24 Kasım 2015 Salı

En Uzun On Yıl: 11 Eylül Sonrası Orta doğu 2




        En Uzun On Yıl: 11 Eylül Sonrası Orta doğu 2


11 Eylül Sonrası Ortadoğu 

11 Eylül ve sonrasında Ortadoğu’da gerçekleşen değişimler sadece siyasetin konusu olmamalıdır. Irak’ta yaşanan kanlı iç savaş ve yarattığı kitlesel göç dalgalarından, yükselen petrol fiyatlarının etkilediği ekonomik gelişmelere, televizyon izleme alışkanlıklarından milliyetçilik anlayışına kadar birçok konu daha kapsamlı bir şekilde incelenmeyi hak etmektedir. Ancak bütün bu konuların yanında, Ortadoğu, uluslararası ilişkiler disiplininin dikkatini çektiği birçok gelişmeye de sahne olmuştur. Hinnebusch’un deyimiyle Ortadoğu dış müdahaleler için istisnai bir mıknatıstır.9 Bu süreç ise kimilerine göre 1774 yılında Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya arasında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması, kimilerine göre ise 1798 yılında Napolyon’un Mısır’ı işgal etmesiyle başlamıştır. Bu olaylar, Ortadoğu’nun bir “oyun sahnesi” olarak görülme 
sürecini başlatmıştı.10 Dolayısıyla, Ortadoğu siyasetini anlamak için bölgenin kendisinden kaynaklanan faktörlerden daha çok bölgeye yönelik politikalar geliştiren batılı devletlerin bakış açıları önem kazanmaktadır. 

Birinci Dünya Savaşı biterken bu oyun sahnesini yöneten rejisörler İngiltere ve Fransa’ydı. Ortadoğu’nun siyasal sınırlarını ve toplumsal hareketlerini şekillendiren bu reji deneyimleri 2. Dünya Savaşı sonrası Soğuk Savaş atmosferinin etkisiyle yeni bir şekil aldı. Artık Avrupa’nın dünya politikalarındaki gücü Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği’ne kaymıştı. Avrupa ikiye bölünmüş durumdaydı ve İngiltere ile Fransa’nın Ortadoğu bölgesinde eski politikalarını sürdürecek heyecanı ve enerjisi azalmıştı. 

Haass’a göre Soğuk Savaş döneminde de bölge edilgenlikten kurtulamamış ve A.B.D-Sovyetler Birliği rekabetinden etkilenmiştir. Ancak dönemin ve rekabetin atmosferi bölge devletlerine nispi olarak daha geniş bir manevra alanı sağlamıştır. Bölgeye hâkim olma olgusu üzerinden tanımlanan rekabet, bölge ülkelerine otonom politikalar üretme sahası yaratmıştır. Küresel güçlerin bölgeyi kontrol edemediği olaylara örnek olarak İran’da yaşanan 1979 devrimini gösterebiliriz. Bunun dışında yaşanan İran-Irak Savaşı ve İsrail’in 1982 yılındaki Lübnan işgali de bölgesel dinamiklerden kaynaklanan olaylardı. Yaşanan çatışmaların dışında, not edilmelidir ki, dünyadaki enerji ihtiyacı için bölge kaynaklarının arz ettiği hayati önem de bölge ülkelerinin otonomisini güçlendiren bir başka faktördür. Keza 1973 Petrol Krizi bunu ispatlar niteliktedir.11 


Ne var ki, Soğuk Savaş’ın ve çift kutupluluğun bitmesi Ortadoğu’nun uluslararası sistem içerisindeki yerini yeniden değiştirmiştir. Ancak Altunışık’a göre Ortadoğu’daki devletlerin bu değişimi hemen kavrayabilmesi mümkün olmamıştır. Mesela Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgal etmesi Soğuk Savaş’ın yarattığı manevra alanının artık var olmadığı gerçekliğiyle yüzleşmesiyle son bulmuştur. Bu dönemde, Ortadoğu’da yeni sorunların ortaya çıktığını görüyoruz. Sistemin en güçlü aktörü olan A.B.D’nin ise bölgeye yönelik politikalarının yoğunlaştığını ve üç ayak üzerinde formüle edildiğini söylemek mümkündür. Bu ayaklardan ilki İsrail-Filistin sorununu çözmeyi, ikincisi Irak ve İran’ı ayrı ayrı çevrelemeyi ve son olarak da bölgeyi liberal değerlerle dönüştürmeyi amaçlıyordu.12 Ne var ki, A.B.D, Soğuk Savaş sonrası Ortadoğu’da çözmeyi planladığı problemleri çözememiş ve 11 Eylül terörist saldırılarından sonra kapsamlı bir politika değişikliğine gitmiştir. 

Daha önce de değinildiği gibi Ortadoğu bölgesi 11 Eylül’den en çok etkilenen bölge olmuştur. 90’lı yıllardaki çevreleme politikası yerini önleyici savaş doktrinine bırakmış, özellikle George W. Bush’un “şer ekseni” olarak tanımladığı ülkeler ve rejimleri A.B.D’nin doğrudan tehdidiyle yüz yüze kalmışlardır. İran ve Suriye bu tehdidin tedirginliğiyle yaşarken, Irak’taki Saddam Hüseyin rejimi bu gerçekliği bizzat tecrübe etmiştir. 

Bu politika değişikliği, aynı zamanda, A.B.D’nin Ortadoğu politikasındaki amaçlarını de yeniden tanımladığını göstermektedir. 

Temel olarak, yükselen radikal İslam olgusuna karşı A.B.D’nin kararlı bir karşı koyma tavrı içinde olduğu ve bunu yaparken Ortadoğu’da yeni bir rejim tasarımı sürecine girdiği iddia edilebilir. Önceki bölümde açıklandığı gibi bu girişim, terörist faaliyetler ile devletlerin niyetleri veya yönetme kapasiteleri arasında kurulan ilişkinin sonucunda uygulanmaya koyulmuştur. Ortadoğu politikasındaki bu değişim, George W. Bush’un 2002 yılında yaptığı ve A.B.D’nin Ulusal Güvenlik Stratejisi’ni anlattığı konuşmada rahatlıkla görülebilir. Bush, West Point Askeri Akademisi’ndeki diploma töreninde, A.B.D’nin caydırıcılık ve çevreleme gibi Soğuk Savaş dönemine özgü savunmaya dayalı yöntemlerinin küresel 
terörizm gibi yeni tehditlere karşı mücadele etmede yeterli olmayacağını ve A.B.D’nin güvenliğinin kitle imha silahlarına sahip diktatörlerin eline bırakmamak için önleyici stratejilere geçiş yapması gerektiğini söylüyordu.13 

Hem Bush doktrini hem de bu doktrinin sonucu olarak gerçekleşen Afganistan ve Irak işgalleri ve haydut devletleri yöneten hükümetleri tehdit eden söylemlerin havada uçuşması, 11 Eylül sonrası Orta doğu’da dramatik siyasi tepkimeler yaratmıştır. Bölgede ulus aşırı Kürt milliyetçi liğinin yükselişinin gözlemlenmesi, Şiiliğin yaşam alanının genişlemesi, İran rejiminin tehdit algısının hassaslaşması, Suriye’nin iç ve dış politikasında yaşadığı dalgalanmalar, Filistin sorununun geldiği karamsar nokta ve anti - Amerikancı radikalizmin zemin kazanması, bahsi geçen siyasi tepkimelerin somut sonuçları olarak öne çıkmaktadır. Bu sonuçların her biri ayrıca incelenmeyi hak etmektedir. 

Kürt Ulusçuluğunun Yükselişi 

Ortadoğu’nun Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra dış müdahalelerle kurgulanan devletlerden oluşması 11 Eylül saldırılarının etkisini arttıran önemli bir faktördür. Zira, devletlerin sınırları, bu sınırların içinde tutulan halkların tarihi, kültürel ve siyasi birlikteliklerinden ziyade bölgeyi tasarlayan bölge dışı güçlerin menfaatleri çerçevesinde şekillenmiştir. 11 Eylül saldırıları sonrası A.B.D işgaline sahne olan Irak da benzer bir mantıkla kurulmuş ve günümüz Irak’ında yaşayan Kürt gruplar, Şii Arapların ülkeyi domine etme riskine karşı Sünni Araplarla işbirliği yapacakları varsayılarak Irak içerisinde kalmaya zorlanmışlardır.14 
Bu bağlamda, Irak’taki İngiliz kuvvetleri, 1918 ile 1924 yılları arasında, bağımsızlık mücadelesi veren Kürt gruplara karşı sert müdahalelerde bulunmaktan çekinmemiştir. Musul’un statüsü ile ilgili Türkiye ve İngiltere 
arasındaki müzakerelerin 1926 yılında bitmesi ile beraber Türkiye-Irak sınırı kesinleşmiştir. Böylece Kürtlerin ağırlıklı olarak yaşadıkları 4 ülke 
olan Türkiye, Irak, İran ve Suriye’nin sınırları belirlenmiş ve bu sınırlar günümüze kadar muhafaza edilmiştir. Ne var ki, farklı ülkelerde yaşa
malarına rağmen milliyetçi Kürt grupların birbirleri ile olan iletişimi ve faaliyetleri aradan geçen zaman zarfında bahsi geçen ülkeleri hep rahatsız 
etmiştir. Robins, 1937 yılında Türkiye, Irak, İran ve Afganistan tarafından kurulan Sadabad Paktı’nın Kürtlerin siyasal faaliyetlerini sınırlandırmayı 
amaçladığını söylemektedir.15 Bu devletlerin Kürt gruplarının sınırları aşan aktivitelerinden rahatsız olmaları anlaşılabilir bir durumdur. 

Zira İran Kürtlerinin kurduğu Kürdistan Demokratik Partisi’nin ideolojik olarak ilham verdiği grupların aynı isimle Irak, Suriye ve Türkiye’de parti kurmaları Kürt milliyetçiliğinin ulus aşırı karakterini göstermektedir. Bu konuya daha da netlik kazandırmak için, İran’da 1945 yılında kurulan Mahabad Devleti’nin Savunma Bakanının, Iraklı bir Kürt olan Molla Mustafa Barzani olduğunu hatırlatmak gerekir.16 

Süreç içerisinde siyasal özerklik yolunda en büyük adımı Iraklı Kürt grupların attığını söylemek yanlış olmayacaktır. 1986 ve 1989 yılları arasında Saddam güçleri tarafından yürütülen Enfal harekâtı, bu harekât kapsamında yaşanan Halepçe katliamı gibi olaylar, 1991 yılında Saddam Hüseyin güçlerinin Kürt isyancılara ve sivil halka karşı kitlesel katliamı andıran orantısız bir askeri güçle karşılık vermesi uluslararası kamuoyunun tepkisine sebep olmuştur. 1991 yılının 5 Nisan günü Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin aldığı 688 No’lu karar bu tepkinin politik bir yansımasıdır ve Irak’ta 36. paralelin kuzeyini uçuşa yasak bölge ilan etmiştir. Bu karar sonrası, Kuzey Irak bölgesi Bağdat’ın kontrolünden 
çıkmış ve Kürt gruplar devlet inşası sürecine girmişlerdir. Ne var ki, bu süreç Mesud Barzani önderliğindeki Kürdistan Demokratik Partisi ile Celal Talabani liderliğindeki Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) arasında çıkan çatışmayla beraber kesintiye uğramış ve bu guruplar arasında diyalog 2002 yılına kadar tam anlamıyla sağlanamamıştır.17 

Ancak bu bölünmüş tablo A.B.D’nin Irak işgaliyle beraber değişmiştir. Türkiye Parlamentosu’nun 1 Mart 2003 tarihinde A.B.D liderliğindeki koalisyon güçlerine katılmayı ve bu güçlerin Türkiye topraklarını kullanmasını reddetmesi hem Türk Amerikan ilişkilerinde gerilimli bir dönemin başlamasına sebep oldu hem de Iraklı Kürt grupları Kuzey Irak’ta A.B.D’nin müttefiki haline getirdi. Kürt grupların elde ettiği siyasi desteği, 2005 yılında kabul edilen Irak anayasasının federalizm ile ilgili maddeleriyle perçinlenmiş ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi adeta de facto bir devlet gibi hareket etmeye başlamıştır. Iraklı Kürtlerin elde ettiği geniş otonomi ise bölgede Kürt nüfusu barındıran ülke yönetimlerince 
tepkiyle karşılanmıştır. Bu dönemde Türkiye PKK’nın, İran ise PEJAK’ın artan faaliyetleriyle mücadele etmek zorunda kalmıştır. Öte yandan, 2004 yılında Suriye’nin Kamışlı şehrinde oynanan bir futbol maçı sırasında çıkan olaylar, Irak’ta kurulan Kürt otonomisinin bölgesel statükoyu ne denli tehdit ettiğini bir kere daha ortaya koymuştur. Maç esnasında Arap taraftarların Saddam lehine ve Kürtler aleyhine slogan atmaları sonucu, Kürt ve Arap taraftarlar arasında çıkan çatışmada 27 kişi hayatını kaybetmiş ve olaylar kısa zamanda ülke geneline yayılarak geniş bir Kürt protestosuna dönüşmüş ve güçlükle bastırılabilmiştir.18 

Bu olay, Irak’taki Kürt grupların lehine olan federasyon, otonomi ve hatta de facto devlet gibi kazanımların bölge ülkelerini ne denli çabuk ve 
derinden etkileyebileceğini göstermesi bakımından önemlidir. 

Irak’ın işgalinden sonra tetiklenen ulus aşırı Kürt milliyetçiliğinin Ortadoğu’yu iki şekilde etkilediği öne sürülebilir. Bunlardan birincisi, Irak’a komşu Kürt nüfusa sahip devletlerin bu olguya verdiği tepkidir. Türk sivil ve askeri elitinin artan PKK aktivitelerini Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi ile ilişkilendirmeleri19-20 ve 2007 Aralık ile 2008 Şubat aylarında Irak’a yapılan sınır ötesi operasyonlar bu tepkinin boyutlarını göstermektedir. 

Zaten bu operasyonlar sonrasında Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani, operasyonların Irak’taki Kürt siyasi varlığına karşı bir tepki olduğunu ve Kürt otonomisini zayıflatmayı amaçladığını iddia etmişti.21 Aynı şekilde Bağdat’taki merkezi Irak hükümeti de, operasyonların derhal durmasını istediği uyarı notunu Ankara’ya gönderdi. Bu durum, ulus aşırı Kürt milliyetçiliği nin devletlerarası çatışma ihtimalini arttırdığını göstermektedir. İkinci etki ise Kürt milliyetçiliğinden ortak tehdit algılayan Türkiye, İran ve Suriye’nin başlattıkları işbirliği sürecidir. 

Irak’ın işgali sonrası ortaya çıkan tablo, bu ülkelerin güvenliklerini birbirlerine bağımlı hale getirmiş ve her bir aktörün güvenliği diğerleri için de önemli hale gelmiştir. Toprakları içinde Kürt nüfus barındıran bu ülkelerin, Irak’ta ortaya çıkan Kürt otonomisine karşı dayanışma içine girmeleri ve Irak’ın toprak bütünlüğüne vurgu yapmaları bölgede 11 Eylül’ün tetiklediği yeni işbirliği alanlarının ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir.22 Bu etkiler, Birinci Dünya savaşı sonrası bölge dışı güçler tarafından çizilen sınırların, yine bölge dışı güçlerin müdahaleleri sonucu değişme ihtimalini ve bölge devletlerinin 

gösterdikleri direnci anlatmaktadır. 


3. CÜ  BÖLÜMLE DEVAM EDECEK.

..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder