SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK STRATEJİLERİ BAĞLAMINDA BAĞDAT PAKTI VE TÜRK DIŞ POLİTİKASINA ETKİLERİ
SUNUŞ
ON BİRİNCİ ASKERî TARİH SEMPOZYUMU BİLDİRİLERİ II
( SUNULMAYAN BİLDİRİLER )
Genelkurmay ATASE Başkanlığı tarafından düzenlenen ‘’XVIII. Yüzyıldan Günümüze Orta Doğu’daki Gelişmelerin Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri’’ konulu On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu 04 - 06 Nisan 2007 tarihleri arasında İstanbul’da yapılmıştır.
On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu’na üniversitelerin değerli öğretim üyeleri ile Silahlı Kuvvetlerde muvazzaf ve emekli personel katılmış, salonda iki gün süreyle 20 adet bildiri sunulmuştur.
Bugün Orta Doğu’da meydana gelen kültürel, toplumsal, siyasi, askerî ve iktisadi her sorun, jeopolitik konumundan dolayı Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir. Tüm bu gelişmelerin ve Türkiye’ye olan etkilerinin kavranabilmesi açısından Birinci Dünya Savaşı öncesinden XXI. yüzyıl başlarına kadar Orta Doğu‘daki siyasi, askerî, ekonomik ve toplumsal gelişmeler ve Orta Doğu’ya yönelik politikalar tarihsel süreç içerisinde yeniden ele alınmıştır. Sempozyumda yer alan bildiriler konuları itibarıyla önemli bir boşluğu doldurmaktadır.
Eser, On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu’nda zaman yetersizliği nedeniyle sunulamayan 16 bildiriden oluşmaktadır. Bu bildiriler, Genelkurmay ATASE Başkanlığı Türk Askerî Tarih Komisyonu (TATK) Genel Sekreterliğince düzenlenerek yayıma hazırlanmıştır.
Ziya GÜLER
Hava Korgeneral
ATASE ve Dent. Başkanı
SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK STRATEJİLERİ BAĞLAMINDA BAĞDAT PAKTI VE TÜRK DIŞ POLİTİKASINA ETKİLERİ
Öğr. Gör. Dr. Fahri YETİM*
* Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü.
Modern zamanlar içinde, XX. yüzyılda yeni sömürgecilik (neo colonyalism) dönemi olarak adlandırılan 1914-1945’ten sonra başlayan yeni
döneme “Soğuk Savaş” (cold war) dönemi (1945-1991) adı verilmişti. Temelleri Yalta’da (1945) atılan ve Amerikan-Sovyet dengesine dayanan bu
çift kutuplu dönem 1960’larda başlayan ve “detente” (yumuşama) dönemini de kapsayarak 1991’e kadar devam etmiştir. Yeni bir dehşet dengesinin
kurulduğu ve hemen hemen tüm dünyanın etkilendiği bu yeni jeopolitik algılamadan Türkiye de payına düşeni almıştır. Aradan yaklaşık altmış yıl
geçtikten sonra, İkinci Dünya Savaşı sonrası konjonktürünün belirleyici olduğu bu dönemin Türkiye açısından doğru okunup okunmadığı yönündeki
tartışmalar sürmektedir. Türkiye’nin, özellikle Sovyet tehdidinin etkisiyle Batı dünyası içinde yer aldığı bu süreçte dış politikası da yeniden biçimlenmiştir.
Türk dış politikasında Cumhuriyet tarihi boyunca bir süreklilik, bir gelenek oluştuğu yönünde birçok gözlemcinin ortak kanaati bulunmasına
rağmen tarihsel olarak bunun aksini gösteren sapmalar olduğu da bir gerçektir. Bu noktada değişmeyen; Türkiye’nin Batı modeli bir devlet,
ekonomi, toplum ve kültür oluşturma çabasıdır. Ancak bu devamlılığın Atatürkçü dış politika ilkeleri ve yönelimleri alanında olduğunu söylemek pek
mümkün görünmemektedir. Antiemperyalist bir mücadele sonucu kurulan Türkiye Cumhuriyeti ve yine bu nitelikteki bir devlet adamı özellikleriyle
bilinen Atatürk, kuruluştan itibaren bağlantısız bir dış politika izlemeye çalışmıştır. Osmanlı Devleti’nin son yıllarındaki politikalarına bir tepki olarak
özellikle her türlü ikili ve çok taraflı askerî ittifaklar kurulmasına devletin bağımsızlığı ve egemenliği ilkeleriyle çeliştiği inancıyla karşı çıkmıştır. Türk
Bağımsızlık Savaşı’nın ilk antikolonyalist bir zafer olduğuna ve bu zaferin diğer ulusların bağımsızlık savaşını izleyeceğine inanan Atatürk, Türk dış
politikasının bu yöndeki ilkelerinin bağımsızlığın korunması temelinde sürdürülmesini istemiştir. Ancak sözünü ettiğimiz bu yeni dönemde bu
tutumun devam ettiğini söylemek imkânsızdır. İkinci Dünya Savaşı sonrası bu yeni dönemde Atatürkçü dış politika ilkeleri ya unutulmuş ya da farklı bir
şekilde yorumlanarak mevcut ittifakları meşrulaştırıcı bir şekilde ele alınmıştır. Bu yallarda Türkiye’nin NATO’ya katılması, kendisinin örnek oluşturduğu bağımsızlık hareketlerine ve bağlantısızlar hareketine gösterdiği negatif tepki ve hatta 1960’larda Cezayir’in bağımsızlık savaşında Fransa’dan yana tavır koyması Atatürkçü dış politikadan ilkesel düzeyde sapmaların somut göstergeleridir.1
Soğuk Savaş Döneminde Türkiye’nin Orta Doğu Politikası
Türkiye’nin bu yeni dönemde Orta Doğu’ya yönelik politikasının şekillenmesinde tarih faktörü, Batı faktörü, Kıbrıs sorunun etkisi ve Sovyetler Birliği’nin etkisi gibi parametreler etkili olmuştur.
Tarih açısından bakıldığında Türklerin XI. yüzyılda Anadolu’ya yerleşmesinden itibaren, özellikle XVI. yüzyılda bu bölgenin Osmanlı egemenliğine girmesinden bu yana siyasal ve jeopolitik anlamda Türkiye tam bir Orta Doğu ülkesi olmuştur. Birinci Dünya Savaşı sonucunda Osmanlı Devleti’nin Arap topraklarını kaybetmesi ve emperyalist devletlerin bölgeye hâkim olmalarıyla yeni bir durum ortaya çıkmıştır. Türk bağımsızlık savaşının kazanılmasıyla daha sonraki dönemde Arap dünyasının da aynı devletlere karşı benzer bir süreci yaşaması bölgede yeni devletlerin doğmasına yol açmıştır. Uzun tarihsel sürece bakıldığında Türkiye’nin karşılaştığı her yeni durumda, Orta Doğu’nun jeopolitiğinde etkili bir aktör konumunda bulunduğu görülmektedir.
Batı faktörü açısından bakıldığında ise Türkiye özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı ittifakına yönelmesi sonucu bu dönemde bölge üzerindeki politikalara bu seçiminden dolayı Batı yanlısı bir yaklaşım içinde bulunmuştur. Ancak bu durum 1960’lardan itibaren değişmeye başlamıştır.
Dış politikada 1963’te patlak veren Kıbrıs sorunun bu dönemde aldığı durum, Türk yöneticileri ve kamuoyunda Batı’ya bağlılığın yararı konusunda
kuşkulara yol açmıştır. 1965’in Aralık ayında konuyla ilgili Birleşmiş Milletlerde yapılan oylamada Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı yalnızlık, özellikle Orta Doğu’ya izlenen dış politikanın revizyona tabi tutulmasına yol açmış ve Türkiye bu tarihten itibaren bölge ülkelerine karşı daha yakın bir politika izlemeye yönelmiştir.
Sovyet faktörü ise yeni dönemde Türkiye’nin Orta Doğu politikasında müstakil belirleyici etkenlerden biri olmuştur. Türk dış politikasını etkilemesi her zaman söz konusu olan Sovyet faktörü; bu dönemde Türkiye üzerinde oluşturduğu tehditler ve bunların yanı sıra SSCB’nin 1950’lerin ortalarından itibaren Mısır’ın yanında yer alarak Orta Doğu’ya girmeye başlaması Türkiye’nin Orta Doğu politikasını doğrudan doğruya etkileyen bir unsur hâline gelmiştir. Sovyet etkisi, daha önceleri Türkiye’nin Orta Doğu politikası üzerinde dolaylı olarak görülürken 1945’ten itibaren Stalin kaynaklı Sovyet talepleri2 sonucunda daha yakın bir tehlike arz etmeye başlamış ve bu nedenle Türkiye’nin kendisini Batı dünyasına yakınlaştırmasıyla Türk-Arap ilişkilerini de olumsuz etkileyen bir faktör hâline gelmiştir.3 Genel olarak bakıldığında İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin Orta Doğu politikası, büyük güçlerin etkilerine dayanan konjonktürel dalgalan malar gösterirken bunun zamanla bir normalleşme eğilimine girdiğinden söz etmek mümkün görünmektedir.
Bağdat Paktı’nın Kuruluşu ve Türk Dış Politikası
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Orta Doğu’da ilk aşamada Batılı devletlerin çekilmesiyle oluşan hegemonya boşluğu bir süre sonra Sovyet etkisinin yeniden ortaya çıkmasıyla yeni bir boyut kazanmıştır. Güvenliğin ön plana çıktığı bu dönemde Sovyet yayılmacığına karşı NATO ittifakı kurulmuş (1949), Türkiye de kendi güvenliği açısından 18 Şubat 1952’de bu ittifaka katılmıştır.4 1950 sonrası dönemde Türk dış politikasının uygulayıcısı konumunda bulunan iktidardaki Demokrat Parti açısından bakıldığında şu dört görüş, Türk dış politikasında temel belirleyici olmuştur:
1- Dünya barışı bölünmez bir bütünüdür. Bir ülkenin kendi güvenliğini tek başına sağlaması mümkün olmadığı gibi bunu içinde bulunduğu bloğun genel güvenliğinden bağımsız olarak düşünmesi de mümkün değildir.
2- “Barış içinde bir arada yaşama düşüncesi” Sovyet dış politikasında bir strateji değil, bir taktik değişikliğidir.
3- Sovyetlerin amacı değişmediğine göre iki blok ülkeleri arasında ikili görüşmeler yapılması ve ikili anlaşmalara gidilmesi dünyanın durumunu
düzeltmeyeceği gibi Batı’nın zayıflamasına, parçalanmasına yol açar. Bu nedenle bu gibi anlaşmalar söz konusu olamaz.
4- Sovyet amacı değişmediğine göre tarafsızlık diye bir dış politika yöntemi de olamaz. Eğer bu yöntem uygulanırsa her şeyden çok ortak savunma güvenliğinde gedik açacağından bu gedik her şeyden çok Sovyetler Birliği’nin işine yarar5.
Türk dış politikasında geleneksel açıdan kırılma ve sapma olarak değerlen dirilebilen uygulamaların görüldüğü 1950-1960 yılları arasındaki dış politikaya bu dört nokta ışığı altında bakmak yerinde olacaktır.
Soğuk Savaş dönemi bölgesel güvenlik stratejileri bağlamında düşünülen Bağdat Paktı’nın kuruluşunun temelleri 1953’lere kadar iner.
Dönemin ABD Dışişleri Bakanı John Foster Dulles, 1953 ilkbaharında tüm Orta Doğu’yu kapsayan gezisi sonunda, Orta Doğu için kolektif savunma sisteminin olanaklı görülmediğini, bunun yerine Sovyetler Birliği’ne yakınlıkları dolayısıyla komünist tehdidini gayet iyi bilen “Kuzey Seddi” ülkeleri arasında bir paktın kurulması gerektiğini ileri sürmüştür. Ancak böyle bir sistem dışarıdan empoze edilmemeli, içeriden oluşup biçimlenmelidir.
Bunun nedeni, Orta Doğu devletlerinin sömürgeci devletlerden duyduğu kuşkuydu. Bundan dolayı Batılı devletler, Orta Doğu’daki böyle bir savunma
sistemini kendilerinin başlatamayacaklarını ve önderlik rolünü bir Orta Doğu devletinin oynaması gerektiğini düşündüler. Birçok nedene göre bunu
başaracak en iyi devlet Türkiye idi. Bir kere, Batı’ya göre Türkiye, hem Batı ittifakının bir üyesiydi hem de Arap devletleriyle iyi ilişkiler kurma amacında ydı. Ayrıca daha önce kurulan Balkan Paktı’nın6 da baş mimarıydı. Diğer taraftan Türkiye, Avrupa’nın gücüne karşı başarılı bir mücadele vermiş ilk Asya devleti olarak bütün Doğu komşularında hayranlık ve saygı uyandıran bir devletti. Bütün bunlara, bölgesel paktların öncülüğünü yapmak suretiyle dünya çapında bir devlet adamı olarak kendisini kabul ettirmek isteyen Başbakan Menderes’in kişiliğini de eklemek gerekir.
Kuzey Seddi’nin Oluşumu
Soğuk Savaş’ın ilk yıllarından itibaren Sovyet yayılmacılığına karşı Amerikalı diplomat George Kennan’ın geliştirdiği “Komünizme set çekme” (Containment) planı 1950’li yılların ortalarına gelindiğinde “Kuzey Seddi” (Northern Tier) açılımıyla yeni bir boyut kazanmıştır. Bu çerçevede 1954’ün en önemli siyasal gelişmelerinden biri, Türkiye ile Pakistan arasında yakın siyasal iş birliği temeline dayanan ilişkiler sonucunda “Kuzey Seddi”nin oluşmaya başlamasıdır. Pakistan’ın ihtiyaç duyduğu ABD yardımının karşılığı olarak bu oluşumu başlatması, İran ile Batılı devletler arasındaki anlaşmazlığın giderilmiş olması ve Irak’ın da Amerikan yardımını alabilmesi için bu ülkelere yaklaşması Kuzey Seddi oluşumunu hızlandırmıştır. Nihayet, Dulles’in telkiniyle 2 Nisan 1954’de Türkiye ile Pakistan arasındaki Dostluk ve İş Birliği Anlaşması’nın Karaçi’de imzalanması bu oluşumu resmen başlatmıştır.
Diğer taraftan İngiltere’nin Süveyş üssü konusunda Mısır’la 19 Ekim 1954’de anlaşmaya varması tüm Orta Doğu’da Dulles Projesi olarak nitelendirilebilecek “Bağdat Paktı” için de müsait zeminin oluşmasını sağlamış bulunuyordu. Türkiye açısından Orta Doğu’da oynanan bu etkin rolün arkasında; Türk, Amerikan ve İngiliz yetkilileri arasında 23 Ocak 1955’te Londra’da başlayan ve yapılacak askerî yardımın artırılmasını öngören görüşmelerin de itici güç oluşturduğunu belirtmek gerekir.7
Böylesi bir ortamda Orta Doğu’nun liderlik rolünü üstlenmek isteyen Başbakan Menderes, bu amaçla 1955 yılı başlarında kalabalık bir heyetle Irak, Suriye ve Lübnan’ı kapsayan bir geziye çıktı. 6 Ocak’ta başlayan Türkiye-Irak görüşmelerinde Menderes’le Irak Başbakanı Nuri Es Said arasında Orta Doğu’da güven, istikrar ve iş birliği konusunda büyük ölçüde mutabakat sağlandı. Daha sonra gerçekleşen Suriye görüşmeleri ise bu açıdan beklenen sonucu vermemiştir. Menderes’in ziyareti öncesinde pakt girişimleri büyük protesto gösterilerine neden olmuştur. Kısa süren Suriye ziyaretinden sonra gidilen Lübnan’da da beklenen olmamış ve Mısır’ın etkisiyle bu ülke Bağdat Paktı’na sıcak bakmamıştır. Çünkü Mısır’daki, Nasır yönetimi Türkiye ile Irak arasındaki Bağdat Paktı’nın kurulmasını Arap Birliğine karşı ciddi bir darbe olarak görüyordu. Nasır’ın bu şekilde düşünmesinin iki temel nedeni vardı: Türkiye’nin İsrail ile olan ilişkileri, Türkiye’nin Orta Doğu’daki bir savunma paktının İngiltere’nin, ABD’nin ve Fransa’nın etkisiyle önderliği üstlenmesi.8 Suudi Arabistan’ın da Mısır gibi düşünmesine rağmen Türkiye ile Irak arasındaki savunma paktı 24 Şubat 1955’te Bağdat’ta imzalandı9.
Bağdat Paktı, 26 Şubat 1955’te TBMM’de onaylandı. Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü paktın kuruluşuyla ilgili olarak Meclis’te yaptığı konuşmasında;
“Bu anlaşma ile Türkiye yalnız kendi emniyetini değil, aynı zamanda OrtaŞark’ın sükûna, huzura, istiklale muhtaç olan vaziyetini nazarı itibara almış ve burada bir sulh cephesi, taarruza karşı bir mukavemet cephesi kurabilmek için adım atmış bulunuyor.” diyerek paktın kuruluşunu içeren sekiz maddeyi
Meclis’e sunmuştur10.
Pakt’ın kuruluşu konusunda Meclis’te iktidar ve muhalefet arasında tam bir fikir birliği olduğu görülmektedir. Bu konuda Cumhuriyetçi Millet Partisi grubu adına söz alan Osman Bölükbaşı, bu konuda hükûmeti tebrik ederek “Bu vesileyle bir kere daha belirtmek isteriz ki, dış politikamızın millî bir mahiyet almış olan prensiplerinde iktidarla aramızda bir görüş farkı yoktur.” Demiştir.11
Muhalefet konumundaki CHP’nin görüşlerini dile getiren Kars Milletvekili Turgut Göle; hükûmetin bu noktadaki icraatını tasviple karşıladıklarını, halk efkârında da bunu bir defa daha teyit ettiklerini belirtmiştir.12
Pakt’ın imzalanması Türk basınında da bütünüyle çok olumlu karşılanmıştır. Falih Rıfkı Atay, Dünya gazetesinde yazdığı başyazısında, bu paktı Atlantik Paktı’ndan sonra Batı demokrasisi ve barışı destekleyenlerin bu amaçla attığı başlıca adım olarak nitelemiştir.13
Ahmet Emin Yalman ise Vatan gazetesinde yazdığı başyazısında, bu oluşumu “Şerre karşı maç” olarak ele alarak “her türlü engellemeye rağmen bunu başarmakla kendi hesabımıza da, bölge hesabına da, dünya hesabına da bu çok mühim olan bir maçı şanlı, şerefli bir şekilde kazandık” şeklinde yorumlamış tır.14
Nadir Nadi, konuyla ilgili olarak Cumhuriyet’te yazdığı yazısında; bu gelişmenin uzun yıllardır devam eden şuurlu gayretlerin bir sonucu olduğunu belirterek bu paktı, Büyük Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” politikasını benimseyen DP iktidarının enerjik adımlarının bir sonucu olarak değerlendirmiştir.15
Bağdat Paktı’nın imzalanmasından kısa bir süre sonra İngiltere de bu oluşum içinde yer aldı. İngiltere’yi bu pakta iten temel neden, 1936 yılında Irakla imzalanan anlaşmanın 1957 yılında süresinin dolacak olmasıydı. Bundan dolayı bölgede etkinliğini kaybetmek istemeyen İngiltere, 4 Nisan 1955’te Bağdat Paktı’nın resmen üyesi oldu. İngiltere’nin Bağdat Paktı’na üye olması, Sovyetler Birliği’nin büyük tepkisine neden olmuştur. Sovyet Dışişleri Bakanlığı, paktı; ABD ve İngiltere’nin bölgeyi kendi egemenlikleri altına alma amacına dönük bir oluşum olarak görmüş ve “Türk-Irak ittifakının kurulması ile kurucular, Irak’ın diğer Arap ülkelerinden ayrılmasını başardılar ve bu ülkeler arasındaki gerginliği arttırdılar ki bu durum bölgedeki ülkeler arasında anlaşmazlık çıkarmaya çalışan ve kendi stratejik menfaatlerine uygun fırsatlar bekleyen ülkelerin çıkarlarına hizmet edecektir”16 şeklinde değerlendirmiştir. Uluslararası komünizmin Yakın ve Orta Doğu’da önlenmesi Başbakan Menderes’in aktif dış politikasının önemli bir unsurunu teşkil ediyordu. Türkiye’nin Irak’ı ve diğer Arap devletlerini Batı için kazanma girişimi Türkiye’nin Orta Doğu’da şimdiye kadar takındığı tutumda önemli bir değişikliğe işaret ediyordu. Batılı devletler açısından bakıldığında ekonomik çıkarlar ön planda görülürken Türkiye için önemli olan sadece ekonomik ve askerî çıkarlar değil, her şeyden evvel Doğu’daki sınırların güvence altına alınması idi. Bu açıdan Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile Orta Doğu’da karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdı. Bunun için Batı ile iş birliği yapılarak Orta Doğu’daki konumunun güçlendirilmesi gerekiyordu. Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, bu yöndeki politikayı açıklarken Meclis’te yaptığı konuşmasında; tarafsızlık politikasını eleştirerek tarafsızlığı zararlı bir politika olarak gösteriyor, bunun sadece Sovyetler Birliği’nin yararına olacağını ileri sürüyordu.17
IV. Menderes Hükûmetinin kurulması üzerine yeni hükûmetin dış siyasetini açıklayan Köprülü: “Harici siyasetimiz şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da müşterek emniyet ve topyekûn sulh esaslarına istinad edecektir. Sulh ve emniyet cephesinin müdafaasını sağlamak üzere dâhil bulunduğumuz paktların gittikçe daha kuvvet bulmasına matuf gayretlerimize hızla devam edeceğiz”18 derken bu yöndeki politik kararlılığı gösteriyordu. Başbakan Menderes ise bu vizyonu genişletmek amacıyla 1955’in Haziran ayında Yakın ve Orta Doğu’daki tüm büyükelçileri Ankara’ya çağırarak onlarla bölgedeki gergin durum hakkında tartışmak istemiştir. Başbakanın bu açılımı modern Türk tarihinde “Bölge Politikası”nın ortaya çıkarılması yönünde atılan ilk adım oluyordu19.
1 Temmuz 1955’te Pakistan’ın katılma kararı alması, 3 Kasım 1955’te de İran’ın katılmasıyla Bağdat Paktı en geniş ölçekteki sınırlarına ulaşıyordu.20 Bu gelişmeler Türkiye’de muhalefet basın tarafından da olumlu karşılanmıştır. Muhalefetin başlıca gazetesi olan Ulus bu gelişmeyi, “Türk- Irak Paktı Kuvvetleniyor, Amerika ve Pakistan da pakta katılacaklar. Bu suretle sarf edilen gayretler iyi sonuç veriyor” haberiyle vermiştir.21
Ancak kuruluş düşüncesinin arkasında temel dinamik olan ABD pakta resmen katılmıyor, pakt üyesi ülkelere yakın duruşuyla bunu gösteriyordu.
ABD’nin bu tutumu, Mısır’ı kışkırtmamak ve İsrail ile özel ilişkilerinde pürüz yaratmama düşüncesinden kaynaklanıyordu. Bununla beraber ABD, Paktın
Bakanlar Konseyine gözlemci olarak katılmış, ayrıca Konseyin 1956 Nisanındaki Tahran toplantısı sırasında Paktın, Ekonomik ve Yıkıcı Eylemlerle Savaşım Komitelerine, 1957 Haziran’ında da Karaçi toplantısı sırasında Askerî Komitesine üye olma kararı almıştır. Böylece ABD, komünizm tehlikesine karşı kurmak istediği Atlantik’ten Pasifik’e uzanan bir savunma zincirinin son halkası olan (1949 NATO-1955 Bağdat Paktı, 1954 Güneydoğu Asya bölgesi için Manila Anlaşması (SEATO) ve Pasifik Bölgesi için 1951 Avustralya-Yeni Zelanda ABD, kısaca ANZUS) grubu da oluşturmuş oluyordu.22
1956’da patlak veren Süveyş krizi, İngiltere’ye yakın bir tutum izleyen Türkiye’nin durumunu, başta Mısır olmak üzere Arap ülkeleri arasında
güçleştirmiştir. Bağdat Paktı’nın kurulmasıyla başlayan Mısır-Sovyet yakınlaşması, bu kriz sırasında İsrail’in İngiltere ve Fransa ile birlikte Mısır’a
saldırısı ile daha üst düzeye çıkmıştır.23 Sıkıntılı geçen bu sürecin ardından Bağdat Paktı ve tüm Orta Doğu politikaları, ABD Başkanı Eisenhower’ın 9
Mart 1957’de ilan ettiği “Eisenhower Doktrini”24 temeline oturmuştur. Türk dış politikasında Orta Doğu’ya ait mevcut temel yaklaşımı derinleştiren bu
doktrin Türk basını tarafından olumlu karşılanmıştır.25 O kadar ki Zafer gazetesinde doktrinin geleceği konusunda; “…Eisenhower Doktrini’nin
doğruluğu veya sakatlığını tarih huzurunda tayin edecek nokta…
Amerika’nın bu planda ve bu hesapta Türkiye Cumhuriyeti’ne vereceği mevki ve ehemmiyet tayin edecektir”26 denilerek Doktrin’in kaderi adeta Türkiye’ye
biçilen role indirgenmiştir.
Diğer taraftan Türkiye’nin Bağdat Paktı içindeki rolü ilerleyen dönemde İngiltere tarafından daha da önemli gösterilmiştir. İngiltere’de yayımlanan ve Zafer gazetesinde bir bölümü iktibas edilen makaleye göre Türkiye’nin bu pakt içindeki konumundan yararlanarak bölgedeki petrolden daha fazla istifade edebileceği belirtilmiştir.27 Bundan dolayı Türkiye sadece doktrini desteklemekle kalmıyor, aynı zamanda Doktrin’i bölgede gerçekleştirmek için hazır olduğunu da açıklıyordu. Türkiye’nin bu tutumu üzerine Eisenhower’in Orta Doğu’ya yolladığı Büyükelçi James P. Richards, 22 Mart 1957’de Ankara’da Menderes ile yaptığı istişare sonucundaki açıklamasında; ABD’nin Bağdat Paktı’nı Orta Doğu’da uluslararası komünizme karşı en güçlü savunma hattını oluşturan bir gruplaşma olarak gördüğünü söylemiş ve Türkiye’nin mevcut olanaklarıyla bu grubun temel unsuru olduğunu belirtmiştir.28 Bu ziyaret Türk basınında Amerika’nın Bağdat Paktı’nın askerî kanadına girmesi şeklinde yorumlanmış ve çok olumlu karşılanmıştır.29
1957’de Sovyetler Birliği ile Suriye arasındaki yakınlaşma Orta Doğu’da yeni gelişmelere sebep olmuştur. Mayıs başlarında yapılan seçimleri solun kazanması, komünist tehlikenin büyümesi olarak algılanmıştır. Başbakan Menderes, 1957 Temmuz’unda verdiği bir demeçte Suriye’deki gelişmelerden kaygı duyduğunu belirtmiştir.30 Kuzeydeki Sovyetler ve batıdaki Bulgaristan’dan sonra güneyde de Sovyet peyki bir ülke tarafından çevrilmesi tehlikesi karşısında Türkiye, Suriye sınırında askerî manevralar yapmış bu durum da Sovyetler Birliği’nin tepkisine yol açmıştır. Sovyetler’in Suriye’ye olan silah satışını hızlandırması gerginliği daha da artırmış ve bunun sonucunda Amerikan 6. Filosu İzmir Limanı’nı ziyaret etmiştir. Daha sonra konunun Birleşmiş Milletler’de görüşülmesiyle bir yumuşama dönemine girilmiş, 1958 yılı Şubat başında Mısır ile Suriye’nin birleşmeleri ortamı daha da normalleştirmiştir. Türkiye; B.A.C. (Birleşik Arap Cumhuriyeti) adını alan yeni devleti 11 Mart’ta resmen tanımış böylece Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkilerde bir sayfa kapanmıştır.
Suriye buhranının atlatılmasıyla ABD, Pakt içindeki etkinliğini artırmış ve Dışişleri Bakanı Dulles’in 23 Ocak’taki Pakt’ın Ankara’daki toplantısında yaptığı
değerlendirme, ABD’nin Bağdat Paktı’na resmen üyeliği şeklinde nitelendirilmiş tir. Bu şekilde ABD’nin Orta Doğu’ya girişi, Suriye buhranından sonra daha kesin bir görünüm kazanmış oluyordu.
14 Temmuz 1958’de Irak’ta gerçekleştirilen askerî darbe Bağdat Paktı açısından sonun başlangıcı oldu. Aynı tarihte İstanbul’da gerçekleştirilecek Bağdat Paktı’nın “İslam ülkeleri” başbakanlarının katılacakları zirve konferansı sırasında meydana gelen bu darbe Türkiye’de de büyük tedirginlik yaratmıştır. Başbakan Menderes’in en yakın dış politika müttefiklerinden olan Irak Kralı Faysal ve Başbakan Nuri Es Said’in bu darbe ile öldürülmeleri Türk hükûmetini büyük bir şaşkınlığa düşürmüştür. Bu darbeden sonra ilk defa Türk dış politikasında iktidar ile muhalefet arasında ayrışma olmaya başlamıştır. Bu aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı’ndan beri devam eden bî-partizan dış politikanın sonu anlamına geliyordu. Türk hükûmeti 31 Temmuz’da Irak’taki yeni yönetimi tanıdıysa da yeni Irak yönetimi 24 Mart 1959’da Bağdat Paktı’ndan ayrılıyordu. Kurucu iki isimden biri olan Irak’ın bu teşkilattan ayrılmasıyla pakt, CENTO (Central Treaty Organization)= (Merkezi İş Birliği Teşkilatı) adını aldı. Türkiye’nin CENTO
içindeki Orta Doğu politikası ise 1960’larda başlayan “Detente” (yumuşama) dönemine paralel bir çizgide devam etmiş ve 1979 yılında önce İran’ın 11
Mart’ta, Pakistan’ın 12 Mart’ta ve ardından da Türkiye’nin 16 Mart’ta bu teşkilattan ayrılmasıyla CENTO dönemi de sona ermiştir.
Bağdat Paktı’nın Türk Dış Politikası Açısından Sonuçları
Bağdat Paktı Türk dış politikası ve Türk-Amerikan ilişkileri açısından önemli sonuçlar doğurmuştur. Her şeyden önce pakt içinde, İngiltere’nin de
bulunması Arap milliyetçiliğinin düşmanlığını çekmiştir. Orta Doğu’da izlenen bu aktif politika Arap dünyasında Sovyet yanlısı Pan-Arap ve Baasçı
rejimlerin tepkisine yol açtı. Nasır’ın gözünde bu pakt Arap dünyasını parçalamış ve birleşme yolundaki çabalara engel olmuştur. Diplomaside Londra, Ankara ve Bağdat ekseninin güçlenmesi Mısır ve Suriye’yi rahatsız etmiş ve bu ülkelerin Sovyetler Birliği’ne yaklaşmasına sebep olmuştur. Bu ülkeler Bağdat Paktı’nı Batı emperyalizminin bir vasıtası, İsrail’e hizmet eden bir alet olarak görmüşlerdir. Bundan dolayı pakt Arap dünyasının önemli bir bölümünün desteğinden mahrum kaldı. Arap dünyasındaki muhalefet karşısında ABD’nin pakta girememesi paktın ikinci büyük zaafı olmuştur. Bunun sonucunda da Pakt, gerçekleştirmek istediği hedefler karşısında çok zayıf temeller üzerine kurulmuş garip bir bina oluyor du.31 Sovyetler Birliği ise paktı, Orta Doğu’da zayıflayan İngiliz etkisinin yerine Amerikan gücünün perdeli bir şekilde geçmesi olarak görmüş ve cephe almıştır. Uzun yıllar Batılı ülkelerin politik tekelinde bulunan Orta Doğu, Pakt etkisiyle Sovyetler Birliği’nin de devreye girmesiyle yeni bir görünüm kazanmış oluyordu. Bu yönüyle pakt amacın ve beklenilenin tam tersini vermiş, Orta Doğu’yu emperyalist devletlerin bir çatışma alanına dönüştürerek soğuk savaşı derinleştirici bir etki yapmıştır. Genel olarak paktın gerek Arap devletlerinde ve gerek İsrail’de yarattığı huzursuzluk Türkiye ve ortaklarının, Londra ve Washington’un politikalarına alet olduğu kanısının giderek yaygınlaşmasına yol açmış ve Orta Doğu’da zamanımıza kadar gelecek uluslararası ve çatışmaları besleyen önemli bir kaynak olmuştur.
DP hükûmetinin 1950’ler boyunca izlediği Orta Doğu politikası içinde ele alındığında Bağdat Paktı’nın belirgin bir kazanç sağlamadığı söylenebilir.
Tüm çabalara rağmen Bağdat Paktı, Arap desteğini kazanamadığı gibi Sovyetlerin bölgedeki popülaritesinin artmasını engelleyemedi. Bunun da
ötesinde, Türkiye’nin Arapları pakta katılmaya ikna etmek için takındığı ısrarcı tavır da Araplar arasında büyük tepki yaratarak Türkiye ile Arap dünyası arasındaki ilişkilerde uzun vadeli bir soğukluğa neden oldu.32
Türk dış politikası açısından başta ABD olmak üzere İngiltere’nin de etkisiyle paktın kurulmasında önemli rol oynayan Türkiye, gösterdiği bu etkinliğin karşılığını göremediği gibi tam tersine büyük sorunlarla karşılaşmıştır. Bu süreçte yaşanan gelişmeler Türk dış politikasını kötü yönde etkilemiştir. Mısır ve Suriye ile ilişkilerin gerginleşmesi, Bandung Konferansı’nda (18 Nisan 1955) Türkiye’nin tutumunun eleştirilmesi ve yukarıda belirttiğimiz SSCB’nin Orta Doğu’ya girmesi bunlardan başlıcalarıdır.33
Türkiye’nin Bağdat Paktı’nın kurulmasından sonra izlediği dış politikanın temeli, çok işlenmiş olan komünizm tehlikesine karşı bir tedbir almak ve bölgede önderliğe oynamak yanında ve belki bunlardan da önemli olarak Mısır’ı uluslararası politikada yalnız bırakarak “olumlu tarafsızlık” politikasının o günkü koşullarda geçersizliğini ispatlamak olmuştur. Bandung Konferansı’nda Türkiye, bunu anlatmaya çalışmış; ancak inandırıcı
bulunamamıştır.
Bağdat Paktı, zaten köksüz doğmuş olan Balkan İttifakı’nın da ortadan kalkmasına yol açmıştır. Mareşal Tito, Bağdat Paktı’na şiddetle karşı çıkmış
ve paktın bölgede parçalanmaktan başka bir işe yaramayacağını ileri sürmüştür.34
Kuruluş aşmasında ve 1958’deki Irak ihtilaline kadar olan dönemde Türkiye’nin Bağdat Paktı eksenindeki Orta Doğu politikaları, meclis içindeki
siyasal muhalefet ve basın olmak üzere tam bir konsensüs içinde olumlu görülerek desteklenmiştir. İlginç olarak sonraki dönemlerde dış politika
yazarları ve tarihçilerin hemen hepsi ise bu dönem politikalarını eleştirmişler ve adeta bu dönemi tarihsel bir yanılgı olarak değerlendirmişlerdir. Hatta bu
konuda; o dönemde İran’la pakt içinde sağlanan birlikteliğin (günümüz Türk dış politikasına da ışık tutacak şekilde) yararından söz edilirken Türkiye’nin
sömürgeci devletlerin bölgedeki stratejik ortağı olması yoluyla anti sömürgeci söylemi ve politikaları konusunda itibar kaybettiği şeklindeki çelişkili bakış
açıları içeren görüşler de mevcuttur35.
Bu bakımdan uluslararası ilişkilerde politikaları belirlerken tarihsel açıdan daha geniş perspektifli ve uzun vadeli bir yaklaşım içinde hareket
edilmesi gereği ortaya çıkmaktadır. Yaşanılan dönemde doğru, yararlı ve başarılı gibi görülen politika uygulamaları tarihselleştiğinde ise farklı anlamlar
kazanabilmektedir. Bu noktada konjonktür ile reel-politik arasında sıkışıp kalmamak için ilkesel yaklaşım gereği kendiliğinden ön plana çıkmaktadır.
Sözü edilen ilkesel yaklaşımın esasları ve bu yöndeki uygulama örnekleri ise Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinde ve Atatürk döneminde görülmektedir.
254 EK;
Türkiye İle Irak Arasındaki Karşılıklı İş Birliği Anlaşması 1 (Bağdat Paktı)
1 Düstur; III. Tertip, C. 36, s. 422-425. Ayın Tarihi; Şubat 1955, s. 185-188.
(Treaty of Mutual Coorperation Between Turkey and Irak)
Türkiye ile Irak arasındaki dostluk ve kardeşlik ilişkilerinin sürekli olarak gelişme içinde bulunması nedeniyle ve iki ülke arasındaki barış ve güvenliğin bütün dünya uluslarının, özellikle Orta Doğu uluslarının barış ve güvenliğinin ayrılmaz bir parçasını oluşturduğunu kabul ederek ve Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ile Majeste Irak Kralı arasında Ankara’da 29 Mart 1946’da Bağıtlanan Dostluk ve İyi Komşuluk Anlaşması’nı bütünlemek amacıyla hareket ederek ve bunun her iki ülkenin dış politikalarının temelini oluşturduğuna inanarak.
Bundan başka, Arap Birliği Devletleri arasındaki Ortak Güvenlik ve Ekonomik İş birliği Anlaşmasının 11.Maddesinde, Anlaşmanın herhangi bir hükmünün bağıtlı tarafların Birleşmiş Milletler Anayasası’ndan doğan hak ve yükümlülüklerinden hiçbirini herhangi bir biçimde zedelemeyeceği ya da onları etkilemeyeceği yazılı olduğundan, Bu iş birliğinin Ve Birleşmiş Milletler Yasasının 51. Maddesi uyarınca uygun önlemlerin alınmasını gerektiren Orta Doğu bölgesinin barış ve güvenliğinin korunması yolunda BM üyesi sıfatıyla üstlendikleri büyük sorumlulukların bilinci içinde olarak, gerçekleşmesi için almağı kararlaştıracakları önlemler arasında özel anlaşma konusu olabilir.
Türkiye ve Irak, bu amaçların gerçekleşmesi için, bir Anlaşma bağıtlamak gereğine inanmışlar ve bunun için aşağıda adları yazılı tam yetkili temsilcileri atamışlardır.
Ekselans Celal Bayar, Türkiye Cumhurbaşkanı:
Başbakan Adnan Menderes,
Dışişleri Bakanı Ekselans Prof. Fuat Köprülü
Majeste II. Faysal, Irak Kralı:
Başbakan Ekselans Nuri Es Said
Dışişleri Bakanı Ekselans Burhanettin Başayan
Temsilciler yönetime uygun yetki belgelerini sunduktan sonra aşağıdaki hükümleri kararlaştırmışlardır:
Madde 1
Bağıtlı Taraflar, güvenlik ve savunmaları için BM Yasasının 51. Maddesine uygun bir biçimde iş birliği yapacaklardır.
Madde 2
İşbu Anlaşma yürürlüğe girer girmez Bağıtlı Yüksek Tarafların yetkili makamları 1. Maddede öngörülen iş birliğinin gerçekleşmesi ve uygulanmasını sağlamak üzere,
alınması gereken önlemleri belirleyip saptayacaklardır. Bu önlemler Bağıtlı Tarafların Hükûmetlerince onaylanınca derhâl yürürlüğe girmiş sayılacaktır.
Madde 3
Bağıtlı Yüksek Taraflar birbirlerini iç işlerine herhangi bir biçimde karışmamağı yükümlenirler. Taraflar, arasında çıkacak bütün anlaşmazlıkları BM Yasası gereğince barışçı yollardan çözeceklerdir.
Madde 4
Bağıtlı Yüksek Taraflar, bu Anlaşma hükümlerinin, içlerinden bir tarafından üçüncü bir devlet ta da devletlerle üstlenilen uluslararası yükümlülüklerden hiçbirisi ile çelişmediğini açıklarlar. Bu hükümler Bağıtlı Tarafların yukarıda anılan uluslararası yükümlülüklerine aykırı değildir ve söz konusu yükümlülük lere aykırı biçimde de yorumlanamaz. Bağıtlı Yüksek Taraflar işbu Anlaşma ile bağdaşmayan herhangi bir uluslararası yükümlülük üstlenme meyi yükümlenirler.
Madde 5
İşbu Anlaşma Arap Birliği üyesi devletlerden herhangi birisinin ya da bu bölgenin güvenlik ve barışı ile aktif biçimde ilgili olan taraflarca kesinlikle tanınan herhangi bir devletin katılmasına açık bulunacaktır. Katılma belgesinin ilgili devlet tarafından Irak Dışişleri Bakanlığına sunulmasıyla katılma gerçekleşmiş sayılır. İşbu Anlaşmaya katılan herhangi bir devlet, Anlaşmaya taraf olan bir ya da daha çok devletlerle 1. Madde uyarınca özel anlaşmalar yapabilir.
Katılan devletin yetkili makamı 2. Maddeye göre önlemleri belirleyip saptayabilir. Bu önlemler ilgili Tarafların Hükûmetlerince onanır onanmaz yürürlüğe girmiş sayılır.
Madde 6
Bağıtların sayısı en az dördü bulunca Anlaşmayı ilgilendiren amaçlar çerçevesinde çalışmak üzere Bakanlar seviyesinde bir Sürekli Konsey
kurulacaktır. Konsey çalışma yöntemlerini kendisi saptar.
Madde 7
Bu Anlaşma, beşer yıllık sürelerle yenilenebilmek üzere beş yıl için geçerlidir. Tarafların herhangi biri işbu Anlaşmaya son vermek isteğinde bulunduğunu öbür taraflara yazılı olarak yukarıda öngörülen sürelerden herhangi birinin sona ermesinden 6 ay önce bildirmekle bu Anlaşmadan çekilebilir. Bu durumda Anlaşma öbür taraflar için yürürlükte kalır.
Madde 8
İşbu Anlaşma Bağıtlı Taraflarca onaylanacak ve belgeleri en kısa zamanda Ankara’da verişilecektir. Anlaşma onay belgelerinin verişimi gününden başlayarak yürürlüğe girecektir.
Yukarıdaki hükümleri kabul ederek, adları geçen yetkili Temsilciler işbu Anlaşmayı, her üç metin de aynı düzeyde geçerli olmak üzere ve anlaşmazlık durumunda İngilizce metin geçerli sayılmak üzere, Türkçe, Arapça ve İngilizce olarak imza etmişlerdir.
İki örnek olarak Bağdat’da 1374 Hicri yılının 2 Recep günü (24 Şubat 1955) Perşembe günü yapılmıştır.
Türkiye Cumhurbaşkanı adına
Adnan Menderes
Fuat Köprülü
Irak Kralı adına
Nuri Es Said
Burhanettin Başayan
DİPNOTLAR;
1 İhsan Dağı, Orta Doğu’da İslam ve Siyaset, Boyut Kitapları, İstanbul 1998, s. 164.
2 17 Temmuz - 2 Ağustos 1945’de Potsdam’da Stalin tarafından dile getirilen; Boğazlarda üs, Kars ve Ardahan bölgelerinin Sovyetlere geri verilmesini içeren istekler.
Fahir Armaoğlu; 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi 1914-1980, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ankara, 1983, s. 403-430.
3 Ömer Kürkçüoğlu; Türkiye’nin Arap Orta Doğusu’na Karşı Politikası (1945-1970), AÜSBF Yay., Sevinç Matbaası, Ankara, 1972, s. 11-12.
4 Kuruluşundan bu yana Türk dış politikasının güvenlik açısından ana mihverini oluşturan bu ittifaka Türkiye’nin girmesini etkileyen unsurlar için bk.
Oral Sander; Türk-Amerikan İlişkileri 1947-1964, AÜ SBF Yay. Ankara, 1979, s. 62-67.
5 Haluk Ülman-Oral Sander; “Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler II, 1923-1968”, AÜSBF Dergisi, C. 27, nu. 1 (Mart 1972), s. 7-8.
6 28 Şubat 1953’te Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında Ankara’da imzalanan 10 maddeden oluşan bir iş birliği anlaşması.
7 Sander; s. 131.
8 Hüseyin Bağcı; Demokrat Parti Dönemi Dış Politikası, İmge Yay., Ankara, 1990, s. 67.
9 İsmail Soysal; Türkiye’nin Uluslararası Siyasal Bağıtları (1945-1990), TTK Yay., Ankara, 1991, s. 489-490. Anlaşmanın tam metni için bk: Ek 1.
10 TBMM Zabıt Ceridesi; Devre X, C. 5, İçtima 1, s. 807-810.
11 TBMMZC; D.X, C. 5, s. 811.
12 TBMMZC; D.X, C. 5., s. 812.
13 Falih Rıfkı Atay; “Bağdad’ta İmzalanan Pakt”, Dünya, 26 Şubat 1955.
14 Ahmet Emin Yalman; “Şerre Karşı Maç, Vatan, 27 Şubat 1955.
15 Nadir Nadi; “Bağdat Paktı”, Cumhuriyet, 27 Şubat 1955.
16 Bağcı; s. 69.
17 TBMMZC; D.X, C. 5, s. 810.
18 Kemal Girgin; T.C. Hükûmetleri Programlarında Dış Politikamız (70 Yılın Panoraması) 1923- 1993, Ankara, 1993, s. 29.
19 Hüseyin Bağcı; “Demokrat Partinin Orta Doğu Politikası”, Der: Faruk Sönmezoğlu, Türk Dış Politikasının Analizi, Der Yay. İstanbul, 2001, s. 114.
20 Mehmet Gönlübol-Haluk Ülman ve diğerleri; Olaylarla Türk Dış Politikası, C. 1, (1919-1973), AÜSBF Yay., Ankara, 1987, s. 265.
21 Ulus; 2 Temmuz 1955. Pakistan 23 Eylülde bu pakta resmen katılmıştır.
22 Soysal; s. 490.
23 İsmail Soysal; “Türk-Arap İlişkileri (1918-1997)”, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç Sempozyum Bildirileri, TTK Yay. Ankara, 1999, s. 519.
24 Eisenhower Doktrini, ABD’nin Orta Doğu’da giderek artma eğilimi gösteren Sovyet etkisine karşı özellikle Bağdat Paktı üyesi ülkeleri ve genel olarak
Orta Doğu’nun bütününü korumak amacıyla bu bölgenin askerî ve ekonomik yönlerden güçlendirilmesini öngören jeopolitik yaklaşımını ifade eder.
Bu konularda başkanın yetkili kılınmasını öngörür. Türk Dış Politikası, Ed: Baskın Oran, C. 1, İletişim Yay., İstanbul,2002, s. 566.
25 Feroz Ahmad; Demokrasi Sürecinde Türkiye, Hil Yayın, İstanbul, 1996, s. 397.
26 Zafer; 4 Ocak 1957.
27 Zafer; 6 Ağustos 1957.
28 Sander; s.154.
29 Havadis; “Amerika Bağdat Paktı’na Girdi”, 24 Mart 1957; Zafer, “Parantez Kapanmıştır”, 27 Mart 1957. Hüseyin Cahit Yalçın; “Orta Doğu’da Emniyet”,
Ulus, 28 Mart 1957.
30 Zafer; 25 Temmuz 1957.
31 Armaoğlu; s. 527.
32 Ayşegül Sever; Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Batı ve Orta Doğu 1945-1958, Boyut Kitapları, İstanbul, 1997, s. 259.
33 Kürkçüoğlu; s. 73-80.
34 Sander; s. 133.
35 Ahmet Davudoğlu; Stratejik Derinlik, Küre Yay., İstanbul, 2001, s. 354, 410.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder