31 Aralık 2018 Pazartesi

ÇILGIN TÜRKLER.. BÖLÜM 2


ÇILGIN TÜRKLER.. BÖLÜM 2


"Bölükten geri Kalan budur komutanım!"

Porsuk Çayı'nın kuzey kıyısındaki bir patikada 40 kişi yürüyordu. Çoğunun ayağı çıplak, bazılarının ayakları çuvalla, çaputlarla sarılıydı. Aralarındaki yaralılara arkadaşları destek olmaya çalışıyorlardı. Bunlar,10-25 Temmuz 1921 arasındaki Kütahya-Eskişehir savaşlarında yarılan cepheden kopan askerlerdi. Düşe kalka, dövüşe dövüşe birliklerini bulmak için cephe gerisine ulaşmaya çalışıyorlardı.
Aniden ortaya çıkan bir süvari birliği, grubu çevirdi. Asker kaçaklarının peşinde olan süvari yüzbaşısının sesi çok sertti:

"Hangi birliktensiniz?"
"4. tümen, 55. Alay, 3. Tabur 1. Bölük'teniz komutanım."
"Bölüğün geri kalanı nerede?"
"Geri kalan biziz komutanım!"
"Nereye gidiyorsunuz?"
"Duyduk ki ordu Sakarya ötesine çekiliyormuş. Alayımızı aramaya gidiyoruz."
Yüzbaşı sevindi. Bunlar, silahlarının şerefini sonuna kadar korumaya kararlı sahici askerlerdi:
"Şu tepenin ardında suyu bol küçük bir köy var. Orada dinlenin. Sonra doğuya yürüyüp Sakarya'yı aşın. Ama birliği köye bu haliyle sokma. Halkı üzmeyin. Anladın mı asker?"
"Evet komutanım. Köye belimiz kırılmamış" gibi gireceğiz. Baş üstüne!"
Süvariler dörtnala uzaklaşırken çavuş birliğe döndü:
"Duydunuz. Halka teftiş vereceğiz. Ona göre. Sıraya girin, çabuk olun, çabuuuk. Hazır ol! Arş!"
Perişan Mehmetçikler ayaklarını sürüyerek yürümeye koyuldular. Çavuş birden dellendi;
"Bu ne biçim yürüyüş? Başınızı kaldırın, canlı yürüyün. Haydi hep beraber...
Annem beni yetiştirdi, bu ellere yolladı
Al sancağı teslim etti, Allaha ısmarladı..."
 Çavuşun başlattığı, yavaş yavaş tüm Mehmetçiklerin katıldığı bir marş yükselmeye başladı bozkırın ortasında. Sanki çıplak ayaklı, yaralı ve bir muharebeyi kaybetmiş olanlar onlar değildi. Çınarlı köyüne sefil ve bitkin görünüşlerine hiç uymayan bir çalımla girdiler. Süvari yüzbaşısının gözü arkada kalmayacaktı...
Cepheyi tuttular değil mi?

Kurtuluş Savaşı'nın kırılma noktalarından biri, Kütahya-Eskişehir muharebeleriydi. 14 Temmuz 1921 günü Yunanlılar 180 top ve 40.000 kişiyle yüklendiler Türk hatlarına. Karşı koymaya çalışan kuvvet ise, 113 top ve parça parça cepheye ulaştırılmaya çalışılan 30.000 askerdi. Türk ordusu zamanla yarışıyordu. Her iki ordu da kazanmak için tüm gücüyle savaşıyordu. Süngü hücumları arka arkaya tazeleniyordu. Öyle ki, bir tepe bir saat içinde tam 11 kez el değiştirmişti.
4. Tümen komutanı Yarbay Nazım, başta Mustafa Kemal olmak üzere hem tüm komutanların, hem de emrindeki askerlerin gözbebeğiydi. Mehmetçik, onun bir emriyle gözünü bile kırpmadan çıkıyordu siperlerden. 4. Tümen, Yunanlıları durdurmak için en güvenilen birlikti ve komutanlar Yarbay Nazım'dan çok şey bekliyorlardı.
 15 Temmuz sabahı gün doğarken, Yarbay Nazım ve karargâh subayları atlanıp Yumurçal mevzilerini denetlemeye çıktılar. Az ileride bir tepe vardı ve tepede Türk ordusundan kimse yoktu. Yunanlılar bu tepeyi ele geçirirlerse cephenin yarılması kaçınılmazdı. At inildi, komutan ve karargâhı tepeye doğru yürürken Yarbay Nazım, süvari takım komutanına emir veriyordu:
"Takımınla hemen tepeyi tut. Düşman taarruz ederse, alaydan birlik yetişene kadar ne pahasına olursa olsun tepeyi tut. Şimdi ben..."
Bitiremedi cümlesini. Sabaha karşı gelip tepeye mevzilenen Yunanlıların açtığı makineli tüfek ateşi biçti bu çok sevilen komutanı ve karargâh subaylarını. Emir çavuşu Eyüp, göğsünün sol tarafındaki kan lekesi giderek artan komutanını kucaklayıp at bindi ve cephe gerisine götürmeye başladı. Yarbay Nazım'ın ünlü beyaz atı dörtnala peşlerinden geliyordu.

Eskişehir hastanesi... Çok hafif soluk alan komutanın başında Eyüp Çavuş ve subaylar bekleşiyordu ümitle. Yarbay Nazım fısıldadı:
"Tepeyi tuttular değil mi?"
"Tuttular komutanım..."
"Arkadaşlar iyi mi?"
''Hepsi iyi. Çok iyiler komutanım."
"Asıl siz iyi olun, iyi dayanın çocuğum..."
Başı Eyüp Çavuş'un dizine dayalı yatan Nazım Bey'in son sözleriydi bunlar...
Çankaya'daki çalışma odasının kapısı usulca aralandı, Fikriye Hanım bir hayalet gibi içeri süzüldü. Masadaki haritanın üzerinden başını kaldıran Mustafa Kemal, genç kadına sorgulayan gözlerle baktı.
Kötü haber tez ulaşmıştı. Salih Bey (Bozok) söylemeye cesaret edemiyordu. Başı öne eğikti. Mustafa Kemal
"Ne var? Ne oldu?" diye sordu. Yılgın bir sesle
"Fevzi Paşa telefon etti. 4. Tümen karargâh kadrosu felakete uğramış!" diye cevapladı.
"Ne demek o?"
"Kurmay başkanı Binbaşı Şerafettin yaralı olarak esir düşmüş. Çoğu da şehit olmuş efendim!"
"Nazım?"
Salih Bozok ağlamaya başladı. Mustafa Kemal donup kalmıştı. Yarbay Nazım, çok sevdiği, çok kıymetli bir komutanıydı.
"Gel biraz yürüyelim Salih!"
dedi... Ölümü çok yakından tanıyan iki subay, ağaçların altında yürümeye başladılar. İkisinin de ağzını bıçak açmıyordu...
 

“Türk millî hareketi düşmanı kesin yenecektir!"

20. yüzyıla girerken Fransa'nın en etkili gazetelerinden "Le Temps"in ünlü bir çalışanı vardı: Georges Gaulis. 1896'da eşi Berthe ile birlikte İstanbul'a gelmişti. Osmanlı İmparatorluğu konusunda en iyi, en tarafsız haberleri yapan gazeteci olarak tanınıyordu.
1912'deki Balkan Savaşı'nı da izleyen Gaulis, yakalandığı hastalıktan kurtulamayıp öldü ve Feriköy'deki Katolik Mezarlığı'na gömüldü. Nöbeti, Türk dostlarının Berta diye çağırdıkları, karısı Berthe devraldı.
Berthe Georges Gaulis, Birinci Dünya Savaşı'nda zorunlu olarak İstanbul'dan ayrılmıştı. Berthe, Kurtuluş Savaşı'nın başladığı günlerde, 21 Eylül 1919'da, çok sevdiği İstanbul'a tekrar geldi. Fransa'ya döner dönmez yazdığı kitapta, o günlerin Türkiye'sini ve Kurtuluş Savaşı'nı anlattı:
"1921 Nisanı, Türklerin geri aldıkları Bilecik, bir felaket ve acılar diyarı. Koku dayanılmayacak kadar fazla. Henüz dumanı tüten bu taş yığınları altında, kim bilir ne kadar insan cesedi gömülü. Buradaki tahribatın büyüklüğü korkunç. Bilecik ve Küplü'de büyük facialar olmuş. Buraların ahalisinden sağ kalanlar, büyük bir bunalım ve heyecan içinde. Tecavüze uğramamış genç bir kız veya kadın kalmamış. Bilecik dünden kalma bir Pompei adeta. Her yer kül, is ve kurum içinde... Sık sık dinamitin tahribatını gösteren taş yığınlarına rastlıyoruz. Biraz ötede, kızını kurtarmak isterken, kafasına taşla vurularak öldürülmüş bir ihtiyarın mezarı.
Yapılan toptan imha işleminden her şehir ve kasaba payına düşeni almış. Bazen bir bahçe, çiçek açmış birkaç ağaç, bir meydan, bir çeşme, yapılanları hatırlatmaya yetiyor. Saatlerce bu harabeleri gezdik.
Her Yunan taarruzu, Anadolu halkına çok acı bir ders olmuş. Düşmanın yaptıkları karşısında vatanseverlik duyguları uyanarak şahlanmış, 'Ölürsem hiç olmazsa ailem ve vatandaşlarım İçin öleyim' diyerek mücadeleye katılmışlar. Bu günlerde, İnegöl'deki Türkler kasabalarına gelen Yunan askerlerine baltalarla karşı koymuşlar ve onlar da çareyi kaçmakta bulmuşlar..."
Berthe Gaulis, kitabının önsözünde de şunları yazmıştı;
"Ankara'dan 10 Mayıs 1921 'de, Türk milliyetçiliği konusundaki bu kısa incelememin basımevini boyladığı sıralarda ayrıldım. 1921 yılının Ağustos ayı sonlarında, Anadolu'daki savaş en sert ve acımasız bir biçimde sürüyordu. .. Türk millî hareketi düşmanı kesin yenecektir. Çünkü o hareket yüksek bir ideale dayanıyor; çünkü bu hareketi yönetenler kendi şahsî çıkarlarını unutmuşlardır; çünkü onlarda büyük bir ruh ve iman var..."
“Hadi bre çorbacı, karavanaya yetişelim!"

İşgalcilerden İnsanlık dışı, askerlik dışı bu kadar baskı gören Anadolu çocuğu, yine efendiliğini bozmamış, bir "Çılgın Türk" olarak onurlu davranmayı elden bırakmamıştı.
Halide Edip, Ruşen Eşref Onaydın ve Binbaşı Kemal, Adala'ya (Manisa'da bir ilçe) yetişmeye çalışıyorlardı. Altı ayda bile geçilemez denilen Yunan hatları yarılmıştı. 30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Savaşı kazanılmış, Yunan ordusunun büyük bölümü imha edilmiş, başta Trikopis, çok sayıda komutan, subay ve asker esir alınmıştı. Binbaşı Kemal şoföre bağırdı:
"Dur!"
Binbaşının dikkatini, esir bir Yunan subayını cephe gerisine götüren asker çekmişti. Mehmetçik yayan, esir subay eşek üzerinde gidiyorlardı. Mehmetçik Binbaşı Kemal'i selamlarken, Yunanlı subay eşekten inmişti.
"Kim bu?"
"Esir komutanım!"
"Nereye götürüyorsun?"
"Geriye. Alay karargâhına!"
"Ulan sen bunun seyisi misin, hizmet eri misin? Hayvana sen bin, o yürüsün!"
"Hiç olur mu komutanım? O şimdi ocağından kopmuş bir gurbet adamı. Misafir ve bana emanet."
Binbaşı, titreyen sesine hâkim olmaya çalışarak şoföre bağırırken gözlerinden yaşlar akıyordu:
"Yürü oğlum, gidelim."
Araba uzaklaşana kadar selam duran Mehmetçik, Yunan subayına eşeğe binmesi için işaret ederken söyleniyordu:
"Hadi bre çorbacı. Akşam karavanasına yetişelim. Aç kalma."
Ölümün, gencecik insanları hiç duraksamadan verdiği bir emirle ölüme göndermenin ne olduğunu, onun gibi hiç kimse bilemezdi. Yıllar önce, bir ağustos sabahı gün doğmak üzereydi. "O", siperler boyunca yürürken, son emrini verdi:
"Elimdeki kırbaca bakın. Kırbacı kaldırdığımda hazır olun. Kırbacı aşağı indirdiğimde hücuma kalkılacak. Asker! Sana ölmeyi emrediyorum!"
Kırbaç kalktı, kırbaç indi... Mehmetçik süngü hücumuna kalktı. Artık tek bir ses duyuluyordu... Allah, Allah,,.
9-10 Ağustos 1915 sabahında gün atmadan süngü hücumuna kalkan Mehmetçik, Anafartalar'da düşmanı bitirmişti. Mehmetçik'ten ölmesini isteyen komutan, Anafartalar Grup Komutanlığı'na 67 saat önce atanan Yarbay Mustafa Kemal'di.
Arkadaşlarıyla birlikte 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktığında, generaldi Mustafa Kemal. Sonra üniformasını çıkardı. Yıllardır savaşan, gencecik evlatlarını şehit veren; yorgun, bitkin, yılgın ve ümitsiz, ama sonsuz dirençli insanların yaşadığı topraklarda, Anadolu topraklarında, kimsenin kolay kolay göze alamayacağı bir kalkışmayı başlattı. Tek güvencesi, çöken imparatorluğun tüm kahrını çekmesine karşılık, pek de kıymeti bilinmeyen Anadolu insanıydı. Askere yolcu ettiği son oğlunu birliğine teslim ederken;
"Bizim köyün mezarlığına elli yıldır delikanlı gömülmedi oğul. Vatan sağ olsun da hepimiz ölelim ne çıkar?"
diyen Söğüt'ün Akgünlü köyünden Mehmet oğlu Hüseyin'in anası gibi insanlardı güvendiği.
Bandırma Vapuru'ndan Samsun'a ayak basan ilk 18 kişiyle başlayan "Tam Bağımsız Anadolu" hareketine, zaman içinde tüm Anadolu halkı katıldı. Genciyle, yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle ve yorgunluklarım, yılgınlıklarını, bıkkınlıklarını, ümitsizlerini artlarında bırakarak kavgaya girdiler.
"Asırda onlar yendi, onlar yenildi.
Çok sözler edildi onlara dair
ve onlar için,
zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,
denildi.”
Mustafa Kemal, Samsun'a gitmeden önce, Bekir Ağa Bölüğü'nde tutuklu bulunan Fethi Bey'i görmeye gittiğinde, '"Ne biz bu durumda kalacağız, ne de ülkeyi bu durumda bırakacağız." derken, işte bu "zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olmayanlara” güvenmişti.
Anadolu'nun bağımsızlığı kavgasına girenlerden bazılarının yolları, sonraki yıllarda Mustafa Kemal'le ayrılmış bile olsa, onlar "Çılgın Türkler"di. Çılgın olmasalar, boyunlarında idam fermanı varken, hangi akla hizmet bir ulusun kurtuluş kavgasını başlatabilirlerdi? 
"Kuvva-i Millîye adı altında çıkarttıkları karışıklık"

24 Mayıs 1920 tarihinde, Padişah Vahdettİn'in onayladığı, Sadrazam Damat Ferit Paşa'nın imzaladığı bir İradei Seniyye (Padişah Buyruğu) yayınlandı:
"Kuvva-i Milliye adı altında çıkarttıkları karışıklık ve Anayasa'ya aykın olarak halktan para toplamak, askere almak, bunun aksine hareket edenlere işkence ve eziyet ederek kentleri yıkmaya kalkışmak suretiyle iç güvenliği bozanların düzenleyicisi ve kışkırtıcısı oldukları iddiasıyla haklarında dava açılan, Üçüncü Ordu Müfettişi i ği'nden uzaklaştırılıp askerlik mesleğinden çıkartılmış bulunan Selanikli Mustafa Kemal Efendi, eski 27. Fırka komutanı emekli Miralay Kara Vasıf Bey, eski 20. Kolordu komutanı Mirliva Salacaklı Fuat Paşa ile eski Washington elçisi ve Ankara milletvekili Salacaktı Alfred Rüstem ve eski sağlık müdürü İstanbullu Dr. Adnan Bey ile Üniversite Batı Edebiyatı eski öğretmeni İstanbullu Halide Edip Hanım'ın; açıklaması 11 Mayıs 1920 tarih ve 20 sayılı hüküm tutanağında yazılı olduğu üzere; Mülkiye Ceza Yasası'nın 45. maddesinin 1. fıkrasının yollamasıyla, 55. maddenin 4. fıkrası ve 56. maddesi uyarınca sahip oldukları askeri ve sivil rütbe ve nişanlarla her türlü resmi unvanlarının kaldırılmasına ve idamlarına, bu durumda kaçak bulunmaları nedeniyle mallarına el konulmasına dair İstanbul Birinci Sıkıyönetim Savaş Divanı'nca arkasında verilen hüküm ve karar ele geçirildiklerinde yeniden yargılanmak koşuluyla onaylanmıştır. Bu buyruğu yürütmeye Savaş Bakanı görevlidir."
Ve bir şafak vakti...
Kimisinin boynunda idam fermanı vardı? kimisinin ayağı çıplaktı. Kimisi yorganı bebesinin değil top mermilerinin üzerine örtmüştü, kimisi son nefesinde "Ölene kadar cepheyi tutun" emri vermişti. Anadolu'nun bahtı  Onlar,
“bir şafak vakti karanlığın kenarından
ağır ellerini toprağa basıp
doğruldukları zaman..."
değişti.  "O" ve bize bugünleri veren tüm "Çılgın Türkler"i yüreğimizden gelen saygı ve sevgiyle anıyoruz. İyi ki çılgındılar... 


Kurtuluş Savaşı'na giden dikenli yollarda

 Gözlüğünün arkasından gülen gözlerle bakıyordu. Ancak, iş "Çılgın Türkler"e geldiğinde değişiyordu bakışları Turgut Özakman'ın. Bir başka parlıyordu o gözler ve bir başka tonla cevaplıyordu sorularımızı. Tutkuluydu "Çılgın Türkler"e, heyecanlanıyordu anlatırken ve nasıl bir hayranlık duyduğu sesine yanşıyordu. Biz Focus ekibi için, çok güzel bir sohbetti.
-1919'da Samsun'dan yola çıkanlar, bağımsızlık yolunda ilerlerken çok engelle karşılaştılar. Neydi bu engeller?
"Vatan kavgası görmemiş ki Anadolu halkı, hele hele Ege! İşgal nedir bilmiyor ki... Fazla bir kötülük görmüyorsa, bir dostluk dahi kurabiliyor. İster istemez kaçınılmaz bir birliktelik olabiliyor. Korkutucu olan o değil. Yunan ordusuyla işbirliği yapan var. Yunan ordusu çekilirken milliyetçilerle birlikte olmamak için onların peşine takılıp Yunanistan'a kaçan birçok insanımız var. Yunanlılara kılavuzluk yapan Müslüman Türkler var. Bunun oranı o zamana göre korkutucu değil, ama mide bulandırıyor tabii...
Adam millet, vatan eğitimi almamış. Bilinçli değil. 600 yıl kulu olduğu padişah var savaşmasını istemeyen. Ankaralı Mustafa Kemal'in askerlerine karşı durmanızı İstiyorsa ve şeyhülislam bunların öldürülmeleri için fetva veriyorsa... Bu uğurda ölenlerin şehit, yaralananların gazi olacağı söyleniyorsa, İngiliz altını dağıtılıyorsa, yani cahillik sömürülüyorsa, bu insanlar isyan ederler. Bolu, Yozgat, Konya isyanları... Bir avuç insan. Ama, o zaman biz o kadar güçsüzüz, askerimiz o kadar az ki! Günler, aylar sürüyor bazılarını ortadan kaldırmak. Olay o!"
Bir gerçeğe daha dikkat çekiyor Özakman:
"Zaman içinde de olsa, kadını erkeği, genci ihtiyarı el vermeseydi, 150 bin kişilik bir ordu nasıl kazanırdı savaşı? 150 bin kişilik orduyu, en az 150 binlik ikmal ordusu destekler. 300 bin kişi eder. Bu sadece Batı Cephesi'nde. Bunun doğusu, kuzeyi, güneyi var. Bu da 400 bin kişi demek. Halk desteklemiyorsa, 400 bin kişilik bir ordu kurulamaz. Bu yüzden, halk başlangıçta karşısında olmasa bile, yanında da değildi. Doğal bu. Korku! Erkek kalmamış! Askerleri şehit olmuş orada kalmış; sağ kalanı ya eşkıya olmuş dağa çıkmış, ya da henüz esir, geri dönmemiş... Ne beklenebilir ki?"
Anadolu insanına dil uzatanlara, bilmeden konuşanlara çok kızgın Turgut Özakman:
"Yunan gelmiş İzmir'e çıkmış, binlerce insanı öldürmüş. Sakarya'nın kenarındaki çaresiz, elektriksiz, yolsuz, öğretmensiz köy bunu duymamıştır bile. Onun için Türk halkına yöneltilen benzer birtakım iddiaları okuduğum zaman içim cız ediyor. Yanİ Yunanlı İzmir'e çıktığı gün Anadolu ayaklanacak, herkes silahlanacak... Yahu zaten o gün biterdi iş. Yani böyle bir millet var mı? Fransızlar İkinci Dünya Savaşı'nda Paris elden gittikten sonra, yavaş yavaş düşünmeye başladılar karşı koymak için. Yunan İzmir'e çıktıktan sonra, Denizli müftüsü, 'Size fetva veriyorum. Silahı olmayan hiç olmazsa yerden üç taş alıp düşmana atsın!' diyor"

Ulusal bilincin bir başka fikir adamı, sair, edebiyatçı, gazeteci ve senarist Attila İlhan’ın cenaze töreninin ardından oturmuştuk Turgut Özakman ile sohbete. Atilla İlhan 'dan esinlendik ve sorduk "Hangi batı?" diye:
"Batının bize dönük, tüm dünyaya dönük bilim ve sanatla ilgili temiz bir yüzü var. Bir de sömürgeci, emperyalist, kandırıcı, pis bir yüzü var. Yalnız güzel yüzüne mağlup olup da, pis yüzünü hazmetmemize imkân yok. Türkiye, batının bu pis yüzünü çok yakından gördü. Ya kendi yaptı bu pisliği ya da birilerini paralı asker olarak tuttu, onlara yaptırdı. Onun için biz, emperyalizmin ne olduğunu bilmeyenlere ders verebilecek bir ülkeyiz. Ama Türkiye'de de ne yazık ki emperyalizm, bir sol terimdir diye söylenmez oldu." 

Hazırlayanlar :  Selçuk, 
merakediyorum grubu üyeleri merakediyorum@googlegroups.com 
Kaynak Focus Aralık 2005 sayısından alınmıştır. Bazı resimler yazıya eklenmiştir.
Lütfen bu kısmı silmeyiniz, kaynak göstererek paylaşınız.
Saatlerce uğraşarak verdiğimiz emeği bir "Delet" tuşuyla yok etmeyin.



***

ÇILGIN TÜRKLER.. BÖLÜM 1


Çılgın Türkler BÖLÜM 1 




Kurtuluş Savası, dünyadaki en meşru, en haklı ve en kutsal savaşlardan biri. Kazanılan zafer üzerine bugüne kadar çok söz edildi. Kurtuluş Savaşı eskilerde mi kaldı?.. bu ülkenin verdiği bağımsızlık kavgasını konu alan bir eser yüzlerce baskı yapıyor ve 400.000'den fazla insan tarafından gözyaşları arasında okunuyorsa sorunun cevabı çok net: "Hayır!" Kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla; gücünü Anadolu topraklarından alan bir ulusun "İsimsiz kahramanlar" albümünden insan manzaraları...
Kurtuluş Savaşının ilk günlerinde doğru dürüst ne kılıçları, ne de mızrakları vardı. Eksiklikleri giderildiğinde Yunanlılar için en korkulan güç oldular. Büyük Taarruz'da, Süvari Kolordusu sel gibi akarak düşmanın kaçış yollarını kesecekti...
Anadolu yanan gözleriyle duruyordu bu dünyanın üzerinde. İzmir, Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar; 1919'un Mayıs ortalarından Haziran ortalarına kadar düşmüştü. Adana, Antep, Urfa, Maraş dövüşüyordu... Murat Nehri, Canik Dağları ve Fırat, Yeşilırmak, Kızılırmak, Gültepe, Tilbeşar Ovası İngilizlerle boğuşuyordu. Aksu ile Köpsu, Karagöl ile Söğüt Gölü, belki de ilk kez görüyordu İtalyan'ı. Çukurova, Seyhan ve Ceyhan Fransızlara bakıyordu.
Nazım Hikmet, Kurtuluş Savaşı üzerine yazılmış en güzel esere, "Kuvva-i Milliye" destanına
"Ateşi ve ihaneti gördük"
diye başlar,
"Dayandık"
diye sürdürür:
"Dayandık her yanda,
dayandık İzmir'de, Aydın'da,
Adana'da dayandık.
Dayandık, Urfa'da, Maraş'ta, Antep'te..."
 20. yüzyılın ilk yıllarından beri bir kavgadan ötekine sürüklenen ülke, müttefikleriyle birlikte Büyük Savaş'tan yenik çıkmıştı. Bu topraklarda yaşayan hemen her ailede ya bir gazi vardı ya da bir şehit. Umutlar tükenmiş, bezginlik ve çaresizlik artmış, teslimiyetçilik dalga dalga yayılmıştı.
İşte böyle bir ortamda, bir "Çılgın Türk"ün önderliğinde, "Çılgın Türkler" ortaya çıktı ve yedi düvele karşı kavgayı başlattı. Bu kavga, Anadolu'nun tek vücut, tek yürek olan insanların hayranlık duyulacak destanlarıyla kazanıldı. 
Kadınlar, bizim kadınlarımız...
Kurtuluş Savaşı'ndaki "Çılgın Türkler"in birbirlerinden farkı yok. Ancak; anamız, avradımız, bacımız ve de yârimiz olan kadınların o akıl almaz, o çılgınca fedakârlıkları olmasaydı, bu savaş nasıl kazanılırdı? Bu, günümüzde bile kimsenin kolayca cevaplayamayacağı bir soru.
Savaş galipleri arasında çıkar çatışması başlamış, geleceğe dönük planlar müttefikleri yol ayrımına getirmişti. Çukurova, Antep, Urfa ve Maraş'ta "Çılgın Türkler"den umulmayan bir direniş gören Fransa, Ankara hükümeti ile anlaşma yolları aramaya girmiş, Fransız temsilcisi Franklin Bouillon, Ankara yollarına düşmüştü. O günlerde, Türk ordusunun silah ve cephane ihtiyacı İnebolu üzerinden karşılanıyordu. Özellikle İstanbul'da, işgal güçlerinin denetimindeki depolardan çeşitli yollarla kaçırılan silahlar ve cephaneler, küçüklü büyüklü teknelerle İnebolu'ya getiriliyor, buradan da "İstiklal Yolu" üzerinden cepheye götürülüyordu. Hangi araçla mı? Kağnılarla tabii. Başka araç yoktu ki!
"... Genç adam 'uğurlar olsun anam' diye seslendi. Kolbaşı 'Sağ ol oğul' dedi, elindeki sopayla öküzleri dürttü. Kağnılar, tekerlekleri inleyerek kımıldayıp yürüdüler. Kağnıcıların hepsi kadındı. Yalnız üçüncü kağnıyı 12 yaşında bir erkek çocuğu götürüyordu. Kadınlardan biri hamileydi. Yedinci kağnının yanında yürüyen sırım gibi genç kadının ayakları çıplaktı. Bazı kadınlar, bebelerini torbalayıp sırtlarına bağlamışlardı. Konvoyu uğurlayan genç subaylardan birisi'Ne mübarek kadınlar bunlar' dedi."
Öyleydiler...
Kağnı kamyonu yener mi?
Onlar, Franklin Bouillon'un Ankara yollarında gördüğü konvoylardan yalnızca birisiydi ve Fransız temsilcisi müthiş etkilenmişti. Şerefine verilen akşam yemeğinde, "kağnıcı kadınlar"ı anlata anlata bitiremiyordu. Sofrada geleceğe dair konuşuluyordu. Mustafa Kemal, girdikleri kavgayı kısaca özetledi F. Bouillon'a:
"Mösyö Bouillon, milli yeminimizin özü tam bağımsızlıktır. Yani; siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, kısaca her hususta bağımsızlık! Türk milleti kanını tam bağımsızlığı sağlamak için akıtıyor."
Yemek bitip Mustafa Kemal odadan çıktığında, Bouillon, Birinci Meclis'in Hariciye vekili Yusuf Kemal Bey'e (Tengirşenk) hayretle sordu:
"Yoksa siz aklınızdan kapitülasyonları kaldırmayı mı geçiriyorsunuz?"
"Evet Mösyö. Milli Mücadele toprak için yapılmıyor. Biz İstiklal için mücadele ediyoruz. Büyük Millet Meclisi kapitülasyonların kalktığını görmeden kılıcını kınına koymaz..."
Fransız diplomat gülmeye başlamıştı:
"Ah dostum! Azminizi ve sabrınızı temsil eden kağnı kollarını büyük bir hayranlıkla izledim. Ama gerçekçi olun ve bizimle uzlaşmaya bakın. Çünkü kağnı kamyonu yenemez!"
Franklin Bouillon, 30 Ağustos 1922'de Dumlupınar Meydan Savaşı'nın bu kağnıların taşıdığı silah ve cephanelerle kazanılacağını nereden bilebilirdi ki... 

"Şu bir liramı al kızım!"
Halide Edip (Adıvar), cepheyi görmek üzere trene bindi. Kompartımanda İstanbul'dan kaçıp gelen, İstanbul'un tanınmış ailelerinden birisinin kızı ile genç bir subay vardı. Sohbet sürerken, Halide Edip, genç subayın dizindeki yamayı eliyle örtmeye çalıştığını fark edince gülümsedi;
"Lütfen dizinizi örtmeye çalışmayın. Utanmayın da. O yama, bizim için İngilizlerin dizbağı nişanından çok daha değerli. Ordumuz, heybetini yoksulluğundan alıyor..."
Kütahya Eskişehir Cephesi'nde ölümüne savaşıldığı günlerde, Ankara Öğretmen Okulu'nun konferans salonunda, kadınlar Halide Edip’i dinlemek için toplanmışlardı. Ön sıralarda sıkma başlı, uzun mantolu, iskarpinli İstanbullular. Arkalarda rengârenk çarşaflı, potinli, mest lastik giymiş, yüzleri açık Ankaralılar. Halide Edip, çok tutumlu olduklarını duyduğu Ankaralı kadınların orduya yardım etmelerini sağlamak için bir konuşma yapacaktı;
"Bir hafta önce Eskişehir'deydim. Uçakları gördüm. Kanatlar ve gövde, özel keten kumaşla kaplanırmış. Bizimkiler kaput beziyle kaplıyorlar. Özel yapıştırıcı olmadığından kaput bezi, nal mıhı veya zamkla tutturuluyor. Bezin gerginliğini sağlamak için emayit kullanılırmış.
Bizimkiler, bezi kaynatılmış patates kabuğu ve paça suyuna tutkal, kola karıştırarak yaptıkları pelteyle kaplıyorlar. Ve pilotlar, gözlerini bile kırpmadan bu uçaklara binip havalanıyorlar. Kardeşlerim! Sizleri, milletin şerefini ve namusunu canından aziz bilen bu genç ve yoksul orduya yardıma çağırıyorum!"
Salonda çıt çıkmıyordu. Sonra, Ankaralı kadınlar hareketlendiler, sıraya girdiler. Masanın üstü kısa sürede para, altın bilezik ve yüzüklerle dolmuştu. Tam bu sırada, beyaz başörtülü, gözleri görmediği anlaşılan yaşlı bir kadının seslendiği duyuldu:
"Ne olur bana Halide Hanım'ı bulun!"
 Yaşlı hanım, hemen yanına koşan Halide Edip'in yüzünü okşamaya başladı:
"Çamaşırcılık yaparak geçiniyorum kızım. Bunu zor günüm için saklamıştım. Ama sözlerinden anladım ki, ordumuz benden daha zordaymış. Al bunu kızım!"
Görmeyen gözleriyle Halide Edip'e gururla bakan kadının derisi çatlamış avucunda 1 lira vardı. Halide Onbaşı, gözlerinden yaş fışkırırken sarıldı yaşlı hanıma;
"Ah anam ah! Bir kere daha iman ettim. Kurtulacağız..."
İşte onlar dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş fedakârlıklarıyla bizim kadınlarımızdı.
"Bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor!"

Mehmet Akif in Çanakkale Şehitleri için yazdığı şiirdeki hu mısra, aslında bu vatan için gözünü kırpmadan ölüme giden tüm "Mehmetler" için yazılmıştı... En acemisinden yedek subayına, teğmeninden albayına şehit olan tüm Mehmetlerin amacı; Anadolu topraklarını arsızca işgal eden, kadın erkek, çoluk çocuk gözetmeksizin hoyratça davranan düşmanı geldiği yere göndermekti.
15 Mayıs 1919... İzmir limanına demirleyen Yunan savaş gemilerinden karaya asker çıkmaya başlamıştı. İzmir Askerlik Şubesi başkanı Miralay Süleyman Fethi, gelişmeleri makamında endişeyle izliyordu. Sabah evinden ayrılırken, eşi Edibe Hanım, kötü bir şey olacağını hissetmiş gibi, o gün işe gitmemesini söylemiş, ancak Miralay Süleyman Fethi’nin cevabı kısa olmuştu;
"Ben askerim! İşime böyle bir günde gitmezsem, başka ne zaman gideceğim!"
Edibe Hanım'ın korktuğu başına gelecekti. İzmir'i işgal eden Yunanlılar, Fethi Bey'i savaş esiri olarak tutuklayıp, Pasaport'ta, rıhtım boyunda esir diye getirdikleri başka Türk subaylarının da bulunduğu sıraya kattılar. Özel kıyafetli efzun askerlerinin başındaki Yunan subayı sıradakilere seslendi:
"Kimin önünde durursam, o kollarını iki yanda kaldırıp indirecek ve 'Zito Venizelos!' diye bağıracak. Karşı gelen süngülenecek."
Venizelos, o tarihteki Yunan başbakanı idi. Subay, Türk askerlerinden başbakanı kutsamalarını istiyordu. Bir tek Miralay Süleyman Fethi direndi. Bağırıp duran Yunan subayının karşısında kayadan oyulmuş bir heykel gibi duruyordu. Subay, ummadığı bu direniş karşısında öyle kızmıştı ki, birden elini uzatıp Fethi Bey'in omuzlarındaki apoletlerini sökmek istedi. Fethi Bey, Yunan subayının elini şiddetle itti.
"Onları sen takmadın ki sen sökesin!"
diye bağırdı ve ilk süngü yarasını aldı. Efzun eri, süngüyü onun göğsüne sokmuştu... Yirmi iki kez önünde durdu, isteğini yineledi Yunanlı subay ve yirmi iki kez süngülendi Miralay Süleyman Fethi. Artık ayakta durmaya direnci kalmayan, kendi kanından oluşan gölcüğe yığılıp kalan kahraman asker, İzmir'deki Fransız Konsolosluğu aracılığıyla kaldırıldığı hastanede, sabaha karşı şehit oldu.
İşgalciler, ertesi gün, tüm İzmir'in katıldığı cenaze törenine müdahale etme cesaretini gösteremediler. İzmir'deki Mevlevi tekkesinin mezarlığına gömüldü. Bu kahraman subay, bugün çok yalın yapılan mezarında, üzerinde kabartma bir kılıç ile bir kalpak resmi yontulu taşın altında, huzur içinde yatıyor. 



***

26 Aralık 2018 Çarşamba

3 . Türk Dünyası Hizmet Ödülleri

3 . Türk Dünyası Hizmet Ödülleri





“III. Türk Dünyası Hizmet Ödülleri”

   Ülkü Ocakları İstanbul İl Başkanlığınca düzenlenen "III. Türk Dünyası Hizmet Ödülleri" töreninde, Türk Dünyası Yılın Onur Ödülü, 
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli'ye verildi. 
   Mustafa Kemal Kültür Merkezinde gerçekleştirilen törende konuşan Ülkü Ocakları Genel Başkanı Olcay Kılavuz, Türkiye'nin maalesef ateşle imtihan 
edildiğini söyleyerek, "İçimiz, dışımız hainlerle, kahpeler, kalleşlerle sarılmış durumda. Türkiye, Irak'a çevrilmek isteniyor, Suriye'ye çevrilmek isteniyor. 
Türk milleti yok edilmek isteniyor." diye konuştu.

Törende Türk Dünyası Yılın Onur Ödülü, MHP Genel Başkanı Bahçeli'ye verildi. Ödülü Bahçeli adına Ülkü Ocakları Genel Başkanı Kılavuz aldı.

Türk Dünyası Yılın TV Programı Ödülü, Önce Söz Vardı programına; 
Türk Dünyası Yılın STK Ödülü, Avrupa Türk Konfederasyonu'na; 
Türk Dünyası Yılın Akademisyeni Ödülü, Maltepe Üniversitesi Dekan Vekili Ramazan Korkmaz'a; 
Türk Dünyası Yılın Proje Ödülü, İstanbul Ülkü Ocakları Projesi OCAKTABU'ya; 
Türk Dünyası Yılın Sporcusu Ödülü, Sevilay Konçuy Özyurt'a; 
Türk Dünyası Yılın Kültür Özel Ödülü, Sabri Karger'e; 
Türk Dünyası Yılın Hizmet Ödülü, Keisuke Vakizaka'ya; 
Türk Kültürüne Hizmet Ödülü, Diriliş Ertuğrul dizisine; 
Türk Dünyası Kültür Sanat Ödülü, Hayri Tekgöz'e; 
Türk Dünyası Seçici Kurul Ödülü, Doç. Dr. Erdal Bay'a; 
Türk Dünyası Yılın Sanatçısı Ödülü, Kaya Kuzucu'ya verildi.
Türk Dünyası Vefa Ödüllerine de Ünal Osmanağaoğlu, Nefi Demirci, Prof. Dr. Emin Özbaş ve Prof. Dr. Gülçin Çandarlıoğlu layık görüldü.

Yılın En Etkili Ocakları Ödüllerini ise Malatya Ülkü Ocakları İl Başkanlığı, 
Gaziantep Ülkü Ocakları İl Başkanlığı, Hatay Dörtyol Ülkü Ocakları İlçe Başkanlığı, Şanlıurfa Birecik Ülkü Ocakları İlçe Başkanlığı aldı. 
MHP İstanbul İl Başkanı Mehmet Bülent Karataş'a teşekkür plaketi takdim edildi.

http://www.criturk.com/haber/siyaset/iii-turk-dunyasi-hizmet-odulleri-9883

***

OSMAN BALCIĞiL, YEŞİL MÜREKKEP


OSMAN BALCIĞiL, YEŞİL MÜREKKEP 



Bir “Sabahattin Ali” romanı Yeşil Mürekkep – Sadık Güvenç
Osman Balcıgil’in yazdığı Bir “Sabahattin Ali” romanı Yeşil Mürekkep, 2016 yılı Kasım ayında Destek Yayınları tarafından basılmış. 408 sayfa, biyografik roman.

Oldukça akıcı bir dille yazılan roman biraz hüzün, biraz öfke, biraz burukluk veriyor okuyucuya.
Sabahattin Ali’nin yapıtlarını okumuş olanlar, yaşam öyküsünü bilenler için boşlukları dolduran bir roman. Yazarın herhangi bir yapıtını okumayanlar içinse onu okumaya teşvik edecek türden bir roman diyebilirim.

Kurmacadan çok gerçeği dile getirmiş Balcıgil. Sabahattin Ali’nin devlet eliyle Almanya’ya eğitim için gönderilmesiyle başlıyor roman. Biz Sabahattin Ali’nin izlenimlerini okurken 1930’ların, 1940’ların Türkiye’sini, Almanya’sını, dünya savaşı öncesini, dünya savaşı yıllarını, hükümetlerin tutumlarını da öğreniyoruz. Okumaya, öğrenmeye, gelişmeye çok meraklı genç Sabahattin Ali, aynı zamanda şairdir, yazmaya meraklıdır. Almanya’da dil eğitimi yanında Avrupa kültürünü de özümsemeye çalışmaktadır. Hitler yanlısı ırkçıların yabancıları aşağılamalarına karşılık verdiği için Almanya’daki öğrenimi sona erdirilir ve apar topar Türkiye’ye döner.

Hitler’in ırkçı söylemleri tüm dünyayı etkisi altına alırken bizim yerli ırkçılarımız da elbet bundan etkileneceklerdir. Sabahattin Ali, Türkiye’ye dönünce öğretmenliğe başlar. Özgüveni olan biridir. Doğru bildiği her şeyi her yerde çekinmeden dile getirdiği için hedef tahtasına oturtulur ırkçılar tarafından. Öğretmenlikten alınır. Bakanlıkta görevlendirilir. Üst düzey bürokratları, bakanları, başbakanı tanıma fırsatı bulur. “Ankara” adlı romanda bu ilişkileri dile getirmeyi planlamaktadır. Ne yazık ki bu romana dair notları bir araya getirelemeyecek ve bürokrasinin iç yüzü, İkinci Dünya Savaşı öncesi yüksek makamlarda olan bitenler romanlaşamayacak tır.

Irkçıların yazar üzerinden hükümete yaptıkları baskı sonuç verir ve S. Ali görevden uzaklaştırılır. Yazmak için bol zamanı vardır artık. Gazetelere, dergilere daha çok zaman ayırmaktadır. Geçim sıkıntısı artarak sürmektedir.
Biraz ayran gönüllüdür Sabahattin Ali. Evlenemeyeceğini sanmakta, gördüğü güzellere aşık olmaktadır. Nihayet Aliye ile evlenir. Mutludur. Kızı Filiz vardır artık.

Sabahattin Ali’nin yazarlık serüveni, Nazım Hikmet’le tanışması, onunla mektuplaşmaları, bir zamanlar dergisine yazı verdiği Nihal Atsız’la tartışmaları, Aziz Nesin’le tanışmaları, Marko Paşa dergisinin etkisi, hapislik yılları anlatılırken Türkiye panoraması da anlatılıyor.

“Kafası karmakarışıktı.
Hemen o akşam oturdu ve sevgili eşi Aliye’ye “Bir daha mahkemelik işlere burnumu sokmak niyetinde değilim” diye yazdı.
Mahkeme koridorlarında koşturmak, rutubetli, berbat koğuşlarda, ipten kazıktan kurtulmuş eşkıya güruhuyla ömür tüketmekten bıkıp usanmıştı.” (s.321)

Böyle düşünse de pratikte içinden geldiği gibi davranan bir yazardır. Diline söz geçiremez.
Yazarın başına gelenleri okurken başyapıt olarak andığımız Kuyucaklı Yusuf’un, Kürk Mantolu Madonna’nın, İçimizdeki Şeytan’ın, Sırça Köşk’ün ve diğer yapıtlarının arka planlarına tanık oluruz. Her biri yaşanmışlıklardan çıkartılmıştır.

Her şeye rağmen direnen, var olamya çalışan bir aydının romanıdır Yeşil Mürekkep. Engellenmek istenen, engellendikçe büyüyen bir yazarın romanı.

“Bir daha mahkemelik işlere burnumu sokmak niyetinde değilim” dese de onu mim leyenler çoktan mim lemişlerdir. Peşinde ajanlar vardır. Ajanlar onu hiçbir yerde yalnız bırakmamaktadırlar. Hapishanede koğuş arkadaşı olan bir mahkuma inanacak ve onun yardımıyla yurt dışına kaçacaktır. Tuzağa düşürülür. Uzun süre işkence görür. İşkencede öldürülür. Nasıl öldüğü, ne zaman öldüğü hep saklanır.

Her zaman yeşil mürekkepli bir dolmakalem kullanırmış Sabahattin Ali. Tüm mektuplarını, yazılarını bu kalemle yazmıştır. Kendisini ölüme götüren ne idüğü belirsiz kişilerle yaptığı ölüm yolculuğunda da dostlarına sağ ve esen olduğunu bildirmek için şifreli imzayı da bu kalemle atacaktır.

Devlet eliyle okutulan bir aydının, doğruları yazdığı için devlet eliyle nasıl ortadan kaldırıldığının romanı Yeşil Mürekkep, bir solukta okunacak bir kitap.

Sadık Güvenç

Kitabın Künyesi
Yeşil Mürekkep : Bir Sabahattin Romanı
Yazar: Osman Balcıgil

YETKİ KANUNU ve MİLLET İRADESİ,

YETKİ KANUNU ve MİLLET İRADESİ,

YETKİ KANUNU ve MİLLET İRADESİ

Seçimler baskın olunca alelacele uyum adına düzenlemeler yakmak gerekiyor.
Zaman o kadar dar ki; Neredeyse yasalarda geçen “Başbakan” ibaresi metinlerde bul-değiştir yapılarak “ Cumhurbaşkanı” yapılıyor.

Referandumdan bugüne geçen 12 aylık süreyi meclis iradesinde değerlendiremediğimiz gibi “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” için gereken uyum değişiklikleri kanun yerine KHK düzenlemeleri ile 1 aya sıkıştırılarak yapılacak.
Bu durum referandum sonrası mecliste ihmal edilen düzenlemeleri çıkarma yetkisini meclis iradesinden alarak OHAL’de KHK’lar ile bürokratlara devretmektir.

Demokrasi ve millet iradesi adına sakıncalı bir durumdur.

“Parlamenter Hükümet Sistemi yerine Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” dediğimiz ve dünyada bir örneği daha olmayan bu sistemi daha tartışamadan, neler getirip neler götüreceğini mecliste taraflarından dinleyemeden bir KHK ile düzenlemeler toptan çözülecek.
Hal bu ki; Dünya tarihinde ihtilaller, devrimler, savaşlar, iç çatışmalar olmadan değişmemiş rejimi referandum ve devamında seçimlerle değiştirecek olan Türkiye Cumhuriyeti, devamında bir kaos ve karmaşa yaşamamak adına uyum ile ilgili düzenlemeleri KHK yerine mecliste kanunlar ile yapmalıydı.
Rejim değişikliği ile mecliste bulunan milletvekillerinin bir nevi “encümen” durumuna dönüşeceği bu düzende devlet yapısından da birçok değişikler olacak.
Bu değişiklikler ile ilgili olarak Başbakan tarafından TBMM’ye 08.05.2018’de sunulan “6771 sayılı Kanunla Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Yapılan Değişikliklere Uyum Sağlanması Amacıyla Çeşitli Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Konusunda Yetki Kanun Tasarısı” içerisinde birçok işaret ve izleri barındırıyor.
Yasa tasarısıyla, yasama yetkisinin, yani Meclis İçtüzüğünü ve kanuni düzenlemeleri yapma yetkisinin, Anayasa’nın 7. maddesi ile çelişecek bir şekilde Hükümete devri istenmekte.
Sadece kanuni düzenlemeler değil, buna bağlı kararnameler de mecliste tartışılamayacak, denetlenemeyecek, gerekli düzeltmeleri önerip değiştirtemeyecek ve yasalaştırılamayacak.
Özetle; Böylesi bir süreçte “kervanı yolda düzmek” misali aceleye getirilmiş ve üzerinden “millet iradesi” olan meclis yerine hataya ve yanıltmaya açık “bürokratlar iradesinde” düzenlemeler yapmak çok doğru ve sağlıklı bir yöntem değil.
Nihayetinde bürokratlar iradesinde yapılacak olan düzenlemeler anayasa dışı bir yol olarak değerlendirilebilir.

***
Bakanlar Kurulu'na verilen yetkiyle Meclis çoğunluğu hangi partide olursa olsun Cumhurbaşkanı’nın atadığı bakanlar KHK çıkarabilecek.
Yetki kanunundaki bu durum Anayasa’nın “Yasama yetkisi (kanun yapma yetkisi) Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.” denildiği 7. maddesi ile çelişiyor.

***
Peki, bu düzenlemeler ile devletin idari yapısında görünen muhtemel değişiklikler neler;
Öncelikle adına Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen yeni rejim ile devlet yeniden yapılandırılacağında mutabık kalmak gerek.
Bu kapsamda 8 Mayıs 2018 itibariyle gönderdiği yetki kanunu tasarısıyla hem uyum yasalarını hem de bakanlıkları ve bakanlık bağlı ilgili/ilişkili kuruluşları yeniden yapılandırarak görev, yetki ve sorumluluklarını belirleyecek.
Burada önemli bir nokta var;
Bu yetkinin yürürlük tarihi, Cumhurbaşkanı’nın 24 Haziran’da seçilip yemin ederek görevine başlayacağı tarihe kadar geçerli olacak.
Kamu kurum ve kuruluşları yetki kanunu ile beraber “Ee! Biz ne olacağız” düşünüp duruyor. Öyle ki kamu çalışanları kurumunun ne olacağını düşünmekten iş yapamaz hale gelmiş. 
Kurumları ve çalışanları biraz rahatlatalım o zaman!..

Kulislere Göre Görünen o ki;

Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü MTA kapanacak ve Enerji Bakanlığı’nın Maden İşleri Genel Müdürlüğü ile birleşecek.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kültür ve Turizm olarak ayrılacak. Muhtemelen Kültür ve Vakıflar bir arada yeni bir yapı tesis edilecek
 Başbakanlığa bağlı; Atatürk Kültür Dil Tarih Yüksek Kurumu Kültür tarafına bağlanacak yine ve Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü de bu bakanlık ile ilişkilendirilecek.

Avrupa Birliği Bakanlığı kaldırılarak Dışişleri Bakanlığı ile birleştirilecek.
Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın Gençlik kısmı Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlanacak. Spor Genel Müdürlüğü’de Spor Bakanlığının ana hizmet birimi olacak. Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüğü Milli Eğitim veya Aile Bakanlığı’na bağlanması tartışılıyor.
Hazine Müsteşarlığı’nın da Ekonomi Bakanlığı ile birleştirilmesi konuşuluyor.

Burası Önemli;

Belediyeler bağlı oldukları İçişleri Bakanlığı’ndan alınarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na aktarılacak. Bu arada bakanlığın adına yetki alanından dolayı Yerel Hizmetler gibi bir ilave yapılabilir.
Göç İdaresi Genel Müdürlüğü, İçişleri Bakanlığından alınarak muhtemelen Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlanacak veya yeni bir bakanlık tesis edilecek.
Bu değişiklik ses getirir;

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın Sosyal Güvenlik yani SGK tarafı eskiden olduğu gibi Sağlık Bakanlığı’na bağlanacak. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının “Sosyal Politikalar” kısmının Çalışma Bakanlığı’na bağlanması konuşuluyor.
Bir değişim de Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’nde görünüyor;
DSİ, bağımsız bir genel müdürlük olmayacak. Büyük bir ihtimalle Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın ana hizmet birimi olacak. Taşra teşkilatı ise muhtemelen Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na devredilecek.
Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı da yeniden yapılandırılıyor; Bakanlığın “Gıda” birimi ve görevleri Sağlık Bakanlığı’na bağlanıyor. 
Maliye'nin bürokrasi üzenindeki etkisi kırılacak ve Maliye Bakanlığı yeniden yapılanacak. Maliye Bakanlığı’na bağlı Milli Emlak Genel Müdürlüğü de bakanlık bünyesinden ayrılıyor.
Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı ile Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı – TİKA, Dışişleri Bakanlığı’na bağlanacak.
Kalkınma Bakanlığı, Kalkınma Müsteşarlığı olarak Cumhurbaşkanlığı’na bağlanacak ve makro planlamalar ve bütçe buradan yönetilecek.
Başbakanlık Personel ve Prensipler Genel Müdürlüğü kaldırılıyor.
Başbakanlık’taki personel ise kazanılmış haklarına dokunulmadan diğer kurumlara nakledilecek.

Bürokraside genel müdür ve üstü personel hükümetle gelip hükümetle gidecek. Bakanlığa bağlı ve ilgili kuruluşların başkan ve genel müdürleri de süreyle atanacak ve mevcut başkan ve genel müdürlerin görevleri sona erecek. Üst derece kadrolara yapılacak atamalarda 12 yıl hizmet şartı da kaldırılıyor.
Genel müdür altındaki kadrolar süreli olmayacak. Süreli görevlere üst kademe tazminatı geliyor. Süreli görevler, ilgili Bakanın teklifi ve Cumhurbaşkanı’nın onayı ile atanacak. Diğer görevler atamalar ise ilgili bakanın onayı ile olacak.
Halen görev yapan genel müdür ve üstü personelin görevleri sona erecek ve bu bir personel bir defaya mahsus olmak üzere şahsa bağlı kadroya atanacaklar.
Ve olası birçok idari ve yapısal düzenlemeler…
Tüm bu düzenlemeler geniş bir uzlaşı tabanında yapılması gerek. Hatta memur sendikalarının da görüşleri alınarak çalışmalar yapılmalı. Nihayetinde sendikalar açısından bakanlıkların ve hizmetlerin değişmesi sendikaların hizmet kollarının da değişmesine ve dolaysıyla üye sayılarının değişmesine neden olacaktır.

***
Bu yetki kanunu “Kamunun yeniden yapılanması ve personel rejimi”yle ilgili düzenlemeye de dolaylı olarak yetki veriyor.  Yeni sistemde kamuda çalışan 3 milyon 500 bin kamu çalışanın 657’ye tabi 2 milyon 430 bin memur sözleşmeli yapılarak “memur güvencesi” kalkıyor.
Başbakan’ın TV’de canlı yayında “kamuda çalışanlar sözleşmeli personel olacak” demesinden sonra memur sendikalarının “bu 1 Nisan şakası olsa gerek” diyerek karşı çıktığı bu uygulama kamu çalışanları ve sendikaları rahatsız ediyor.

Artık memurluk meslek olmaktan da çıkmış oluyor.

Özetle;

“Hoşgeldin siyasi devlet memurluğu!..” da diyebiliriz…

***
Tabi ki bunlar birer öngörü!..

Bu öngörülere sahip olmak için devletin yapısını biraz bilir ve yetki kanun tasarısının maddelerini yorumlarsanız karşınıza bazı doğrular çıkıyor.
Bu düzenleme ile en azından yetki ve idari açıdan birbirine girmiş bakanlık ve bağlı kuruluşların sevk idaresi devlet nezdinde daha yönetilebilir bir hal alacak görünüyor.
Ama verimlilik ve idari açıdan neler getirip neler götüreceğini de takip etmek gerek.

Son bir Not;

Devlet tecrübesine sahip kamu kurum ve kuruluşlarını “görev ve yetkileri birleştireceğiz” diyerek, devlet ve kurumsal hafızayı da yıpratacak ve devlette esas olan sürekliliği sekteye uğratacak hamlelerden de uzak durmak gerek.
Yetki kanunu ile bakanlıkları belirleyelim. Bağlı ilgili ve ilişkili kurumları ve yeniden yapılanmaları 24 Haziran sonra TBMM’de uzlaşma ile çıkartalım. Çünkü devlet yapısındaki bu temek değişiklikler Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini belirleyecek.

Kötü bir örnek verecek olursak;

Kısa süre önce bir gecede OHAL’de KHK ile tütün ve alkollü ürünlerin denetimi ve kontrolü Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu - TAPDK yetkileri Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’da bağlı bir üst kurul iken bir kısmı tarım bakanlığına diğer bir kısmı da Sağlık Bakanlığı’na yedirildi. Şimdi ise çok ciddi bir yetki ve otorite boşluğu var. Bu nedenle bağlı ve ilgili kuruluşları bakanlıklara ve ana hizmet birimlerine yedirmek maharet olmadığı gibi asıl olan kurumları çakışabilir hale getirerek devlette esas olan devamlılığı sağlamaktır.
“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın, kurumları yaşat ki devlet sürekli olsun.”

Hüseyin KURT


***