11 Eylül Sonrası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
11 Eylül Sonrası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Kasım 2015 Salı

En Uzun On Yıl: 11 Eylül Sonrası Orta doğu 3




En Uzun On Yıl: 11 Eylül Sonrası Orta doğu 3



İran’da Şahinlerin İktidarı ve Şii Jeopolitiği 

Bush Doktrini, daha önce de tartışıldığı gibi, Soğuk Savaş dönemi ve sonrasındaki savunmacı ve çevreleyici anlayışı reddetmiş ve A.B.D’yi 
tehdit eden rejimlerin değiştirilmesini esas alan önleyici savaş stratejisini üretmiştir. Bu stratejinin meşruluk retoriği ise demokrasi olmuştur. 

Diğer bir ifadeyle, A.B.D’yi tehdit eden anti-demokratik rejimlerin dönüştürülme si bir daha 11 Eylül benzeri bir olayın yaşanmaması için gereklidir. Saldırılardan sonra, üç Ortadoğu ülkesi, İran, Irak ve Suriye, önleyici savaşın hedefindeki ülkeler olarak öne çıkmıştır. Ne var ki, Afganistan ve Irak hükümetlerinin değiştirilmesi ve batılı ve demokratik normlara uygun olma iddiasındaki rejimler in tesis edilmesi Ortadoğu’nun müdahaleye uğramamış diğer iki devletin de de rejim güvenliği endişesi yaratmıştır. Bu endişe her iki devletin birbirleriyle olan ilişkilerini geliştirmekle kalmamış, aynı zamanda İran’ın daha agresif bir dış politika izlemesinin de yolunu açmıştır. 

11 Eylül sonrası dönemin ürettiği retorik ve eylemler öncelikli olarak İran iç politikasını etkilemiştir. İran’da 1997 yılında başlayan yenilikçi Muhammet Hatemi dönemi her ne kadar rejimin radikal gündemini yumuşatacağının sinyallerini verse ve bu dönem Avrupa Birliği gibi aktörlerin İran ile olan ilişkilerini geliştirse de,23 

İran’ın ılımlı politikaları 

A.B.D ile olan ilişkilerini umduğu düzeye getirememiştir. Üstelik, 11 Eylül saldırılarından sonra İran, A.B.D işgali tehlikesiyle yüz yüze gelmiş, ılımlı politikalarının dış politikada meşruiyet üretmediği görülmüştür. Bu durum ise 2005 yılında Mahmut Ahmedinejad’ın temsil ettiği şahin ve radikal grubun işbaşına gelmesiyle sonuçlanmıştır.24 Bu görev değişikliği İran’ın kendi güvenliği için yeni stratejiler izlemesini beraberinde getirmiştir. 2005 sonrası İran, A.B.D tehdidini bertaraf edebilmek için iki farklı politika geliştirmiş ve bu politikaların her biri Ortadoğu politikalarını derinden etkilemiştir. 

Ahmedinejad ilk olarak İran’ın hali hazırda devam eden nükleer programını hızlandırarak daha iddialı bir hale getirmiş ve uranyum zenginleştirme 
faaliyetlerinde ülke olarak önemli aşama kaydettiklerini dünya kamuoyuyla paylaşmıştır. Bunu yaparken, amacının nükleer teknolojinin nimetlerinden faydalanmak olduğunu söylese de, uluslararası toplum nezdinde bu iddia kabul görmemiştir. A.B.D’ye göre, İran, İslami rejimini muhafaza etmek için nükleer silah elde etmek istemektedir ve nükleer faaliyetler masumane bir kalkınma amacı taşımamaktadır.25 
Bu görüş, 2010 yılının Haziran ayında yapılan BM Güvenlik Konseyi’nin de gündemine gelmiş ve İran’ın nükleer faaliyetlerini durdurması için yaptırım kararının alınmasıyla sonuçlanmıştır. Bu karara sadece Türkiye ve Brezilya “hayır” oyu vermiş, Lübnan ise çekimser kalmıştır. Dolayısıyla, uluslararası toplum da A.B.D’nin çekincelerini paylaşan bir görüntü çizmiştir. Ancak her şeye rağmen, Ahmedinejad ülkesinin uranyum zenginleştirme kararlılığının altını çizmektedir. İran’ın nükleer silaha sahip olması, dünyadaki nükleer statükoyu tehdit edecek, İran rejimine dokunulmazlık kazandıracak ve bölgede kaçınılmaz olarak yeni güvenlik ikilemleri yaratacaktır. Bu durum ise Ortadoğu bölgesinde, İran’dan tehdit algılayan bölge devletlerinin de nükleer silah edinme yoluna gidebileceğini göstermektedir. 


İkinci olarak İran dış politikası, A.B.D’nin ve onun Ortadoğu’daki müttefiki İsrail’in dikkatinin İran üzerinde yoğunlaşmasını önlemek için sınırlarının ötesinde bazı hamlelerde de bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi, Şii muhalifleri ve terörist grupları destekleyerek bahsi geçen devletlerin enerjisini tüketmektir. 2003 yılında başlayan ve kısa zamanda tamamlanan işgalin ardından Irak’ta beklenen istikrar sağlanamamış, özellikle 2006 yılının 22 Şubat günü Şiiler için kutsal kabul edilen Samarra şehrindeki Altın Camii’nin bombalanması sonucu Şii ve Sünni gruplar arasında kanlı bir iç savaş dönemi başlamıştır. Ortaya çıkan istikrarsız tablo, hem A.B.D işgalinin başarısını gölgelemiş hem de Amerikan askerlerini uzunca bir süre meşgul etmeyi başarmıştır.26 İran’ın Şii’lik kartını kullanarak, Irak’taki ve Ortadoğu’daki siyasi atmosferi etkilemeye çalışması, A.B.D’nin bir sonraki hedefi olmaktan duyduğu rahatsızlık ve çekinceden kaynaklanmaktadır.27 Zaten, yaşanan iç savaş ve istikrarsızlık, A.B.D’yi strateji değiştirmeye zorlamış, İran ve Suriye’ye saldırmak bir tarafa, Bush yönetimi Irak’ta istikrarı sağlayıp güçlerini ülkeden aşamalı olarak çekme planına yönelmişlerdir. 

11 Eylül saldırılarının ardından, Irak’ı işgal ederek Saddam rejimine son veren Bush yönetimi, Ortadoğu iktidarlarının dışladıkları Şii toplulukları İran’ın etki sahasına sokmayı elbette ki amaçlamıyorlardı. Üstelik bunun olabileceğini ve nasıl sonuçlar üretebileceğini de anlaşılan hesaplamamışlardı. 
Ancak işgal sonrası Şii partilerin Irak’ta hükümeti kuracak noktaya gelmeleri, Ortadoğu’nun siyasi sistemden dışlanmış Şii grupları için umut ışığı oldu. Şii’ler Bahreyn’de nüfusun %75’ini, Katar’da %16’sını, -Kuveyt’te %30’unu Birleşik Arap Emirlikleri’nde %6’sını, Suudi Arabistan’da ise % 10’unu oluşturmasına rağmen Sünni idareciler tarafından yönetilmektedirler.28 Dolayısıyla, Irak işgalinin şişeden çıkarttığı cin olan Şii özgürleşmesi, hem Şii dünyasının lideri konumundaki İran’ın etki sahasının genişlemesi hem de Sünni devletlerin kurduğu statükonun tehdit edilmesi anlamına gelmiştir.29 


Bu iddiayı desteklemek için 2004 yılında Yemen’de yaşanan iç savaşa bakmak yeterli olacaktır. Yemen hükümeti ile nüfusun %35’ini oluşturan Zeydi Şiiler30 arasındaki sorunlar iç çatışmaya dönüşmüş ve hemen ardından da bölgesel güç oyununun bir sahnesi haline gelmiştir. İran tarafından desteklenen Şiilere karşılık vermek için Suudi Arabistan, Ürdün, Fas, Mısır ve A.B.D’nin Yemen hükümetine verdikleri askeri destek, İran’ın etkisini sınırları ötesine yayma girişimini engelleme çabasından başka bir şey değildi.31 Zira İran, benzer şekilde Lübnan’daki Şii grupları 1979 yılından itibaren desteklemiş ve askeri eğitim vermiştir. 

Bu geleneğin devamı olarak Ahmedinejad, iktidarı döneminde, Hizbullah ile ilişkilerini geliştirmiş ve bu yakın ilişkiler Hizbullah’ın 2006 yılında İsrail saldırısı karşısında gösterdiği başarılı direniş ile meyvesini vermişti.32 

İran dış politikasının 11 Eylül sonrası etki ve güç kazanması Bush doktrininin en çok eleştirilmesi gereken noktalarından birisidir. Zira, teröre karşı savaş İran’ın tehdit edilmesi olgusunu yaratmış ve İran’ın terörist gruplarla daha sıkı ve agresif bir ilişki modeli geliştirmesine yol açmıştır. 

Öte yandan Bush yönetiminin demokratikleşme gündemi, Sünni grupların hakimiyeti altında yaşayan Şiilere daha geniş bir siyasal alan vaat etmiştir. Bu durum ise, İran’ın Şii gruplar vasıtasıyla Ortadoğu politikalarına müdahale etmesinin yolunu açmıştır. Bu tablo, İran’ın hem Arap komşuları ile hem de A.B.D ile olan ilişkilerinde yeni bir sayfa açmış ve Ortadoğu’da daha etkili ve mevcut statükoyu tehdit eden bir politika izlemesini beraberinde getirmiştir.33 

Ortadoğu’da Değişim ve Suriye 

Şam Baharı tabiri 17 Haziran günü yemin eden ve başkanlık görevine başlayan Beşar Esad’ın reform vurgusu yaptığı konuşmasından sonra sıkça dile getirilen bir tabir olmuştur. İdari ve ekonomik reformlar sözü veren Esad’ın, ofisi devraldıktan sonra yaptığı ve önceki dönemin kapalı yapısını değiştirmeyi amaçlayan siyasi açılımları bu tabirin daha da popülerlik kazanmasını beraberinde getirmiştir. Özgürlüğün istikrarsızlık üreteceğini düşünen statükocu merkezlerin karşı adımları siyasi açılımları gölgelese de Esad rejiminin özgürlük çerçevesini genişlettiğini savunmak yanlış olmayacaktır. Ne var ki, Esad’ın iddialı gündemi uluslararası gündemden bağışık bir gelişim göstermemiştir. 11 Eylül 
saldırıları sonrası A.B.D’nin teröre karşı başlattığı savaş ve Afganistan ve Irak’a yönelik operasyonları, Esad yönetiminin gündeminde dramatik değişiklikler yaratmıştır. Diğer bir ifadeyle, Bush yönetiminin yeni muhafazakâr doktrinlerin etkisi altında olması ve Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek gibi hırslı bir gündemle hareket etmesi Şam yönetimini korkutmuştur. Bu durum ise Suriye’nin de bir aktör olarak belirleyici olduğu bölge politikalarında önemli değişimleri beraberinde getirmiştir.34 

11 Eylül’ün ürettiği söylem ve eylemler, Suriye dış politikasının geleneksel bağlantılarının sorgulandığı bir dönemin başlangıcı olmuştur. İlk olarak, Suriye’nin A.B.D ile ilişkileri değişmiştir. Hafız Esad döneminde rejimin iç ve dış politika karakteristiğini belirleyen olgu güçlü Arap milliyetçiliği ve Golan tepelerini geri alabilmek için izlenen politikalardı. 11 Eylül saldırılarına kadar Suriye’nin bu değerler üzerinden tanımladığı dış politikası bölge ülkeleriyle çatışmalar üretse de, Suriye’nin egemenliği bölge dışından bir büyük gücün doğrudan tehdidine maruz kalmamış ve bölgesel denklemler ve imkânlar dâhilinde bir dış politika yürütmeye çalışmıştır. Ne var ki, 11 Eylül sonrası dönem Suriye dış politikası 

A.B.D yönetimi üzerinde etkili olan yeni muhafazakârların da etkisiyle egemenlik sahasını korumak gibi yeni bir gündemle tanışmıştır. Saldırılardan hemen sonra El Kaide’ye karşı bilgi paylaşımı yapmış olmasına rağmen, Suriye’nin Hamas ve Hizbullah gibi örgütlere sağladığı geleneksel destek Bush yönetimi tarafında terörizme sponsorluk yapmak olarak görülmüştür.35 Daha sert eleştiriler, Irak işgali sonrası yapılmış ve Suriye, Iraklı işgalcilere yardım yapmak, kaçakları korumak ve Amerikan personelinin Irak’ta bulamadığı kitle imha silahlarını gizlemekle suçlanmıştır. 

Suriye, 11 Eylül sonrası verdiği destek ile Amerikalıların hayatını kurtaran bir rolden, Irak işgali sonrası Amerikalıların hayatlarına mal olan role geçiş yapmıştır. 

İlişkilerin kötüleşmesini ise 2003 yılının Ekim ve Kasım aylarında A.B.D Kongresi’nde kabul edilen ve 2004 yılının Mayıs ayında Başkan Bush tarafından uygulamaya konulan Suriye Sorumluluk Yasası (Syria Accountability Act) sembolize etmektedir. Buna göre iki ülke arasındaki ticari ilişkilerin düşük seviyede seyretmesi esas alınmış ve başkana hava sahası kullanımını ve iş ilişkilerini kısıtlamak gibi bazı yaptırımları uygulaması konusunda yetki tanınmıştır.36 

Suriye’nin terör örgütleriyle ilişkisinin sorgulandığı bu dönemde, Şam yönetiminin merkezinde olduğu birçok ilişki modeli de değişime zorlanmıştır. Bunların en önemlisi Suriye’nin Lübnan politikası ve Lübnan’da faaliyet gösteren Hizbullah ile olan ilişkisidir. 1982 yılında İsrail’in Lübnan’ı işgali ve İsrail yanlısı bir hükümet kurma girişimi Lübnan’daki en temel Şii grubu olan Emel’den ayrılan Hüseyin El-Musavi’nin aşırı Şii din adamlarıyla birleşip Hizbullah’ı kurmasıyla yeni bir boyut kazanmıştır. Teokratik bir devlet haline gelen İran, Devrim muhafızları vasıtasıyla Hizbullah’ı eğitirken, Suriye ise bu örgütün kamplarına ev sahipliği yapmayı ve lojistik yardımda bulunmayı önermişti. Hizbullah’a verilen bu desteğin amacı ise Lübnan iç politikasında etkili olmak ve İsrail yanlısı bir siyasi yapı oluşmasını engellemekti.37 

Ne var ki Suriye’nin Hizbullah ile olan ilişkisi bu denli yalın ve basit değildir. İlk olarak Suriye Hizbullah’a şartsız bir destek sağlamamıştır. 

Tam aksine Suriye, verdiği destek karşılığında Hizbullah üzerinde sıkı bir denetim kurmayı şart koşmuştur. Zira Suriye’nin denetimi dışında yapılan eylemlerden ötürü Hizbullah ile Suriye zaman zaman karşı karşıya gelmişlerdir. Bu kontrolün amacı Suriye’nin İsrail ile bir askeri çatışmaya girmekten kaçınması ve Hizbullah’ı dış politikasının bir aracı olarak görme eğiliminden kaynaklanmakta dır.38 

1989 yılında Suudi Arabistan, Cezayir ve Suriye’nin arabuluculuğuyla Lübnanlı gruplar arasında imzalanan Taif Anlaşması, 15 yıl süren Lübnan İç Savaşı’nı bitirmiş ve Hizbullah’ın dönüşmek zorunda olduğu bir dönemin habercisi olmuştur. Anlaşma, Suriye ile Lübnan arasındaki özel ilişkiyi tanımış ve 1991 yılında iki ülke arasında savunma, güvenlik ve işbirliği anlaşmaları imzalanmıştır. Yeni dönem, Suriye’nin Lübnan politikalarındaki hâkimiyetini arttırmış, Lübnan’da Suriye karşıtı herhangi bir politik adımın atılmasını önlemiştir ve fiili olarak Suriye’yi Lübnan’ın egemenliği üzerinde söz sahibi yapmıştır. Öte yandan, Hizbullah, Lübnan’ı İslamileştirmek gibi hırslı bir gündemi değişen koşullarla 
uyumlu hale getirerek ertelemiş ve Lübnan’ın ana politik akımlarından biri olmayı hedeflemiştir. Taif sonrası dönemde de Suriye ile Hizbullah’ın ilişkisi devam etmiş ve Suriye hem İsrail’i Golan tepelerinden çekilmeye zorlamak hem de Lübnan üzerindeki konumunu korumak için Hizbullah’a olan desteğini sürdürmüştür.39 

2000’li yıllar hem Suriye hem de Hizbullah için yeni bir dönemin başlangıcına işaret eden gelişmeleri beraberinde getirmiştir. İsrail’in Güney Lübnan’dan tek taraflı olarak çekilmesi bir taraftan Suriye’nin bu ülkedeki varlığının meşruiyeti nin sorgulanmasına yol açarken, bir yandan Hizbullah’ın güçlenmesinin önünü açmıştır. Dolayısıyla, Suriye’nin Hizbullah’a olan lojistik desteği bu dönemde devam etmiştir. Ancak 11 Eylül saldırılarıyla şekillenen ve Ortadoğu’yu da kaçınılmaz olarak etkileyen A.B.D’nin Ortadoğu politikası Suriye ile Hizbullah arasındaki ilişkileri ve Suriye’nin Lübnan politikasını süregelen rotasından saptırmıştır. 

Daha önce de değinildiği gibi, Bush yönetiminin İslami terörizm ile Ortadoğu’nun baskıcı rejimleri arasında kurduğu bağlantı ve 2003 yılında başlattığı Irak işgali, şer ekseni olarak tanımlanan İran ve Suriye gibi Irak’a komşu Ortadoğu ülkelerini ziyadesiyle tedirgin etmiştir. 

Suriyeli yetkililer Irak işgalinden duydukları memnuniyetsizliği ve A.B.D’nin başarısızlığından duyacakları memnuniyeti ifade etmekten çekinmemişlerdir. Bu açıklamaların yanı sıra Irak’taki isyancı ve terörist gruplar ile Suriye devleti arasındaki ilişkilerin samimiyeti Suriye ile A.B.D arasında ilişkilerin kötüleşmesi için yeterli olmuştur. 12 Aralık 2003 tarihinde Amerikan Kongresi’nden geçen Suriye Sorumluluk ve Lübnan Egemenlik Devri Yasası (Syria Accountability and Lebanese Sovereignty Restoration Act) Suriye’ye terörü desteklemeyi bırakması, Lübnan’daki işgalini sona erdirmesi ve kitle imha silahları geliştirmeyi durdurması çağrısı yapmıştır.40 Öte yandan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 1559 No’lu kararında, Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesinin ve Hizbullah’ın silahsızlandırılması nın gerekliliğinin altını çizmiştir. 

Bu gelişmeler ise Lübnan’daki Suriye varlığını sorgulayan grupları cesaretlendir miş ve Suriye karşıtı gösteriler hız kazanmıştır.41 

14 Şubat 2005 günü Suriye karşıtı gösterilerin lideri konumunda olan eski başbakan Refik Hariri’nin bir suikast sonucu hayatını kaybetmesi Lübnan’da popüler bir hareketi tetiklemiştir. Sünni-Dürzi ve Maruni grupların oluşturduğu ve ismini 14 Mart günü Beyrut’ta düzenlenen geniş çaplı protesto gösterilerinden alan 14 Mart Grubu, sayısı 14.000 olarak tahmin edilen Suriye silahlı güçlerinin ve istihbarat elemanlarının Lübnan’ı terk etmelerini, Hariri suikastının uluslar arası bir komisyon tarafından incelenmesini ve ülkeyi seçimlere hazırlayacak tarafsız bir hükümetin kurulmasını talep etmiştir. Buna karşılık Hizbullah’ın başını çektiği ve yine ismini bir protesto günü olan 8 Mart’tan alan koalisyon 
ise Hariri suikastından ötürü Suriye’yi suçlamanın acelecilik olduğunu ve Lübnan’daki bütün grupların Hizbullah’ın İsrail’e karşı mücadelesini sürdürmesi için Suriye-Lübnan ilişkilerinin destek olması gerektiğini dile getirmiştir.42 Lübnan içindeki grupların sergilediği karşıtlık ülkeyi politik bir belirsizliğe sürüklerken, uluslararası toplumun tavrı Suriye’nin ülkedeki varlığı konusunda belirleyici olmuştur. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin üç üyesi A.B.D, İngiltere ve Fransa’nın yanı sıra Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün de Suriye’nin Lübnan’ı terk etmesini ve Hariri suikastini inceleyen uluslararası komisyon ile eksiksiz bir işbirliği içinde olmasını istemişlerdir. Hem iç hem de dış baskılar sonucu 2005 yılının Nisan ayında Suriye güçlerinin Lübnan’dan çekilmiş ve Suriye karşıtı partiler Mayıs ve Haziran ayında yapılan parlamento seçimlerini 
kazanmıştır. Bu durum, Lübnan İç Savaşı sırasında, 1978 yılında, Arap Ligi kararlarıyla oluşturulan Arap Caydırma Gücü’nün meşruiyetini kullanarak 
Lübnan’a yerleşen ve ilerleyen yıllarda bu varlığını pekiştiren Suriye’nin olmadığı bir Lübnan anlamına gelmekteydi.43 


Ne var ki, 11 Eylül sonrası dönem Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesini beraberinde getirmişse de bu durum Lübnan’a ve bölgeye istikrar getirmemiştir. 

Daha önce tartışılan, Suriye-Hizbullah ilişkilerinin kopması zannedildiği kadar kolay olmamıştır. Zira Suriye karşıtı koalisyon aldığı iç ve dış destek sayesinde Hizbullah’ın yaşam alanını daraltmaya çalışmış ancak bu girişim Hizbullah’ın radikal ajandasına geri dönmesine yol açmıştır. 2006 yılının yaz aylarında Hizbullah’ın İsrail’in elindeki tutuklu Lübnanlıların serbest bırakılması için iki İsrail askerini kaçırmasıyla tetiklenen İsrail-Hizbullah savaşı da bu radikal ajandanın sonucu olarak kabul edilebilir ve Hizbullah’ın silahlı mücadelesinin meşruiyetini besleyen bir faktör olarak görülebilir. Diğer bir ifadeyle, Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesiyle beraber silahlı bir örgüt olarak varlığı sorgulanan Hizbullah, bu savaş sayesinde, İsrail’e karşı kendisini savunmak için silahlara ihtiyacı olduğunu göstermiştir. Bunun da ötesinde, Hizbullah, savaş dönemi 
Beyrut hükümetinin tavrını eleştirmiş ve siyasi arenada daha fazla rol talep etmiştir.44 Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesinden sonra sorulan soru Suriye denetimi altında kontrollü bir eylem perspektifi olan bir Hizbullah’ın mı yoksa kendi sınırlarını kendisi belirleyen bir Hizbullah’ın mı bölge barışı ve istikrarı için daha çok katkı sağlayacağıdır. Ancak günün sonunda cevabını bulmuş en önemli soru 11 Eylül saldırılarının Ortadoğu’da yarattığı değişim dalgasından Suriye’nin payına düşenin ne olduğudur. Suriye’nin Lübnan’daki varlığı sona ermiştir. Bu değişim ise Suriye’nin Lübnan iç siyasetini kullanarak İsrail üzerine baskı yaratma ve Golan Tepelerini geri alma stratejisinin artık işlemeyeceğini göstermiştir. 

Bu durum 2008 yılında Suriye ve İsrail’in dolaylı görüşmeler yoluyla barış müzakerelerine başlaması üzerinde etkili olmuştur. Her ne kadar bu süreç işlerliğini yitirse de, tarafların Lübnan topraklarından ve iç siyasetinden çekilmeleri sorunlarını üçüncü bir ülkeden bağımsız çözmelerinin zaruretine işaret etmiştir. 

4.CÜ BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR.


..

En Uzun On Yıl: 11 Eylül Sonrası Orta doğu 1



En Uzun On Yıl: 11 Eylül Sonrası Orta doğu 1



Burak Bilgehan ÖZPEK



11 Eylül saldırılarının üzerinden on yıl geçmesine rağmen etkileri halen devam etmektedir. Saldırıları kuramsal olarak açıklamak ise saldırıların muhatabı A.B.D yönetiminin politikalarını belirlemesine yardımcı olmuştur. 

Bu politikalardan en fazla etkilenen bölge ise Ortadoğu’dur. Hem A.B.D’nin demokratikleştirme gündemi hem de teröre karşı yürüttüğü savaş, 11 Eylül sonrası dönemde Ortadoğu’yu uluslararası politikanın gündeminde en üst sıralara taşımıştır. Ne var ki, bu politik gündem ulus aşırı Kürt ulusçuluğunun yükselmesi, İran’ın Şiilik vasıtasıyla etki alanını genişletmesi, Suriye’nin iç ve dış politika gündeminin değişmesi, İsrail-Filistin sorununun çözümsüzlüğe sürüklenmesi ve İslami radikalizmin güçlenmesi gibi sorunlarla doludur. 

Üzerinden on yıl geçtikten sonra 11 Eylül’ün etkilerini daha iyi anlayacağımız bir dönem başladı. Geride bıraktığımız on yılı, devletlerarası çatışma, işgal, iç savaş, artan terörist faaliyetler ve istikrarsızlık gibi kelimelerle betimlemek çok da iddialı bir yaklaşım olmayacaktır. Bu kavramların eksiksiz olarak tecrübe edildiği bölge ise Ortadoğu’dur. Zira, Washington yönetimi saldırıların sorumlusu olan El Kaide ve İslami terörizm ile Ortadoğu’nun sorunlu yapısı arasında kuvvetli bir bağ olduğuna inanmış, bu inanç bölgeyi şekillendirmek için üretilen politikaların 
destek bulmasını da beraberinde getirmiştir. 11 Eylül sonrası süreçte 

A.B.D Başkanı George W. Bush, Amerikan yönetiminin duruşunu net bir şekilde ortaya koymuş ve yürütülecek mücadelenin sadece savunmadan ibaret olmadığının ve terörü destekleyen ülkelere karşı da Amerikan ulusunun savaşacağının altını ısrarla çizmiştir. 

11 Eylül saldırılarının üzerinden daha bir ay geçmeden Afganistan’daki Taliban yönetimine karşı başlatılan savaş Bush yönetiminin kararlılığını doğruluyordu. Uluslararası toplumdan dışlanmış bir ülke olan Taliban Afganistan’ına karşı A.B.D yönetimi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni ve NATO’daki müttefiklerini de ikna etmeyi başarmıştı. Keza, El-Kaide ile Taliban arasındaki yakın ilişkiler açık seçik ortadaydı ve Taliban yönetimi Usame bin Ladin’in Afganistan’da olduğunu doğruluyorlardı. El-Kaide ile Taliban hükümeti arasındaki bağlantının net bir şekilde ortada olması, 11 Eylül’ün yarattığı dramatik acılara karşı uluslararası 
kamuoyunun gösterdiği anlayış ve Afgan rejimine karşı duyduğu alerji, 7 Ekim günü A.B.D’nin Afganistan’a başlattığı savaşı meşrulaştırır nitelikteydi. 12 Kasım günü Kabil düştü ve Afganistan’da yeni bir dönem başladı. Ne var ki, Afganistan işgalinde elde edilen başarının Bush yönetimini sakinleştirmekten ziyade daha da cesaretlendirdiği kısa sürede anlaşıldı. Teröre karşı savaşın odağı Afganistan olmaktan çıktı ve küresel bir savaşın devam ettiği sıkça vurgulandı. 

11 Eylül saldırıları sonrasında ortaya çıkan hâkim söylem, A.B.D’nin karşılaştığı İslami terörizm tehdidinin köklerini Ortadoğu’da görüyordu. Özellikle, Bush yönetiminin 11 Eylül sonrası politikaları üzerinde etkili olmayı başaran yeni muhafazakar (neo-conservative) çevreler, Ortadoğu’nun demokratik olmayan rejimlerinin İslami grupların siyasal sisteme katılmalarını engellediğini ve kendisini siyasal sistem içerisinde ifade edemeyen bu grupların sosyalleşeme diğini dolayısıyla aşırılaştığı nı iddia ettiler. Dolayısıyla, A.B.D’nin terörle mücadelesi Ortadoğu’daki anti-demokratik rejimlerin demokratik değerlerle dönüştürülmesiyle başarı kazanabilirdi. Bu mantıktan hareketle, yeni muhafazakârlar için Ortadoğu’da Irak ile başlayan bir işgal sürecine girmek ve Saddam Hüseyin diktatörlüğünü devirmek bölgede demokratik reformların önünü açabilecek bir hamle olarak görülüyordu. Bu bakış açısı ise, A.B.D’nin 1990’lı yıllarda Ortadoğu bölgesi ile olan ilişkilerinde sınırlı tuttuğu demokratikleşme gündeminin güçlenmesini beraberinde getirmiştir. Bush yönetiminin 2002 yılında açıkladığı Middle East Partnership Initiative 
demokratikleşme için daha fazla fon ayrılmasını öngörürken, 2004 yılındaki G8 zirvesinde duyurulan Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Ortaklık Girişimi (The Broader Middle East and North Africa Partnership Initiative) A.B.D ve müttefiklerinin bölgedeki demokratikleşme sürecine katkı yapmasını amaçlıyordu.1 Bu diplomatik dokümanların yanı sıra, 2003 yılında başlayan Irak işgali, 11 Eylül’ün yarattığı atmosferin A.B.D’nin Ortadoğu politikasını şekillendirmekte ne denli etkili olduğunu göstermiştir. Günün sonunda, 11 Eylül terör saldırıları, sonuçları Ortadoğu’ya uzanan bir sürecin miladı olarak görülmüştür.2 


Bu çalışmanın amacı 11 Eylül sonrası Ortadoğu’da meydana gelen değişikliklerin kuramsal incelemesini yapmaktır. Ilan Pappe’nin3, kavramsallaştırma Batı için Ortadoğu’yu kurgulayacak kalıpların ortaya çıkmasının ön adımıdır argümanı çerçevesinde, ilk olarak 11 Eylül saldırılarının ana uluslararası ilişkiler disiplini tarafından nasıl değerlendirildiği ve bu değerlendirmelerin nasıl bir Ortadoğu kurgusu oluşturmayı amaçladığı tartışılacaktır. Ancak bu satırların yazarı 11 Eylül sonrası Ortadoğu’da umulan ile gerçekleşen arasında fark olduğunun da bilincindedir. Dolayısıyla, çalışmanın ikinci kısmı, 11 Eylül kavramsallaştırma larından türetilen politikaların, Ortadoğu’yu şekillendirirken ürettiği sonuçlara odaklanacaktır. 

Kuramsal Yaklaşımlar 

11 Eylül günü, bir devlet dışı aktörün dünyadaki en büyük materyal güce sahip olan devletin sınırları içinde yaptığı terörist saldırılarla anılacaktır. 

New York’taki ikiz kulelere iki, Virginia’daki Pentagon kompleksine bir ve yolcular ve uçuş ekibinin müdahalesiyle Washington DC. yerine Pennsylvania’da kırsal bir araziye düşen bir uçak, El-Kaide militanları tarafından kaçırılmıştı. Geleneksel olarak uluslararası ilişkileri ve savaşı devletlerarası oynanan bir oyun olarak gören ve diğer aktörlerin etkilerini bir değişken olarak hesaba katmayı reddeden uluslararası ilişkiler kuramcıları için bu, beklenmedik bir olaydı. Birçok ülkeden topladığı üyeleriyle El-Kaide, hem ulus aşırı bir örgüttü hem de her hangi bir devletin denetimi ya da yetkisi altında çalışmıyordu. Bu olgu, devletlerin yerine yeni kurumların uluslararası ilişkileri etkileyip etkileyemeyeceği sorusunu da beraberinde getirmiştir. 

Ne var ki, geleneksel kuramlar 11 Eylül ve benzeri terörist saldırıları açıklamaktan vazgeçmemişlerdir. Özellikle realist kuram, devlet dışı terörist aktörlerin sanıldığı kadar devlet dışı olmadıklarını iddia etmiştir. 

Bu bağlamda Lieber ve Alexander’ın öne sürdüğü asimetrik dengeleme argümanına göre güçsüz devletler hegemon güç olan A.B.D’nin egemenlik alanlarını ihlal etmesinden endişe duymaktadır. Bu sebeple terörist
organizasyonlar la işbirliği yapmakta ve A.B.D’ye karşı yapılacak saldırıları desteklemektedir. Bu desteğin amacı ise demokratik bir devlet olan ve yönetimlerin halk tarafından belirlendiği A.B.D’nin kamuoyunu 
etkileyerek devletlerinin kendi sınırları dışında askeri güç kullanmasını engellemelerini sağlamaktır. Realist bakış açısına uygun olarak 
hegemonu dengeleme imkânı olmayan güçsüz devletler terörizm yöntemiyle A.B.D’yi caydırmayı amaçlamaktadır.4 Dolayısıyla, tehdit yine 
devletler tarafından üretilmekte ve devletlere karşı kullanılmaktadır. 

Sonuç olarak, sınırı aşan terörizm, devletlerin etkili olmadığı bir dünyayı önümüze getirmez. Tam aksine devletler geleneksel kaygılarıyla hareket 
etmekte ve terörizmi araç olarak kullanmaktadır. 

Bu açıklama, A.B.D yönetiminin 11 Eylül sonrası devletler ile terörist gruplar arasında kurmaya çalıştığı bağlantıyı desteklemektedir. Zira, terörizm devlet dışı bir olgu değilse, devletler hala daha ayaktaysa ve güç dengesi, caydırma ve dengeleme gibi oyunlar halen daha geçerliliğini koruyorsa, A.B.D, kendi güvenliği için bu devletlerle mücadele etmek zorundadır. Daha önce de bahsedildiği gibi, 11 Eylül saldırılarından hemen sonra Bush yönetimi saldırılar ile şer ekseni ülkelerini ilişkilendirmiş ve bu ülkeleri terörizmin sponsoru olmakla eleştirmiştir. 
Ne var ki, asimetrik dengeleme teorisi çerçevesinde, güçsüz ve tehdit algılayan devletlerin umdukları caydırıcılık 11 Eylül sonrası geçerli olmamış ve terörizmi desteklediğine inanılan devletlerin egemenlik alanları A.B.D’nin tacizlerine (hatta Irak’ta bu tacizler işgale dönüşmüştür) maruz kalmıştır. 

Geleneksel güvenlik çalışmalarının diğer önemli kolu olan liberal kuram ise devlet yönetme kapasitesi ile terörizm arasında bir bağ olduğunu öne sürmüştür. Bu bakış açısının önemli bir figürü olarak Fukuyama, zayıf devletlerin uluslar arası düzene tehdit oluşturan birçok olgunun ortaya çıkışına zemin hazırladığını düşünmektedir. Dolayısıyla, güçsüz devletlerin siyasal ve ekonomik kalkınma sorunları sadece onların egemenlik alanları ile sınırlı değildir; bu sorunlardan diğer devletler de etkilenmektedir. 

Dolayısıyla, zayıf, sistemden düşmüş ve istikrarı tehdit eden unsurlar üreten devletlerin liberal ve demokratik reformlar sayesinde rehabilite edilmesi gerekmektedir.5 

Liberal bakış açısının terörizmin ortaya çıkışı ile rejim şekli arasında kurdukların ilişki sürpriz olmayan bir şekilde Bush yönetiminin söylemlerine 
de yansımıştır. Zira, A.B.D’nin Irak işgali demokrasiyi sadece Irak’ta değil aynı zamanda bütün Ortadoğu’da inşa etme projesi olarak dile 
getirilmiştir.6 Bush, demokratik barış önermesine sığınarak, demokrasinin Ortadoğu’ya yayılmasının sadece siyasi istikrar değil aynı zamanda 

A.B.D ve diğer demokrasiler için güvenlik anlamına geldiğini de iddia etmiştir. Dönemin A.B.D yönetimi, Ortadoğu’daki tiranlıkların radikal yeraltı örgütlenmeleri yarattığını düşünüyordu ve demokrasilerin muhalefet hareketlerini meşru bir zemine çekebileceğine inanıyordu.7 

Özetle şu iddia edilebilir ki, 11 Eylül’e yönelik hem realist hem de liberal açıklamalar ve kavramsallaştırmalar, A.B.D yönetiminin Ortadoğu politikasında 
ya da kurgusunda bir davranış modeli oluşturmasına yardım etmiştir. Her iki bakış açısı da 11 Eylül saldırılarını yapan devlet dışı terörist örgütlenmelerin ortaya çıkışından devletleri sorumlu tutmaktadır. Ne var ki, realistler devletlerin bilinçli olarak terörist faaliyetleri desteklediklerini ve bu sayede A.B.D’yi caydırmayı amaçladığını iddia ederken, liberaller yönetme kapasitesi zayıf devletlerin ekonomik ve siyasi kalkınma konularında başarısız olduğunu ve bu başarısızlığın da terörist örgütlenmelerin önünü açtığını iddia etmektedir. Fakat en nihayetinde, her iki açıklama da, A.B.D yönetimine 11 Eylül’ü yapanların birer hayalet olmadığını ve hesaplaşması gereken devletlerin varlığını göstermiştir. 

11 Eylül saldırıları sonrası, A.B.D’nin Irak’a yaptığı müdahaleyi sadece açıklamaya çalışmayan ama eleştiren bir yorum ise Wallerstein’den gelmiştir. Realist ve liberal açıklamalar gibi Wallerstein da devletleri dışlamamış ve bu müdahaleyi ahistorik bir olgu olarak ele almayı reddetmiştir. 

Wallerstein, 16. yüzyıl İspanyası’nın Latin Amerika’da yaptığı uygulamaları konu alan bir tartışmaya atıfta bulunarak, Avrupa’nın yüzyıllardır kendi değerlerini evrenselleştirmeye çalıştığını ve bu sürece direnen ülkeleri işgal etmeyi meşru gördüğünü iddia etmiştir. Ne var ki, Avrupa’nın kendi değerlerini kategorik ve evrensel bir doğru olarak görmesi ve bunları işgal yolunu göze alarak yaymaya çalışması, tutkulu bir idealizmin ötesinde sömürgeleştirme sürecini meşrulaştırma gayretleridir.8 

Dolayısıyla, A.B.D’nin 11 Eylül sonrası kullandığı demokrasi söylemleri ve demokrasiyi yaymak adına başlattığı işgal dalgası, bu tarihi olgunun bir devamıdır. Diğer bir ifadeyle, Wallerstein’a göre 16. yüzyıl Avrupa’sının Latin Amerika yerlilerini medenileştirmek için başlattığı işgal dalgası ile A.B.D’nin demokrasiyi yaymak amacıyla Irak hükümetini devirmesi arasında ahlaki olarak büyük bir farklılık yoktur. 

Hangi açıklamanın izinden gidersek gidelim, A.B.D’nin, Ortadoğu’da fiili bir işgal yürütmüş olması ve terörizmle özdeşleştirdiği devletleri tehdit etmekten geri kalmaması bir gerçeklik olarak önümüzdedir. 

11 Eylül, A.B.D’nin bölgeye odaklanmasını sağlamış ve bu odaklanma sonucunda Ortadoğu’da yeni güvenlik sorunları ortaya çıkmıştır. 

Ne var ki, A.B.D’nin, 11 Eylül’ün şekillendirdiği hırslı bir gündemle, Ortadoğu’da var olması, sadece işgale uğrayan Irak’ı ve tehdit edilen İran ve Suriye’yi etkilememiştir. A.B.D’nin stratejisi aynı zamanda, bölge devletlerinin yeni problemlerle tanıştıkları ve uzun zamandır hasıraltı etmeye çalıştıkları sorunları yeniden ele almak zorunda kaldıkları bir dönemin müjdecisi olmuştur. 

2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM  EDECEK

..