29 Ocak 2015 Perşembe

Batıya Bağımlı Sistem nasıl işliyor?



Batıya Bağımlı Sistem nasıl işliyor?










Esas çatışma  Batıyla dünyanın geri kalanı arasında








TÜRKSOLU: Son günlerde küreselleşme yeniden tartışılmaya başlandı. Orgeneral       Büyükanıt yaptığı konuşmada küreselleşme sürecinde gelişmiş ve azgelişmişlerin çıkarlarının çatıştığını vurguladı. Sistemin içinde Batı ülkeleri ve azgelişmiş üleler arasındaki çatışmaya kaynaklık eden mekanizma nedir?
EROL MANİSALI: Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkan Batı kutuplu, daha çok Amerikan kutuplu dünya düzeni, Batı ile azgelişmiş ülkeler arasındaki farkı, uçurumu derinleştirmiştir. Bu farklılık sadece iktisadi olarak değil, siyasi, askeri ve kültürel olarak da ortaya çıkmıştır. Bu düzenin işlevsel mekanizması da artık tanımlanmıştır.
Şemada da görüldüğü gibi ABD ve Avrupa merkezli bir düzen, iktisadi, siyasi, askeri ve kültürel politikalarını tüm dünyaya empoze etmektedir. Batı cephesi içinde de, bir rekabet hatta belli sınırlar içinde bir çatışma söz konusu olmakla birlikte, esas meselenin Batı emperyalizmiyle, Batı kapitalizmiyle diğerleri arasında olduğunu hiçbir zaman gözden uzak tutmamak durumundayız. Avrupa’yla ABD arasındaki rekabet geçici ve taktik nedenlere dayalı bir meseledir. Bu rekabet devam edecektir ama esas çatışmanın odak noktasını bir tarafta ABD ve Avrupa Birliği’nin (AB) oluşturduğu Batı ile diğerleri yani dünya nüfusunun % 85’i arasındaki dengesizliktir.
TÜRKSOLU: Küreselleşmeden her tarafın kazanç sağlayabileceğini, Türkiye’nin de kazançlı çıkabileceğini söyleyenler var.
EROL MANİSALI: Ben bunu bir tahterevalliye benzetiyorum. Birinin yükselmesi diğerinin alçalmasına bağlıdır. İkisinin birden yükselmesi kesinlikle söz konusu değildir. Zaten kapitalizmin dinamikleri bunu olanaksız kılmaktadır. Somuta indirgediğimiz zaman yüksek teknolojide bazı ülkelerin gelişebilmesi, Amerika’nın, İngiltere’nin, Fransa’nın, Almanya’nın gelişebilmesi, Türkiye’nin, Mısır’ın, Pakistan’ın, Ukrayna’nın gelişmemesine bağlı olan bir hadisedir. Eş zamanlı olan bir gelişme söz konusu değildir. Tarımda ve bazı hizmet sektörlerinde bu eşitsizlik daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de son 15 yıl içinde tarım sektöründeki gerilemeye bakarsanız bunu açıkça görebilirsiniz. Mesala bugün yıllık 1,5 milyar dolar civarında yağlı tohum ithalatımız vardır. Bu Türk tarım potansiyelinin, üretiminin yetersizliğinden kaynaklanan bir hadise değil, tamamen sistemin gereklerinin ve özellikle son 10-15 yılda tek taraflı dayatılan sistem politikalarının sonucudur. Tek yanlı anlaşmalar, Türkiye’nin ulusal bir ticaret politikası belirleyebilme olanağının elinden alınması, hükümetlerin ve bürokrasinin büyük ölçüde Batıdaki güç odaklarına bağımlı olarak hareket etme durumunda kalmaları şemada da görüldüğü gibi Batı ve Türkiye gibi azgelişmiş ülkeler arasındaki edilgenlik ve etkinlik konumlarını siyahla beyaz gibi ortaya çıkarmaktadır. Bunu da galiba ilk defa olarak “Dünya’da ve Türkiye’de Büyük Sermaye” kitabımda yazdım.
Sistem ulusal ekonomiyi çökertiyor
TÜRKSOLU: Tüm dünyada bir küreselleşme karşıtlığından bahsediliyor. Ancak Batının küreselleşmeden zararlı değil kazançlı çıktığı ortada. Batı ülkeleri ve ezilen ülkeler arasındaki bu çıkar çatışmasını somut olarak nasıl açıklayabiliriz?
EROL MANİSALI: Sistemin işleyişinin bilimsel bir tahlili herşeyi ortaya çıkarmaktadır. Burada esas önemli konu Batıda mikro ve makro verimliliğin örtüşmesine karşılık, Batı dışındaki ülkelerde sistemin mikro ve makro verimliliği örtüştürmeyecek şekilde işlemesidir.
Bugün Petkim, Tekel idaresi özellikle bu hale getirilmiştir. Bu sistemin son 15-20 yıllık operasyonudur. Bu tür kamu işletmeleri sanki işletilemez birer KİT haline dönüştürülmüşlerdir ve sonuçta adeta satılması, özelleştirilmesi kaçınılmazmış gibi sistem tarafından sunulmuşlardır. Bir kamu şirketi diyelim ki Tekel kendi ülkesi için, Türkiye ekonomisi ve sosyal politikası lehine çalıştırılabilecekken, Tekel ile Türkiye’nin makro maksimizasyonu arasındaki örtüşme bizzat bürokrasi ve siyaset tarafından ortadan kaldırılmaktadır. Sonunda Tekel’in çokuluslu şirketlere satılması ve Tekel sayesinde ülke içinde Batının elinde tekelci bir konumun sağlanması bir şekilde gerçekleştirilmektedir. Bu sadece Ali’nin, Mehmet’in, Ayşe’nin icraatlarının bir sonucu değildir, sistemin işlevsel bir gereğidir.
Bu konudaki ayrıntılı değerlendirmelerimi AB’yle 1995 belgesi imzalanmadan önce de belirtmiştim. Soğuk Savaş sonrası Yeni Dünya Düzeni’nin Türkiye’yi nasıl bir tek yanlı bağımlılığa mahkum ettiğini açıkladım. Türkiye’de kamuya gelir, topluma istihdam sağlayan işletmelerin özellikle kötüleştirilerek özelleştirilmiş, genellikle çokuluslu şirketlere satılmış veya tasfiye edilmiştir. Tasfiye edilen şirketlerin ürünleri de dışarıdaki çokuluslu şirketlerden Türkiye’ye ithal edilmeye başlanmıştır. Traktörden sigaraya kadar, devlet demir yollarının vagonlarından telefona kadar geniş bir yelpazeyi kapsayan ürünler açısından Türkiye piyasası Batıya açılmıştır.
İşlevsel olarak da çözümlediğimiz gibi dünyada ve Türkiye’de büyük sermaye Batı kapitalizminin Türkiye’nin de içinde bulunduğu diğer azgelişmiş ülkelere empoze edilen yeni bir yapılanma şeklinin temel yürütücüsüne dönüşmüştür. Bu yapıda şirketler ön plana çıkmıştır. Hem Batıdaki büyük şirketler ön plana çıkmıştır, hem de azgelişmiş ülkelerde onların işbirlikçisi olan yerel büyük şirketler ön plana çıkmıştır. Ancak bu büyük şirketlerin aralarında işlevsel olarak büyük bir fark vardır.
Büyük sermaye kazanırken Türkiye ekonomisi zayıflıyor
Batıda şirketlerin mikro düzeyde kâr maksimizasyonu ile Batı ekonomilerinin makro maksimizasyonunun örtüşmesidir. Batıda şirketlerin kâr oranının artması mensup oldukları ülkeye katma değeri yüksek, teknoloji değeri yüksek, iktisadi değeri yüksek bir kazanç sağlamaktadır. İngiliz şirketinin gelişmesi İngiliz ekonomisinin gelişmesi demektir. Bir Amerikan medya tekelinin gelişmesi Amerika’da kağıttan elektroniğe kadar pekçok sektörün gelişmesi demektir. Bir Philip Morris’in büyümesi ve Türkiye gibi ülkelerin ekonomisine de egemen olması sadece Amerika’daki sigara sektörünün değil, tarım sektörünün ve çiftçinin de güçlenmesi, eline daha fazla para geçmesi demektir. Çiftçiden ihracatçıya, sanayiciden bankacıya kadar tüm kesimlerin Amerika’nın sağladığı dışsallık sayesinde artı bir kazanç elde etmesi sistemin işleyişinin sonucudur. Sistem Batıda mikro kazançlarla makro kazancın örtüşmesi sonucunu doğurmaktadır.
Buna karşın Türkiye ve benzer ülkelerde yerel büyük şirketler ve holdingler aynı konumda değildir. Yerli büyük sermaye dışsallığını arttırarak kazanmaktayken Türkiye’nin ekonomisi zayıflamakta, kişi başına gelir reel olarak azalmaktadır.
Azgelişmiş ülke şirketi Batının uzantısı
Niçin bu fark vardır azgelişmiş ülkelerle gelişmiş ülkeler arasında? Çünkü şirketleri farklıdır. Azgelişmiş ülkelerin şirketleri kendi ekonomilerine entegre olmuş, ekonomileriyle bütünleşmiş değil, dışarıdaki çokuluslu şirketlerle bütünleşmişlerdir. Türkiye’de son 10-15 yıldaki en büyük, 10-15 holdingi ele aldığımız zaman, bunların etkinliklerine baktığımız zaman, üretim, dış ticaret, istihdam etkinliklerini incelediğimiz zaman, hep dışarıdaki çokuluslu şirketlere daha bağımlı olacak bir şekilde geliştiklerini görüyoruz. O zaman dışarıdaki etkin büyük şirket, edilgen Türk şirketinin üzerinde Batının maksimizasyonunu sağlayacak bir şekilde, Amerikan, İngiliz, Alman, Fransız ekonomilerinin gelişmesine olanak sağlayacak bir şekilde egemenlik kurar. Türkiye’deki uzantısı gibi çalışan yerel şirketlerin, kendi ekonomilerine değil Batı ekonomilerine kazanç sağlayacak bir şekilde Batıyla entegrasyonu dayatılmaktadır. Batının refah düzeyini, dünya üzerindeki iktisadi, ekonomik ve askeri egemenliğini arttıracak sonuçlar böylelikle ortaya çıkmıştır.
Türkiye’de Batı çıkarları için işleyen mekanizma
“Dünya’da ve Türkiye’de Büyük Sermaye” kitabımda bu sistematiği anlatmaya çalıştım. Ulaştığım sonuçlar kısaca şu: Bir; Soğuk Savaş sonrasında Batı, Batı kutuplu bir dünya sistemi oluşturmak istedi. Ve büyük ölçüde de bu yolda mesafe katedildi. İki; şirketler bu strateji doğrultusunda kilit rol aldılar. Şirketlerin hem Batıda hem de Türkiye gibi azgelişmiş ülkelerdeki siyaset, ekonomi içindeki işlevleri özellikle öne çıkarıldı. Azgelişmiş ülkelerdeki yerel şirketler çokuluslu şirketlere tamamen bağımlı hale getirildi. Şirketler bağımlı hale getirilince ülkelerin bağımlı hale getirilmeleri daha da kolaylaştı çünkü yerel şirketler aynı zamanda kendi ülkelerindeki siyaseti yönlendirebildikleri için siyasetin de Batıya bağımlı hale gelmesini sağlayan siyasi ve sosyal altyapıyı hazırlar hale geldi.
Türkiye’nin son 15 senesini incelersek sanki bir laboratuar deneyi yapılır gibi Türkiye’de Batı çıkarları için mükemmel derecede işleyen bir mekanizma kurulduğunu görebiliriz. Türkiye ekonomisinin, siyasetinin, bürokrasinin Batıya bağımlı hale getirilmesi için, sistemin gereği olarak yerel büyük şiretler çalışmışlardır. Bu sadece sanayide, ticarette olmamıştır aynı zamanda medya kuruluşlarında, eğitim sisteminde olmuştur. Mesala Türkiye’de bugün orta ve yüksek eğitimde birçok eğitim kurumunun Batıya bağımlı hale geldiğini görebilmekteyiz. Yabancı dille eğtim yapan kurumlar eğitimini yaptıkları yabancı ülkenin adeta misyonerliğini, temsilciliğini üstlenmiş, onun doğrudan doğruya çıkarlarını yürüten bir işlev kazanmış olduğunu görüyoruz. Artık sadece büyükelçiler, konsoloslar değil, bu eğitim kurumlarının temsilcileri de bu ülkelerin çıkarlarını temsil etmektedir.
TÜRKSOLU: AKP hükümeti Petkim ve Tekel başta olmak üzere hızlı bir özelleştirme programı yürütmeye kararlı. Çokuluslu şirketler bu özelleştirmelerde doğrudan taraf olarak ortaya çıkıyor. Bahsettiğiniz anlamda mikro ve makro maksimizasyonun ekonomide sağlanabilmesi için hem Türkiye’de hem de diğer azgelişmiş ülkelerde özelleştirme ve diğer liberal dayatmalara karşı hangi ulusal politikalar öne çıkabilir? Atatürk’ün devletçilik politikası azgelişmiş ülkeler için alternatif bir politika olarak yeniden ön plana çıkabilir mi?
Türkiye’de kalkınma kamu müdahalesi ile gerçekleşebilir
EROL MANİSALI: Olaya şöyle bakmak lâzım. Polonya’da, Finlandiya’da veya Hollanda’da özelleştirme ülke yararına olabilir. Örneğin Amerika’da bir baraj özelleştirildiği zaman, Amerika’daki şirketler Amerikan emperyalizmin sağladığı olanaklar sayesinde tüm dünyada bir emperyal kurum olarak faaliyet gösterdiği için, böyle bir özelleştirme sonucunda hem mikro hem de makro düzeyde bir maksimizasyon yaşanabilir. Ancak Türkiye gibi ülkelerde özelleştirme gerçekleşince satılan kurumu ya yabancı sermaye ele geçirmekte ya da onların yerli uzantısı veya ortağı ele geçirmektedir. Yerli ortak dediğiniz de zaten çok büyük olasılıkla bir çokuluslu şirketin Türkiye’deki temsilcisi durumundadır. Dolayısıyla çokuluslu şirketlerle yaptığı anlaşmalar sonucu edilgen durumdadır. Bundan dolayı dışarıdaki çokuluslu şirketlerin çıkarları doğrultusunda faaliyet göstermek zorundadır.
Tekel örneğinde olduğu gibi yabancı bir şirket kamu işletmesini ele geçirecektir. Yabancı bir şirket aldığı zaman da Batı sermayesi Türkiye’deki tekelci niteliğini sağlamlaştırır. Bu tür bir tek yanlı bağımlılığa karşı adı ister devletçilik olsun ister başka birşey, azgelişmiş ülkelerin mikro ve makro maksimizasyonu sağlayacak politikalar geliştirmesi şarttır. KİT’ler kendi hallerine bırakılarak, kamu yararına unsurları yıprandırılarak, sanki kamu yararına bir özelliği kalmamış, özelleştirilmesi kaçınılmaz kurumlar gibi gösterilmiştir. Tekel’de, Telekom’da ve diğer tüm örneklerde bu geçerlidir. Kamu kuruluşları Türkiye’de kamuya gelir, topluma istihdam sağlayan unsurlardır. Avrupa’da milli gelirin %50’ye yakın bir kısmı kamu tarafından alınır ve yeniden dağıtılır. Türkiye’de bu oran %20’nin altındadır. Dolayısıyla Türkiye’de kamunun küçülmesi değil, kamunun büyümesi, hatta Batıdan da büyük olması gerekir. Çünkü Türkiye’nin sosyal politikalara, kalkınma politikalarına daha fazla ihtiyacı vardır. Bu ancak kamu müdahelesiyle gerçekleştirilebilir.



 ...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder