24 Kasım 2015 Salı

En Uzun On Yıl: 11 Eylül Sonrası Orta doğu 1



En Uzun On Yıl: 11 Eylül Sonrası Orta doğu 1



Burak Bilgehan ÖZPEK



11 Eylül saldırılarının üzerinden on yıl geçmesine rağmen etkileri halen devam etmektedir. Saldırıları kuramsal olarak açıklamak ise saldırıların muhatabı A.B.D yönetiminin politikalarını belirlemesine yardımcı olmuştur. 

Bu politikalardan en fazla etkilenen bölge ise Ortadoğu’dur. Hem A.B.D’nin demokratikleştirme gündemi hem de teröre karşı yürüttüğü savaş, 11 Eylül sonrası dönemde Ortadoğu’yu uluslararası politikanın gündeminde en üst sıralara taşımıştır. Ne var ki, bu politik gündem ulus aşırı Kürt ulusçuluğunun yükselmesi, İran’ın Şiilik vasıtasıyla etki alanını genişletmesi, Suriye’nin iç ve dış politika gündeminin değişmesi, İsrail-Filistin sorununun çözümsüzlüğe sürüklenmesi ve İslami radikalizmin güçlenmesi gibi sorunlarla doludur. 

Üzerinden on yıl geçtikten sonra 11 Eylül’ün etkilerini daha iyi anlayacağımız bir dönem başladı. Geride bıraktığımız on yılı, devletlerarası çatışma, işgal, iç savaş, artan terörist faaliyetler ve istikrarsızlık gibi kelimelerle betimlemek çok da iddialı bir yaklaşım olmayacaktır. Bu kavramların eksiksiz olarak tecrübe edildiği bölge ise Ortadoğu’dur. Zira, Washington yönetimi saldırıların sorumlusu olan El Kaide ve İslami terörizm ile Ortadoğu’nun sorunlu yapısı arasında kuvvetli bir bağ olduğuna inanmış, bu inanç bölgeyi şekillendirmek için üretilen politikaların 
destek bulmasını da beraberinde getirmiştir. 11 Eylül sonrası süreçte 

A.B.D Başkanı George W. Bush, Amerikan yönetiminin duruşunu net bir şekilde ortaya koymuş ve yürütülecek mücadelenin sadece savunmadan ibaret olmadığının ve terörü destekleyen ülkelere karşı da Amerikan ulusunun savaşacağının altını ısrarla çizmiştir. 

11 Eylül saldırılarının üzerinden daha bir ay geçmeden Afganistan’daki Taliban yönetimine karşı başlatılan savaş Bush yönetiminin kararlılığını doğruluyordu. Uluslararası toplumdan dışlanmış bir ülke olan Taliban Afganistan’ına karşı A.B.D yönetimi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni ve NATO’daki müttefiklerini de ikna etmeyi başarmıştı. Keza, El-Kaide ile Taliban arasındaki yakın ilişkiler açık seçik ortadaydı ve Taliban yönetimi Usame bin Ladin’in Afganistan’da olduğunu doğruluyorlardı. El-Kaide ile Taliban hükümeti arasındaki bağlantının net bir şekilde ortada olması, 11 Eylül’ün yarattığı dramatik acılara karşı uluslararası 
kamuoyunun gösterdiği anlayış ve Afgan rejimine karşı duyduğu alerji, 7 Ekim günü A.B.D’nin Afganistan’a başlattığı savaşı meşrulaştırır nitelikteydi. 12 Kasım günü Kabil düştü ve Afganistan’da yeni bir dönem başladı. Ne var ki, Afganistan işgalinde elde edilen başarının Bush yönetimini sakinleştirmekten ziyade daha da cesaretlendirdiği kısa sürede anlaşıldı. Teröre karşı savaşın odağı Afganistan olmaktan çıktı ve küresel bir savaşın devam ettiği sıkça vurgulandı. 

11 Eylül saldırıları sonrasında ortaya çıkan hâkim söylem, A.B.D’nin karşılaştığı İslami terörizm tehdidinin köklerini Ortadoğu’da görüyordu. Özellikle, Bush yönetiminin 11 Eylül sonrası politikaları üzerinde etkili olmayı başaran yeni muhafazakar (neo-conservative) çevreler, Ortadoğu’nun demokratik olmayan rejimlerinin İslami grupların siyasal sisteme katılmalarını engellediğini ve kendisini siyasal sistem içerisinde ifade edemeyen bu grupların sosyalleşeme diğini dolayısıyla aşırılaştığı nı iddia ettiler. Dolayısıyla, A.B.D’nin terörle mücadelesi Ortadoğu’daki anti-demokratik rejimlerin demokratik değerlerle dönüştürülmesiyle başarı kazanabilirdi. Bu mantıktan hareketle, yeni muhafazakârlar için Ortadoğu’da Irak ile başlayan bir işgal sürecine girmek ve Saddam Hüseyin diktatörlüğünü devirmek bölgede demokratik reformların önünü açabilecek bir hamle olarak görülüyordu. Bu bakış açısı ise, A.B.D’nin 1990’lı yıllarda Ortadoğu bölgesi ile olan ilişkilerinde sınırlı tuttuğu demokratikleşme gündeminin güçlenmesini beraberinde getirmiştir. Bush yönetiminin 2002 yılında açıkladığı Middle East Partnership Initiative 
demokratikleşme için daha fazla fon ayrılmasını öngörürken, 2004 yılındaki G8 zirvesinde duyurulan Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Ortaklık Girişimi (The Broader Middle East and North Africa Partnership Initiative) A.B.D ve müttefiklerinin bölgedeki demokratikleşme sürecine katkı yapmasını amaçlıyordu.1 Bu diplomatik dokümanların yanı sıra, 2003 yılında başlayan Irak işgali, 11 Eylül’ün yarattığı atmosferin A.B.D’nin Ortadoğu politikasını şekillendirmekte ne denli etkili olduğunu göstermiştir. Günün sonunda, 11 Eylül terör saldırıları, sonuçları Ortadoğu’ya uzanan bir sürecin miladı olarak görülmüştür.2 


Bu çalışmanın amacı 11 Eylül sonrası Ortadoğu’da meydana gelen değişikliklerin kuramsal incelemesini yapmaktır. Ilan Pappe’nin3, kavramsallaştırma Batı için Ortadoğu’yu kurgulayacak kalıpların ortaya çıkmasının ön adımıdır argümanı çerçevesinde, ilk olarak 11 Eylül saldırılarının ana uluslararası ilişkiler disiplini tarafından nasıl değerlendirildiği ve bu değerlendirmelerin nasıl bir Ortadoğu kurgusu oluşturmayı amaçladığı tartışılacaktır. Ancak bu satırların yazarı 11 Eylül sonrası Ortadoğu’da umulan ile gerçekleşen arasında fark olduğunun da bilincindedir. Dolayısıyla, çalışmanın ikinci kısmı, 11 Eylül kavramsallaştırma larından türetilen politikaların, Ortadoğu’yu şekillendirirken ürettiği sonuçlara odaklanacaktır. 

Kuramsal Yaklaşımlar 

11 Eylül günü, bir devlet dışı aktörün dünyadaki en büyük materyal güce sahip olan devletin sınırları içinde yaptığı terörist saldırılarla anılacaktır. 

New York’taki ikiz kulelere iki, Virginia’daki Pentagon kompleksine bir ve yolcular ve uçuş ekibinin müdahalesiyle Washington DC. yerine Pennsylvania’da kırsal bir araziye düşen bir uçak, El-Kaide militanları tarafından kaçırılmıştı. Geleneksel olarak uluslararası ilişkileri ve savaşı devletlerarası oynanan bir oyun olarak gören ve diğer aktörlerin etkilerini bir değişken olarak hesaba katmayı reddeden uluslararası ilişkiler kuramcıları için bu, beklenmedik bir olaydı. Birçok ülkeden topladığı üyeleriyle El-Kaide, hem ulus aşırı bir örgüttü hem de her hangi bir devletin denetimi ya da yetkisi altında çalışmıyordu. Bu olgu, devletlerin yerine yeni kurumların uluslararası ilişkileri etkileyip etkileyemeyeceği sorusunu da beraberinde getirmiştir. 

Ne var ki, geleneksel kuramlar 11 Eylül ve benzeri terörist saldırıları açıklamaktan vazgeçmemişlerdir. Özellikle realist kuram, devlet dışı terörist aktörlerin sanıldığı kadar devlet dışı olmadıklarını iddia etmiştir. 

Bu bağlamda Lieber ve Alexander’ın öne sürdüğü asimetrik dengeleme argümanına göre güçsüz devletler hegemon güç olan A.B.D’nin egemenlik alanlarını ihlal etmesinden endişe duymaktadır. Bu sebeple terörist
organizasyonlar la işbirliği yapmakta ve A.B.D’ye karşı yapılacak saldırıları desteklemektedir. Bu desteğin amacı ise demokratik bir devlet olan ve yönetimlerin halk tarafından belirlendiği A.B.D’nin kamuoyunu 
etkileyerek devletlerinin kendi sınırları dışında askeri güç kullanmasını engellemelerini sağlamaktır. Realist bakış açısına uygun olarak 
hegemonu dengeleme imkânı olmayan güçsüz devletler terörizm yöntemiyle A.B.D’yi caydırmayı amaçlamaktadır.4 Dolayısıyla, tehdit yine 
devletler tarafından üretilmekte ve devletlere karşı kullanılmaktadır. 

Sonuç olarak, sınırı aşan terörizm, devletlerin etkili olmadığı bir dünyayı önümüze getirmez. Tam aksine devletler geleneksel kaygılarıyla hareket 
etmekte ve terörizmi araç olarak kullanmaktadır. 

Bu açıklama, A.B.D yönetiminin 11 Eylül sonrası devletler ile terörist gruplar arasında kurmaya çalıştığı bağlantıyı desteklemektedir. Zira, terörizm devlet dışı bir olgu değilse, devletler hala daha ayaktaysa ve güç dengesi, caydırma ve dengeleme gibi oyunlar halen daha geçerliliğini koruyorsa, A.B.D, kendi güvenliği için bu devletlerle mücadele etmek zorundadır. Daha önce de bahsedildiği gibi, 11 Eylül saldırılarından hemen sonra Bush yönetimi saldırılar ile şer ekseni ülkelerini ilişkilendirmiş ve bu ülkeleri terörizmin sponsoru olmakla eleştirmiştir. 
Ne var ki, asimetrik dengeleme teorisi çerçevesinde, güçsüz ve tehdit algılayan devletlerin umdukları caydırıcılık 11 Eylül sonrası geçerli olmamış ve terörizmi desteklediğine inanılan devletlerin egemenlik alanları A.B.D’nin tacizlerine (hatta Irak’ta bu tacizler işgale dönüşmüştür) maruz kalmıştır. 

Geleneksel güvenlik çalışmalarının diğer önemli kolu olan liberal kuram ise devlet yönetme kapasitesi ile terörizm arasında bir bağ olduğunu öne sürmüştür. Bu bakış açısının önemli bir figürü olarak Fukuyama, zayıf devletlerin uluslar arası düzene tehdit oluşturan birçok olgunun ortaya çıkışına zemin hazırladığını düşünmektedir. Dolayısıyla, güçsüz devletlerin siyasal ve ekonomik kalkınma sorunları sadece onların egemenlik alanları ile sınırlı değildir; bu sorunlardan diğer devletler de etkilenmektedir. 

Dolayısıyla, zayıf, sistemden düşmüş ve istikrarı tehdit eden unsurlar üreten devletlerin liberal ve demokratik reformlar sayesinde rehabilite edilmesi gerekmektedir.5 

Liberal bakış açısının terörizmin ortaya çıkışı ile rejim şekli arasında kurdukların ilişki sürpriz olmayan bir şekilde Bush yönetiminin söylemlerine 
de yansımıştır. Zira, A.B.D’nin Irak işgali demokrasiyi sadece Irak’ta değil aynı zamanda bütün Ortadoğu’da inşa etme projesi olarak dile 
getirilmiştir.6 Bush, demokratik barış önermesine sığınarak, demokrasinin Ortadoğu’ya yayılmasının sadece siyasi istikrar değil aynı zamanda 

A.B.D ve diğer demokrasiler için güvenlik anlamına geldiğini de iddia etmiştir. Dönemin A.B.D yönetimi, Ortadoğu’daki tiranlıkların radikal yeraltı örgütlenmeleri yarattığını düşünüyordu ve demokrasilerin muhalefet hareketlerini meşru bir zemine çekebileceğine inanıyordu.7 

Özetle şu iddia edilebilir ki, 11 Eylül’e yönelik hem realist hem de liberal açıklamalar ve kavramsallaştırmalar, A.B.D yönetiminin Ortadoğu politikasında 
ya da kurgusunda bir davranış modeli oluşturmasına yardım etmiştir. Her iki bakış açısı da 11 Eylül saldırılarını yapan devlet dışı terörist örgütlenmelerin ortaya çıkışından devletleri sorumlu tutmaktadır. Ne var ki, realistler devletlerin bilinçli olarak terörist faaliyetleri desteklediklerini ve bu sayede A.B.D’yi caydırmayı amaçladığını iddia ederken, liberaller yönetme kapasitesi zayıf devletlerin ekonomik ve siyasi kalkınma konularında başarısız olduğunu ve bu başarısızlığın da terörist örgütlenmelerin önünü açtığını iddia etmektedir. Fakat en nihayetinde, her iki açıklama da, A.B.D yönetimine 11 Eylül’ü yapanların birer hayalet olmadığını ve hesaplaşması gereken devletlerin varlığını göstermiştir. 

11 Eylül saldırıları sonrası, A.B.D’nin Irak’a yaptığı müdahaleyi sadece açıklamaya çalışmayan ama eleştiren bir yorum ise Wallerstein’den gelmiştir. Realist ve liberal açıklamalar gibi Wallerstein da devletleri dışlamamış ve bu müdahaleyi ahistorik bir olgu olarak ele almayı reddetmiştir. 

Wallerstein, 16. yüzyıl İspanyası’nın Latin Amerika’da yaptığı uygulamaları konu alan bir tartışmaya atıfta bulunarak, Avrupa’nın yüzyıllardır kendi değerlerini evrenselleştirmeye çalıştığını ve bu sürece direnen ülkeleri işgal etmeyi meşru gördüğünü iddia etmiştir. Ne var ki, Avrupa’nın kendi değerlerini kategorik ve evrensel bir doğru olarak görmesi ve bunları işgal yolunu göze alarak yaymaya çalışması, tutkulu bir idealizmin ötesinde sömürgeleştirme sürecini meşrulaştırma gayretleridir.8 

Dolayısıyla, A.B.D’nin 11 Eylül sonrası kullandığı demokrasi söylemleri ve demokrasiyi yaymak adına başlattığı işgal dalgası, bu tarihi olgunun bir devamıdır. Diğer bir ifadeyle, Wallerstein’a göre 16. yüzyıl Avrupa’sının Latin Amerika yerlilerini medenileştirmek için başlattığı işgal dalgası ile A.B.D’nin demokrasiyi yaymak amacıyla Irak hükümetini devirmesi arasında ahlaki olarak büyük bir farklılık yoktur. 

Hangi açıklamanın izinden gidersek gidelim, A.B.D’nin, Ortadoğu’da fiili bir işgal yürütmüş olması ve terörizmle özdeşleştirdiği devletleri tehdit etmekten geri kalmaması bir gerçeklik olarak önümüzdedir. 

11 Eylül, A.B.D’nin bölgeye odaklanmasını sağlamış ve bu odaklanma sonucunda Ortadoğu’da yeni güvenlik sorunları ortaya çıkmıştır. 

Ne var ki, A.B.D’nin, 11 Eylül’ün şekillendirdiği hırslı bir gündemle, Ortadoğu’da var olması, sadece işgale uğrayan Irak’ı ve tehdit edilen İran ve Suriye’yi etkilememiştir. A.B.D’nin stratejisi aynı zamanda, bölge devletlerinin yeni problemlerle tanıştıkları ve uzun zamandır hasıraltı etmeye çalıştıkları sorunları yeniden ele almak zorunda kaldıkları bir dönemin müjdecisi olmuştur. 

2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM  EDECEK

..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder