ARAP - İSRAİL ANLAŞMAZLIĞININ BÖLGENİN GÜVENLİĞİNE VE GELECEĞİNE ETKİLERİ.,
BÖLÜM 2
Süveyş Krizi, Orta Doğu’da ve Suriye’de Gelişmeler
Ateşkes anlaşmasına taraflarca zaman zaman uyulmuyordu. Özellikle Araplar o günkü siyasi coğrafyayı ve İsrail’den kaçan 800.000 civarındaki Arap mültecileri kabul edebilecek durumda değillerdi. Nüfusu aşırı derecede artış gösteren ve bu durumuyla genişleme eğilimi görünen İsrail’le Araplar arasında bir “rövanş savaşı” kaçınılmaz görünüyordu.21 İsrail’in kurularak ayaklarının üzerinde sağlamca yere basması, bölgedeki Arap rejimlerinin ağırlıklarını kaybetmelerine ve politikaların daha radikal hâle gelmesine yol açmıştı. Suriye’de peş peşe askerî darbe ve ihtilallerin yaşanması buna en önemli örnektir. 1952’de ise Mısır’da genç subaylar iktidara gelmiş, biraz geç de olsa Irak’ta 1958’de krallık rejimi devrilmişti.22
Suriye, Shukri el-Quwatli’nin23 cumhurbaşkanlığı altında iken 1949 yılı içinde üst üste üç darbeye sahne olmuştu. Darbelerden ilkini General Hüsni el-Zaim yapmış, onu General Sami el-Hinnavi ve onu da General Edib el- Shishakli24 izlemişti. El-Shishakli’nin doğum yeri Hama’dan gelen birçok subay, askerî hiyerarşi içinde hızla yükselmişlerdi. General el-Shishakli, iktidarı sırasında sayısız yeni kuralı uygulamaya koymuştu. Kürtler,
Süryaniler, Ermeniler, Aleviler ve Hristiyanlar bir dizi kararname ile taciz edilmişlerdi.25
1949'da Arap-İsrail Savaşlarından Arapların yenik çıkması üzerine, Suriye’de görülen ihtilaller Lübnan’da da çıkartılmak istenmiş; ancak Lübnan’daki “Suriye Ulusal Partisi26”nin ön ayak olduğu ihtilal girişimi Bishara el-Huri tarafından bastırılmış, darbeye yeltenen liderler idam edilmişti. Huri, bununla da kalmamış, Falanjist (Kataib) ve Najida gibi milis örgütlere baskı yapmaya başlamış, bunun üzerine bu örgütlerin bağlı olduğu siyasi partiler de Huri yönetimine karşı sert muhalefete başlamıştı. Hele de 1951 yılındaki seçimlerden sonra muhalefet liderleri birbirlerine daha da yaklaşmıştı. Kamil Chamoun’un liderliğindeki muhalefete Pier Edde ile Şuf Dürzilerinin güçlü lideri Kemal Canbolat da dâhil olmuştu. Canbolat, 1949 yılında Dürzi tabanına dayanan “İlerici Sosyalist Parti”yi kurmuş, Suriye Ulusal Partisi de Canbolat’ın yanında yer almıştı. Bu partinin de desteğini alan Chamoun, milis kuvvetlerinin de desteği ile “Sosyalist Cephe” adı altında güçlü bir muhalefetin lideri olmuştu. Sonuçta, Huri’nin Başbakanı Riyad es-Sulh bir suikastle katledilmiş, yerini dolduracak biri bulunamayınca Huri 18 Eylül 1952’de istifa etmiş, yerine 23 Eylül 1952’de Kamil Chamoun Cumhur başkanı seçilmişti. Ancak Dürzi Lider Kemal Canbolat, bu kez en şiddetli muhalif lider hâline gelmişti.27
1952 yılı içinde Mısır’da ihtilal çıkmış, Yahudilere karşı savaşa fiilen katılmış olan Cemal Abdülnasır’ın liderliğinde, kraliyete son verilmişti. Mısır, 1955 yılından itibaren Sovyetler Birliği ile ilişkilerini geliştirmeye başlamış, bunu 1956 yılı içinde Çin Halk Cumhuriyeti ve Doğu Bloku ülkelerle ilişkiler izlemişti. ABD dâhil Batılı ülkelerin baskılarını üstünde hisseden Mısır, ABD’ce Assuan Barajı için taahhüt edilen kredinin verilmeyeceğinin söylenmesi üzerine, 26 Temmuz 1956’da Süveyş Kanalı’nın millîleştirildiğini ilan etmiş ve Süveyş Krizi ortaya çıkmıştı. Bu karardan üç gün sonra ABD, İngiltere ve Fransa bir konferans yapmayı kararlaştırdı. İçlerinde Türkiye’nin de bulunduğu 22 ülke 16 Ağustos 1956’da Londra’da toplandı. Görüşmeler ABD Dışişleri Bakanı Dulles’in hazırladığı plan üzerinde yürütülmüştü. Bu planda, Süveyş Kanalı içlerinde Mısır’ın da bulunduğu uluslararası bir kuruluşça yönetilecek; ancak 1888 yılından beri uygulanan şekilde “hiçbir sınırlandırmaya tabi tutulmadan” serbestçe kullanılacaktı. Mısır için de makul ölçüde gelir getirmesi sağlanacaktı. Süveyş Kanalı Şirketi’ne de adilane bir tazminat verilecekti. Bu plana Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Şepilov,
“ Sömürgeci nitelik taşıdığı”nı ifadeyle, “Kanalın millîleştirilmesi konusunun Mısır’ın egemenlik hakkı çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini,” ileri
sürmüş ve bunun için de daha geniş katılımlı bir konferans yapılmasını talep etmişti. Konferansın ardından Mısır’la yapılan görüşmelerden sonuç alınama mıştı. Bunun üzerine Dulles Planı’nı kabul eden 18 ülkenin temsilcileriyle 19-21 Eylül 1956 tarihlerinde ikinci bir Londra konferansı toplandı. Bu konferans sırasında da ilk konferanstaki kararlar tekrar onaylandı; ayrıca da Mısır Hükûmeti ile iş birliği içinde çalışacak, içinde Türkiye’nin de bulunduğu “Süveyş Kanalı’nı Kullananlar Birliği” adı altında bir kuruluş oluşturuldu. Konferansı takiben İngiltere konuyu BM’ye götürdü. Ancak BM Güvenlik Konseyi de bir çözüm üretemedi. 29 Ekim 1956’da İsrail, Mısır’a saldırarak savaşı başlattı. Ertesi gün de İngiltere ve Fransa Mısır’a birer ültimatom vererek savaşı sona erdirmesini ve Kanal’la ilgili bazı kısıtlamalar yapılmasını istedi. Mısır, ültimatomu kabul etmeyince Kıbrıs’ta bulunan İngiliz ve Fransız kuvvetleri Mısır’a karşı saldırıya geçti. Bu durum büyük yankı yarattı ve ABD ile Sovyetler Birliği iki ülkeyi de saldırgan olmakla suçladı. Uluslararası baskılar karşısında İngiltere ile Fransa 3 Aralık’ta Mısır’dan çekileceklerini bildirdiler. İsrail, işgal etmiş olduğu Sina Yarımadası’ndan geri çekilirken Süveyş Kanalı da millîleştiriliyordu.28
Süveyş Krizi Sonrası Suriye-Mısır Yakınlaşması, Lübnan’a ABD Çıkarması Cemal Abdülnasır’ın Mısır’da iktidara gelmesi ile tüm Arap ülkelerinde bir “Nasırcılık” akımı baş göstermeye başlamıştı, bundan en çok etkilenen ülkelerden biri de Suriye idi. Nasırcılık, Orta Doğu’daki kitlelerin duygularını söylemlerle harekete geçirmekte becerikli idi. MAH kısa adıyla bilinen, Milliyetçi Arap Hareketi, Mısır’da bölgesel bir örgüt dahi kuramazken Suriye, Lübnan, Irak ve Ürdün’de oldukça aktifti.29
6 Ağustos 1957’de Sovyetler ile Suriye arasında ekonomik ve teknik yardım anlaşması imzalandı. 17 Ağustos’ta Suriye Silahlı Kuvvetlerinde büyük bir ayıklama hareketi başlatıldı. Genelkurmay Başkanlığına “komünist eğilimli” Albay Afif Bizri getirildi. Süveyş Krizi ile birlikte Nasır’ın yıldızı daha da parlamış, hatta Nasır bir “Arap Kahramanı” olarak anılmaya başlanmıştı. Mısır’ın yaptıklarından etkilenen Lübnanlılar Tripoli’deki petrol boru hattını kapatmış, Suriyeliler ise “Iraq Petroleum Company”nin petrol boru hatlarını havaya uçurmuşlardı. Amerikan petrol şirketi ARAMCO ise bu olanlardan zarar görmemişti. Nasır’dan çok etkilendiği belli olan Ürdün Hükûmeti, genç Kral Hüseyin tarafından, Nisan 1957’de değişiklik yapılmasına neden olmuştu. Kral Hüseyin, Başbakanını ve Genelkurmay Başkanını yönetimden uzaklaştırarak dedesi Kral Abdullah devrindekine benzer bir hükûmet kurmuştu. Şubat 1958’de Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kurulduğu ilan edildi.
Diğer Arap ülkeleri de bu yeni “Birleşik Arap Devletleri” adı altında oluşturulması düşünülen daha geniş katılımlı birliğe girmeye davet edildi.
Yemen, diğer Arap ülkelerinden bağımsız olarak bu birliğe girmek için karar verdi. 14 Şubat’ta bu kez Irak ve Ürdün de bu yeni Birleşik Arap Cumhuriyeti
çatısı altında toplanmaya karar verdi. 30
Suriye’deki Baasçılar, Mısır’la birleşme için gereken zemini hazırlamış, Nasır’ın koruyuculuğu altında Suriye’de iktidarı ellerinde tutmayı başarmışlardı. Öte yandan Nasır ise Baasçılara yönetimi tekellerinde tutma izni vermeyi düşünmüyordu. Bunun için en yakın arkadaşlarından Abdülkerim Amir’i Ekim 1959’da Suriye’ye vali olarak atadı. Birleşik Arap Cumhuriyeti Hükûmeti, gittikçe Kahire merkezli bir hâl almaya başlamış, böyle olunca muhalefetin tüm unsurları, aslında Arap milliyetçiliğini savunmakla ve kurucusu olmakla övünmekle birlikte Mısır karşısında ikinci sıraya geçmeyi hazmedememeye başlamışlardı. Bunun sonucu, 28 Eylül 1961’de birkaç subay ayaklanarak kısa bir süre içinde ülkenin yönetimini ele geçirdi ve “Birleşik Arap Cumhuriyeti”nin sonunu getirdi. Yeni yönetimi ilk tanıyan ise Nasır karşıtı olarak bilinen Ürdün Kralı Hüseyin idi.31 Suriye’de ihtilalci askerler hükûmeti kurmuş, Başbakanlığa Maamun Kuzbari’yi, İşişleri Bakanlığı’na Dr. Adnan Quwatli’yi, Maliye Bakanlığı’na da Leon Zamariya’yı getirmişlerdi. Aralık 1961’de yapılan genel seçimler sonunda muhafazakârlar 155 sandalyeden 86’sını almayı başarmıştı. Sol grup 16, “Bağımsızlar” da 53 milletvekili çıkarmıştı. Shaab Partisinin lideri Nazem el-Qudsi, aynı ayın ortalarında Suriye Devlet Başkanı olarak seçilirken Maruf Dawalibi de Başbakanlığa getirildi.32
Lübnan’da da 1958 yılı başlarında Mısır Arap Cumhuriyeti ile birleşme yanlıları artmaya başlamıştı. Hatta 28 Mart 1958’de bir grup Lübnanlı Müslüman, Sur’da bir Lübnan bayrağını yakarak “Lübnanlılık yerine Arap milliyetçiliği” fikrine olan eğilimi işaret ediyorlardı. 8 Mayıs’tan itibaren ülkede etnik kökenli isyanlar çıkartılmaya, siyasi maksatlı cinayetlerde artış görülmeye başlandı. Suriye sınırında 12 Mayıs’ta beş Lübnanlı Hristiyan muhafız Suriyeliler tarafından öldürüldü. Ardından ayaklanma tüm ülkeye yayılınca hükûmet de olayların sorumlusu olarak Mısır’ı BM Güvenlik Konseyine şikayet etmişti. BM’nin çabaları da sonuç vermeyince Lübnan Devlet Başkanı Kamil Chamoun, 14 Haziran 1958’de Washington (Vaşington)a bir mesaj göndererek “ABD’nin 48 saat içinde Lübnan’a yardım etmemesi hâlinde Batı yanlısı Chamoun’un iktidarının devrilebileceğini” bildirmişti. Bunun üzerine ABD’nin 6. Filosu 15 Temmuz’da 15 bin kişilik bir kuvveti Lübnan’a çıkartarak Hristiyan yönetiminin yardımına koşmuştu. 22 Eylül’de görev süresi sona eren Chamoun’un yerine, Ordu Komutanı Fuad
Şihab Cumhurbaşkanı olarak seçilmişti. Bu yeni durum içinde Arap milliyetçiliğini savunanlar ise genellikle Filistinli göçmen Araplar olup taşkınlık yapmamaları için iskân edildikleri bölgede sıkı polisiye önlemler alınmıştı.33
28 Eylül 1961’de Suriyeli Hür Subayların darbesinde Şamlı Sünni subaylar öne çıkmış, Yarbay Abdül Kerim el-Nahlavi liderliğinde ve Ayrılıkçı Dönem34 adıyla bilinen dönemde güçlerinin doruğuna ulaşmışlardı. Nahlavi 1962’de yeni bir darbe girişiminde bulunmuş; ancak başarılı olamayınca yandaşları ile birlikte sınır dışı edilmişti. 8 Mart 1963’te bu kez de “Baasçı”, Nasırcı ve Birlik yanlısı bağımsız subaylardan oluşan koalisyon, “ayrılıkçı rejimi” devirdi. Bu darbeyle Suriyeli subaylar içinde Sünnilerin aleyhinde gelişme kaydedilmişti. Bunun nedeni, Baas yanlısı askerî liderlerin elde edilen iktidar konumunu hızlı bir şekilde sağlamlaştırmak için kendileri ile aynı aileden, aşiretten veya bölgeden olan çok sayıda subay ve astsubayı göreve çağırmış olmalarıydı. Bunların çoğunluğu da Alevi, Dürzi ve İsmailiye kökenliydiler.35
1958 Irak darbesi sonrasında, olayların Ürdün’e de sıçramaması için Ürdün Kralı Hüseyin ABD ve İngiltere’den yardım istemişti. 17-18 Temmuz 1958 tarihlerinde İngiltere, Kıbrıs’taki bazı kuvvetlerini Ürdün’e intikal ettirmişti. ABD ise indirme harekâtına destek vermişti. Öte yandan, Suriye’nin de bir parçasını oluşturduğu BAC, Ürdün’ün iç işlerine karışıyordu. Ürdün, bu durumu BM’ye bildirmiş, BAC’yi şikâyet etmiş ve BAC ile diplomatik ilişkilerini kesmişti.
Filistinli Araplar ve 1967 Arap -İsrail Savaşları (Altı Gün Savaşları)
“Nasırcılık” Suriye’de dâhil Arap hükûmetlerinin nazarında bir “kâbus” olarak var olmaya devam etmişti. Bu yüzden 1962’de Ürdün, Suriye, Suudi Arabistan ve Irak’ın liderleri değişik açılardan Nasır’a saldırıyorlardı. Burada Suriye’nin eleştiri okları, BAC döneminde, “Nasır’ın diktatörce davranmış olması” üzerinde yoğunlaşıyordu. Ağustos 1962’de Lübnan’da yapılan bir “Arap Birliği Toplantısı”nda Suriyeli heyetin Mısır’la ilgili şikayetlerini ağır bir dille eleştirmeleri üzerine Nasır, toplantıdaki temsilcilerini çekmiş, Arap Birliği’nden de ayrıldığını açıklamıştı.36
Suriye’de 8 Mart 1963’te Baas Partisi, askerî yönetimin yardımı ile iktidara geldi. General Louai el-Atassi Devlet Başkanı, Baas Partisi ile Devrim Konseyi lideri Saleh el-Bitar da başbakan olmuştu. Bu bir askerî rejim olduğu için herhangi bir parlamentoya da ihtiyaç duyulmamıştı. Baas’ın Suriye’de darbe ile iktidara gelişinden bir ay önce de Irak Baas Partisi iktidara gelmişti. Bağdat, Şam ve Kahire’deki üç yönetim de Arap Birliği ve sosyalizm söylemleri ile yola çıkmış görünüyorlardı.37 Ancak gelişmeler bu üç ülke arasında derin çıkar ve fikir ayrılıkları olduğunu gösteriyordu.38 Bu arada aslında 1960’lı yıllarda baş gösteren sosyalist ve devrimci hareket, bir bakıma Arap milliyetçiliğinin krize girip zayıflamakta olduğunu da işaret ediyordu. Sosyalist kanat, Baas Partisi ve MAH gibi, milliyetçi örgütler içinde bu kriz kendini göstermiş ve merkezle ilişkilerini koparmıştı.39 Suriye’de 23 Şubat 1966’da Salah Cedid40 liderliğindeki yeni Baasçılar, bir darbe ile Yasin el-Hafız ve Bitar idaresindeki yönetime el koydular. Ancak bu yeni iktidar değişikliği de çözüm olamamış, Yeni Baasçılar içinde de görüş ayrılıkları su yüzüne çıkmaya başlamıştı.41
1963’te Irak’ta, Baasçılar Abdülkerim Kasım’ı bir darbe ile devirmiş, Nasır’ın arkadaşı Abdülselam Araf Cumhurbaşkanı olmuştu. Bir ay sonra da Suriye’de Baasçıların iktidarı ele geçirmesiyle her iki ülkenin Baasçı yeni rejimleri “Yeni Arap Birliği Hareketi”ni desteklediklerini açıklamışlardı. Mayıs 1964 içinde Sovyet mali ve teknik desteğiyle Nil Nehri üzerindeki Assuan Barajı’nın hizmete sokulması ve bu açılışa Sovyetler Birliği Genel Sekreteri Kruşçef’in katılması, Nasır’a sadece Mısır’da değil, tüm Arap dünyasında ve Afrika kıtasında büyük itibar kazandırmıştı.42
İsrail devletinin kurulmasının ardından yurtlarından edilen Filistinlilerde yurtlarını geri alabilmek için ilk gruplaşmalar 1950’li yılların sonlarına doğru başlamıştı. Filistinle ilgili hareketlerin merkezi ise Beyrut idi. Filistinli hekim Georges Habbash “Arap Milliyetçileri” (harakat al-qaumiyin al-Arab) hareketini kurmuştu. Bu hareketin maksadı, “tüm Arap milletlerini Filistin’in uğruna mücadele için seferber etmek” idi. Ancak bu hareket pek etkili olamamış ve 1957 yılı içinde etkisini yitirmişti. İçlerinde öğretmen, hekim, avukat ve mühendislerin bulunduğu bir diğer önemli hareketin merkezi de Kuveyt idi. Burada 1959 yılı içinde Yaser Arafat ve Salah Khalaf’ın önderliğinde “El-Fetih” hareketi kuruldu. El-Fetih, prensip olarak dinî bir ayrımcılık yapmayarak Müslüman ya da Hristiyan tüm Arapların desteğini almak istiyor, “Bir organizasyonun silahlı çatışmalara girebilecek ve kitle hareketi yapma kabiliyeti ile ayakta kalabileceği”nin altını çiziyor ve bu işlemi gerçekleştirmeyi en önemli görev sayıyordu. Kitleleri harekete geçirebilmek için de “Arap milliyetçiliği”ni öne sürüyor ve “Bir Arap birliğinin sadece Filistin’in özgürlüğüne kavuşması ile mümkün olabileceği aksi takdirde olamayacağı” propagandasını yapıyordu. 1961 yılında El-Fetih’in 35-40 kişiye ulaşan birlikleri Kuveyt, Katar ve Suudi Arabistan’da konuşluydu.
Ancak Suriye ve Mısır’da aynı başarıya ulaşamamıştı.43
1948’den beri kendi kaderleri hakkında önemli rol oynayamayan Filistinli Araplar çeşitli ülkelere dağılmış, evlerini ve işlerini kaybetmişlerdi.
Arap ülkelerinin kontrolü altında ve onların izniyle hareket edebilmişlerdi. Arap Birliği 1964 yılı içinde onlar için yeni bir oluşumu, Filistin Kurtuluş Örgütü 44 (FKÖ)’nü yarattı. FKÖ, o yıllarda Mısır’ın kontrolü altındaydı. Örgütün silahlı güçleri ise Mısır, Suriye, Ürdün ve Irak silahlı kuvvetlerinin bir bölümünü oluşturuyordu. El-Fetih ve benzeri gruplar 1965 yılı içinde İsrail’de doğrudan eylem yapmaya başlamışlardı.45
1966 yılında bir darbe ile Suriye’de yönetimi ele geçiren Yeni Baasçılar bir taraftan İsrail sınırında olay çıkartırken diğer taraftan da Nasır’ı “İsrail’e karşı yumuşak davranmak ve BM’nin kanadının altına sığınmak”la suçluyorlardı. Ekim 1966’da El-Fetih’in fedaileri46 İsrail topraklarına saldırılarını sürdürünce İsrail bu konuyu BM Güvenlik Konseyine götürmüş ancak Sovyetler Birliği’nin vetosu nedeniyle Suriye aleyhine bir karar çıkmamıştı. Bu durum Suriye’yi daha da tahrik etmişti. Kasım 1966’da bu kez Suriye ile Mısır arasında bir Savunma Anlaşması imzalandı. Bu gelişmeyi İsrail’in, El-Fetih’in saldırılarına karşı en ağır silahlarla ve misliyle mukabelesi izledi. Böylelikle hem Suriye-İsrail, hem de Ürdün-İsrail gerginliği 1967 Nisan ayına kadar tırmanışını sürdürmüştü. Bu gerginlik sırasında toplar ve tanklarla yapılan bazı çatışmalara 7 Nisan 1967 günü Suriye-İsrail arasında cereyan eden hava muharebesi de dâhil olmuştu. Bu harekât sırasında İsrail uçakları altı Suriye uçağını düşürdüğü gibi Şam’ın üzerinden de uçmuştu. Suriye ve Arap milletleri açısından oldukça haysiyet kırıcı görünen bu olay, aynı zamanda bu uçakları Suriye’ye vermiş olan Sovyetler Birliği için de onur kırıcıydı. Bu yüzden de Sovyetler, Suriye’ye daha fazla silah ve teçhizat yığmaya başladılar.47
1967 yılında Nasır, İsrail’in Suriye’ye saldırmak üzere olduğunu ileri sürerek 1956 Süveyş Savaşı sonrasında Mısır-İsrail sınırına yerleştirilmiş olan güçlerin çekilmesini BM’den istedi. İstek yerine getirildi ve Nasır da Akabe Körfezi’ni İsrail gemilerine kapattı. Gerilimin tırmandığı sırada Ürdün, Suriye ve Mısır arasında bir askerî anlaşma yapıldı. 5 Haziran 1967’de ise İsrail Mısır’a taarruz ederek Mısır Hava Kuvvetlerini imha etti. Ateşkes Anlaşması imzalanmadan önce İsrail Sina Yarımadası’nı, Süveyş Kanalı’nı, Kudüs’ü, Ürdün’ün Filistin kesimini ve Suriye’nin güneyindeki Golan Tepelerini işgal etmişti. Uzun vadede İsrail; Gazze, Kudüs ve Ürdün’ün batı yakasını işgal ettiği topraklara kattı. Sürgündeki ve İsrail’deki Filistinlilerin sayısı arttı. Arap devletleri kaybetmiş, Sovyetler Birliği de bir anlamda yenilenler arasındaydı. Zira onların eğittiği, silah ve teçhizatla desteklediği Arap ülkelerinin askerleri tamamen silinmişlerdi.48 6 gün sürdüğü için adı “Altı Gün Savaşları” olarak bilinen 1967 Arap-İsrail Savaşlarının ardından gelen yenilgi, Arap milliyetçiliğine büyük bir darbe vurmuştu. Zira evvelce hamasi sözler ve sloganlar ile büyük halk kitlelerinden gizlenen gerçekler, savaşın sonunda ortaya çıkmıştı.
Altı Gün Savaşı’nın sonunda 150.000 civarında yeni göçmen Şeria Nehri’nin doğusuna geçmişti. Bu kadar kalabalık göçmen nüfusu Ürdün gibi küçük bir ülke için büyük külfet demekti. Süveyş Kanalı da kapandığı için Ürdün’ün tek limanı olan Akabe de kullanılamaz hâle gelmiş, bu yüzden de Ürdün’ün dışarıyla ticari ilişkileri durma noktasına gelmişti. İsrail, Doğu Kudüs’ü ve Şeria Nehri’nin batı kıyılarını işgal ettiği için Ürdün’ün yeni yeni gelişmekte olan ticari hayatını da iyice aksatmıştı. Sonuç itibariyle Ürdün, bağımsız bir ülke olarak varlığını sürdürebilme konusunda ilk kez bu denli ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya kalmıştı.49
Altı Gün Savaşı’nın onarılmaz yaralarının üzerine, Arap ülkeleri 1967 Ağustos ayı sonlarında Sudan’ın Hartum şehrinde liderlerin katılacağı bir toplantı düzenledi. Suriye, Arap-İsrail sorunlarına savaş yerine, savaşa alternatif politik bir çözüm yolu bulmayı planlayan bu zirve toplantısını protesto etmiş ve katılmamıştı. Suriye, bu zirveye katılmamakla birlikte Dokuzuncu Baas Partisi Kongresi’ni yapmış ve 10 Eylül 1967’de Arap ülkelerine bir de öneri paketini açıklamıştı. 10 maddeden oluşan bu öneri paketinde özetle şunlar bulunuyordu: (1) Petrolün artık bir silah olarak kullanılması, (2) İsrail’e destek ve yardımlarını esirgemeyen ABD, İngiltere ve Almanya’ya karşı ekonomik ve siyasi misillemelerde bulunulması, (3) Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku ile ilişkilerin daha fazla artırılması.50
Irak’taki Baasçılar ise 1968 yılı içindeki bir darbeyle iktidarı ele geçirmişler. General Hasan al-Bakr Devlet Başkanı, Saddam Hüseyin de Başkan Yardımcısı oldu.
1967 Arap-İsrail Savaşı’nın en önemli sonuçlarından biri Filistinli Arapların, “Filistin’in kurtuluşunun sadece Filistinlilerin çabaları sonucu olabileceği”ni görmeleriydi. Filistinliler, bu savaşla evvelce kendilerine Arap ülkelerinden yapılmış olan desteğin ne kadar yetersiz, askerî örgütlenmenin de ne denli zayıf olduğu sonucunu keşfetmişlerdi. El-Fetih’in Lideri Yaser Arafat tüm direniş gruplarını kendi başkanlığında toplamaya çalışıyor; ancak bir türlü başaramıyor du. Bu şekilde kopukluklar olunca tek bir askerî komuta altında bütünleşileme diği gibi ortak stratejiler oluşturulamıyor ve lüzumsuz gayret sarfı ortaya çıkıyordu. El-Fetih dışındaki diğer etkin gruplar ise Georges Habbash’ın yönetimindeki “Filistin Halk Kurtuluş Cephesi” ile “Filistin’in Kurtuluşu İçin Demokratik Halk Cephesi” idi. 1969-1970 yıllarında sivil İsrail uçaklarına baskınlar düzenleyen ve uçakları kaçıranlar genelde Filistin Halk Kurtuluş Cephesi üyeleriydiler. Filistin örgütlerinin ortak olan yönleri, Filistin’in tam bağımsızlığını sağlamayı amaç olarak benimsemeleriydi. Bu konuda da en önemli desteği Suriye ve Irak’tan görmekteydiler. Filistinli direniş gruplarının bir diğer ortak yönü de şu idi: Din, mezhep ayrılığı gözetmeyen demokratik bir Filistin’in kurulmasını ve Müslüman, Hristiyan ve Musevilerin bu ülkede birlikte ve eşit haklara sahip olarak yaşamalarını ortak bir politika olarak seçmişlerdi.51
1973 Yom Kippur Savaşı - İsrail’in Araplar Karşısında Mutlak Üstünlüğü
1969’dan itibaren El-Fetih’in artan gücü ile Filistin’e gerilla eylemleri yapılırken İsrail’in de misillemeleri kesilmeksizin devam ediyordu. Bu durum, FKÖ ile Lübnan arasında sorun yaratmış; ancak 1969’da Mısır’ın arabuluculuğuyla Lübnan ve FKÖ arasında bir anlaşmaya varılmıştı. Buna göre FKÖ’nün Güney Lübnan’da serbestçe hareket edebileceği sınırlar belirlenmişti. 1970 yılı içinde Ürdün’de de FKÖ’nün üstünlük kurma gayreti üzerine, “Ürdün İç Savaşı” denilecek kadar ciddi çatışmaların yaşandığı bu dönemde Ürdün, otoritesini ortaya koymuş, Filistinli grupların hareket serbestliğine son vermişti. Mısır ve Nasır devreye girerek taraflar arasında barış sağlanmıştı.52
Altı Gün Savaşı’ndan sonra da Mısır Devlet Başkanı Nasır, “Savaş yok, barış yok.” sloganlı siyasetini sürdürmekteydi. Mısır Hava Kuvvetleri Süveyş Kanalı çevresine keşif uçuşları yaptıklarında İsrail’in de misilleme hareketleriyle karşılaşıyorlardı. Süveyş Kanalı çevresindeki yerleşme merkezlerinin bombalanması sonucu buradaki insanlar daha iç bölgelere intikal ettirilmişti. 1970 yılında ABD’nin girişimleri sonucunda taraflar yeni bir ateşkes çağrısını kabul ettiler. Herhangi bir anlaşma yapılamamış; ancak bu ateşkesi tedirgin bir sükûnet izlemişti.53 Bu arada Mısır’da Nasır ölmüş ve yerine Enver Sedat Devlet Başkanlığı koltuğuna oturmuş, Sovyet danışman ve teknisyenlerinin çekilmesini isteyerek dış politikada önemli bir değişikliğe yönelmişti. Mısır–Sovyetler Birliği ilişkilerinde o yıllarda yaşanan inişli çıkışlı ilişkilere rağmen Sovyetler, Mısır Silahlı Kuvvetlerini silah ve teçhizatla donatmaya ve eğitmeye devam etmişlerdi.54
Suriye’de Esad, 13 Kasım 1970’te55 askerî birliklerine, partinin sivil birimleri ile gene partinin hâkimiyetindeki “Halk Örgütleri”nin bürolarını işgal ettirip Salah Cedid ve Devlet Başkanı Nur el-Din el-Atasi dâhil partinin tüm ileri gelen muhalif ve sivil liderlerini tutuklattırdı. Böylece Hafız Esad’ın subay hizbi iktidara hemen hemen tamamiyle hâkim olmuş, neticede Şubat 1971’de de Esad Suriye’nin ilk Alevi Devlet Başkanı olmuştu. Bu gelişme aynı zamanda Suriye’deki Alevilerin, sadece evvelce uğradıkları ekonomik ve sosyal ayrımcılığa uğrayan bir dinî cemaat olmaktan kurtulmalarına sebep olmamış, aynı zamanda ülkeye egemen bir duruma gelmelerini de sağlamıştı.56 Hafız Esad ile “Büyük Suriye” projesi yeniden gündeme getirilerek Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin’in tek ve daha büyük bir devlet hâline getirilmesi düşünülmüştü.57 Emevi İmparatorluğu’nu çağrıştıran Büyük Suriye 58 projesi ayrıca Sina Yarımadası, Kıbrıs ve Türkiye’nin güneyindeki bazı illeri de kapsıyordu. Esad, diğer Arap ülkeleri ile ideolojik yakınlıktan ziyade, yakın iş birliği arayışları içerisindeydi. Özellikle de askerî iş birliği konusuna ilk önceliği veriyor ve Suriye, Mısır, Irak ve mümkün olduğunda da Ürdün arasında koordineli ve etkin bir askerî kuvvet oluşturulmasını arzu ediyordu.59
Bu düşüncenin kökeninde ise “İslamiyet’in altın dönemi” olarak nitelendirdikleri, 601-750 yılları arasında hüküm süren Emeviler Devleti’nin Şam merkezli olarak kurulmuş olması yatmaktadır. İkinci dayanak noktası da XVII. yüzyılda Osmanlı yönetimi altında bu bölgeye “Biladuş-Şam” (Şam şehirleri) adı verilmiş olmasıdır.Suriye Hükûmeti 1982/1983 eğitim/öğretim yılında lise 2. sınıflar için bastırmış olduğu coğrafya ders kitabında yer verdiği haritada “Büyük Suriye” hayalini de gün yüzüne çıkarmıştı. Bu haritada mevcut üç önemli kıstas şöyle verilmişti:
Sözde “Türkiye tarafından gasp edildiği” iddia edilen Hatay, Suriye sınırları içerisinde gösteriliyordu. Türkiye’nin, Birinci Dünya Harbi sonrasında kendisine dayatılan ancak Kurtuluş Savaşı sonunda yırtıp attığı Sevr Anlaşması yerine Lozan Anlaşması’nın yürürlüğe girdiği bir tarafa bırakılıp Sevr Anlaşması esas alınıyordu. Bu geçersiz anlaşma esaslarına göre de bugünkü Suriye’nin sınırları Ceyhan Nehri yatağından başlayarak Adana, Kahraman Maraş, Gaziantep, Urfa, Mardin ve Diyarbakır’ı da içine alıyordu. Arap dünyasının doğal sınırları Çukurova’yı çevreleyen Toros Dağlarının güneyi (Zeytun, Göksun, Engizek dağ silsileleri) ile Güneydoğu Anadolu’yu da kapsıyordu. Ayrıntı için bk. Musa Yıldız; “Modern Arap Dünyası ve Bazı Sorunlar”, Avrasya Dosyası, C. 5, Sayı 1, 1999, s. 147.
1971 yılı boyunca Suriye, Libya ve Mısır üçlü bir federasyon kurmak için uğraşmış ve üç ülke de büyük kamuoyu desteği üzerine 01 Eylül 1970’de bir anlaşmayı imzalamışlardı. Bu yeni federasyon, Arap dünyasında evvelce Mısır ile Suriye arasında kurulmuş olan BAC kadar heyecan yaratmamışsa da yapısı itibariyle çok daha gerçekçi olup uzun ömürlü olma ihtimali daha yüksekti. Her üç devlet de varlıkları ve anayasaları açısından ayrı olarak kalmakta; ancak bunlara federatif bir üst yapı eklenmekteydi60
6 Ekim 1973’te Mısır kuvvetleri Süveyş Kanalı’nı geçerek sürpriz bir taarruz başlatırken Suriye kuvvetleri de Golan Tepelerine taarruz etti. İsrail’i Müslümanların kutsal Ramazan ayında, Yahudilerin ise gene kutsal bir ayı olan Yom Kippur sırasında gafil avlayan ve tarihe “Yom Kippur Savaşı” olarak geçen bu savaşın gelişini İsrail gizli servisi kestirememişti.61
Yom Kippur Savaşı’nda Irak’ın üç tümeni ve üç uçak filosu, Fas’ın 1800 kişilik bir kuvveti de Suriye kuvvetlerinin yanında bu savaşa müdahil olmuştu. Keza, Suudi Arabistan’ın küçük bir kuvveti ve Ürdün’ün iki zırhlı tümeni de Arap kuvvetlerini takviye için düşünülmüştü. Bu savaşta Arapların maksadı artık İsrail’i bulunduğu coğrafyadan silmek yerine, 1967 Altı Gün Savaşı sırasında kaybedilen toprakları geri almak ve yitirilen prestijlerini yeniden kazanmak idi. Başlangıçta kuzeyde Suriye, güneyde ise Mısır kuvvetleri önemli başarılar elde ederek neredeyse 1967 öncesi sınırlarına kavuşmuşken İsrail kuvvetleri yeniden inisiyatifi ele aldı ve 17 Ekim günü Suriye cephesi 1967 Altı Gün Savaşı’nın sonundaki konumuna
dayanmış ve ardından da çatışmalar durmuştu. Suriye kuvvetlerini geri püskürten İsrail, Suriye cephesinden tasarruf ettiği kuvvetlerini de Sina’daki Mısır kuvvetlerine karşı kullanmak üzere güneye kaydırmış, hatta bazı kuvvetlerini Mısır topraklarına geçirerek Mısır 3’üncü Ordusunu arkadan çevirmişti. Savaşla ilgili bu gelişmeler yaşanırken 22 Ekim’de BM Güvenlik Konseyinin 338 sayılı kararı ile taraflar ateşkese davet edilmiş, Araplara ödün niteliği taşıyan ve 1967’de İsrail’in işgal ettiği topraklardan geri çekilmesini öngören 242 sayılı karara da derhâl uyulması istenmişti. Ateşkes sağlanır gibiyken, Mısır 23 Ekim’de çarpışmaları yeniden başlatmış, bunun üzerine ABD ve Sovyetler Birliği karşı karşıya gelmiş, gerginlik ayrı bir sahaya yayılarak tırmanmıştı. Aslında bu iki ülkeden Sovyetler Birliği, 10 Ekim’den itibaren Mısır ve Suriye’ye yoğun silah ve teçhizat desteği yaparken ABD de 13 Ekim’den
itibaren İsrail’e benzeri silah desteğini yapmaya başlamıştı. Bu iki süper gücün arasındaki gerginliğin ardından, BM Güvenlik Konseyi taraflar arasına
BM kuvvetlerinin konulmasına ilişkin 340 sayılı kararı 25 Ekim’de kabul etti. Böylelikle de tarihte dördüncü kez çıkmış olan Arap-İsrail savaşı da sona
ermiş; ancak gene de barış sağlanamamıştı.62
3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder