28 Temmuz 2018 Cumartesi

ABD. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 2




ABD. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ?  BÖLÜM 2




ABD merkezli bir yeni dünya düzeni kurulması sürecinde, ulus devletlerin öncelikle ortadan kalkması hedeflendiği için, yerel yönetimlerin 
ve kıtasal oluşumların dolaylı biçimlerde desteklendiği görülmektedir. 
İnsanlar kırsal kesimlerden kentlere doğru göçe yönlendirilirken, 
geleceğin devlet yapılanmaları olarak kentler gündeme gelmekte ve 
giderek yerel yönetim politikaları ile kentlerin devletlere dönüşmeleri 
desteklenmektedir. Kentlerin bağımsız devletleşme yönünde gelişmesi, 
ABD’nin kendisinin merkezinde yeraldığı yeni dünya düzeni modeline 
uygundur. Ne var ki, kentlerin devletleşmesi ile ulus devletler 
parçalanırken, daha büyük yapılanmalar olarak, bölge ya da kıta devletleri 
bir üst siyasal yapılanma olarak devreye girmektedir. Yeni dünya 
düzenine giden yolda ulus devletler alt düzeyde kentlerin 
devletleşmeleri ile, üst düzeyde de bölgesel ya da kıtasal üst devletleşme 
olguları ile aşılmaktadır. Gelecekte ABD kontrolünde bir dünya 
devletinin oluşumu açısından zorunlu görünen bu durumda; kendi bölgesinde 
ya da kıtasında iddialı bir büyük devletin ortaya çıkması ve bu 
tür üst siyasal oluşumları kendisinin merkezinde yer aldığı daha büyük 
bir süper devlet oluşumu için kullanması durumunda, gene ABD 
merkezli dünya federasyonu planı yatmaktadır. Bunu istemeyen ABD, 
ulus devletlerin aşılmasını sağlayan yerelleşmeye öncelik vererek, 
bölgeselleşme ya da kıta devleti oluşumlarında başı çekebilecek ya da 
kendi bölgesinde patronluk ileri sürerek, ABD’ye karşı çıkabilecek bir 
ikinci süper güç oluşumuna öncelik verebilecek durumların önüne 
geçebilme doğrultusunda adım atmaktadır. Eğer bir büyük devlet ya da 
güçlü bir devlet, kendisinin merkezinde yer aldığı bir kıtasallaşma ya da 
bölgeselleşme sürecini gündeme getirirse, bu ABD’nin süper güç 
konumunu koruyabilmesi açısından büyük güçlükler çıkartabilecektir. 
Yerel kimliklere öncelik verilmesiyle canlılık kazanabilecek yerelleşme 
eğilimleri, büyük ve güçlü devletlerin parçalanma tehlikelerini 
beraberinde gündeme getireceği için, kendi bölgesinde liderliğe ya da 
patronluğa soyunabilecek büyük ulus devletleri iç karışıklıklara 
sürükleyecek, kendi iç bünyesinde yerel alt kimliklerin talepleri ile 
uğraşmak zorunda kalan bu tür devletler, iç sorunlarla uğraşmaktan 
kendi çervelerinde güçlü bir dış politika uygulama şansına sahip olamayacaklardır. 


ABD’nin süper güç konumunda bulunduğu çoklu dengeyi, bölgesel 
ya da kıtasal güç merkezi olarak sarsmaya yönelebilecek büyük ve 
güçlü ülkeler; küreselleşme sürecinin moda eğilimleri olan dinsel, etnik 
ve kültürel kimlik arayışları, bölünme tehdidi içine sürüklenmektedirler. 
Bu gibi ülkeler kendi bütünlüklerini korumaya öncelik verdikleri 
aşamada, dışa dönük güçlü politikalar geliştirememekteler ve böylece 
ABD’yi aşma ya da tehdit etme hevesleri kursaklarında kalmaktadır. 
Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ile beraber, büyük bir değişim sürecine 
giren dünya platformunda ortaya çıkan boşluk alanları birçok ülkenin 
tarihsel heveslerini gündeme getirmiş, ne var ki, her ülke kendi içinde 
barındırdığı etnik ve dinsel sorunların dış provakasyon ile sıcak bir ortama 
kavuşması nedeniyle bu heveslerini gerçekleştirecek ulusal politikaları 
gündeme getirememiştir. ABD’nin öncülüğünde ve merkez güç 
potansiyelinde düzenlenmiş olan yeni dünya düzenine geçiş 
aşamasında, ABD’nin ve dünya ekonomik sisteminin istemediği hiç bir 
oluşum gündeme gelememiştir. Söz dinlemeyen ülkeler ya dış 
baskılarla, ya ekonomik reçetelerle, ya da içi sorunlar çıkartılarak hizaya 
getirilmeye çalışılmış ve tek merkezli dünyanın dışına çıkabilecek, 
kendi başına buyruk hiç bir bölgesel oluşuma izin verilmemiştir. 
Böylece; ABD üstünlüğünde bir geçiş aşaması gerçekleştirilmiş, uluslararası 
ekonomik sistem ile kuruluşlar bu amacın gerçekleştirilmesi 
için belirli bir plan dahilinde kullanılmışlardır. Bir anlamda, ABD 
öncülüğünde fiilen oluşmuş olan dünya devleti yapılanması, iki kutuplu 
düzenin çöküşü sonrasındaki tüm gelişmeleri ABD merkezli tek kutup 
etrafında biçimlendirmeye ve yönlendirmeye çalışmıştır. Gözle 
görülmeyen bir dünya devleti varlığı ABD merkezli ve destekli politikalarla 
bütün dünya devletlerine anlatılmıştır. Bu gerçeği görmek istemeyenlerin 
karşılarına ise bir çok siyasal yaptırım çıkarılarak, ulusal 
devletlerin güçleri kırılmıştır. ABD’nin süper gücü çeşitli girişimlerle bu 
oluşumları sağlayarak kendisinin varlığını devam ettirebilmiştir. Bu 
aşamada, Amerikan tarzı bir savaş gündeme getirilmiştir.2 

Yirminci yüzyıl Avrupa merkezli dünyanın sona erdiği ve Amerika 
merkezli bir dünyanın ortaya çıktığı dönem olmuştur. Amerika Birleşik 
Devletleri’nin ortaya çıkışı iki yüzyıllık bir tarihe dayanmaktadır. Avrupa 
ülkelerinden giden göçmenlerin kurduğu eyaletler daha sonra bir 
bağımsızlık savaşından sonra federal devlete dönüşünce, Amerika 
Birleşik Devletleri onsekizinci yüzyılda kurulmuştur. Ondokuzuncu 
yüzyılda, bu devlet kendi bölgesindeki oluşumlara sahip çıkmış ve yeni 
kurulan eyaletlerle beraber batıya doğru genişlemiştir. Yirminci yüzyılın 
başlarına gelindiğinde, Amerika Birleşik Devletleri, birinci Amerikan 
İmparatorluğu’nu kurmakla meşguldür. Özellikle Avrupalı sömürgecileri 
Amerika kıtasında kovarak “Amerika Amerikalılarındır” sloganını 
gerçekleştirmeğe çalışına Monreo doktrini sayesinde, Amerika Birleşik 
Devletleri yirminci yüzyılın başlarında Amerika kıtası üzerindeki ve bu 
kıtayı çevreleyen okyanuslardaki egemenliğini pekiştirmeye çalışan bir 
politikaya öncelik vermiştir. Bu açıdan ABD’nin Amerika kıtasındaki 
hegemonyası birinci Amerikan İmparatorluğu olarak adlandırılmaktadır. 

İkinci Dünya Savaşı’nın son aşamasında, Normandiya çıkartması ile 
beraber Amerikan askerinin Avrupa kıtasına ayak basmasından sonra 
ortaya çıkan tabloda, ikinci Amerikan İmparatorluğu kurulmuştur. 
Avrupa kıtasına ayak basan Amerikan askeri günümüze kadar bir daha 
bu kıtadan çıkmamıştır. ABD askeri gücü ile ikinci dünya savaşını sona 
erdirdikten sonra, Avrupa kıtasının doğusunda yer alan Sosyalist Blok’a 
karşı bir Hür Dünya dayanışması kurmuş ve bunu daha sonra bir askeri 
örgüt biçimine dönüştürerek, kendi egemenliğindeki NATO Askeri İttifakı 
ile bütün Avrupa ülkelerini denetimi altına almıştır. Nato ittifakı, 
soğuk savaş yıllarında Avrupa Kıtasının tümü ile ABD’nin denetimine 
girmesini sağlamış ve bu sayede Amerika Birleşik Devletleri, ikinci 
imparatorluğunu Avrupa Kıtasında oluşturmuştur. Soğuk savaşın sona 
ermesine kadar devam eden bu yeni düzen sayesinde, ABD tümü ile 
Avrupa Kıtasına nüfuz etmiş ve Avrupa’nın yönetimini eline almıştır. 
Askeri düzen ile Avrupa’nın büyük ülkelerini kendisine bağlayan ABD, 
dünya savaşı sonrasında örgütlediği Marshall yardımı ile bu ülkelere 
ekonomik canlanma getirmiştir. Bu canlanma sayesinde ticaretinin 
ağırlığını Avrupa’ya kaydıran ABD, kısa zamanda dünyanın ikinci büyük 
ekonomik gücünü Avrupa kıtasında meydana getirmiştir. Yirminci 
yüzyılın son çeyreğinde, dünyanın en büyük ekonomik gücü olan 
ABD’ye karşı durabilecek hiç bir karşı güç yoktu. Dünyanın ikinci büyük 
ekonomik gücü de Avrupa’daki Amerikan sermayesi idi.3 Böylece ABD 
hem askeri hem de ekonomik varlığı ile kendisine bağlı ikinci imparatorluğunu 
Avrupa kıtası üzerinde kurmuş oluyordu. İşte bu durum, 
Avrupa ülkelerini uyandırıyor ve dünya savaşı ile içine sürüklendikleri 
Amerikan hegemonyasından kurtulmak üzere, Avrupa Birliği’ne giden 
yolun temellerini yirminci yüzyılın ortalarında atmaya başlıyorlardı. 

ABD’nin ikili imparatorluğu soğuk savaş yıllarında devam ediyor ve 
yirminci yüzyılın sonlarına kadar sürüyordu. Sovyetler Birliği’nin 
dağılması ile beraber, Balkanlar, Orta Doğu, Kafkasya, Karadeniz ve 
Orta Asya bölgelerindeki sosyalist düzenler yıkılıyor ve ortaya büyük bir 
otorite boşluğu çıkıyordu. Böyle bir otorite boşluğu alanına ABD’nin ilgisiz 
kalması düşünülemezdi, çünkü jeopolitik teorilere göre, dünyanın 
merkezi alanını oluşturan bu bölgelerin başka bir siyasal gücün denetimi 
altına girmesi, ABD’nin dünya üstünlüğünü tehlikeye sokar ve 
ABD’nin süper güç olmasına son verirdi. Amerika ve Avrupa kıtalarında 
kendine bağlı iki ayrı imparatorluk oluşturarak dünyanın tek egemen 
süper gücü düzeyine gelen ABD’nin, dünyanın merkez bölgelerini 
görmezden gelmesi düşünülemezdi. Nitekim, bu doğrultuda bazı 
adımlar soğuk savaşın son yıllarında atılmış ve Post-Sovyet dönemi için 
hazırlık yapılmıştır. Özellikle Türkiye gibi bu bölgelerin merkezinde 
yeralan bir ülkede gündeme gelen son askeri dönemde, önemli yapısal 
değişiklikler gerçekleştirilmiş ve bu ülke ABD’nin Avrasya bölgesindeki 
yeni dönem stratejileri için hazırlanmıştır. Ülkede sola karşı ciddi bir 
kampanya açılırken, ülkenin geleneksel laik rejimini sarsıntıya uğratacak 
derecede ülke halkının islami kimliği gündeme getirilmiş ve 
buradan Avrasya bölgesinin müslüman halklarına yönelinmek istenmiştir. 

Sovyetler Birliği sonrasında, dünyanın önde gelen büyük ülkelerinin 
yoğun siyasal baskıları nedeniyle bir satranç tahtasına dönüşen Avrasya 
bölgesi, ABD’nin üçüncü imparatorluğu doğrultusunda gündeme 
gelmiştir. Birinci ve ikinci imparatorluklarını korumak için ABD’nin, 
dünyanın jeopolitik merkezinde ortaya çıkan otorite boşluğu alanında 
yeni bir imparatorluk kurması zorunluluğu doğmuştur. İlk iki imparatorluk 
ile süper güç konumuna gelen ABD, bu statüsünü koruyabilmek 
için, dünyanın merkez bölgesindeki alanda benzeri bir siyasal 
yapılanma gereksinmesi duymuştur. New York Times gazetesinde 
yayınlanan bir makalesinde Amerikalı bir yazar, yeni Amerikan İmparatorluğu’nun sınırlarının Balkanlar’da başlayacağını ve Orta Doğu ile 
Kafkasların bu imparatorluğun içeresinde yer alacağına açıkça ilan 
etmiştir.4 Vietnam savaşındaki Amerikan yenilgisinin ABD’nin Asya bölgelerinde 
etkili olması gerektiğini vurgulayan yazar, Amerika ve Avrupa 
kıtalarının güvenliğinin Orta Doğu ve Asya bölgesine bağlı olduğunu 
ileri sürmüştür. Bu nedenle, batının güvenliği nedeniyle ABD’nin 
üçüncü imparatorluğunu Avrasya bölgesinde kurmasının gerekli olduğu 
tartışması böylece ortaya çıkmıştır. Dünyanın büyük ülkeleri olan 

Rusya, Çin, Hindistan ve Japonya’nın dengelenmesi için de ABD’nin 
Avrasya bölgesinde kendisine bağlı bir üçüncü imparatorluk kurması 
gerektiği savunulmuştur. ABD’nin dünyanın süper gücü düzeyine 
gelmesi, Avrupa’nın eski sömürgeci ülkelerini Nato ile kendisine 
bağlaması sayesinde mümkün olabilmiştir. Rusya, Çin, Hindistan ve 
Japonya’nın da benzeri biçimde dengelenebilmesi için Avrasya’da 
üçüncü Amerikan İmparatorluğu’nun gerekliliği tezi açıkça dile getirilmektedir. 

Amerikan “Time” dergisi yirmibirinci yüzyılın süper gücü kim olacak 
başlığını taşıyan sayısında, ABD’ye rakip olabilecek süper gücün ancak 
Avrasya bölgesinden çıkabileceğini ileri sürmüştür.5 Adı geçen dergiye 
göre, gelecekte insanlığın gereksinmesi olan tüm enerji kaynakları ve 
yeraltı zenginlikleri bu bölgede yer almaktadır ve kim bu bölgeye sahip 
olursa bu zenginlikler ile beraber güçleneceği için dünyanın yeni süper 
gücü haline gelebilecektir. “Time” dergisine göre, Avrasya bölgesinin 
merkezinde yer alan üç önemli ülke; gelecekte Avrasya’nın egemen 
gücü olmağa adaydır. Bu ülkeler de Türkiye, İran ve İsrail’dir. Avrasya 
bölgesi önderliği için bu üç ülke arasında büyük bir rekabet bulunmaktadır, 
aradaki yarışı hangi ülke kazanırsa, Avrasya kıtasının süper gücü haline gelecektir. Tam bu aşamada Türkiye ile İran’ı savaştırmağa yönelik senaryoların gündeme gelmesi de bu rekabet düzeninin var olduğunu ve kimler tarafından ne amaçla düzenlendiğini açıkça göstermektedir. Kendi haline bırakılırsa Avrasya’nın bu üç ülkesi, Avrasya kıtasal oluşumu için önderlik ve hegemonya mücadelesi içine gireceklerdir. Ne var ki, bölge dışı güçler ve Asya’nın önde gelen büyük ülkeleri, buna izin vermek istememektedirler. Rusya, Çin, Hindistan gibi ülkeler Avrasya kıtasının yanıbaşında yeralmaktalar ve kendi kontrolleri altında bir Avrasya oluşumu için sahip oldukları büyük güçlerini 
bu alan üzerinde genişleterek kullanmaktadırlar. 

Dünya anakarasının ortasında yeralan Avrasya bölgesinin, Asya’nın büyük ülkelerinin denetimine geçmesi, ya da Avrasya bölgesinde rekabet için de olan güçlü ülkelerin önderliğinde bağımsız bir kıtasal devlete dönüşmesi, Avrupa ile beraber ABD’nin de geleceği açısından önemli güvenlik sorunları çıkartabilecek tir. Bunu farkeden başta Almanya olmak üzere, tüm büyük Avrupa ülkeleri ile beraber Avrupa Birliğide kendi çıkarları doğrultusunda bir Avrasya politikasını gündeme getirmişlerdir. Avrasya bölgesinde meydana gelebilecek bir Asya ülkesi egemenliği ya da bağımsız bir büyük siyasal oluşum, tüm Batıyı tehdit 
edebileceği gibi, bu bölgenin Almanya ya da Avrupa’nın hegemonyası 
altına sürüklenmesi de, ABD’yi tehdit edebilecek ve ABD’nin Avrupa’daki ikinci imparatorluğuna son verecektir. İkinci imparatorluğunu koruyamayan ABD ise, Avrasya bölgesinde üçüncü bir imparatorluk hiç bir zaman kuramayacak ve bu durumda da Avrasya bölgesini kontrol altında tutamayan ABD’nin süper güç olarak hegemonyasını sürdürmesi artık mümkün olamayacaktır. Jeopolitik teorilere göre Avrasya’ya egemen olanın dünyaya egemen olabileceği görüşü, 
ABD’nin süper güç konumunu koruması açısından son derece önem 
taşımaktadır. ABD, ilk iki imparatorluğunu koruyabilmek için, yeni 
dünya koşullarında Avrasya’da da bir üçüncü imparatorluk kurmak 
zorundadır. Bunu kurabilirse, süper güç olarak kendisinin merkezde 
yer aldığı bir yeni dünya düzeni kurabilir, kuramazsa o zaman Avrasya’ya egemen olacak güç, yeni süper güç olarak ABD’nin bugünkü konumuna gelebilir. Günümüz koşullarında ABD dış politikası bu duruma öncelik vermektedir, ve Avrasya bölgesinde Post-sovyet dönemde yeni bir büyük siyasal otoritenin öne geçmesini önlemeğe çalışmaktadır. Balkanlar’dan başlayarak, Karadeniz, Kafkaslar, Orta Doğu ve Orta Asya bölgelerindeki tüm siyasal gelişmelerde ABD’nin sürekli olarak öne çıkması ve başa güreşmesi, ABD’nin süper güç konumunu koruyabilmek için zorunlu olduğu, üçüncü imparatorluk alanında hegemonya kurma ve başka bir hegemon gücün bu bölgede ortaya 
çıkmasını önleyebilme çabasının yansımalarıdır. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

ABD. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 1




ABD. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 1 



AVRASYA DOSYASI 
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN* 

* ASAM Yönetim Kurulu Üyesi 


Yirminci yüzyılın ortaya çıkardığı dünyanın süper dev ülkesi Amerika Birleşik Devletleri, yirmibirinci yüzyılda ayakta kalabilecek mi? Yeni bir yüzyıla girilen bu aşamada dünyanın en büyük süper devleti konumunu koruyabilecek mi? Yeni dünya düzeni süreci içerisinde bambaşka bir yapıya mı sahip olacak? Dünya tarihinin ortaya koyduğu gerçekler doğrultusunda bu sorular ele alındığında 
başka başka senaryolar gündeme gelebilmektedir. Tarih biliminin verilerine göre, hiç bir siyasal konum sonsuza kadar devam etmemekte, beklenen ya da beklenmeyen değişimler ile sürekli olarak yeni yeni durumlar gündeme gelebilmektedir. Bilimin en büyük kurallarından birisi olan değişim yasası, tarihte olduğu kadar siyasal bilim alanında da geçerliliğe sahip bulunmaktadır. Dünyada değişmeyen tek şeyin değişim yasası olduğu benimsenirse, değişimin genel doğruları dünyanın siyasal sahnesini de belirli doğrultularda değişime zorlayacaktır. İnsanlık tarihinin her döneminde değişim süreci yepyeni konumlar ve durumlar ortaya çıkardığına göre, soğuk savaş sonrası dönemde 
de hızlanan değişim sürecinin başka başka siyasal dengeler yaratacağı açıktır. 

Wallerstein, bu konularla ilgili bir bilim adamı olarak, jeopolitik bir değerlendirme yaptığı kitabında, Amerika Birleşik Devletleri’nin bugünkü konumunu ele almakta, bunun günümüzün değişim süreci çerçevesinde kalıcı olabilmesinin mümkün olamayacağını belirtmekte ve ortaya çıkacak yeni gelişmelere göre, Amerika Birleşik Devletleri’nin süper devlet durumunun değişebileceğini öne sürmektedir. Tarihin çeşitli dönemlerinde ya tek bir hegemon güç olmuş ve o dönem bu gücün etrafındaki gelişmelere göre biçimlenmiştir, ya da birden fazla 
birbirine benzer güç merkezi olmuş ve bunlar arasındaki çekişme ve rekabet tarihsel olayların belirlenmesinde etkin olmuştur. Ya tek hegemon güç çeşitli olaylara rağmen üstünlüğünü korumuş ve konumunu sürdürebilmiştir. Ya da yeni ortaya çıkan güç merkezleri, hızla gelişerek eski hegemon gücün üstünlüğüne son vererek kendilerinin merkezde yer aldığı yeni bir dünya düzeni kurmuşlardır. Eski hegemon güç gelişmelere rağmen üstünlüğünü koruyabilmişse, yeni dönemde daha üstün ve otoriter bir politika izlemiştir. Üstünlüğünü koruyamamışsa, o zaman yeni hegemon gücün baskısı ile bölünme ve parçalanma noktasına sürüklenmekten kendisini kurtaramamıştır. Yeni hegemon güç, kendisinden daha etkin bir güç istemediği için, eski hegemon gücü ortadan kaldırana kadar bölme ve parçalama sürecine itmekte, kısacası 
yeni hegemon güç adayının kendisini kabul ettirmesine kadar, eski ve yeni güçler arasında tam bir çatışma ve çatışma dönemi yaşanmaktadır. 

Bu gibi çatışma dönemleri, tarihin toplumsal ve siyasal dinamiği olarak değişime ve gelişime yol açmışlardır. 

Dünya, yirminci yüzyılın hegemon gücü olan ABD’nin öncülüğünde yeni bir yüzyıla, hatta daha da ileri bakılırsa yeni bir binyıla doğru girerken, Amerika Birleşik Devletleri; tüm eski hegemon güçler gibi tarihin değişim tekerleğinin tehdidi altındadır. Ya tarih bilimi kuralları işleyecek ve eski hegemon güç tarihin tozlu sayfalarına doğru yuvarlanacak, ya da değişen koşullarda ABD, değişim sürecini avucunun içine alarak değişimi kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirecektir. Hızlanan değişim süreci, olduğu yerde kalan bir ABD’yi geri plana itebilir ama değişimi kavrayan ve giderek yönlendirmeğe başlayan ABD dünyanın tek hegemon gücü olarak ayakta kalabilir. Eski koşullar hızla 
değiştiğine göre, ABD’nin istemediği yeni koşullar yerine, ABD’nin istediği yeni koşulların gündeme gelmesi Amerika’nın çıkarlarına uygun olacaktır. Amerika Birleşik Devletleri, kendisinin gelecekte dünyanın tek egemeni ve merkezi gücü olarak ayakta kalabileceği ve giderek bir dünya devleti konumuna gelebileceği bir yeni dünya düzenini bu nedenle gündeme getirmekte ve iki kutuplu dünyanın sona ermesi ile beraber kendisinin merkezinde yer aldığı tek merkezli bir yeni dünya düzenine yönelmektedir. Bu doğrultuda, ikinci dünya savaşı sonrası 
yıllarda kendisine bağlı olarak oluşturduğu dünya ekonomik sisteminden de yararlanmakta ve Dünya Bankası ile beraber Uluslararası Para Fonu’nu da kendi oluşturmak istediği yeni dünya düzeninin kurucu örgütleri olarak piyasaya sürmektedir. Bu iki uluslararası kuruluş ABD’ye bağlı olarak ve onun güdümünde yeni bir dünya düzeninin oluşturulmasında etkin olmakta ve dünya ekonomik düzeni çerçevesinde tüm ülkeler yeni dünya düzenine doğru yönlendirilmektedir. Bu süreç içinde tüm dünya ülkelerinin eşit olacak temsil edildiği Birleşmiş Milletler kuruluşu devre dışına itilmektedir. 

Değişim süreci içerisinde konuya bakılırsa, yeni yüzyılda ya yeni bir hegemon güç olacaktır, ya ABD eski konumunu koruyacaktır, ya da tarihin dinamikleri başka koşulları gündeme getirecektir. Bu üç ihtimalden hangisinin ağırlık kazanacağına ABD’nin tutumu belirleyici olacaktır. ABD kendisini yenileyemezse, eski uygarlıklar gibi çöküp gidecektir ama kendisini yenileyerek değişimi yönlendirirse, kendi çıkarlarına uygun bir yeni dünya düzenini kurabilecektir. Postsovyet dönemde, ABD’nin böylesine bir atılıma kalkıştığı görülmekte ve 
dünyanın eski düzeni hızla çökertilirken, diğer yandan da yeni bir dünya düzeni oluşturulmaktadır. Yeni bir dünya düzeni kurulabilmesi için eski düzenin ortadan kalkması gerektiğinden, öncelik yıkıcılığa verilmektedir. 

Eski dünya düzeni ile beraber bunun içinde yer alan eski ulus devlet düzenlerinin çözülmesine giden yol açılmakta ve uluslararası sistem aracılığı ile bu yöntem hızlandırılarak kısa dönemde sonuç alınmağa çalışılmaktadır. Bu aşamada, ABD hem kendi hegemonyası için, hem de bu doğrultuda bir yeni dünya düzeninin oluşturulabilmesi için çaba sarfetmektedir.1 

Yeni bir yüzyıla dünyanın en büyük hegemon gücü olarak giren ABD, bu durumunu koruyarak yeni bir dünyayı konumunu pekiştirecek biçimde planladığı aşamada, geleceğe dönük tüm politikasını ve diplomasisini bu amaç doğrultusunda örgütlemektedir. Bu doğrultuda ABD’nin üç amacı bulunmaktadır. Birinci amacı, kendi merkezi hegemon konumunu korumaktır. İkinci amacı, buna uygun bir yeni dünya düzeni oluşturmaktır. Üçüncü hedefi ise, bu iki amacı önleyebilecek bir başka bir yeni hegemon gücün ortaya çıkışını önlemektir. Dünya tarihinin ortaya koyduğu gibi rakip bir hegemon güç ya da adayı ortaya çıkarsa ABD merkezli bir yeni dünya düzeni planı zorlanacağı için, kendi çıkarları doğrultusunda ABD böyle bir oluşuma izin vermemekte, böyle bir role soyunan herhangi bir dünya ülkesini yakın takibe alarak, onun böylesine bir sürece girmesini engellemektedir. Kendisini ABD’nin yerine dünyanın gelecekteki hegemon gücü olarak görebilecek tüm ülkelere karşı, ABD özel yöntemler geliştirmekte ve bu adayların içinden hiçbirisinin öne çıkmasına izin vermeyen dengeleyici bir yol izlemektedir. 

ABD’nin, bugün için tek süper güç olarak ayakta kalabilmesi için birbirini dengeleyecek çoklu bir dengeye gereksinme vardır. Eskisi gibi iki kutuplu bir dünya düzeni ABD’nin üstün konumunu yitirmesine neden olabilir, hiç beklenmedik biçimde karşı kutbun merkezi olan ülke öne çıkabilir ya da dünya dengelerini kendi çıkarına değiştirebilir. 

Böylesine riskli bir durumu önleyebilmek için birbirine eşit düzeyde birkaç ülkenin devrede olması ve bunlar arasında bir rekabet düzeninin oluşması, bu düzenin ABD’nin hakemliğinde sürmesi gerekmektedir. ABD süper güç olarak ayakta kalırken, kendisinden geride yer alan beş altı ülkenin birbirine eşit bir düzeyde rekabet içinde bulunması, bu adaylardan herhangi birisinin öne çıkmasına izin vermeyecektir. Bu ülkeler birbirleriyle rekabet ederken, ABD süper güç olarak bunları izleyecek, yönlendirecek, gerekirse müdahale edecektir. Böylece bu gibi büyük güç olmaya aday ülkelerden herhangi bir tehdidin kendisine yönelmesine izin vermeyecektir. 

ABD merkezli tek bir dünya düzenine yönelen süreç içerisinde ikili değil ama çoklu bir denge ABD açısından yararlı görülmektedir. Bu durumda eski büyük ülkelerin yavaş yavaş dünyanın gündeminde daha etkin olmalarına izin verilirken, yeni yeni bazı büyük ülkelerin ya da siyasal yapıların oluşarak çoklu denge düzenine girmeleri gerekmektedir. Bu hedef doğrultusunda bazı bölgesel oluşumlar ele alınmakta ve yönlendirilmektedir. Otorite boşluğu bulunan bazı önemli jeopolitik bölgelerde ABD’ye bağımlı olabilecek biçimde yeni otorite düzenlerinin oluşumuna ağırlık verilmekte, böylesine boşluklardan diğer büyük ülkelerin yararlanarak istenmedik biçimde büyümelerine gidebilecek yolların önü kesilmeğe çalışılmaktadır. ABD’nin süper güç olarak ayakta kalabileceği bir süreç ancak, diğer büyük devletlerin büyüme trendlerinin izlenmesi ve bu gibi süreçlerin kontrol edilmesi ile mümkün olabilecektir. 

ABD stratejsi; tek süper güç olarak ayakta kalmak olduğu için, bunu tehdit edebilecek tüm gelişmelere karşı çıkmak öncelikli politika olarak gündeme gelmektedir. Büyük ülkeler ya da büyümekte olan ülkelerden herhangi birisinin öne çıkması durumunda, ABD politikasının bu öne çıkan ülkeyi diğer ülkelerin desteklenerek dengelenmesine çalışmak biçiminde yoğunlaştığı görülmektedir. Tek bir süper gücün önderliğinde yol alan yeni dünya düzeni çoklu bir dengeye oturacak ve yine böylesine bir çoklu denge içerisinde gelişimini sürdürecektir. Çoklu dengeyi herhangi bir büyük ülke hırs ve ihtirasa kapılarak bozmak isteyince, süper güç ABD diğer büyük ülkeleri ya da öne çıkmak isteyen ülkenin 
yanıbaşındaki önemli ülkeleri oyunbozana karşı kullanacaktır. Çoklu dengenin büyük ya da güçlü ülkeleri; dengeyi bozarak ABD’nin süper önderliğine karşı çıkmağa çalışırlarsa, ABD’nin diğer büyük ve güçlü ülkelerle ortak hareket etmesi kendiliğinden gündeme gelmekte ve herhangi bir politik ya da diplomatik yoldan ABD bu ülkeyi cezalandırmaktadır. Doğaldır ki, ABD’nin süper güç konumunu koruyan bu çoklu denge düzeninden bazı büyük ülkeler ciddi boyutlarda rahatsız olmaktadırlar. 

Özellikle iki kutuplu dünyanın ikinci süper gücü konumundaki Rusya Federasyonu eski düzenin alışkanlıkları ile zaman zaman ABD’ye 
karşı kendisini kutup merkezi olarak görmekte ve bu doğrultuda bazı 
girişimlerde bulunmakta ama eskisi gibi etkili olamayınca, Asya’nın 
büyük devletleri ile birlikte ABD’ye karşı çıkmakta, ya da batı blokuna 
karşı çeşitli dayanışma antlaşmaları imzalamaktadır. Rusya’nın Çin, 
Hindistan ve Japonya gibi Asya kıtasının önde gelen büyük ülkeleri ile 
yakınlaşma ve dayanışma amaçlı imzaladığı antlaşmalar, ABD’nin çoklu 
denge düzenini ciddi boyutlarda zorlayan girişimler olarak ortaya 
çıkmıştır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***


24 Haziran 2018’de seçilecek Cumhurbaşkanının Olağanüstü Yetkileri



24 Haziran 2018’de seçilecek Cumhurbaşkanının Olağanüstü Yetkileri

AHMET SALTIK

24 Haziran 2018’de Seçilecek Cumhurbaşkanının Olağanüstü Yetkileri

(AHMET SALTIK: Bizim Kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

    Türkiye’de erken seçimlerin yapılacağı 24 Haziran’dan sonra parlamenter sistemin yerini, 16 Nisan 2017’de yapılan referandumda kabul edilen cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi alacak.

Peki Cumhurbaşkanlığı sistemi ne tür değişiklikleri getirecek?

Referanduma kadar cumhurbaşkanı seçilen kişinin varsa partisiyle ilişiğinin kesilmesi gerekiyordu. 1961 Anayasası’ndan beri yürürlükte olan bu şart referandumla birlikte ortadan kalktı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AKP genel başkanlığını sürdürdüğü gibi yeni cumhurbaşkanı da parti üyeliğini sürdürecek.

Anayasa’nın 101. maddesi, “Seçimlerin tamamlanamaması halinde yenisi göreve başlayıncaya dek, varolan Cumhurbaşkanının görevi sürer” diyor.

Başbakanlık Kalkıyor

Yeni sistemin en önemli yeniliklerinin başında, başbakanlık makamının ortadan kalkması geliyor.

Başbakanlık biçim ve içerik değişikliği ile birlikte 1. Murad zamanından beri (1320) Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Türkiye Cumhuriyeti’nde varlığını sürdürüyor. Osmanlı İmparatorluğu’nda vezir-i azam, sonra sadrazam denen bu makam, Tazminat’la birlikte Batılı sistemdeki başbakanlık yetkilerini sahip olmuş TBMM’nin açılmasından sonra 1961’e dek başvekil olarak adlandırıldıktan sonra 57 yıldır da başbakan olarak yürürlükteydi.

Başbakanlık makamının kalkmasıyla yürütme yetkisi, Cumhurbaşkanı’na geçiyor.

Cumhurbaşkanı’nın yetki ve sorumluluklarının düzenlendiği Anayasa’nın 104. maddesinde “Yürütme yetkisi Cumhurbaşkanına aittir. Cumhurbaşkanı, Devlet başkanı sıfatıyla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder; Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını temin eder” deniyor.

Daha önce başbakanı atayan Cumhurbaşkanı artık, cumhurbaşkanı yardımcıları ile bakanları atama ve görevlerine son verme yetkisine sahip.

Kanun Hükmünde Kararname’nin yerine Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi geliyor

Referandumda onaylanan değişikle kanun hükmünde kararname yerine cumhurbaşkanlığı kararnamesi geldi.Daha önce Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisi TBMM tarafından Bakanlar Kurulu’na verilirken yeni metne göre, “Cumhurbaşkanı’na yürütme yetkisine ilişkin konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi” çıkarabilme yetkisi bulunuyor.

Cumhurbaşkanı sanki tarafsız ve sorumsuz bir cumhurbaşkanının sahip olduğu “Kanunları tekrar görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisine geri gönderir” yetkisini yeni dönemde de koruyacak. Ayrıca “Kanunların, Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün tümünün veya belirli hükümlerinin Anayasaya şekil veya esas bakımından aykırı oldukları gerekçesi ile Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası” yetkisine de hala sahip.

Cumhurbaşkanı, cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanları nasıl yargılanabilir?

Cumhurbaşkanı Meclis’in Denetimine açık değil

Ancak Meclis’te cumhurbaşkanı, yardımcıları ve bakanlar hakkında soruşturma açmak mümkün.

Meclis üyelerinin yarısının oyuyla -300 milletvekili- cumhurbaşkanı, yardımcıları ve bakanları hakkında soruşturma açılabilir. Ancak soruşturma komisyonu kurulabilmesi üye tam sayısının 3/5’inin (360 milletvekili) oy vermesi gerekiyor. Komisyonun hazırlayacağı rapor sonrası TBMM üye tam sayısının 2/3’sinin oyuyla (400 milletvekili) Cumhurbaşkanı, yardımcıları ve bakanlar Yüce Divan’a sevk edilebiliyor.

Bu arada Cumhurbaşkanı, yardımcıları ve bakanların yargılanacağı Yüce Divanı oluşturan Anayasa Mahkemesi’nin 15 üyesinden 12’si Cumhurbaşkanı tarafından seçilmiş olacak.

Mevcut Anayasa’da yürütmenin başı olan başbakan veya bakanlar hakkında, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az onda birinin vereceği önergeyle (55 vekil!), soruşturma açılması istenebilirken, üye tam sayısının yarısının (276 vekil) kabul etmesi durumunda bu kişi veya kişiler Yüce Divan’da yargılanabiliyor(du).

Gensoru Kalkıyor!

Mevcut Anayasa’da var olan TBMM üye tam sayısının yarısının (276 vekil) katılımıyla başbakan ve bakanları düşürmek için gensoru verme hakkı da tarihe karışıyor.

Cumhurbaşkanı, cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar hakkında gensoru verilemeyecek.
Cumhurbaşkanı’nın yapacağı bütçede Meclis değişiklik yapma hakkına sahip değil

Daha önce Bakanlar Kurulu’na ait olan bütçe yasası teklifi yetkisi, Cumhurbaşkanı’na devrediliyor. Yürürlükte olan yasaya göre, Meclis bütçede değişiklik yapma hakkına sahipken artık bu haktan yoksun kalacak.

Meclis’in bütçeyi onaylamaması durumunda “geçici bütçe yasası çıkarılır. Geçici bütçe yasasısının da çıkarılamaması durumunda, yeni bütçe kanunu kabul edilinceye dek bir önceki yılın bütçesi yeniden değerleme oranına göre artırılarak uygulanır.” Böylelikle Meclis’in bütçe üzerindeki etkisi de sona ermiş oluyor.

OHAL ilanı artık Cumhurbaşkanı’nın yetkisinde

Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde, Cumhurbaşkanı, “savaş hali, savaşı gerektirecek bir durumun baş göstermesi, seferberlik, ayaklanma vatan veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışma, ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten veya dıştan tehlikeye düşüren şiddet hareketlerinin yaygınlaşması, anayasal düzeni veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerinin ortaya çıkması, şiddet olayları nedeniyle kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması, tabii afet veya tehlikeli salgın hastalık ya da ağır ekonomik bunalımın ortaya çıkması hallerinde yurdun tümünde veya bir bölgesinde, süresi altı ayı geçmemek üzere olağanüstü hal” ilan edebiliyor.

Daha önce Bakanlar Kurulu, Milli Güvenlik Kurulu’nun görüşünü aldıktan sonra OHAL ilan edebiliyordu.

Bir Kişinin 15 yıl Cumhurbaşkanlığı yapabilmesi olanaklı

Cumhurbaşkanı’nın görev süresi, mevcut Anayasa’da olduğu gibi beş yıl ve bir kişi en çok iki dönem Cumhurbaşkanı seçilebiliyor.

Ancak Cumhurbaşkanı’nın 2. döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilirse, Cumhurbaşkanı bir kez daha aday olabiliyor.

Yeni düzenleme Meclis’te çoğunluğu sağlayabilen bir Cumhurbaşkanı’na on beş yıl cumhurbaşkanlığı sağlayabiliyor.

(Hilmi Hacaloğlu, 
https://www.amerikaninsesi.com/a/yeni-sistemde-cumhurbaskaninin-yetkileri-cok-artacak/4361618.html)

===================================

Evet Dostlar..

Durum böyle ciddi, kritik, nazik, vahim hatta vahim ötesi!..

24 Haziran 2018 günü sandıktan çıkacak Cumhurbaşkanı neredeyse “Kral” gibi yetkili olacak
Osmanlı padişahlarının bile Başvezirleri vardı, şimdi yok..
1. Meşrutiyet (1876) sonrası Meclis ve Vekiller Heyeti vardı.
Şimdi, Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi denen AKP’nin dış güdümlü olarak dayattığı dünya da benzeri olmayan ucube sistem, meşrutiyet sonrası Osmanlı Sultanından daha yetkili.. Mutlakiyete, 1876 öncesine dönüş gibi neredeyse..

Amaç tek bir adamı ele geçirip Türkiye’yi dışarıdan yönetmek..
Batılılar açıkça yazıp – çizdiler – söylediler.. Yok TBMM, yok Anayasa Mahkemesi, yok Senato, yok TSK, yok sivil toplumun gücü… bunlarla uğraşmak istemiyorlar..

1 Mart 2003 Tezkeresinin TBMM’de 100 dolayında yurtsever AKP’li vekilin de sağduyusuyla reddedilmesi kırılma ya da dönüm noktası oldu. 2 haftalık Başbakan RTE ilk sınavında sınıfta kalmıştı! Düğmeye o zaman basıldı.. 2 ya da 2,5 parti ve TEK ADAM REJİMİ biçildi Türkiye’ye. Haydut devlet, 4 Temmuz 2003’te Irak’ın kuzeyinde 11 subayımızın başına çuval geçirmekle yetinmedi, yetinemezdi!

“Atlantik ağası” Adamını suça buladı, peeeeeeeeek çok belge – bilgi ile kuşatıp Güliver‘in bağlanması gibi deyim yerinde ise “sabitledi”..

Giderayak Afrin, Fırat Kalkanı gibi sınırlı operasyonlara göz yumdu ve son olarak Münbiç ve Kandil senaryolarına “pembe ışık” yaktı.. Kandil’de 35 üst düzey PKK-YPG yöneticisi salak salak TSK bombardımanını bekliyorlardı ve akılsızlıklarına doymasınlar, keklik gibi avlandılar!

Bu kadim halk bu utanmaz masalları – oyunları yutacaksa diyecek birşey yok..

Üstelik olağanüstü yorgun / bitkin, zaman – yer- kişi – olay yönelimi bozulmuş, düşünce akışı ve belleğinde ciddi boşluklar – bozukluklar… olan birisini yeniden 
SULTAN GİBİ YETKİLENDİRMEK!?


Erdoğan 15,5 yıldır kesintisiz ve tek başına mutlak iktidarla ülkeyi yönetmekte..
Gelinen yer İFLAS EŞİĞİ!

Borçlar döndürülemiyor, Ekonomi cayır cayır yanıyor!

24 Haziran 2018 sonrası yürürlüğe girecek Anayasa değişiklikleri ile (yukarıda verildi), kuramsal olarak 15 yıl daha (3 dönem) mutlak yetkili CB olarak kalması olanaklı.. Bu senaryo işlerse, halen 65. yaşının içinde olan RTE, yaşarsa 80 yaşına dek ve toplamda 30,5 yıl Türkiye’yi tek başına yönetmiş olacak. Uygar dünyada buna benzer tek bir demokratik ülke var mı??
Sevgi ve saygı ile. 22 Haziran 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

http://ahmetsaltik.net/tag/1-mart-2003-tezkeresi/

***

19 MAYIS’IN 100. YILI ve PONTUSCULAR,




19 MAYIS’IN 100. YILI ve PONTUSCULAR,


Hüseyin KURT

Karadeniz’de Pontus kalıntıları rahat durmuyor.

19. Yüzyılın ortalarında Yunan bağımsızlık hareketiyle ortaya çıkmış ve Megalo İdea'nın bir uzantısı olarak Doğu Karadeniz kıyılarında Pontus adı altında sözde bir Yunan – Rum devleti kurulması amacı çerçevesinde pontusculuğu yeniden gündeme getirme derdinde.

Bu amaçla sözde Ermeni soykırımı iddialarından sonra Karadeniz bölgesini Pontus hayaline hazırlamaya çalışan Rum çetecilerin zulmünden bölge insanını kurtarmak üzere Atatürk'ün Samsun'a çıktığı 19 Mayıs 1919’un 100. yılı olan 19 Mayıs 2019’u da sözde “Pontus soykırımı günü” olarak yedekte tutulmaktadır.
Hatta 100. yıla Yunanistan başta olmak üzere tüm dünyadaki Rum lobileri ile ciddi hazırlıkları da var! Bu hazırlıklara küreselciler de finansman sağlayarak ellerini ovuşturuyor.
Rumların sözde “pontus rum soykırımı” iddiası ile uluslararası camiada gündem yaratmak amaçlı 19 Mayıs 2019 tarihini sonuna kadar kullanmak isteyecekler.
Rumlar, 1990’lı yılların başında bu konuda hareketlenmiş ve 1994’de Yunanistan Parlamentosu sözde Pontus Soykırımını resmen tanımıştı.
Rumlar, ABD’nin birçok eyalette de sözde soykırım konusunda çalışma yapmış ve yerel meclislerden karar çıkartmayı başarmışlardı.
Rumların, Birleşmiş Milletler’e 1998’de yaptıkları başvuru ise şuan için sonuçsuz kalmış durumda.
Pontuscuların, Karadeniz kıyısında ve Kızılırmak’ın doğu illeri olan Samsun, Giresun, Tokat, Ordu, Amasya, Trabzon, Rize ve Gümüşhane illerini bu anlamda bir propaganda alanı olarak gördükleri beyanlarında ve açıklamalarında görülmektedir.

***
1600’lü yıllarda padişahın fermanı ile “Ya dininizi ya dilinizi değiştireceksiniz!..” emri yollanmasını ve sonrasında Rumların Karadeniz içinde dillerini ve dinlerini değiştirdiği tezinden yola çıkan Pontuscular özellikle sosyal medya olmak üzere gençler üzerinden yapılanma peşindedir.
Sadece gençler değil, bunların arasında Yunanistan ve Rumlar ile irtibatlı olan birçok kişinin çocukları da yurtdışı bursları ile Kıbrıs veya Kıbrıs üzerinden Yunanistan’da burslu olarak öğrenim görenler ve bu rum burslarıyla eğitim görüp geri dönenlerde bu işin içindedir.
Ayrıca Pontuscuların Yunanistan gezisine giden yönetici ve siyasileri bilerek veya bilmeyerek sözde Pontus bayrağının altında çektirdikleri fotoğraflar ve verdikleri pozlarda bilinen bir gerçektir.
Bugün Karadeniz bölgesinde hortlatılmaya çalışılan pontusculuk her ne kadar “Post Modern Pontusculuk” şeklinde yürütülmek istense de finansörleri batılı ve küreselci güçler ve yerel işbirlikçi uzantılarıdır.
Pontus’un merkezi her ne kadar Trabzon ve Rize olarak tarihteki yerini alsa da sözde Pontus Milli Meclisi tarafından Paris’te bastırılan ve Samsun Metropolithanesi’nde ele geçirilmiş bir sözde Pontus’un yeni yapılanma haritasında durum farklı!..
Haritadaki sözde pontus cumhuriyeti’nin merkezinin Samsun olduğu, sınırlarının Batum’un kuzeyinden, İnebolu’nun batısına kadar uzanan Karadeniz sahilleriyle Rize, Trabzon, Ordu, Samsun, Sinop, Kastamonu, Çankırı, Yozgat, Tokat, Amasya, Çorum ve kısmen Erzurum’u kapsadığı unutulmamalıdır!

***
Sözde Pontus soykırımı yalanını hem Vatikan hem Fener Rum Patrikhanesi hem de ABD’nin desteklediği unutulmamalıdır. Küresel güçlerin ve batının Karadeniz üzerindeki hedeflerinin temelinde Ortadoğu gibi yine enerji politikaları ve güç savaşları yatmaktadır.
Küreselcilerin, emperyalistlerin hedefi Ortadoğu’dan sonra en geniş enerji yatakları Kafkasya ve Orta Asya’dadır. Hazar bölgesi ve Orta Asya’ya egemen olmak isteyen bir küresel gücün Karadeniz’i kontrolü altında tutması gerekir.
ABD’nin başta olduğu yapının sözde pontus devleti’nin canlandırılmasına destek vermesinin ve sözde pontus soykırımı’nı tanımasının nedeni, Doğu Karadeniz bölgesine olan ilgisiyle doğrudan ilişkilidir. ABD, Doğu Karadeniz’de canlandırılacak pontusculuk üzerinden sözde pontus devleti ile hem Kafkasya ve Orta Asya’ya uzanmayı hem de Doğu Avrupa ülkelerini Rusya’ya bağımlı olmaktan kurtarmayı planlamaktadır.

Oyun büyüktür!

Bu oyunu sahneye koyanlar yine Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) zihniyetinde olanlar ve uzantılarıdır.
BOP zihniyetliler sadece pontusculuğu değil Lazcılık ve Hemşenciliğin de geçmişte olduğu gibi günümüzde Güney Rusya, Kafkasya ve Anadolu coğrafyası üzerinde oynayan büyük oyunun bir parçasıdır.

***
Tüm bu bilgiler ve notlar doğrultusunda küreselcilerin üzere Atatürk'ün Samsun'a çıktığı 19 Mayıs 1919’un 100. Yılı olan 19 Mayıs 2019 tarihini bir başlangıç, güçlenme, yeniden gündeme getirme ve hortlatma tarihi olarak kullanacağı açıkça görülmektedir.
Bu anlamda 19 Mayıs’ın 100. Yılını Samsun ve bölge adına bir fırsat olarak gördüğümüz gibi bir savunma hattı/tarihi olarak da görmemiz gerekmektedir.
Durum gösteriyor ki tüm kurum ve kuruluşlar 19 Mayıs’ın 100. yılına sıkı hazırlanması bir etkinlikten öte mecburi bir durum haline gelmiştir.

Hüseyin KURT

https://www.academia.edu/36456778/19_MAYIS_IN_100._YILI_ve_PONTUSCULAR


***

26 Temmuz 2018 Perşembe

HALK PARTİSİNİN KURULUŞU VE 9 İLKE. BÖLÜM 10


HALK PARTİSİNİN KURULUŞU VE 9 İLKE. 
BÖLÜM 10


RAUF BEY, DEVLET BAŞKANLIĞI MAKAMININ GÜÇLENDİRİLMESİNİ TEKLİF EDERKEN NE DÜŞÜNÜYORDU

Ondan sonra, R a u f B e y 'le aramızda şu konuşma geçti :

R a u f B e y, "Hükûmet Başkanlığı'ndan çekilirken, sizden çok rica ederim" dedi "Devlet Başkanlığı makamını güçlendiriniz."

R a u f B e y'e : "Dediğinizi yapacağıma kesin olarak güveniniz! " cevabını verdim.

R a u f B e y 'in ne demek istediğini ben pek güzel anlamıştım.

R a u f B e y, Devlet Başkanlığı makamı olarak, hilâfet makamını düşünüyor, o makama kuvvet ve yetki sağlamamı benden rica ediyordu.

R a u f B e y'in, benim olumlu cevabımla ne demek istediğimi anlayıp anlamadığı belli değildir. Daha ileriki bir tarihte, Cumhuriyet'in ilânından 
sonra, kendisiyle Ankara'da yaptığım bir görüşmede, Cumhuriyet'e niçin karşı olduğunu sorduğum ve yapılmış olan şeyin, Ankara'dan ayrılırken, 
benden yapılmasını rica ettiği ve benim söz verdiğim işten başka bir şey olmadığını söylediğim zaman : "Ben, demişti, Devlet Başkanlığı makamını 
güçlendiriniz derken, asla Cumhuriyet ilânını düşünmüş ve kastetmiş değildim."

Oysa, Efendiler, benim verdiğim cevabın anlamı tamamen o idi. Gerçekten de, millî hükûmetimizin niteliği Cumhuriyet Hükûmeti olduğu halde, 
bence onu kesin olarak ifade ve ilân etmemek ve Devlet Başkanlığı makamı ile Türkiye Büyük Millet Meclisi makamını bir tek makam halinde 
bulundurmak bir zayıflık teşkil ediyordu. İlk fırsatta Cumhuriyeti resmen ilân etmek ve Devlet Başkanlığı'nı Cumhurbaşkanlığı makamında temsil 
ederek kuvvetli bir durum yaratmak şarttı. R a u f B e y 'e bunu yapacağıma kesin olarak söz vermiştim. Eğer ne demek istediğimi 
kavrayamamışsa, sanırım ki eksiklik bende değildir.


MEMLEKETE VE MİLLETE KİMLER HİZMET EDERSE HAVARİ ONLARDIR

A l i F u a t P a ş a ile de kısa bir görüşme yapıldı. F u a t P a ş a, bana şöyle bir soru sordu : "Senin şimdi "havari"lerin kimlerdir? 
Bunu anlayabilir miyiz?"
Ben bu sorudan bir şey anlayamadığımı söyledim. Paşa, ne demek istediğini açıkladı. O zaman ben de şunları söyledim :
Benim "havari" lerim yoktur. Memleket ve millete kimler hizmet eder, bu hizmete lâyık ve muktedir olduğunu gösterirse, "havari" onlardır.


RAUF BEY'İN HÜKÜMET BAŞKANLIĞI'NDAN, ALİ FUAT PAŞA'NIN BÜYÜK MİLLET MECLİSİ İKİNCİ BAŞKANLIĞI'NDAN ÇEKİLMELERİ

R a u f B e y, Hükûmet Başkanlığı'ndan çekildi. İçişleri Bakanı olan A l i F e t h i B e y, aynı zamanda Hükumet Başkanlığı'na seçildi 
( 13 Ağustos 1923 )

Bir süre sonra, 24 Ekim 1923 tarihinde, A l i F u a t P a ş a da Meclis İkinci Başkanlığı'ndan çekilerek, ordu müfettişliğine, tayinini rica etti. 
F u a t P a ş a 'ya ünvanı İkinci Başkan olmakla birlikte, mevkinin ve görevinin pek önemli olan Meclis Başkanlığı olduğunu söyleyerek, görevine 
devam etmesini tavsiye ettim. F u a t P a ş a, politikadan hoşlanmadığını, hayatının bundan sonrasını askerlik mesleğine vermek istediğini ileri 
sürerek, isteğinin yerine getirilmesi ricasında ısrar etti.F u a t P a ş a'nın rütbesi tümgeneral idi. Komuta edeceği orduda korgeneral rütbesinde 
kolordu komutanları vardı. Geçmiş hizmetlerini göz önünde bulundurarak kendisini korgeneralliğe yükselttik ve karargâhı Konya'da bulunan 
İkinci Ordu Müfettişliği'ne tayin ettik.

K â z ı m K a r a b e k i r P a ş a da, daha önce aynı düşüncelerle Meclis'ten ayrılmış ve ordu müfettişi olarak Birinci Ordunun başına geçmiş 
bulunuyordu.


YENİ TÜRKİYE DEVLETİ'NİN BAŞKENTİ: ANKARA

Efendiler, Lozan Antlaşması'nın eklerinden olan düşman işgali altındaki topraklarımızı boşaltma protokolu uygulandıktan sonra, yabancı işgalinden 
tamamen kurtulan Türkiye'nin toprak bütünlüğü fiilî olarak sağlanmıştı. Artık yeni Türkiye Devleti'nin başkentini bir kanunla tespit etmek 
gerekiyordu. Bütün düşünceler, Yeni Türkiye'nin başkenti Anadolu'da ve Ankara şehri olarak seçme lüzumunda birleşiyordu.

Bu seçimde, coğrafî durum ve askerî strateji en büyük önemi taşıyordu. Devletin başkentini bir an önce tespit ederek, içten ve dıştan gelen 
kararsızlıklara bir son vermek şarttı. Gerçekten de, bilindiği üzere, başkentin İstanbul olarak kalacağı veya Ankara olacağı konusunda öteden beri 
içeride ve dışarıda kararsızlıklar görülüyor, basında demeçlere ve tartışmalara rastlanıyordu. Bu arada İstanbul'un yeni milletvekillerinden bazıları, 
R e f e t P a ş a başta olmak üzere, İstanbul'un hükûmet merkezi olarak kalması gereğini bazı örneklere dayanarak ispat etmeye çalışıyorlardı. 
Ankara'nın gerek iklim, gerek ulaştırma araçları ve gelişme kabiliyet ve istidadı ve gerekse mevcut tessisler ve kuruluşlar bakımından hiç de uygun 
ve elverişli olmadığını söylüyorlar; İstanbul'un "payitaht" olması lâzımdır ve mutlaka olacaktır, diyorlardı. Bu ifadeye dikkat edilirse, bizim 
"başkent" deyimiyle kastettiğimiz anlam ile, bu ifadelerdeki "payitaht"deyimini kullananların görüşleri arasında bir fark bulmamak mümkün değildir. 
Bundan dolayı, bu konuda zaten kesinleşmiş bulunan kararımızı resmen ve kanunî yoldan ilân ettirerek,"payitaht" sözünün de yeni Türkiye 
Devleti'nde 
kullanılmasına gerek kalmadığını göstermek lâzım, geldi. Dışişleri bakanı İ s m e t P a ş a,9 Ekim 1923 tarihli tek maddelik bir kanun tasarısını 
Meclis'e teklif etti. Altında daha on dört kadar zatın imzası bulunan bu kanun teklifi,13 Ekim 1923 tarihinde uzun görüşme ve tartışmalardan sonra 
çok büyük bir çoğunlukla kabul edildi. Kabul edilen kanun maddesi şudur : "Türkiye Devleti'nin başkenti Ankara şehridir."


MECLİS'TE FETHİ BEY'İN BAŞKANLIĞINDAKİ HÜKÜMET'E VE FETHİ BEY'İN ŞAHSINA KARŞI SATAŞMALAR VE TENKİTLER BAŞLADI

Efendiler, çok geçmeden, Meclis'te, F e t h i B e y'in başkanlığındaki hükûmete ve özellikle F e t h i B e y in şahsına karşı sataşmalar ve tenkitler 
başladı. Anlaşıldığına göre, milletvekillerinde bakan olma istek ve hevesi çoğalmıştır. İşbaşında bulunan bakanları beğenmiyorlardı.

Yeni seçimde, partimiz adına milletvekillikleri sağlanmış olan birtakımları da Hükûmet aleyhindeki cereyanları körükleyerek kendi maksatlarına göre 
yararlanma fırsatları hazırlamaya çalışıyorlardı. Muhalefete geçecekleri sezilen milletvekillerinin meclis çoğunluğunu aldatarak Hükümet'e ve 
Meclis'e karşı hâkim bir duruma geçmek maksadını güttükleri anlaşılıyordu.

F e t h i B e y, dikkatini ve çalışma gücünü Hükûmet Başkanlığı görevinde yoğunlaştırabilmek için İçişleri Bakanlığı'ndan istifa etti. Aynı tarihte, 
A l i F u a t P a ş a 'nın çekilmesi ile Meclis İkinci Başkanlığı da boşaldı (24 Ekim 1923).

Bizimle görüşte ve yapılan çalışmalarda uzlaşma ve işbirliği aramayı gerekli bulmaksızın bağımsız ve gizli çalışan bir grup belirdi. Bu grup, 
iyi niyetli ve hakkı tutar gibi görünerek bütün parti üyelerini kendi görüşlerine çekmekte başarılı olmaya başladı. Örnek olarak, bir parti 
toplantısında, İçişleri Bakanlığı'na Erzincan milletvekili bulunan S a b i t B e y 'in, Meclis İkinci Başkanlığına da İstanbul'da bulunan 
R a u f B e y' in Meclis'ce seçilmesini karar altına aldırdı (25 Ekim 1923).

Oysa, ben, S a b i t B e y'in İçişleri Bakanı olmasını uygun görmemiştim. S a b i t B e y 'in bazı illerin valiliklerinde bulunmuş olmasını, 
yeni Türkiye'nin yeni şartlara bağlı iç işlerini idare edebileceğine yeterli bir delil sayamıyordum.

R a u f B e y 'in de Meclis İkinci Başkanlığı'na seçilmesini doğru bulmuyordum. Çünkü, R a u f B e y, daha dün Hükûmet Başkanı idi.O makamı, 
ne gibi duyguların etkisinde kalarak hareket ettiği için terke mecbur edildiği bilinmekteydi. Buna rağmen, onu Meclis'in İkinci Başkanlığı'na 
getirmekle, bütün Meclis'in onunla aynı görüşte olduğunu yani bütün Meclis'in, Lozan Barış Antlaşması'nı yapan ve Hükûmet'te Dışişleri Bakanı 
olarak bulunan İ s m e t P a ş a 'nın aleyhine olduğunu göstermek maksadı güdülüyordu.

Efendiler, yeni Meclis, ilk döneminde, gizli bir muhalefet grubunun tuzağına düşme durumuyla karşı karşıya kaldı. F e t h i B e y ve arkadaşları, 
Hükûmet işlerini sükûnetle yürütemeyecek bir duruma getirildi. F e t h i B e y bu durumdan bana defalarca şikâyet etti ve kendisi Hükûmet'ten 
çekilmek istedi. Öteki bakanlar da aynı şekilde şikâyetlerde bulunuyorlardı.

Kötülük, Hükûmet'in Meclis'ce seçilmesinden ileri geliyordu. Bu gerçeği çoktan görmüştüm.


UYGULANMASI İÇİN SIRASINI BEKLEDİĞİM BİR DÜŞÜNCENİN UYGULANMA ZAMANI GELMİŞTİ

Ben, Meclis'te, gizli ve muhalif bir grubun bulunduğunu farkettikten, Meclis çalışmalarında duyguların hâkim duruma geçtiğini gördükten ve 
Bakanlar Kurulu'nun çalışma düzeninin her gün olur olmaz birtakım sebeplerle altüst edilmekte olduğuna kanaat getirdikten sonra, uygulanması 
için sırasını beklediğim bir düşüncenin uygulanma anının geldiğine hükmetmiştim.Bunu itiraf etmeliyim. Buna göre, şimdi vereceğim bilgileri ve 
yapacağım açıklamaları anlamak daha kolay olacaktır.

Efendiler, Halk Partisi'nin R a u f B e y 'i kendisi toplantıda buIunmadığı halde Meclis İkinci Başkanlığı'na, S a b i t B e y 'i de İçişleri Bakanlığı'na 
aday seçtiği tarih 25 Ekim 1923 Perşembe günüdür. Aynı gün ve ertesi Cuma günü Hükûmet üyeleri Çankaya'da benim başkanlığımda toplandı.

Gerek Hükûmet Başkanı F e t h i B e y'in ve gerek diğer bakanların istifa etmeleri zamanının geldiğini ve bunun gerekli olduğunu bildirdim.
Meclis'ce yeni hükûmet seçildiğinde, şimdiki hükûmette bulunan üyelerden yeniden seçilenler olursa, onlar bu seçimden sonra da istifa ederek 
yeni hükûmete katılmayacaklardır, esasını da kabul ettik. Yalnız, o zamanlar, bakanlar gibi seçilen ve kabineye dahil bulunan Genelkurmay 
Başkanı F e v z i P a ş a, bu kararın dışında bırakıldı. Çünkü ordu yönetim ve komutasının rastgele birisine verilmesi doğru görülmedi.

Efendiler, bu türlü hareketin ve alınan kararın nasıl bir maksada dayandığı incelenirse, şu sonuca varılır : İhtiraslı grubu, hükûmet kurmakta 
tamamen serbest bırakıyoruz. Şimdiki kabinede bulunan bakanlardan hiçbiri katılmaksızın, tamamen istedikleri kimselerden oluşan,istedikleri 
gibi bir kabine kurarak memleket mukadderatına hâkim oImalarında bir sakınca görmüyoruz. Fakat ne hükûmet kurmaya ve ne de kursalar bile 
memleketi yönetme iktidarı göstereceklerine emin bulunuyoruz.

Meclis'i aldatmaya çalışan ihtiraslı grup, şu veya bu tarzda bir hükûmet kurmayı başarabildiği takdirde, bir müddet bu hükûmetin idare şeklini 
ve idaredeki iktidarını takip etmenin ve hattâ ona yardımcı olmanın doğru olacağını düşündük. Fakat bu şekilde kurulacak bir hükûmet, memleket 
yönetiminde ve yeni gayelerimizi gerçekleştirmekte beceriksizlik gösterir ve başka maksatlara yönelirse, bunu Meclis'te açıklayarak, 
Meclis'i aydınlatma yolunu tercih ettik. Hükûmet kurmayı başaramadıkları takdirde, doğacak karışıklığın Meclis'i uyandıracağı tabiî idi. Bunalım ve 
karışıklığın devamına seyirci kalınamayacağından,işte o zaman, bizzat müdahale ederek ve tasarladığım şekli açıkça ortaya koyarak işi kökünden 
halledebileceğimi düşünmüştüm.


FETHİ BEY'İN BAŞKANLIĞINDAKİ HÜKÜMET İSTİFA EDİYOR

Hükûmet üyeleri ile Çankaya'da yaptığımız toplantı sonunda, bakanların hep birlikte imzalayarak bana verdikleri istifa yazısı şuydu :

Yüksek Başkanlığa 
Türkiye Devleti'nin, karşı karşıya bulunduğu önemli ve güç, iç ve dış meseleleri kolaylıkla çözebilmesi için mutlaka çok kuvvetli ve Meclis'in tam 
desteğini kazanmış bir hükûmete ihtiyacı olduğu kanaatindeyiz. Bu bakımdan yüce Meclis'in her bakımdan güven ve desteğine dayanan bir 
hükûmetin kurulmasına yardımcı olmak maksadıyla, istifa ettiğimizi derin saygılarımızla arz ederiz,efendim.

Efendiler, bu istifa yazısı, 27 Ekim 1923 Cumartesi günü saat 13.00'de başkanlığımda toplanan Parti Genel Kurulu'na bildirildikten sonra,saat 
17.00'ye doğru açılan Meclis oturumunda resmen okunmuştur.


HÜKÜMET LİSTELERİ VE HÜKÜMET BAŞKANLIĞI'NA SEÇİLECEĞİ TAHMİN EDİLEN KİMSELER

Hükûmet'in istifası belli olduğu dakikadan itibaren,Meclis üyeleri, Meclis odalarında,evlerinde grup grup toplanarak yeni hükûmet, listeleri 
düzenlemeye başladılar. Bu durum Ekimin 28 inci günü geç vakte kadar sürdü. Hiçbir grup bütün Meclis'çe kabul edilebilecek ve millet kamuoyuna 
iyi karşılanacak isimleri içine alan bir alay listesi tespit edemiyordu. Özellikle bakanlıklara aday düşünülürken o kadar çok hevesli ve isteklilerle karşı 
karşıya kalıyorlardı ki, herhangi birinin diğerlerine tercihi şeklinde tespit edilecek bir listeyi kabul ettirmekteki güçlük, liste hazırlığı ile uğraşanları 
ümitsizlik ve endişeye düşürdü. Gerçi İstanbul'un bazı gazeteleri, bazı kimselerin resimlerini basarak Hükûmet Başkanlığı'na seçileceği umulan 
"sayın sima"ları hatırlatarak dikkati çekmekte kusur etmedi. Gerçi gayretli bazı gazeteciler, 28 Ekim günü erkenden "İstanbul'un yüzünü örten 
sabah sisinin ördüğü tül henüz sıyrılırken,deniz gökyüzünden, kıyılardan akseden renklerle boyanmış, hareketsiz duruyorken" Marmara'nın durgun 
sularını yararak ilerleyen Deniz Yollarının vapuruyla Kalamış iskelesine çıkıyor... Yolda R a u f B e y 'e rastlıyor... Ondan sonra "büyük bir 
bahçenin içindeki güzel Kalamış köşkünün pek mükemmel döşenmiş süslü salonuna" giriyor ve köşkte oturanın çeşitli meselelerle ilgili görüşlerini 
ve özellikle "millî hâkimiyetimizi her şeye ve her şeye ( ! ) karşı koruyalım..." nasihatını yayınlayarak kamuoyunu aydınlatma hizmetinden geri 
kalmıyor.Fakat bu uyarma ve yol göstermeler Ankara'ya tesir edemiyordu.


MİLLİ HAKİMİYETİMİZİ HER ŞEYE VE HER ŞEYE KARŞI KORUYALIM DİYEN ZAT

Efendiler, her şeye ve her şeye karşı millî hâkimiyetin korunması tavsiyesinde bulunan zat, Halife'nin kendisine olan iltifatını Allahın lûtfu olarak 
kabul eden zattır.

Bazı gazetelerin, Konya'da ordu müfettişliğine tayin edilen Fuat Paşa'nın 28 Ekimde İstanbul'a gelişinden, Rauf Bey, Refet Paşa, Adnan Bey ve 
diğer birçok kimse tarafından karşılandığını bildiren telgraflarını ve Rauf Bey'le Kâzım Karabekir Paşa'nın resimlerini basarak Mondros Ateşkes 
Anlaşmasını ve Kars'ın kurtarılışını hatırlatmak için yazdıkları yazıları bile yeterince dikkati çekmeye yaramadı.


PARTİ YÖNETİM KURULU KESİN BİR HÜKÜMET LİSTESİ HAZIRLAYAMADI

28 Ekim günü geç saatlerde, toplantı halinde bulunan Parti Yönetim Kurulu tarafından davet edildim. Parti Yönetim Kurulu Başkanı Fethi Bey'di. 
Fethi Bey, parti adına Yönetim Kurulu'nca bir aday listesi hazırlandığını ve bu konuda Parti Genel Başkanı olarak benim de görüşümün alınması 
uygun görüldüğü için toplantılarına davet ettiklerini bildirdi. Hazırlanan listeye göz gezdirdim. Bence uygun olduğunu, ancak, bu listede adları 
bulunan kimselerin de görüşlerinin alınması, kabul edip etmeyeceklerinin sorulması gerektiğini söyledim. Bu teklifim uygun görüldü. Söz gelişi, 
Dışişleri Bakanlığı için söz konusu edilen Yusuf Kemal Bey'i davet ettik. Yusuf Kemal Bey, bu listeye giremeyeceğini bildirdi. 
Bundan ve buna benzer bazı durumlardan anladım ki, Parti Yönetim Kurızlu da kabul edilebilir kesin bir aday listesi hazırlayamamaktadır. 
Yönetim Kurulu üyelerine, gereken kimselerle daha sıkı temas kurarak kesin bir liste tespit etmelerini tavsiye ettikten sonra yanlarından ayrıldım. 
Gece olmuştu Çankaya'ya gitmek üzere Meclis binasından ayrılırken, koridorlarda beni beklemekte olan Kemâlettin Sami ve Hâlit Paşa'lara rastladım. 
Ali Fuat Paşa Ankara'dan hareket ederken bunların Ankara'ya geldiklerini o günkü gazetede "Bir uğurlama ve bir karşılama" başlığı altında 
okumuştum. Daha kendileriyle görüşmemiştim. Benimle konuşmak üzere geç vakte kadar orada beklediklerini anlayınca, akşam yemeğine 
gelmelerini, Millî Savunma Bakanı Kâzım Paşa vasıtasıyla kendilerine bildirdim. İsmet Paşa ile Kâzım Paşa'ya ve Fethi Bey'e de Çankaya'ya benimle 
birlikte gelmelerini söyledim. 

Çankaya'ya gittiğim zaman, orada, beni görmek üzere gelmiş bulunan Rize Milletvekili Fuat, Afyonkarahisar Milletvekili Ruşen Eşref Bey'lerle 
karşılaştım. Onları da yemeğe alıkoydum.

http://www.espiyemuftulugu.gov.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=396&catid=95&Itemid=435

*****

HALK PARTİSİNİN KURULUŞU VE 9 İLKE

Nutuk - Halk Partisinin Kuruluş Çalışmaları , Lozan Barış Antlaşması Ve Müteakip Gelişmeler

http://www.kho.edu.tr/hakkinda/harbiyeli_ataturk/nutuk/16/1.html

Halk Partisi`ni Kurma Teşebbüsü


http://www.kho.edu.tr/hakkinda/harbiyeli_ataturk/nutuk/16/1.html


***

HALK PARTİSİNİN KURULUŞU VE 9 İLKE. BÖLÜM 9

HALK PARTİSİNİN KURULUŞU VE 9 İLKE. 
BÖLÜM 9



KUPONLAR VE İMTİYAZLARLA İLGİLİ YAZIŞMALAR İKİ TARAFI YENİDEN SİNİRLENDİRDİ

Kuponlar ve imtiyazlar konusunda aralarında geçen bir yazışma iki tarafı yeniden sinirlendirmiş. İsmet Paşa'nın 26 Haziran 1923 tarihinde 
Rauf Bey'in bir yazısına verdiği cevapta şu cümleler vardır :

Kuponlar meselesi çözümlenmeden imtiyazlar meselesinin çözümlenmesine gitmeyeceğiz. Zaten sorduğumuz soru, kuponlar meselesine 
bir çözüm yolu bulduktan sonra, takip edeceğimiz tutumla ilgili talimat almak içindi. Hükûmet bu konuda suskunluk gösteriyor. Konferans 
görüşmelerinde, Delegeler Hey'eti'nin, ana talimattaki kısıtlamalar dışında, bütün davranışlarının ayrıntılı olarak Ankara'dan idare edilme istek ve 
eğilimi, görüşmelerin memleket için en yararlı bir şekilde idaresini ve hayırlı bir barışa ulaşma gücünü, Delegeler Hey'eti'nin elinden almaktadır. 
Hükûmetçe tercih buyurulan bu yolun, 93 Seferi'nin (212) saraydan idaresinden farkı yoktur.

Bize karşı, güvensizlik duyulduğu ve yetersiz olduğumuz hususunda durmadan ifade buyurulan kanaat süregeldikçe bizim aracılığımızla barış 
yapılabileceği düşünülemez.

Hükûmetin görüşlerini, İtilâf Devletleri'ne olduğu gibi kabul ettirebileceğine inanan bir hey'etin ve tabiatiyle yüksek şahsiyetinizle olan ilgisi 
dolayısıyla Maliye Bakanı Beyefendi'nin doğrudan doğruya sorumluluk yüklenerek konferansa hareket buyurmalarını rica ediyoruz.

Maliye Bakanı Hasan Fehmi Bey'di. Bu telgrafı okudum ve Rauf Bey'e cevap verdim.İsmet Paşa'ya da şunu yazdım :

Kişiye özel 26.6.1923

İsmet Paşa Hazretleri'ne 
26.6.1923 tarihli cevap telgrafınızı okudum. Çok sinirli olarak yazılmıştır. Bunu gerektirecek hiçbir duygu, düşünce ve davranış yoktur, 
Sizi haksız buldum. İçinde bulunduğunuz güçlükler ve çektiğiniz sıkıntılar takdir edilmektedir. Bundan sonra belki, daha da artacaktır. 
Bu kırgınlığın sebebi Ankara değil, orada her gün yeni bir hile yaratanlardır. Çalışmalarınızı yılmadan ve soğukkanlılıkla olumlu bir şekilde 
sonuçlandırmaya himmet ediniz. 
Arada yanlış anlaşılmayı gerektirecek bir durum görmüyorum. Çalışma alanınız sınırlı değildir. Fakat yapılacak işler sınırlı olduğu ve pek 
önemli meselelerle karşı karşıya bulunduğunuz için, durum kendiliğinden sıkıntılı olmuştur. Gözlerinizden öperim.

Gazi Mustafa Kemal


RAUF BEY'İN ARADAKİ GÖRÜŞ AYRILIĞINI, KENDİSİ İLE İSMET PAŞA ARASINDA BAŞLI BAŞINA BİR MESELE SAYMASI DOGRU DEĞİLDİR

Saygıdeğer Efendiler, görülüyor ki,İsmet Paşa ile olan yazışmalarımda, onu incitebilecek sözler de vardır. Sonuna kadar da buna benzer ciddî 
emirlerim olmuştur.İsmet Paşa'nın da bana aynı şekilde ifadeler kullandığı olmuştur.

Bakanlar Kurulu kararlarında benim görüşlerimin de yer aldığını, İsmet Paşa 'ya gerektikçe bildiriyordum. Buna göre; İsmet Paşa'nın Bakanlar 
Kurulu Başkanlığı'nı hedef alan bazı şikâyetleri, yalnız Rauf Bey'in şahsıyla ilgili sayılmazdı. Bütün bakanlarla ilgiliydi. Hattâ bana da dokunuyordu.

Rauf Bey'in bu görüş ayrılığını, kendisi ile İsmet Paşa arasında başlıbaşına bir mesele sayması ve öyle saydırmaya kalkışması doğru değildir. 
Her durumda ve her konuda talimat verenler o talimatı, uzakta ve özellikle talimat verenin içinde bulunmadığı şartlar altında uygulayan kimse 
arasında görüş ayrılığı olabilir. Esasta bir değişiklik yapılmamak şartıyla, durum gereğine göre idare edilir.

İsmet Paşa'nın, durumun izlenmesi için benim dikkatimi çekmesi de mazur görülmelidir. çünkü, konu gerçekten ciddî ve hayatî idi.


RAUF BEY, GÖRÜŞMELERİ BİTİRİP BARIŞI HAZIRLAYAN İSMET PAŞA'NIN SONUÇLA İLGİLİ OLARAK HÜKÜMETİN GÖRÜŞÜNÜ SORAN TELGRAFA CEVAP VERMEMİŞTİ GÖRÜŞÜNÜ SORAN TELGRAFINA CEVAP VERMEMİŞTİ

ihayet, Efendiler, Temmuz or talarında konferans sona erdi.İsmet Paşa, barış antlaşması im zalanmadan önce Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey'e, 
konferansın son bulduğunu ve meselelerin ne şekilde çözüme bağlandığını bildirmiş. . . Rauf Bey'e olumlu veya olumsuz hiçbir cevap verme miş... 
İsmet Paşa, bekleyiş içinde geçirdiği bu günlerde çok üzülmüş. Hükûmetin hiçbir cevap vermeyişini, Ankara'da bir kararsızlığın hüküm sürmekte 
olduğuna bağ lamış. . . Rauf Bey'e yazdıktan üç gün sonra 18 Temmuz 1923 tari hinde durumu bana da bildirdi. Telgrafında, Hükûmet'i 
kararsızlığa dü şürebileceğini tahmin ettiği noktaları birer birer sayıp açıkladıktan son ra, düşüncelerine şu sözlerle son veriyordu :
Eğer hükûzrıet kabul ettiğimiz noktalardan geri dönmemiz hıısıısunda kesin likle ısrar ediyorsa, bunu bizim yapmaklığımıza imkân yoktur. 
Benim düşüne düşüne bulduğum yol, İstanbııl'daki İstilâ Devletleri komiserlerine, imza yetkisinin bizden alındığını bildirmelctir. Gerçi, bu durum, 
bizim için yer yüzünde görülme miş bir skandal olur. Fakat vatanın yüksek çıkarları, şahsî düşüncelerin üstünde olduğundan, 
Millî Hükûmet istediği gibi hareket eder. Hükûmetten teşekkür bek lemiyoruz. Yaptıklarımızın muhasebesi milletin ve tarihin yargısına bırakılmış tır.

Efendiler, İsmet Paşa'nın yürüttüğü ve sonuçlandırdığı işin ne kadar önemli olduğunu açıklamaya gerek yoktur. Bu işin sonuçlandırıl dığı, son 
günün, imza gününün geldiğini bildiren telgrafa sevinçle ve can atarak cevap verileceğini kabul etmek tabiîdir. Ankara i1e Lozan ara sında, bir 
veya iki günde haberleşmek mümkündü. 'Üç gün geçtiği halde, hiçbir cevap verilmemiş olması, en basit bir anlayışla, Hükûmet Başka nı'nın işi 
önemsemediğini ve aldırmazlıkla karşıladığını gösterir. Yapılan işin hükûmetçe noksan görülerek, kabul edilmemesi yoluna gidildiği ve bundan 
dolayı da cevap verilmemekte olduğu zannına da düşülebilir. Bu durum karşısında, işi bitirmek için büyük ve tarihî svrumluluk yüklene rek imza 
kullanacak olan zatın ne kadar güç bir durumda kalacağı düşü nülürse, İsmet Paşa'nın üzüntü ve ıztırap çekmesini haklı görmek gerekir.


İSMET PAŞA'YA BARIŞ ANTLAŞMASINI İMZALAMASINI BİLDİRDİM

İsmet Paşa'nın telgrafına hemen şu cevabı verdim :

Ankara, 19.T.1923

İsmet Paşa Hazretleri'ne 

18 Temmuz 1923 tarihli telgrafınızı aldım. Hiç kimsede kararsızlık yoktur. Elde ettiğiniz başarıyı en sıcak ve içten duygularımızla tebrik etmek için, 
antlaşmanın usulüne göre imza edildiğinin bildirilmesini bekliyoruz, kardeşim.
Gazi Mustafa Kemal Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Başkomutan

RAUF BEY KUTLAMAK İSTEMİYOR

Efendiler, Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey'in İsmet Paşa'ya kutlama telgrafı çekmediğini anladım. Kendisine bunun gerekli olduğunu hatırlattım. 
Rauf Bey'e bu konuda diğer bazı arkadaşlar da uyarıda bulunmuşlar.

Daha sonra öğrendim ki,Rauf Bey, İsmet Paşa'yı kutlamayı ve ona yaptığı bu önemli ve tarihî görevden dolayı teşekkürü gerekli görmüyormuş. 
Yapılan uyarı üzerine Kâzım Paşa'ya bir mektup yazarak, ondan kendi adına, İsmet Paşa'ya bir kutlama telgrafı yazmasını rica etmiş. Bunun 
anlamı nedir?
Kâzım Paşa, bu mektubu Bahriye Vekili (213) İhsan Bey'in evinde bulunduğu bir sırada almış. Maliye Bakanı Hasan Fehmi Bey de orada imiş...


RAUF BEY'İN YAZDIĞI VEYA YAZDIRDIĞI TELGRAF

Hep birlikte, Rauf Bey 'in ağzından uygun bir telgraf müsveddesi yaparak İsmet Paşa 'yı kutlamışlar ve ona teşekkür etmişler. Bu müsveddeyi bir 
zarfa koyup Rauf Bey'e göndermişler. Fakat Rauf Bey müsveddeyi beğenmemiş.İsmet Paşa'ya başka bir telgraf yazmış veya yazdırmış. Rauf Bey, 
Kâzım Paşa 'yı gördüğü zaman demiş ki : " Sizin yaptığınız müsveddede sanki her işi yapan İsmet Paşa imiş gibi gösteriliyor. Biz burada bir şey 
yapmadık mı?"

Efendiler, Rauf Bey'in yazdığı veya yazdırdığı telgraf metni . kendisinin duygu ve düşüncelerini gizlememektedir. Arzu buyurursanız o telgrafı da 
olduğu gibi bilginize sunayım :

Şifre 27.7.1923

Lozan'da Delegeler Hey'eti 
Bakanlığına 
İlgi : 20 ve 24 Temmuz, 347 ve 348 sayılı telgraflar :

Birinci Dünya Savaşı'nın sonsuz ıztıraplarından kurtulmak ve milletimizin dünya barışını kurmakta ne büyük bir rolü olduğunu fiilen ispat etmek 
üzere imzaladığımız Mondros Ateşkes Anlaşmasına rağmen, en fecî ve insafsız saldırılara uğramış; bunun arkasından yaşama hakkımızı ve 
istiklâlimizi ayaklar altına alan Sévres Antlaşması yapılmıştı. Yüzyıllar boyunca hür ve bağımsız olarak yaşamış olan aziz Türkıye'nin asil halkı, 
uğradığı haksız ve feci saldırılar karşısında bütün şuuru ve bütün varlığıyla yaşama hakkını ve istiklâlini kurtarmak için ayaklanarak kurduğu 
yılmaz ve yenilmez millî ordusuyla Büyük Önderimiz ve Başkomutanımızın ve kahraman komutanlarımızın sevk ve idaresiyle zaferden zafere 
yürüdü.

Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükûmeti'nin milletten aldığı kudret ve kuvvetle ve ordularının pek yüksek savaş kabiliyetiyle elde ettiği bu başarı 
ve zaferlerin, Lozan'da aylardan beri süregelen barış görüşmeleri sonunda, milletlerarası bir belge ile belgelenmiş olması, milletimize yeni bir 
çalışma ve huzur dönemi hazırlamıştır. Bakanlar Kurulu, azimli ve fedakâr milletimizin yaşama hakkını ve istiklâlini güven altına alan bir 
antlaşmanın yapılmasındaki çalışmalardan dolayı başta zâtıdevletleri olmak üzere, delegelerimiz Rıza Nur ve Hasan Beyefendi ' lere ve 
müşavirlerimize tebriklerini sunar, efendim.

Hüseyin Rauf Bakanlar Kurulu Başkanı

RAUF BEY, LOZAN ANTLAŞMAS'NI YAPAN İSMET PAŞA'YI KUTLAMA VESİLESİYLE MONDROS ETEŞKES ANLAŞMASI'NI YAPAN KENDİSİNİ 
SAVUMAYA ÇALIŞIYOR YAPAN KENDİSİNİ SAVUNMAYA ÇALIŞIYOR

Efendiler,Rauf Bey, Lozan Antlaşması'nı yapan ve ona imzasını koyan İsmet Paşa'yı tebrik vesilesiyle, kandisinin yaptığı ve imzasını koyduğu 
Mondros Ateşkes Anlaşması'ndan bahsetmeyi ise onu ne kadar önemli ve yüksek amaçlarla imza ettiğini söyleyerek kendisini savunmayı gerekli 
görüyor.

Mondros Ateşkes Anlaşması, Osmanlı Devleti'nin müttefikleriyle birlikte uğradığı acı yenilginin yüz kızartacak bir sonucudur. O anlaşma 
hükümleridir ki, Türk topraklarını yabancıların işgaline sundu. O anlaşmada kabul edilen maddelerdir ki, Sevres Antlaşması hükümlerinin de 
kolaylıkla kabul ettirilebileceği düşüncesini yabancılara mümkün ve akla yatkınmış gibi gösterdi.

Rauf Bey, o ateşkes anlaşmasını "milletimizin dünya barışını sağlamakta ne büyük bir âmil olduğunu fülî olarak ispat etmek amacıyla" 
imzaladığını, 
söylüyorsa da, bu hayalî cümle ile kendinden başka kimseyi avutmaz. Çünkü böyle bir amaç yoktu.

Rauf Bey 'in, telgrafına Mondros Ateşkes Anlaşması ile başladığına bakılırsa, bu anlaşmanın Lozan Konferansı için bir başlangıç olduğunu ve 
Lozan barışının da Rauf Bey 'in yaptığı Mondros Ateşkes Anlaşması'nın sonucu olduğunu söylemek eğiliminde bulunduğuna hükmedilebilir.


RAUF BEY ZAFERLER KAZANMIŞ ORDUNUN BAŞINDA LOZAN'A GİDEN ZATA ZAFERDEN ZAFERE YÜRÜYEN ORDUNUN HİKAYESİNİ ANLATIYOR

R a u f B e y, telgrafında Sevres Antlaşması yüzünden Türk milletinin uğradığı saldırıları, buna karşı milletin nasıl ayaklandığını,nasıl yılmaz ve 
yenilmez bir ordu kurduğunu ve kahraman komutanlarımızın sevk ve idaresi ile nasıl zaferden zafere yürüdüğünü hikâye ediyor. R a u f B e y, 
bu hikâyeyi İ s m e t P a ş a ' ya, o zaferler kazanmış ordunun başından Lozan'a gitmiş olan zata anlatıyor. R a u f B e y, bu başarı ve zaferleri 
hükûmetin kazandığını anlatabilmek için de parlak bir cümle bulmuştur : Lozan barış görüşmelerinin aylardan beri devam ettiğine de işaret ederek 
üstü kapalı bir şekilde işin uzatıldığını belirtmekten kendini alamamıştır. R a u f B e y, "Antlaşmanın yapılmasındaki çalışmalarından dolayı 
Delegeler Hey'eti'ni tebrik ederken,Mondros Ateşkes Antlaşması'ndan başlayarak, bütün inkılâbımızın bir özetini yapmak suretiyle, 
Delegeler Hey'eti'ne yaptıkları antlaşmanın nasıl ve ne olduğunu da anlatmak gayretine düşmüştür. Bir tek teşekkür kelimesini bile içine almayan 
bu yazıların ne anlama geldiğini kavramak, dikkatli ve incelikleri görebilen kimselerce elbette güç değildir.


RAUF BEY, İSMET PAŞA İLE KARŞI KARŞIYA GELEMEM ONUN KARŞILANMASINDA BULUNAMAM DİYOR

Efendiler, Delegeler Hey'etimiz görevini tamamladıktan sonra, Ankara'ya dönmek üzere yolda bulunuyordu. Herkes Delegeler Hey'eti'ni yakından 
alkışlamak için can atıyordu. O günlerdeydi. Hükûmet Başkanı R a u f B e y, Meclis ikinci Başkanı bulunan A l i F u a t P a ş a ile birlikte, 
Çankaya'da bana geldiler.

R a u f B e y; ben, dedi İ s m e t P a ş a ile karşı karşıya gelemem. Onun karşılanmasında bulunamam. Müsaade ederseniz, o geldiği zaman 
Ankara'da bulunmak için, seçim bölgemde dolaşmak üzere Sıvas'a doğru bir geziye çıkayım.

R a u f B e y'e bu şekilde davranmasına bir sebep olmadığını,burada bulunan İ s m e t P a ş a 'yı bir Hükûmet Başkanı'na yaraşırcasına 
karşılamasının ve görevini başarı ile sona erdirdiği için onu sözle de takdir ve tebrik etmesinin uygun olacağını söyledim.

R a u f B e y, "kendime hâkim değilim; yapamayacağım" dedi ve geziye çıkma hususunda ısrar etti. Hükûmet Başkanlığı'ndan ayrılması şartıyla 
çıkmasını kabul ettim.

10 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

****

HALK PARTİSİNİN KURULUŞU VE 9 İLKE. BÖLÜM 8


HALK PARTİSİNİN KURULUŞU VE 9 İLKE. 
BÖLÜM 8


BEN, İSMET PAŞA'NIN GÖRÜŞÜNÜ BENİMSEDİM

Ben Rauf Bey ile İsmet Paşa arasında yapılmış olan bütün yazışmaları gözden geçirdikten sonra, esas itibariyle İsmet Paşa'nın 
görüşünü benimsedim. Fakat Rauf Bey de İsmet Paşa da kendi görüşlerinde ısrarlı görünüyorlar ve bu görüşlerin ifadesinde her ikisi de 
pek keskin kelimeler kullanınış bulunuyorlardı. Rauf Bey, Meclis ve millet kamuoyunda iyi karşılanabilecek, parlak bir propaganda yolunda idi. 
"Memleketimizi yakıp yıkmış olan Yunanlılardan, kazandığımız çok büyük zafere rağmen onarım bedeli olarak tazminat parası isteğinden 
vazgeçemeyiz! Biz, onlarla hesabımızı görürüz! " görüşünün savunucusu oluyor...

Barışı bir bütün olarak ele alan ve büyük bir barışın esaslarını gözönünde bulunduran İsmet Paşa ise, Hükûmet Başkanı'yla olan bu 
anlaşmazlıkta, Yunanlılara karşı fedakârlık yapmayı teklif etme durumunda bulunuyordu. Bu görüşün yerinde ve kabulünün zarurî olduğunu 
kamuoyuna anlatmak, elbette ki o kadar kolay değildir.

Konuyu o yolda bir çözüme bağlamak gerekirdi ki, hem İsmet Paşa'nın teklifi kabul edilerek barış yapılsın hem de Rauf Bey ve başkanlık 
ettiği Hükûmet yerinde kalıp barış antlaşması imzalanıncaya kadar çalışmalarına devam etsin!


MESELEYİ ÇÖZÜME BAĞLAMAK İÇİN BİR TARAFA HAK VERERK ÖBÜR TARAFI SUSTURMA YOLUNU TUTMADIM

Genellikle iki tarafa karşı aldığım tavır yumuşak Bir tarafa hak vererek öbür tarafı susturma yolunu tutmadım. Durumu nasıl gördüğümü ve 
görüşümü nasıl ortaya koyduğumu anlatmak için 25 Mayıs 1923 günü yapılan hükûmet toplantısından sonra, İsmet Paşa'ya yapılmış olan 
tebligatı olduğu gibi bilginize sunacağım :

İsmet Paşa'ya iki şifreli telgraf yazıldı. Biri hükûmetin kararı olarak Rauf Bey'in imzasıyla çekildi. Bu telgrafı, ben Kâzım Paşa'ya yazdırdım. 
Ötekini bizzat yazdım ve kendi imzamla gönderdim. Rauf Bey'in imzasıyla çekilen telgraf şudur :

İsmet Paşa Hazretleri'ne 24 Mayıs tarihli ve 141-144 sayılı telgraflarınız üzerine Gazi Paşa Hazretleri'nin başkanlığında toplanan Hükûmet'in 
kararı aşağıda arz olunur : Barışa engel olan önemli ve askıda kalmış meseleler, bizce bir bütün sayılmaktadır. Bu meselelerden herhangi biri 
nazik bir şekil aldığı zaman fedakârlığa davet edilir ve bu fedakârlığı zarurî görecek olursak, geride kalan meselelerin de aynı şekilde zararımıza 
çözülmesi ihtimalini kuwetlendirmiş oluruz.

Yunan tazminatı konusunda fedakârlık yapılacak olursa, bu fedakârlık hiç olmazsa daha askıda bulunan ve bizce çözümü şart olan meselelerin 
lehimize sonuçlandınlması suretiyle barışa yardımcı olmalıdır.

Bundan dolayı, ancak, Düyûn-ı Umumiye faizleri, işgal altındaki topraklarımızın kısa zamanda boşaltılması, adlî işlerle ilgili formül ve şirketler 
tazminatı konularının Yunan tazminatı konularıyla birlikte ortaya konulması ve ancak lehimizde çözümü sağlanıp garanti edildiği takdirde, 
karşılığında bu fedakârlığın göze alınması uygun olabilir.

Bu formül çerçevesinde, en çok yarar sağlayacak bir barış yapılmasının mümkün olduğu ve bunun dışında uzun görüşmeleriıı iyi bir barış 
getirmeyeceği düşüncesinde olan kabine, konferansa son ve kesin şekilde tekliflerde bulunarak verilecek cevabı beklemenizi rica etmektedir.

Hüseyin Rauf

Benim yazdığım telgraf da şudur :

25.5.1923

24 Mayıs tarihli ve 141-144 sayılı telgraflarınızda yazılı olan hususlar Hükumet'te incelenrdi ve görüşüldü. Hükûmet'çe alınan karar Hükûınet 
Başkanlığı'ndan bildirildi. Benim düşüncelerim :

1 - Üzerinde durulması ve ısrar edilmesi gereken mesele, Yunan tazminatı meselesinde Türkiye'nin göze alacağı fedakârlık değildir. Belki bu 
fedakârlığa razı olunabilmesi için, barışın imzalanmasına engel olan köklü ve önemli meselelerin daha çözümlenmemiş ve beklendiği şekilde 
çözümlenebileceğini gösteren inandırıcı deliller bulunmamış olmasıdır. Gerçekte, çözümlendiği veya çözümlenebileceği tahmin edilen iktisadî 
meseleler, Ankara'da toplanmakta devam eden şirketlerle yapılacak görüşmelerin sonucuna bağlıdır. Bu şirketlerin ise aşırı isteklerde bulundukları 
şimdiden anlaşılmıştır.

2 - İktisadî ve malî meseleler, İtilâf Devletleri'nin görüşüne uygun olarak yani aleyhimizde çözümleninceye kadar, İstanbul'un boşaltılmasını 
geciktirmede direnmelerinden duyulan endişe büyüktür ve ciddîdir. Hattâ bu gecikmenin, Musul meselesinin İngiltere lehine çözüme bağlanıncaya 
kadar devam ettirilmesi de kuvvetli bir ihtimaldir.

3 - Borçlularımızın hangi çeşit para ile ödeneceği meselesinin de, Muharrem Kararnamesi'nin yürürlükte olduğunu belirten bir blidiri yayınlanması 
isteğinde ısrar edildikçe, lehimize çüzümlenemeyeceği görülüyor.

4 - Adlî işlerle ilgili çözüm formülü İtilâf Devletleri'nin teklifi üzerine kabul edilmiş olduğu halde, sonradan bundan vazgeçmeleri ve bu formülü 
tanımamakta direnmeleri dikkate değer.

5 - Bu bakımdan, Yunan tazminatı meselesinde, bizi fedakârlığa zorlamalarının sebebini şu şekilde düşünüyorum :

Yunanlılar, ordularını uzun süre silâh altında tutmak ve yıpratmak istemiyorlar. Türkiye iIe aralarında çözüme bağlanması gereken tazminat 
meselesini kendi isteklerine göre çözümletecek güvenilir ve sakin bir duruma geçmek ihtiyacındadırlar. İtilâf Devletleri ise, bizim hayatî saydığımız 
meseleleri lehimizde çözümleme kararında değillerdir. Görüşmeleri mümkün olduğu kadar uzatarak ve her konu üzerinde bizi yıpratarak, 
en sonunda kendi lehlerinde fedakârlığa mecbur etmek kararındadırIar. Yunanlıların askerî harekât ile gayeye ulaşmalarına da razı olmadıklarından, 
maksatlarını bize baskı yaparak gerçekleştirmekle. Yunanlılar sakin ve memnun bir duruma sokmak istiyorlar. Biz bu direnme karşısında fedakârlık 
yapmakla barışı sağlamaya hizmet etmiş olacağımızı sanmıyorum. Aksine, yine zaman geçecek ve barışın elde edilebilmesi için sonuna kadar 
fedakârlık yapmak mecburiyeti karşısında bırakılacağız. İzmir'in kurtarılışından bugüne kadar dokuz ay geçti. Bu şekilde daha dokuz ay geçebilir.

Önemle gözönünde bulundurmak gerekir ki, belirsiz bir zaman boyunca beklemek zorunda kalmayı kabul edemeyiz.

6 - Aleyhimize olan meselelerde fedakârlık etmek, Iehimize çözümü zaruri olan meseleleri olumlu bir sonuca götürememek bizi zayıf ve güç 
duruma sokar. Bunun için barışa temel olacak meselelerin hepsini bir bütün olarak dikkate almak, bunu ciddiyetle, açık ve kesin bir dille 
konferansın dikkatine sunmak ve kabulüne çalışmak; bu konuda garanti elde etmedikçe fedakârlığı gerektiren meselelerin çözümüne yanaşmaktan 
kesinlikle kaçınma zamanı gelmiştir.

7 - 24 Mayıs tarihli ve 144 sayılı telgrafınızla bildirilen son kararımzı uygulamakta acele etmemenizi rica ederim. Esası Meclis'ten gelen talimatın 
önemli noktası, malî iktisadî adlî ve idarî konularda hayat ve bağımsızlık haklarımızın tam ve güvenilir olarak kazanılmasıdır. Daha bu sonuç 
elde edilemediğine göre, fedakârlık noktasında ısrar göstermeyiniz.

8 - İtilâf Devletleri, bize hayat ve bağımsızlığımızla ilgili konularda ne yapıp yapıp aleyhimizde esaslı şartlar kabul ettirmeye karar vermedikçe, 
tazminat konusunda göstereceğimiz ciddî tutum üzerine, Yunan ordusunun hareketine izin veremezler; dolayısıyla kendilerinin de fiilen savaş 
durumuna geçmelerini uygun göremezler. Eğer olumsuz görüşü benimsemekteki kararları kesin ise, Yunan tazminatı konusunda olmasa bile, 
İstanbul'un boşaltılması, borçların hangi tür para ile ödeneceği veya adlî meseleler gibi bütün dünyayı ilgilendiren konularla ve elverişli bir ortam 
içinde bize karşı fiili hareketlere girişirler. Böyle olunca da biz daha zayıf bir duruma düşeriz.

9 - Yunanlıların Cumartesi günü konferanstan çekilmelerini önleyebilmek için, isteklerini kabul etmek lehimizde değildir. Böyle bir çekilmenin aynı 
harekete İtilâf Devletleri de katılmadıkça hiçbir anlam ve etkisi olamaz. Eğer konferanstan çekileceklerini bildirmenin anlamı, fiilen askerî harekâta 
geçeceklerini önceden haber vermek ise, bu konuda İtilâf Devletleri'nden haklı olarak sorulacak noktalar vardır.

10 - Kısacası, böyle tepeden inme ve ansızın yapılan bir tehdit karşısında ve başlıbaşına bir konuda fedakârlığı kabul ettiğimizi söylemek, barışı 
uzaklaştırmak şeklinde anlaşılabilir. Tekrar ediyorum : İtilâf Devletleri'ni ana meseleleri çözmeye davet ediniz, efendim.
Mustafa Kemal


Bunlardan başka, İsmet Paşa'ya, "kişiye özel" işaretiyle de ayrıca şu kısa şifreli telgrafı çektim :

Şifre : 25.5.l923

Kişiye Özel

İsmet Paşa Hazretlerl'ne 
Hükûmet Başkanlığı ile Delegeler Hey'eti'nin bütün yazışmalarını bir defa daha karşılaştırarak inceleme gereğini duydum. Bazı telgraflardaki 
ifade tarzından, arada yanlış anlamalar var gibi bir anlam çıkardım. Onarımla ilgili tazminatı kabul etmek veya etmemek konusunda ısrar yoktur 
Bunu açıklamak için, durumla ilgili düşünce ve görüşlerimi ayrıca bildirdim. Hasretle gözlerinden öperim, kardeşim.

Mustafa Kemal

Bu telgrafların metinlerinden, Karaağaç'a karşılık Yunan tazminatından vazgeçmeyi esas itibariyle kabul ettiğimiz açıkça anlaşılmaktadır. 
Ancak ana meselelerde, zarurî ve hayatî saydığımız hususların iyi bir sonuca bağlanması şartına da, İsmet Paşa'nın dikkati çekilmiştir.

İsmet Paşa'nın da bu telgraflardan çıkardığı anlam ve güttüğü maksat bu olmuştur.

İsmet Paşa, Rauf Bey'den, düşüncelerinin bana aynen bildirilmesini istediği 24 Mayıs 1923 tarihinde, doğrudan doğruya bana da bir 
telgraf çekmiş... 
24 Mayısta çekilmiş olan bu telgrafı ben 26 Mayısta aldım. Telgraf Dışişleri şifresiyle gelmiş ve Rauf Bey tarafından görüldükten 
sonra bana gönderilmişti. Halbuki bu telgraf bir bakım Rauf Bey'den şikâyet anlamı taşıyordu. İsmet Paşa'nın telgrafı şudur.

Lozan

Çekilişi : 24.5.1923

Alınışı : 26.5.1923

Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri'ne 
Dururnla ilgili olarak Hükûmet Başkanlığı'na etraflı bir rapor sundum. Hükûmetle aramızda esaslı anlaşmazlık vardır. Uyuşma olmazsa geri 
dönmek zorunda ve kararındayım. Raporumun yüce Başkanlığınıza ulaştırılmasını açıkça belirttim ve istirham ettim. Konferans son günlerinde 
ve durum gecikmeye tahammülü olmayan bir andadır. Düşünceme göre, barış, ileri sürdüğüm görüşler çerçevesinde gerçekleştirilebilir. 
Büyük Millet Meclisi Başkanı Zâtıdevletlerinin bu olağanüstü zamanda genel dunzmu yakından takip buyurmalan istirham olunur. 
Diğerlerinden bir gün gecikmeyle gelen bu telgraf; olduğu gibi Gazi Paşa Hazretleri'ne sunulacaktır.

Hüseyin Rauf

Aynı gün İsmet Paşa'ya şu cevabı verdim :

Şifre : Makine başında Ankara, 26.5.1923

İsmet Paşa Hazretleri'ne 
24 Mayıs tarihli ve 145 sayılı şifreyi 26 Mayısta aldım. Ondan önce kısa ve uzun iki şifre yazdım. Durumu takip ediyorum. Geri dönme kararınızın 
nedeni, tazminat konusunda fedakârlık olduğuna göre, doğru değildir. Bildirdiğim hususlar çerçevesinde teşebbüse devam edildiği takdirde, 
daha elverişli bir safhaya geçe· ceğinizi umarım. Hükûmet ile aranızda sezilen görüş ayrılığı giderilebilir. Gözlerinizden öperim, efendim. 
Gazi Mustafa Kemal

İsmet Paşa, 26 Mayıs 1923 tarihinde Hükûmet Başkanlığı'na yazdığı raporlarda, Hükûmet Başkanlığı'nın yazılarını, benim telgraflarımı ve 
delegelerimize verilmiş olan esas talimatı dikkate aldığımı ve o yolda hareket ettiğimi açıkladıktan sonra, 26 Mayıs günü öğleden sonra, 
İtilâf Devletleri delegelerinin, Yunan tazminatına karşılık Karaağaç'ın kabul edilmesi yolundaki tekliflerini kabul ettiğini söylemiş olduğunu, 
diğer meseleleri de birkaç gün içinde sonuçlandırabileceğini bildirmiş...

Rauf Bey, bu raporları bana 27 Mayıs 1923 tarihinde şu yazısına ilişik olarak gönderdi.

154/155 27.5.1923

Türkiye Büyük Millet Meclisi Yüce Başkanlığı'na 
İsmet Paşa Hazretleri'nden gelen 26 Mayıs 1923 tarihli telgraf sureti ilişik olarak yüce huzurlarına takdim kılındı, efendim.

Hüseyin Rauf Dışişleri Bakanlığı Vekili

Rauf Bey, aynı tarihte İsmet Paşa'ya da şu tebligatta bulunmuş :

27.5.1993

İsmet Paşa Hazretleri'ne 
İlgi : 26 Mayıs 1923 tarih ve 151 sayılı telgraf.

Delegeler Hey'eti'nin Yunan tazminatı ile ilgili tutumu, Hükûmet'in talimatına açıkça aykırı görülmüştür. Güç durumda kalan Hükûmet, millî 
çıkarları gözönünde tutarak, tarafınızdan bildirildiği üzere, önemli meselelerin üç dört gün içinde sonuçlandırılacağı yolundaki kanaatın 
gerçekleşmesini beklemekle birlikte, düşünce ve görüşlerini değiştirmeyecektir. Önceki telgrafta belirtilen öteki temel meselelerle fedakârlığın 
söz konusu olamayacağı kesinlikle bilinmelidir, efendim.

Hüseyin Rauf

İsmet Paşa'nın, Karaağaç'a karşılık tazminattan vazgeçilmesini bildiren raporlarını gördükten sonra, 25 Mayıs 1923 tarihli ve Rauf Bey 
imzalı talimat telgrafını açıklamak üzere kendisine şu telgrafı yazdım :

27.5.1923

İsmet Paşa Hazretleri'ne 

Hükûmet'in kararında başlıca üç ana nokta vardı, Birincisi : Onarıınla ilgili tazminat meselesinde fedakârlık, askıda kalan önemli meselelerin 
lehimize sonuçlandırılması karşılığında yapılmalıdır. İkincisi : Düyûn-ı Umumiye faizleri, düşman işgalindeki topraklarımızın boşaltılması, 
adlî meselelerle ilgili formül ve yabancı şirketlere ödenecek tazminatı, yani on iki milyon liranın, şahısları ve uyrukları hangi milletten olursa olsun, 
bütün şirketlere ait olduğu kabul edilerek bunun dışında bir tazminatın söz konusu edilmemesi- meselelerinin, tazminat meselesiyle birlikte ele 
alırıması ve bu dört meselenin lehimize çözümü sağlanabildiği takdirde, tazminat meselesinde fedakârlık yapılabilir. Üçüncüsü : Kvnferansa son 
ve kesin tekliflerde bulunarak cevap beklemek. 
Delegeler Hey'eti'nin tutum ve anlayışında Hükûmet'in görüş ve talimatına uymayan noktalar şunlardır :

1 - Delegeler Hey'eti, yalnız askıda kalan meseleleri bir bütün olarak kabul etmiş, tazminat meselesini bunun dışında tutmuştur.

2 - Görüşmelerin, Yunanlıların konferanstan çekilmesi üzerine kesilmesinde ve Mudanya sözleşmesinin Yunan ordusunun yeniden saldırmasıyla 
bozulmasında sakınca görülerek, öteki meselelerde anlaşmaya varılamazsa, görüşmelerin tarafımızdan kesilmesi tercih edilmiştir. Bu nokta, 
üzerinde düşünülmeye değer.

3 - Yunan onarım tazminatı konusunda fedakârlığı kabul ettikten sonra, öteki meseleleri birkaç gün içinde sonuçlandırma yoluna gidilmesi de 
önemlidir. Bakanlar Kurulu'nda henüz böyle bir kanaat oluşmuş değildir. Önemli meseleler gerçekten üç dört gün içinde lehimize 
sonuçlandırılabilirse, tazminat meselesine öncelik verilmesinde düşünülen sakıncalar giderilmiş olur. Muharrem Kararnamesi'nin (211) yürürlükte 
olduğu hususunun belirtilmesine önem verilmesinin, ancak çözümlenmesi ümidini beslediğimiz meselelerden sonraya bağlı olduğu bildirilmektedir.

4 - Konferansın, kuponlanıı ödenmesi meselesi yüzünden kesilmesinin içeriye ve dışarıya karşı bizi daha kuvvetli bulunduracağı düşüncesi de 
üzerinde iyiden iyiye durmaya değer.

Bu konuda bütün yabancılar aleyhimizdedir. İşin içyüzünü kamuoyuna açıklamak tazminat meselesi kadar kolay değildir. Tazminat meselesinde 
yabancıların da bizi haklı görmesi için sebepler vardır.

5 - Önemli meselelerde, görüşmelerin kesilmesine bizim yol açmış olmamız, fiilî hareketlerle birlikte olmadıkça, İtilaf Devletleri'nin isteğine uygun 
düşer. Bu sebeple, eğer görüşmeler kesilecekse bunun Yunan saldırısı üzerine yapılması, bizi haklı durumda gösterirdi görüşü vardır.

6 - Kısacası, Hükûmet ile Delegeler Hey'eti arasındaki anlaşmazlık noktaIarı önemlidir. Hükûmet'te olupbittiler karşısında bırakılma endişesi 
doğmuştur. Bunun için, bildirdiğiniz üzere, önemli meselelerin birkaç gün içinde mutlaka sonuçlandırılmasına ağırlık vererek, tazminat meselesine 
öncelik vermenin doğuracağı sakıncaların giderildiğini göstermek lâzımdır. Daha şimdiden fedakârlıkta bulunmanın, öteki meselelerin süratle ve 
Iehimizde çözüme bağlanacağı hususunda vez'ilen sözlere karşılık olduğunu gerekenlere ciddî olarak söylemek ve eğer sonunda görüşmeler 
mutlaka kesilecekse, bunun onların sebep olduğu ve saldırgan görünecekleri bir yolda kesilmesini sağlamak gerekir.

7 - Bugünlerde en ince değişiklikleri ve özellikle göstereceğiniz fedakârlıktan sonra İtilaf Dovletleri delegelerinde beliren zihniyeti bildiriniz. 
Çünkü, bize gözdağı vererek başarıya ulaşmaktan doğacak yeni ümitleriııden haklı olarak endişe ediliyor, efendim.

Gazi Mustafa Kemal

İsmet Paşa,28 Mayıs 1923 tarihinde,Rauf Bey'e yazdığı telgrafta diyor ki : "Usulde, yani bir meseleyi önce veya sonra söz konusu etmek gibi 
esas direktifte değil ;uygulama şekli üzerinde aramızda ayrılık belirmiştir. Yunan tazminatı meselesi daha kesin bir çözüme bağlandığı gibi, öteki 
ana meseleler de bundan sonra görüşüleceğinden Cuma ve Cumartesiye kadar bütün meselelerde konferansın kesin tutumunun anlaşılacağı 
sanılmaktadır. Yunan tazminatı konusundaki fedakârlığı, bizi ilgilendiren malî ve iktisadî konularda bu davıranışımızın dikkate alınacağı kaydıyla 
yaptığımızı söylemiştim. Bu bakımdan, eğer öteki meselelerde anlaşmazsak, Yunan tazminatı da alacağımız genel karara bağlı olur."

"Eğer esas talimatlara uymakla birlikte, beklenmedik talimatlara, nihayet çeşitli meselelerin görüşülme ve çözümlenmesinde verilecek kesin 
emirlere, önemli talimatlara bütünüyle ve harfi harfine uyamadığımız kabul buyurulursa, bu durum, istemediğimizden değîl, fakat gerçekten 
mümkün olmadığındandır

"Bendeniz aramızdaki bu görüş ayrılığını zamanında görmüş ve açıkça ortaya konmasını istirham etmiştim. Henüz hiçbir şey imza edilmemiş, 
hiçbir taahhüde girilmemiştir. Eğer bu tutumumuz yanlış sayılıyorsa, onun görüşünüze göre düzeltilmesi imkânı vardır.

Kısacası, barış meselesinin yüzde doksan beşi çözümlenmiştir. Üzerine benden sonra görev alacak kimse için güçlükler azalmış ve basitleşmiştir.

"Öte yandan, eğer barış yapılmaz da görüşmeler kesilirse, bizim tutumumuz bu kesilmeyi daha elverişsiz bir duruma sokmayacaktır. 
Herhalde emir ve karar Hükûmet'in ve yüce Başkanlığınızındır."

İsmet Paşa, aynı gün bana da cevap verdi. Bu cevabı olduğu gibi bilginize sunayım :

Çekilişi : 28.5.1923

Gelişi : 29.5.1923
1/1016

 Hükûmet Başkanlığı'na 

Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri'ne 

Durum, Hükûmet'e gönderdiğim raporda bildirilmiştir. Her gün birer mesele ele alınmak üzere, bütün meseleleri önümüzdeki günlerde 
görüşeceğiz. Elbette Yunan tazminatını askıda kalan bütün meselelerin çözümünde sürekli bir silâh olarak kullanacağız. Bu imkânı elde tuttuk. 
Yunan tazminatı meselesini çözümledikten sonra diğerlerinde bize gözdağı vererek bir sonuç alma ümidi besleyen olmadı. Aksine, tehdit vasıtası 
ortadan kalktı. Durum sakinleşti. Eğer eninde sonunda görüşmeler kesilirse, ya Yunan Ordusu kendisi için özel bir sebep bulunmadığından 
harekete geçmeyecek veyahut da ötekilerle birlikte ve onların dâvâsı için ilerlediğini ortaya koyup ispat edeceğiz. Her iki durum da maddî ve 
manevi bakımlardan, tazminat bahanesiyle, Yunan ordusu ile çarpışmaya başlamaktan daha önemli ve uygun görülmüştür. Hükûmeti oldubittiler 
karşısında bırakma endişesine yer yoktur. Tutumumuz genel duruma göre değerlendirlirse, anlaşmazlığın uygulama yönteminde olduğu kabul 
edilebilir. Daha önce bu anlaşmazlığı da arz etmiştim. Ana konuların hepsinin birkaç güne kadar görüşüleceği arz olunur.

İsmet

İsmet Paşa'ya şu telgrafı çektim :

29.5.1923

İsmet Paşa Hazretleri'ne 
Zâtıdevletlerinin, barışla ilgili konuların büyük ölçüde çözümlenmiş olduğu yolunda verdiği bilgi sevindirici olmuştur. Tasarladığımız üzere, 
durumu birkaç gün içinde aydınlığa kavuşturabilirseniz, çok rahatlayacağız. Başarılı olmanızı dilerim. Fevzi Paşa Hazretleri de Ankara'dadır. 
Durum aydınlanıncaya kadar burada kalacaktır. Gözlerinizden öperim.

Mustafa Kemal

İsmet Paşa, bu telgrafımdan sonra çalışmalarına devam etti.Rauf Bey'in ve Bakanlar Kurulu'nun da bu konu üzerinde daha fazla direnmesini 
önledim.

Bir aya yakın bir zaman her iki taraf da yatışmış gibi göründü. Bu süre içinde, İsmet Paşa, çeşitli konular üzerinde Bakanlar Kurulu Başkanlığı'nın 
görüşlerini soruyordu.

9 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***