merkez bölgesi; Akdeniz, Orta 
Doğu, Afrika, Karadeniz ve Orta Asya bağlantılarıyla en önemli coğrafyayı oluşturmaktadır. ABD’nin bölgedeki varlığı da yalnızca petrolle ya da İsrail’in 
beka ve genişleme planının desteklenmesiyle açıklanamayacak sebeplere bağlı bulunmaktadır. Küreselleşmenin bu eylemsellikteki katkısı ise 
uyumlulaştırma ve satın alma (özellikle toprak alımları ve özelleştirmeler) yönündendir. Dolayısıyla belki de küreselleşme ile yeni dünya düzeni 
arasındaki başlıca farklılık burada karşımıza çıkmaktadır. Çünkü küreselleşme, büyük sermayenin denetimindeki dünyasal sistemi ve tüm 
ülkeleri bu sistemle bütünleştiren mekanizmaları kapsarken GOP alanında buna bağlı süreç işlemekle kalmamakta; (Türkiye dâhil) bölge ülkelerinin 
bölünmesine yönelik bir eylem planı da yürütülmektedir. Böylesi bir geçişkenlikle sağlanmak istenen, kuşkusuz herkes için bir ölçüde farklıdır; 
ama sonuçta bunun asıl bedelini bu dikenli coğrafyada yaşayanlar ödemektedir.19 

2023’e doğru jeopolitik öngörüler, çok kutuplu bir küresel denge oluşabileceği savını da gündeme getirmektedir. Buna dair görüşlerin 
rakamsal göstergeleri bir yana bırakılırsa (hesaplanabilir büyüklüklerle her noktada örtüşmeyen ama başat iradelerin çatışması olgusuyla pekalâ 
bağdaşan) üç başlık altında toplanması mümkündür. İlki, klasik mahiyetteki alan hâkimiyeti kuramına dayanan ve küresel üstünlük açılımlarını 
dengeleme (durağanlaştırma) dönemine taşıyacak gelişmelerin hız kazanacağını ifade eden geleneksel yaklaşımdır. Buna göre Asya’da Çin- 
Rus güç birliği,20 Atlantik, Pasifik ve Orta Doğu’daki ABD-İngiliz güç birliğini dengelerken Alman-Fransız ortaklığı çekim alanındaki AB, çok yönlü 
bağlantıları olan Hindistan ve Asya-Pasifik alanının en büyük ekonomik merkezi konumundaki Japonya her iki taraf arasında, kendi güvenliklerine, 
kaynak ve pazar gereksinimleriyle ilgi ve nüfuz alanları üzerindeki hesaplarına denk düşecek ve çoklu denge dinamiklerinden yarar sağlayacak 
tarzda siyasetler izleyebileceklerdir. Bu savın geçerli olabileceğini doğrulayan örnekler hiç de az değildir (ABD’nin Orta Asya’da varlık 
göstermesi karşısında Rusya’nın aynı bölge ülkeleri, Ukrayna ve İran’la ilişkilerini geliştirmesi, Çin’in Afrika açılımı ve ŞİÖ içindeki faaliyetlerini 
yoğunlaştırması, Japon-Çin yakınlaşması gibi). İkinci sav, küresel denge olgusunu tamamen sistemin coğrafi ayaklarının çatallaştırılması ve hâlen tek 
merkez tarafından denetime alınmaya çalışılan küresel kaynak ve piyasaların işletilişine ilişkin mekanizmaların, iki-üç ana merkez ve sayıları 
otuza varacak olan mega kent ağının marifetiyle yürütülebileceği görüşlerini dile getirmektedir. Devletlerin ikinci planda kalacağı ve Brezilya ile 
Hindistan’ın yeni ana merkezleri oluşturabileceği varsayımı da (otuz megakent arasında İstanbul’u da gösteren) bu görüş kapsamındadır. Kısacası söz 
konusu savın temelinde, küreselleşmenin ulus-devlet ve kıtasal ya da bölgesel güçlerin jeopolitik rollerine ve denge oluşturabilme açılımlarına şans 
tanımayacak bir küresel bütünleşme ile 2023’e gidileceği düşüncesi yer almaktadır (Brezilya ile ilgili öngörüyü Pof. Dr. Anıl Çeçen de geçerli 
bulmaktadır.). ABD’nin ağır yükümlülükleri taşımada zorlanacağı (bir anlamda sürmenaj olacağı) görüşü dikkate alındığında (bu ikinci sav gibi) bir 
üçüncüsünün de varit olabileceğini ileri sürmek de hayli gerçekçi görünmektedir. Hem birinci savla hem de ikincisiyle bazı benzerlik ve 
farklılıkları olan “Yeni Yapılanmaları ve Küresel İlişkileri Beraberce Barındıran Eklemlenmiş Ülkeler Dünyası” GOP ile yeni bir aşamaya varan 
jeopolitik üstünlüğü geliştirme sürecinin, yalnızca çatışma ve yayılma eksenlerini, coğrafi hedef ve cephe düzlemlerini (ya da fay hatları ile 
sınırlandığı söylenen alanları) değil, bu alanların içindeki ve berisindeki ülkeleri de kapsamaktadır. Bu seçenekteki belirleyici süreç, (Türkiye dâhil) 
hedefteki ulus devletlerin, başlangıçta federatif yapılanmaya, sonra bazı sınır değişiklikleriyle konfederatif bir eklemlenmeye evrilmelerini sağlamak ve bu 
programı yürütürken de medeniyetler çatışmasının kırılma hatları boyunca ülkeler içinde ve aralarında sürekli bir savaş hâlinin hüküm sürmesine 
yarayacak (!) tahrik ve tertiplerle küreselleşmeyi denetleyen ve ondan büyük çıkarlar elde eden güçlerin yumuşak eylemlerine daha iyi bir ortam 
oluşturmaktır. Böylece, (Yeni muhafazakârların yönetimde olduğu) ABD gibi büyük askerî güçlerin sert eylemlerini yayma ve yeni bir dünya savaşına 
gidebilecek tırmanmayı gündemden düşürme imkânını da bulacakları düşünülmektedir. Bu savın en zayıf noktası ise coğrafi bölünmelere fırsat 
yaratma ve konfederatif, dinsel veya başka türdeki yeniden eklemlendirme çabalarının ters tepmesi ve bölgesel birlikler ya da ittifaklar yoluyla 
egemenliğini ve bağımsızlığını koruma mücadelesine girebilecek ülkelerin ardı ardına sahneye çıkarak jeopolitik denklemleri bozabilecek olmasıdır. 

Geçmişten Hatırladıklarımız ve Günümüzde Karşı Karşıya Olduklarımız 

1923-38 döneminin Türk milleti için “altın çağ” olduğunu belirtmek, herhâlde abartılı bir tespit değildir. Ancak özellikle 1947’den itibaren, adım 
adım Batı sisteminin edilgen bir uzantısı hâline getirilmeye çalışıldığımız ve ATATÜRK dönemindekinin aksine, Ankara dışında alınan kararlara giderek 
daha fazla tabi olduğumuz açıktır. Biz, “Türk Övün! Çalış! Güven!” nidasındaki anlamı ve silkeleyici uyarıyı algılamakta gün be gün daha da 
vahimleşen bir acze düşerken Türkiye’yi (küreselleşme gerekleri (!) ötesinde hedef alanlar derin düşünceden şartları olgunlaştırmaya ve oradan da 
eyleme uzanan bir çökertme ve teslim alma sürecini çoktan başlatmış bulunmaktadırlar.21 Türkiye’de sermaye, tarikat, bürokrasi ve seçkinler 
gerçek mahiyetiyle değil kendi kıyaslamalarına göre değerlendirmekte ve sanayileşme için Türkiye’nin Rusya’dan gördüğü destek bahsinde, Türklerin 
uluslararası bir yenilenme programı yerine coşkulu bir milliyetçiliği yeğlediklerini … her şeyden önce Türkiye’yi güçlü ve çağdaş bir devlet hâline getirmeye 
çalıştıklarını ve bunun için daha gelişmiş ulusların örneklerini gözeten bir yol izlediklerini belirtmektedirler. 

Burada dikkati çeken, Sovyetlerle ilişkilerinden dolayı Türklerin başka bir şekilde nitelendirilmeyip onların milliyetçi olduklarına vurgu yapılması ve 
uluslararası “revolution” eksikliği (!) üzerinde durulmasıdır. 

Türkiye’nin 1949’daki durumunu ele alan çalışmalarında yazarlar iki ayrı Türkiye görünümünden söz etmekte; kalkınma hamlelerini 
( Kulüpçüler, bazı akademisyenler ve yazarlar ile bazı medya patronları ve siyasetçiler bu kümededir.) bugün ülkenin Avrupa Birliği’ne tek yanlı 
bağlanması eylemini yürüttüklerini belirten Erol Manisalı, “Sistemi iyi görmek gerekir.” diyerek dünyadaki gelir dağılımı adaletinin, sermaye, teknoloji, 
ticaret tekelleri ve silah gücünü elinde tutan (propaganda ve nüfuz araçlarına da hâkim) ülkelerce bozulduğunu ve bunu (bizim gibi ülkelere) iki şekilde 
yaptıklarını anlatmaktadır. İlki, az gelişmişlerden gelişmişlere net gelir aktarımı sağlamak; ikincisi ise az gelişmişlerdeki (görece) büyük sermayeyi 
ve eliti kendilerine bağımlı hâle getirmek yoluyla.22 

Bugün, karşı karşıya olduklarımızı değerlendirirken Türkiye’nin tehdit altında değil, planlı ve çok yönlü saldırılar altında olduğu gerçeğini 
vurgulamamızda isabet vardır. Çünkü ülkemizle ilgilenenlerin bunu genel ve özel amaçlarını (bazen her ikisini) gerçekleştirmek üzere yaptıkları 
izlenmektedir (Genel amaca örnek, küresel ağ yapılanması içinde Türkiye’yi kaynak, insan gücü ve pazar anlamında sömürmek iken özel amaç için 
ülkemizin Sevr koşullarına geriletilerek paylaşılmış ve tutsak edilmiş bir hâle getirme örneği verilebilir.). Her ikisinde de (ama özellikle ikincisinde) 
düşmanlık ve öç alma duygularının önemli bir etken olduğunu söylememiz yanlış olmaz. Meselenin psikolojik derinliklerine inmeksizin ve ayrıntılara 
değinmeksizin, düşmanca ve teslim almaya yönelik yaklaşımların, Türkiye’mizin önüne biri kolay, diğeri zor mahiyette iki senaryo çıkardığını 
belirtmekle yetinebiliriz. Bunlardan kolay senaryo ulus devletimizi ve asil milletimizi, tatlı (!) bir rehavet içinde, çözülmeye, teslimiyete, kimliksizliğe ve 
sonuçta kıyımlara uğratıp uşaklığa razı olan zelil bir halk yığını hâline getirecektir. Zor senaryo ise ATATÜRK önderliğindeki mucizevi başarıyı bu 
kez o asırların dahisi önümüze düşmeksizin tekrarlamak uğruna katlanacağımız felâketleri, faciaları ve ödeyeceğimiz fevkalâde ağır bedelleri 
göze almamızı gerektiren bir Millî Mücadele hareketinin çetin ve acı öyküsüdür. Üstelik, kolay senaryoyu başkaları yazarken zor senaryoyu bizim 
yazmamız şarttır. Aksi takdirde bağımsızlık ve egemenlik diyerek içine atılacağımız savaşım hem hesapsız bir macera olur hem de başkalarının 
yazdığı senaryoda bize biçilen uygunsuz rolleri oynamak, yani kullanılmak. 

2023’e Doğru İlerlerken Stratejik Öngörüler, 

Dünyanın gidişatına bakıldığında, ilerlemelere yön veren fikirlerin ve buluşların gelecekte de önem taşıyacağı; ama asıl belirleyici gücü (bugün 
olduğu gibi) küresel sermayeye hükmedenlerin ellerinde tutacağı tahayyül edilmektedir (Bu yüzden olacak ki “ideolojilerin artık tükendiği” savı öne 
sürülebilmektedir.). Gerçekten bunun böyle olduğuna inanmak ise (başka bir kanıt aranmaksızın) insanlığın manen tükendiği gibi bir iddianın geçersizliği 
yüzünden mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla yalnız aklı ve kazanımları ile değil maneviyatı ve hissiyatıyla da insanın geleceği şekillendirmede 
geçmişteki gibi başlıca etken olacağı; hatta bilgide, teknolojide ve sanatta (kendi özündeki yetenekler ve kültürel genlerine işlenen değerlerle) 
öngörülebilen veya hiç beklenilmeyen çıkışlarıyla tek tek veya aynı amaçlar etrafında toplanmış insanların yön verebileceği düşünülmektedir. 

ASAM tarafından düzenlenen bir sempozyumda, geleceğe ilişkin olarak farklı alanlardan katılımcıların dile getirdikleri bazı tespitler ve 
öngörüler de dikkat çekicidir. Örneğin, Ergin Yıldızoğlu, artık yüz yıllık gelişmelerin altı-yedi yıllık bir zaman dilimi içinde gerçekleşebildiğini; 
geleceği karartan (çevre felaketi ve kaynakların tükenmesi gibi) birtakım sorunların da hızla büyüdüğünü hatırlatırken 1997’den itibaren yumuşak güç 
ayağı aksayan ABD dayatmacılığının (çoğu paralı askerleriyle) sert güç siyasetini öne çıkararak (mali yöndeki sıkıntılarla iç içe) ciddi bir kriz 
olasılığına yol açabilecek bir süreci de başlattığına işaret etmektedir. Bu nedenle önümüzdeki dönemin, kritik bölgelerdeki küçük ve orta büyüklükteki 
devletlere ek zorluklar getireceği tahmininde bulunarak ABD’nin caydırıcı ve cezalandırıcı eylemlerinin de böyle bir krizi tetikleyici bir rol oynayabileceğine 
dikkat çekmektedir.23 Aynı toplantıda bilgi ve teknoloji çağının geleceğine değinen sunumunda Prof. Dr. Orhan Güvenen’in değindikleri de geleceği 
aydınlatması bakımından uyarıcı mahiyettedir. Bunlar arasında, bilimin, kültürün ve değerler sisteminin asıl lokomotif olduğu, ekonominin bunlara 
dayanmaksızın sonucu belirleyebilecek bir öneminin olamayacağı, bu yüzden ulusal araştırma merkezlerinin (buluşlara, yaratıcılığa, verim artışına 
vs.’ye yönelik çalışmalarıyla) öncü, yol çizici ve süreklilik sağlayıcı bir rolü olduğu, günümüzden geleceğe, özellikle nanoteknoloji alanındaki 
gelişmelerin sanayi ve bilgi (enformasyon) devrimleri ölçeğinde yararlar sağlayabileceği yer almaktadır. 

Stratejik öngörüler bahsinde, belirsizlikler ve olasılıklar meselesine de kısaca bir göz atıp gelecekten beklenenler üzerinde akıl yürütmemiz 
faydadan uzak değildir. Örneğin, 2020’lerde dünya buğday üretiminin tüm insanlığa yeteceği hesaplanırken buna temel alınan iklim verileri, nüfus 
tahminleri ve uygun dağıtım kanallarının durumu gibi değişkenler farklı bir tabloyla karşı karşıya kalınabileceğini düşündürmektedir. Belirsizliğin kanıtı 
ise hâlen dünyada bir milyara yakın insanın yetersiz beslendiğinin ve bunlardan bir bölümünün açlık çektiğinin BM raporlarına yansımış olmasıdır. 
Keza, “tarımsal üretim biyoteknoloji yardımıyla geliştirilecek” denirken bunun hangi ürünler için ne seviyede gerçekleşebileceği ve buna çevre felaketinin 
olası etkileri bilinmezler arasındadır. İçilebilir su kaynaklarının iklim değişmesiyle ilgili olan ve bunun dışındaki ne gibi etmenlere tabi olacağı da 
belli değildir. Sağlık alanındaki bilimsel ve teknolojik gelişmeler için de ticari hesapların neyi göstereceği bilinmemektedir. Enerjide bor madeninin ve 
yenilenebilir kaynakların olası katkıları hayli geniş bir tahmin aralığında hesaplanabilmekte; ama yatırımcıların buna yeterince para ayırıp 
ayırmayacağı üzerinde henüz tam bir fikir birliği bulunmamaktadır. Eğitimi (daha doğrusu öğrenmeyi) etkinleştirmeye yönelik zihne nakşetme 
kolaylıkları geliştirilirken bu tür buluş, ürün ve yöntemlerin getirileri üzerinde de çok farklı öngörüler sunulabilmektedir. Belki biraz daha belirgin ya da 
belirsizlik dereceleri asıl sonucu değiştirmez gibi görünen teknolojilerin gri alanında araç ve kolaylıklarıyla taşımacılık, inşaat ve sınai üretim tesisleri, 
uydu teknolojileri gibi sivil ağırlıklı olası yenilikler yer alırken askerî ve güvenlik ağırlıklı çoğu teknolojiler de kalın bir sır perdesinin altında kaldıkları 
ve ancak fiilen (yaygın biçimde) kullanılmaya başlandıklarında (yani ileri tarihlerde) belirgin hâle gelebilecekleri için bu ikinci kümedeki buluşları da 
belirsizler arasına almak uygun olacaktır. Yine de birkaçından kısaca söz etmemiz mümkündür. Örneğin, bilgi işlem, kayıt ve karar yardımcısı 
sistemlerin gelişme göstereceği bellidir. Ama bu ilerlemenin ölçüsünü tahmin etmede (en azından insan-makine uyumunun sağlanma zorlukları 
dolayısıyla) ihtiyatlı olma gereği vardır. Uzaktan algılama, izleme ve dinleme sistemlerinin (istihbari ve askerî uydularla) gelişmişliği öyle bir noktadadır ki 
aynı yönde ek bir ilerlemeden çok farklı boyutlardaki yeteneklerle kullanılma ve kapasite artırımı gibi disiplinler arası yeni açılımlardan söz 
edilebilmektedir. 

Bu bahiste son olarak geleceğin ufkunu karartabilecek bir başka olasılıktan söz edilmemesi eksiklik olacaktır. Baş aktör rolündeki ABD’nin 
sürdürülebilir jeopolitik üstünlük eylemselliğinin (baş etmekte zorlanacağı mücadele alanlarının çoğalmasına bağlı olarak ve muhtemelen 2023’e 
varmadan) tıkanacağı görülmektedir. Hatta kendi iradesiyle çok kutuplu denge siyasetine dönüş yapması dahi mümkündür. Gerçi istihbarat 
örgütlerinin ve askerî gücünün üstlendiği küresel misyon bakımından derin dünya erkinin ona biçtiği rol, en erken 2030’lara kadar sahnede kalmasını 
veya kendi safında sağlam duracak müttefiklerle yola devam etmesini gerektirmektedir; ama ne gibi ara çözümler bulursa bulsun ABD denizin 
bittiği noktaya mutlaka gelecektir. Asıl sorun da bundan sonra ortaya çıkacaktır. Bu sorunun bir yüzü, üstün güç sıfatıyla Amerika Birleşik 
Devletleri’nin elinde tutmak zorunda olduğuna inandığı (ve buna kesin kararlı olduğu) coğrafi kesimleri ve kritik noktaları, savunma üsleri ve askerî 
varlığıyla muhafaza etmek uğruna dünya savaşı ölçeğinde bir çatışmayı göze alması veya kısmi bir çekilme programı uygulayıp ortamı yatıştırması 
ile ilgilidir. Öteki yüzü ise gerek (devlet olarak) kendi hesabına, gerekse büyük sermaye adına (savunmanın daha büyük çapta özelleştirilmesi demek 
olan) yeni bir programın hazır edilmesi ve devreye konulmasıyla ilgilidir. Çünkü bu sıkıntılı durumdan kurtulabilmesi için yalnızca yerel savaşları el 
altından körüklemesinin ve dikkati başka noktalara çekmesinin bir yerden sonra yararı olmayabilecek; üstelik küresel çıkarları için üretim, ticaret, 
kaynakların işletimi ile alım satım devamlılığı bakımından şirketler fevkalade riskli ve kargaşalı bir dünya tablosu görmeyi (herhâlde) istemeyeceklerinden, 
ya öncekilere benzer bir üçüncü dünya savaşı çıkarmayı kaçınılmaz bulacaklar ya da resmî güçler olmaksızın denizaşırı yatırımlarını ve 
bağlantıları koruyacak önlemleri (özel güvenlik ve savunma unsurlarıyla) kendileri alacaklardır. Elbette (önemli ölçüde belirsizlikler taşıyan) bütün bu 
olasılıklar, GOP çerçevesinde, kalpgâhı kuşatan çember boyunca ve dünyanın başka kritik mevkilerinde ABD (ve bağlaşıklarının) ne kadar 
başarılı( !) olabileceğine bağlıdır ve gerçek ağırlıklarıyla olası etkileri hesaba sığdırılamayacak pek çok bilinmezin yer alacağı denklemlerin 
çözümlenmesini gerektirmektedir. 

Sonuç 

1923’ten bugüne ve bugünden 2023’e, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılına uzanan (tarihsel ve gelecek-bilimsel) çizgide, küreselleşme, 
emperyalizmin yeni yüzü, jeopolitik mülahazalar ve Genişletilmiş Orta Doğu Projesinin hedefindeki Merkez Bölgesi ile Türkiye’nin ele alındığı bu 
çalışmada, ucu açık bırakılmak zorunda kalınan ve bildiri hacminin izin vermemesi nedeniyle tüm kapsamıyla aktarılıp tartışılamayan birçok hususa 
değinilmiştir. Türkiye gibi ulusal kurtuluş savaşı verilerek kurulmuş bir ulusdevletin varlığı ve güvenliği meselesi kuşkusuz hem tarihiyle hem 
coğrafyasıyla hem de iktisadi önemiyle irtibatlıdır. Ancak yalnızca küresel sistemin götürdüklerine veya yalnızca jeopolitik ve siyasal anlamdaki 
kuşatılmışlığına bakılarak Türkiye’nin zor durumda olduğunun ileri sürülmesi de ciddi bir değerlendirme eksikliğine yol açabilir. Her şeyden önce, aynı 
mahiyetteki zorlukların, emperyalizmin ağına düşülmüş olması ve (bugünkünden farklı gibi görünse de) işgal altına girilmiş olması bakımından 
1923 öncesinde de yaşandığı hatırlanmalıdır. Düşünülmelidir ki içeriden ve dışarıdan, tek bayrak altında toplanmaları engellenmeye çalışılan, şaşkınlığa 
sürüklenen; yorgunluğu ve bezginliği bir yana, genç kuşaklarını savaşlarda ve salgın hastalıklar yüzünden yitirerek neredeyse tükenme noktasına 
gelmiş (ve henüz ulus olma bilincine dahi erişememiş) bir insan varlığıyla Milli Mücadele’ye girilmiş ve ATATÜRK’ün önderliğinde (yalnız askerî 
zaferlerle değil siyaseten ve iktisaden bağlayıcı tüm hükümleri geçersiz kılan bir barış antlaşmasıyla da) bağımsızlık ve egemenliğimiz kazanılmıştı. O 
akla ve hayale sığmayan başarı, anlaşılmaktadır ki (günümüzde de tekrarlanmaması için) aynı cenahtaki oyuncuların bize bugün farklı stratejiler 
uygulamalarında ve yumuşak güç yöntemleriyle sonuç almaya çalışmalarında da (onlar için) uyarıcı olmuştur. Bizim ise bu gerçeği ve içinde 
bulunduğumuz vahim durumu, devlet ve millet olarak tamamen idrak edebildiğimizi iddia etmek ne kadar inandırıcı olabilir? 

Türkiye’nin bu idrake vardığı gün, tıpkı ATATÜRK döneminde olduğu gibi bölge ve dünya çapında sözü geçer bir güç hâline gelme yoluna 
gireceğinden şüphe etmemek gerekir. Çevresinde dostluk ve iş birliği kuşağı oluşturmaktan, dünya meselelerinde söz ve etki sahibi olma konumuna 
yükselmeye kadar, jeopolitik değerini ve nüfuz gücünü vazgeçilmez kılacak tüm adımları güven duyarak ve güven vererek (kötü niyetlileri de bu 
emellerinden caydırarak) atabileceği kesin olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi plan ve programlarını bu esasa göre yapmasında (yarardan öte) 
zaruret vardır. Üstelik bu noktaya kadar değindiklerimiz de göstermektedir ki küresel huzur ve istikrar için tarihi bunun örnekleriyle dolu, kültürü dışlayıcı 
değil, kucaklayıcı ve başta insan gücü olmak üzere potansiyel imkân ve kabiliyetleri yüksek (Türkiye gibi) bir ulus devletin dünya çapında doğru 
dengeleri oluşturarak fiilî bir saldırmazlık ortamı oluşturmaya da büyük katkıları olabilecektir. Yalnız gerek bize yönelik tehlikelerin asıl mahiyetini ve 
olası etkilerini görebilmemiz gerekse buna göre en isabetli tertip ve tedbirleri içine alacak ilerleme yol ve yöntemimizi belirleyebilmemiz için (en geniş 
anlamıyla güvenlik nokta-i nazarından) bugün nelerle karşı karşıya olduğumuzu doğru isimlendirmemiz gerekir. Örneğin, artık tehdit altında 
olduğumuz gibi yanlış bir tanımlamayı düzeltmenin vakti gelmiştir (Türkiye tehdit altında değil düşmanca saldırılar altındadır. Bunların bir kısmı küresel 
mahiyette, bir kısmı jeopolitik mülahazalarla açıklanabilir mahiyette, bu ikincisiyle irtibatlı olarak bir kısmı da tarihî hak taleplerine ve Türk varlığını 
yok etmek emellerine bağlı örtülü ve açık düşmanlık mahiyetindedir. İstedikleri sonucu aldıkları sürece de illa askerî saldırı olmaları gerekmemektedir.). 

Özetle, 2023’e doğru Türkiye’nin, hem kendi varlığını ebediyen sürdürmek için hem de küresel barışa hizmet etmede, kendine yaraşır nazım 
rolü üstlenebilmesi için istiklaliyle ve istikbaliyle yaşaması, her ne pahasına olursa olsun (kendi evlatlarınca) temin edilmek zorundadır. 

DİPNOTLAR;

1 Suat İlhan, Türkiye’nin Zorlaşan Konumu, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2004, s. 88. 
2 Onur Öymen, Geleceği Yakalamak (Türkiye’de ve Dünyada Küreselleşme …) Remzi Kitabevi İstanbul, 2000 s. 114. Yazar, “ doğa tükeniyor ” bahsinde atmosfere salgılanan karbondioksit gazının %23,4’ünün ABD’nden, %14,9’unun Çin’den, %7,0’ının Rusya’dan, %5,2’sinin Japonya’dan, %4,4’ünün Hindistan’dan ve %3,8’inin Almanya’dan kaynaklandığını belirtirken Türkiye için bu oranın, dünya üretimindeki payının altında kaldığına işaret etmektedir. Aynı eserin 31’inci sayfasında da elektronik (sanal) ortamda ve medyada saklı bilgilerin % 80’inin İngilizce; AB ülkeleri sinemalarında gösterilen filmlerin %63’ünün ABD yapımı ve başka dillere çevrilen eserlerin çoğunluğunun İngilizce yazılmış olduğunu açıklamaktadır. İnternet’te depolanmış çoğu sözlü müzik eserleri yine İngilizce olup TV müzik kanallarının önemli bir kısmı aynı dilde yapımlara ağırlık vermektedir. Zamanının bir bölümünü müzik dinlemekle,TV ekranı karşısında ve sinemada film izlemekle geçiren her ülkeden gençlerin kendi öz kültürlerine az ya da çok yabancılaştığı; bunlardan eğitimlerini İngilizce olarak görenler başta olmak üzere ulusal kültürlerine sahip çıkabileceklerin giderek azaldığı söylenebilir. 
3 Gülten Kazgan; Küreselleşme ve Ulus-Devlet, Bilgi Üniversitesi Yayını, İstanbul, 2000 s. 43. 
4 Birgül Ayman Güler; ATO Yayını Denge Dergisinin Temmuz 2003 sayısında yer alan söyleşi s. 10. 
5 Abdullah Özkan; Küreselleşme ve AB ile Bütünleşme Sürecinde Türkiye, Tasam Yayınları İstanbul, 2004, s. 12. 
6 a.g.e.; s. 14. Yazar, Baskın Oran’a atfen küreselleşmenin üç evreye ayrılabileceğini belirtmekte ve bunları 1490’lar, 1890’lar ve 1990’lar olarak sıralamaktadır. İlk evre vahşi sömürgeciliği, ikinci evre seri üretim yayılmacılığı ve işgalci emperyalizmi, üçüncü evre ise çokuluslu şirketler denetimindeki (askerî işgalsiz) sermaye ve kültür istilasını kapsamaktadır. 
7 İsmail Cem; Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, Cem Yayınevi, İstanbul, 1970 s. 127. 
8 Tarık Dursun Kakınç; Bir Damla Kan, Bir Damla Petrol, Kurul Yayınları, İstanbul, 1965, s. 93. Yazar, Osmanlı’nın son dönemine dair devletler arası (dışı) Zaharof örneğini vermekte bu aktörün Yunan saldırısındaki rolünden, Orta Doğu petrollerinin İngilizler (ve kendisi) yararına işletmeye açılması için yaptıklarından ve aynı sahnede boy gösteren başka bir aktör Gülbenkyan’dan söz etmektedir. Aktarılanlar, yalnız devletlerin değil bu tür sermayedarların da (bundan yüz küsur yıl önce dahi) küresel aktörler arasına girebildiğini göstermesi bakımından ilginç bulunmaktadır. 
9 Aziz Rıfkı Ateşer; Global Strateji dergisinin İlkbahar 2006 sayısında yer alan “Türkiye’nin Jeopolitik Seçenekleri” başlıklı makale (aynı adlı denemenin ilk bölümü) Ankara, s. 103. Burada, “Derin Dünya Erki”, küresel dönüşümü (yeni dünya düzenini) kurguladığı ve asıl karar ya da onay katmanını teşkil ettiği anlaşılan oligarşik sermayenin tepe örgütü şeklinde tanımlanmaktadır. 
10 Mustafa Yıldırım; Sivil Örümceğin Ağında, 5’inci Basım, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, Şubat 2005, s. 40-42. Yazar, bu adımları, kamuoyu oluşturacak ve milli hassasiyetleri deşecek aydın kimliklilerin devşirilmesi, uzaktan kumandalı dernek ve vakıflarla etkili bir örgütler ağı oluşturulması, yeni propaganda (yanıltma, perdeleme ve uyutma) aygıtlarının yerleştirilmesi, casuslar yerine açık bilgilenme (yayıncı eğitim) programlarının yürütülmesi, gençliğin, “düşünce özgürlüğü ve “siyasi katılımcılık” adına yönlendirilmesi, halkı çaresizliğe itecek (yolsuzlukları bahane ederek devlete olan güveni sarsacak) kampanyalar düzenlenmesi, iş adamlarının (merkezî devlet otoritesine karşı) örgütlenmesi/desteklenmesi, para piyasalarının (borç ekonomisini sık sık dalgalandırmak ve mali sermayenin spekülasyonlarına açmak üzere) denetlenmesi, ulusal bunalımlar yaratılarak bankaların ve devlet (kamu)
şirketlerinin yabancı sermaye egemenliğine geçirilmesi, “özelleştirme” ile büyük 
sanayi işletmeleri, enerji ve iletişim kurumlarının yabancı şirketlere devredilmesi ve yeni büyük yatırımların önlenmesi, silahlı gücün zayıflatılması, güvenlik güçlerinin ve orduların ulusal yapıları ile devlete ve millete sahip çıkmalarının (kışkırtma ve karalamalarla) önlenmesi, seçimle veya kitle gösterileri ve kargaşalarla devlet yönetiminin (uyumlu iktidara) aktartılması, belediye hizmetlerinin (yerel yönetimleri güçlendirme kampanyalarıyla) yabancı şirketlere devredilmesi, “Çok kültürlülük” propagandasıyla (ulusal kaynaşmanın temelindeki) ortak kültürün parçalanması gibi sıralamaktadır. 
11 10 Aralık 2006’da CNN Türk Televizyonunun konuyla ilgili olarak yaptığı yayından notlar. 
12 ATATÜRK’ün “…hangi istiklâl vardır ki ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla ilerlesin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir." sözü bu gerçeğin en veciz ifadesidir . 
13 Hans Peter Martin-Harold Schumann; Globalleşme Tuzağı, Özden Saatçi Karadana ve Mahmure Kahraman’ın çevirisiyle, Ümit Yayıncılık, Ankara, 1997, s. 20. Yazarlar, yeni liberalizmin temel ilkesini, “Piyasa iyi, devlet müdahaleleri kötüdür.” şeklinde tanıtırken proletarya diktatörlüğünün ortadan kalkmasından bu yana dünya pazarları diktatörlüğü kurulması için çalışıldığını,… (ama) “Turbo Kapitalizm”in kendi var oluş ilkelerini zedelediğini, yani görevlerini yerine getirebilecek yetenekteki devlet(ler)i ve demokratik istikrarı sarstığını, … refah ülkelerinde doğal çevre ile ilgili değerlerden kendilerini ayakta tutan sosyal dayanışma değerlerine kadar çok şeyin tüketilmekte olduğunu belirtmekte; toplumsal çöküş olgusundan söz ederken de bunun ABD’nde her ülkedekinden fazla belirgin olduğu, Amerikan yurttaşlarının, özel korumalara, devletin polise ayırdığı paranın iki katını ödedikleri örneklerini vermekteler. 
14 Öymen; s. 80. Yazar bu rakamı Dünya Bankasının bir araştırmasına atıfta bulunarak vermektedir. Aynı eserin 23’üncü sayfasında ise ABD, Japonya ve AB 
ülkelerinin, dünyada bilimsel araştırmalar için harcanan paranın %77,2’sini sarf ettiklerini ve bilimsel yayınların dörtte üçünün bu ülkelerce yapıldığını belirtmektedir (Bu durum, genç kuşak “insan serveti”nin neden adı geçen ülkelere yönelebildiğini de açıklamaktadır.). 
15 a.g.e.; s. 73. 
16 H. Peter Martin, H. Schumann; s. 211. Yazarlar, çevre koruma siyasetinde hiçbir ilerleme olmadığını, devlete olan ihtiyaç devam etse de ekonominin siyaseti yuttuğunu ve küresel finans oyuncularının (kaba kuvvete ve suça eğilim göstermeleri beklenen gençlerin yaratacağı tehlikeleri ve çevresel bozulmanın katlanarak büyüyen olumsuz etkilerini gidermek üzere) eğitim ve istihdam yaratmaya; keza (çevre vergisi reformuyla) doğa felaketinin önünü almada destek sağlamaya mecbur edilmelerinin sorunu çözmeye yarayacağını belirtmekteler. 
17 Martin ve Schumann; s. 15. Yazarlar, “Çalışmaya Son” kitabının yazarı Jeremy Rifkin’e ve gelecek araştırmacısı John Naisbitt’e de atıfta bulunarak yüksek teknolojiye dayalı iletişim, düşük taşıma ücretleri ve sınırsız serbest ticaret dolayısıyla (üretimdeki emek payını azaltıcı yöntemlerin ve birim verimliliğin de geliştirilmesiyle) artık sosyal güvencesiz ve yetersiz ücrete razı olan kitlelerin dahi iş bulamaz hâle geldiğini hatırlatırken sosyal devleti savunanların umutsuzluğa düştüğüne, devlet bütçeleri açık verdikçe işsizliğin de artmakta olduğuna işaret etmekteler. Ayrıca, bu işsiz yığınları meşgul etmek için gönüllü kuruluşlara (vakıflar ve kulüpler aracılığıyla) şirketlerin mali destek sağlamakta olduğunu; ama bunun da sınırlı kaldığını belirtmekteler. 
18 Yaşar Hacısalihoğlu; Yeni Dünya Düzeni Arayışı ve Türkiye (Jeopolitik analiz), Çantay Kitabevi, İstanbul, 2001, s. 192. Yazar, burada (baş aktör) ABD’nin 
postmodernizm, ulus-devlete karşı federatif yapılar, alt kültür kimlikleri, hükûmet dışı örgütler gibi bir dizi kuruluş, kavram ve stratejiden yararlanarak küresel gücünü ve egemenliğini sürdürmek isteyeceğinden söz etmektedir. 
19 E.Alb. Ralph Peters’in ABD Silahlı Kuvvetler dergisinde yayımlanan ve Bağımsız Kürdistan’la Ermenistan topraklarının önemli bir bölümünü Türkiye Cumhuriyeti’nden koparılacağı varsayılan yeni sınırlar hâlinde gösteren haritası gazetelerde de yer almıştı. Washington’daki Orta Doğu Enstitüsünde “Irak’ın Sonu” kitabını tanıtan E. Büyükelçi Peter Galbraith’in de “Türkiye, Kürt devletini engelleyemez” beyanı aynı niyet ve kararın geçerli olduğunu hatırlatması bakımından manidardır. 
20 Beijing Review; July 31 2000, s. 8-9. Derginin “Sino-Russian Beijing Declaration” başlıklı yazısında, 17-16 Temmuz 2000 tarihlerinde Pekin’de gerçekleştirilen Jiang Zemin-Vladimir Putin zirvesinde, bilim ve teknoloji alanındaki iş birliğinden terörle mücadeleye, ticari ve iktisadi iş birliğinin genişletilmesinden Tayvan’ın Çin’e ait olduğuna kadar pek çok konuda görüş birliği sağlandığı belirtilmektedir. 
21 Max Weston Thornburg, Graham Spry, George Soule; Turkey An Economic Appraisal , First reprinting, Greenwood Press, New York, 1968, s. 19. 
22 Erol Manisalı; Türkiye ve Küreselleşme, Der’in Yayınları, İstanbul, 2002, s. 65. 
23 ASAM’ın “Stratejik Öngörü 2023” başlıklı sempozyumunda alınan notlar (Ekim 2006). 


Kaynaklar 

AVCIOĞLU, Doğan; “Türkiye’nin düzeni (Dün, Bugün, Yarın)” Bilgi Yayınevi, Ankara, 1969. 
AKLAR, Yılmaz; “Küresel Güvenlik Gelişmeleri ve Öngörüler” “Stratejik Öngörü 2023” Sempozyum Tebliği, ASAM, Ekim 2006. 
AYDOĞAN, Metin; “Yeni Dünya Düzeni, Kemalizm ve Türkiye” Otopsi Yayınları, İstanbul, Ekim 2000. 
BAŞKUT, Yaman; “Türkiye Vizyonu:2023” Tebliği, ASAM, Ekim 2006. 
BRZEZİNSKİ, Zbigniev; “The Grand Chessboard”, New York, 1997. 
ÇÖLAŞAN, Emin; “Bir Dönemin Perde Arkası”, Milliyet Yayınları, 1984. 
ÇULCU, Murat; “Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri”, 4’üncü Baskı, Erciyaş Yayınları, İstanbul. 
DAVUTOĞLU, Ahmet; “Stratejik Derinlik” Küre Yayınları, İstanbul, 2001. 
FORSYTHE, David P.; “The Internalization of Human Rights”, Lexington Books, Toronto, 1991. 
GÜLER, Ali; “Sorun olan Avrupa Birliği” Berikan Yayınları, Ankara, 2005. 
GÜNEY, Çetin; “21. Yüzyılda Dinler ve Medeniyetler” Tebliği, ASAM, 2006. 
İLHAN, Suat; “Türkiye’nin ve Türk Dünyasının Jeopolitiği”, Ankara, 1997. 
KENNEDY, Paul; “Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri” Çeviren Birdane Karanakçı, İş Bankası Yayınları, Ankara, Ekim 1996. 
KONGAR, Emre; “Küresel Terör ve Türkiye”, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2001. 
MANİSALI, Erol; “Küresel Kıskaç (Küreselleşme, Ulus Devlet ve Türkiye)” Otopsi Yayınları, İstanbul, 2001. 
MÜTERCİMLER, Erol; “21. Yüzyıl ve Türkiye” Erciyaş Yayınları, İstanbul, 1997. 
ÖZBEK, Osman; “Ilımlı Türkiye”, Ümit Yayıncılık, Ankara, 2006. 
PEHLİVANTÜRK, Bahadır; “Asya-Pasifik ve Çin” Stratejik Öngörü 2023” Sempozyum Tebliği, ASAM, Ekim 2006. 
SAVAŞ, Vural; “Dip Dalgası”, Bilgi Yayınları, Ankara, Mart 2006. 
SİNANOĞLU, Oktay; “Büyük Uyanış”, Otopsi Yayınları, İstanbul, Ekim 2004. 
SİNANOĞLU, Oktay; “Hedef Türkiye”, Otopsi Yayınları, İstanbul, 2002. 
SİNANOĞLU, Oktay; “Ne Yapmalı”, Otopsi Yayınları, İstanbul, 2003. 
SOYSAL, Ertuğrul; “Çağı Arayanlar”, İstanbul, 1975. 
ŞİMŞEK, Halil; “Türkiye’nin Ulusal Savunma Stratejisi” İstanbul, 2002. 
TOPUZ, Hıfzı; “Globalleşme Nedir?” Cumhuriyet Gazetesi 4.6.2006 sayısı. 
TOURAİNE, Marisol; “Altüst olan Dünya (21. Yüzyılın Jeopolitiği)”, Çeviren Turhan Ilgaz, Ümit Yayıncılık, Ankara, 1997. 
“U.S. DoD Critical Technologies Plan”; 1 May 1991. 
YENİÇERİ, Özcan; “AB/ABD’nin Gerileten Stratejileri ve Türkiye” Türkmeneli Vakfı Yayını “Global Strateji Dergisi” (Makale), Sonbahar 2006 Sayısı, Ankara. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder