24 Kasım 2015 Salı

En Uzun On Yıl: 11 Eylül Sonrası Orta doğu 3




En Uzun On Yıl: 11 Eylül Sonrası Orta doğu 3



İran’da Şahinlerin İktidarı ve Şii Jeopolitiği 

Bush Doktrini, daha önce de tartışıldığı gibi, Soğuk Savaş dönemi ve sonrasındaki savunmacı ve çevreleyici anlayışı reddetmiş ve A.B.D’yi 
tehdit eden rejimlerin değiştirilmesini esas alan önleyici savaş stratejisini üretmiştir. Bu stratejinin meşruluk retoriği ise demokrasi olmuştur. 

Diğer bir ifadeyle, A.B.D’yi tehdit eden anti-demokratik rejimlerin dönüştürülme si bir daha 11 Eylül benzeri bir olayın yaşanmaması için gereklidir. Saldırılardan sonra, üç Ortadoğu ülkesi, İran, Irak ve Suriye, önleyici savaşın hedefindeki ülkeler olarak öne çıkmıştır. Ne var ki, Afganistan ve Irak hükümetlerinin değiştirilmesi ve batılı ve demokratik normlara uygun olma iddiasındaki rejimler in tesis edilmesi Ortadoğu’nun müdahaleye uğramamış diğer iki devletin de de rejim güvenliği endişesi yaratmıştır. Bu endişe her iki devletin birbirleriyle olan ilişkilerini geliştirmekle kalmamış, aynı zamanda İran’ın daha agresif bir dış politika izlemesinin de yolunu açmıştır. 

11 Eylül sonrası dönemin ürettiği retorik ve eylemler öncelikli olarak İran iç politikasını etkilemiştir. İran’da 1997 yılında başlayan yenilikçi Muhammet Hatemi dönemi her ne kadar rejimin radikal gündemini yumuşatacağının sinyallerini verse ve bu dönem Avrupa Birliği gibi aktörlerin İran ile olan ilişkilerini geliştirse de,23 

İran’ın ılımlı politikaları 

A.B.D ile olan ilişkilerini umduğu düzeye getirememiştir. Üstelik, 11 Eylül saldırılarından sonra İran, A.B.D işgali tehlikesiyle yüz yüze gelmiş, ılımlı politikalarının dış politikada meşruiyet üretmediği görülmüştür. Bu durum ise 2005 yılında Mahmut Ahmedinejad’ın temsil ettiği şahin ve radikal grubun işbaşına gelmesiyle sonuçlanmıştır.24 Bu görev değişikliği İran’ın kendi güvenliği için yeni stratejiler izlemesini beraberinde getirmiştir. 2005 sonrası İran, A.B.D tehdidini bertaraf edebilmek için iki farklı politika geliştirmiş ve bu politikaların her biri Ortadoğu politikalarını derinden etkilemiştir. 

Ahmedinejad ilk olarak İran’ın hali hazırda devam eden nükleer programını hızlandırarak daha iddialı bir hale getirmiş ve uranyum zenginleştirme 
faaliyetlerinde ülke olarak önemli aşama kaydettiklerini dünya kamuoyuyla paylaşmıştır. Bunu yaparken, amacının nükleer teknolojinin nimetlerinden faydalanmak olduğunu söylese de, uluslararası toplum nezdinde bu iddia kabul görmemiştir. A.B.D’ye göre, İran, İslami rejimini muhafaza etmek için nükleer silah elde etmek istemektedir ve nükleer faaliyetler masumane bir kalkınma amacı taşımamaktadır.25 
Bu görüş, 2010 yılının Haziran ayında yapılan BM Güvenlik Konseyi’nin de gündemine gelmiş ve İran’ın nükleer faaliyetlerini durdurması için yaptırım kararının alınmasıyla sonuçlanmıştır. Bu karara sadece Türkiye ve Brezilya “hayır” oyu vermiş, Lübnan ise çekimser kalmıştır. Dolayısıyla, uluslararası toplum da A.B.D’nin çekincelerini paylaşan bir görüntü çizmiştir. Ancak her şeye rağmen, Ahmedinejad ülkesinin uranyum zenginleştirme kararlılığının altını çizmektedir. İran’ın nükleer silaha sahip olması, dünyadaki nükleer statükoyu tehdit edecek, İran rejimine dokunulmazlık kazandıracak ve bölgede kaçınılmaz olarak yeni güvenlik ikilemleri yaratacaktır. Bu durum ise Ortadoğu bölgesinde, İran’dan tehdit algılayan bölge devletlerinin de nükleer silah edinme yoluna gidebileceğini göstermektedir. 


İkinci olarak İran dış politikası, A.B.D’nin ve onun Ortadoğu’daki müttefiki İsrail’in dikkatinin İran üzerinde yoğunlaşmasını önlemek için sınırlarının ötesinde bazı hamlelerde de bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi, Şii muhalifleri ve terörist grupları destekleyerek bahsi geçen devletlerin enerjisini tüketmektir. 2003 yılında başlayan ve kısa zamanda tamamlanan işgalin ardından Irak’ta beklenen istikrar sağlanamamış, özellikle 2006 yılının 22 Şubat günü Şiiler için kutsal kabul edilen Samarra şehrindeki Altın Camii’nin bombalanması sonucu Şii ve Sünni gruplar arasında kanlı bir iç savaş dönemi başlamıştır. Ortaya çıkan istikrarsız tablo, hem A.B.D işgalinin başarısını gölgelemiş hem de Amerikan askerlerini uzunca bir süre meşgul etmeyi başarmıştır.26 İran’ın Şii’lik kartını kullanarak, Irak’taki ve Ortadoğu’daki siyasi atmosferi etkilemeye çalışması, A.B.D’nin bir sonraki hedefi olmaktan duyduğu rahatsızlık ve çekinceden kaynaklanmaktadır.27 Zaten, yaşanan iç savaş ve istikrarsızlık, A.B.D’yi strateji değiştirmeye zorlamış, İran ve Suriye’ye saldırmak bir tarafa, Bush yönetimi Irak’ta istikrarı sağlayıp güçlerini ülkeden aşamalı olarak çekme planına yönelmişlerdir. 

11 Eylül saldırılarının ardından, Irak’ı işgal ederek Saddam rejimine son veren Bush yönetimi, Ortadoğu iktidarlarının dışladıkları Şii toplulukları İran’ın etki sahasına sokmayı elbette ki amaçlamıyorlardı. Üstelik bunun olabileceğini ve nasıl sonuçlar üretebileceğini de anlaşılan hesaplamamışlardı. 
Ancak işgal sonrası Şii partilerin Irak’ta hükümeti kuracak noktaya gelmeleri, Ortadoğu’nun siyasi sistemden dışlanmış Şii grupları için umut ışığı oldu. Şii’ler Bahreyn’de nüfusun %75’ini, Katar’da %16’sını, -Kuveyt’te %30’unu Birleşik Arap Emirlikleri’nde %6’sını, Suudi Arabistan’da ise % 10’unu oluşturmasına rağmen Sünni idareciler tarafından yönetilmektedirler.28 Dolayısıyla, Irak işgalinin şişeden çıkarttığı cin olan Şii özgürleşmesi, hem Şii dünyasının lideri konumundaki İran’ın etki sahasının genişlemesi hem de Sünni devletlerin kurduğu statükonun tehdit edilmesi anlamına gelmiştir.29 


Bu iddiayı desteklemek için 2004 yılında Yemen’de yaşanan iç savaşa bakmak yeterli olacaktır. Yemen hükümeti ile nüfusun %35’ini oluşturan Zeydi Şiiler30 arasındaki sorunlar iç çatışmaya dönüşmüş ve hemen ardından da bölgesel güç oyununun bir sahnesi haline gelmiştir. İran tarafından desteklenen Şiilere karşılık vermek için Suudi Arabistan, Ürdün, Fas, Mısır ve A.B.D’nin Yemen hükümetine verdikleri askeri destek, İran’ın etkisini sınırları ötesine yayma girişimini engelleme çabasından başka bir şey değildi.31 Zira İran, benzer şekilde Lübnan’daki Şii grupları 1979 yılından itibaren desteklemiş ve askeri eğitim vermiştir. 

Bu geleneğin devamı olarak Ahmedinejad, iktidarı döneminde, Hizbullah ile ilişkilerini geliştirmiş ve bu yakın ilişkiler Hizbullah’ın 2006 yılında İsrail saldırısı karşısında gösterdiği başarılı direniş ile meyvesini vermişti.32 

İran dış politikasının 11 Eylül sonrası etki ve güç kazanması Bush doktrininin en çok eleştirilmesi gereken noktalarından birisidir. Zira, teröre karşı savaş İran’ın tehdit edilmesi olgusunu yaratmış ve İran’ın terörist gruplarla daha sıkı ve agresif bir ilişki modeli geliştirmesine yol açmıştır. 

Öte yandan Bush yönetiminin demokratikleşme gündemi, Sünni grupların hakimiyeti altında yaşayan Şiilere daha geniş bir siyasal alan vaat etmiştir. Bu durum ise, İran’ın Şii gruplar vasıtasıyla Ortadoğu politikalarına müdahale etmesinin yolunu açmıştır. Bu tablo, İran’ın hem Arap komşuları ile hem de A.B.D ile olan ilişkilerinde yeni bir sayfa açmış ve Ortadoğu’da daha etkili ve mevcut statükoyu tehdit eden bir politika izlemesini beraberinde getirmiştir.33 

Ortadoğu’da Değişim ve Suriye 

Şam Baharı tabiri 17 Haziran günü yemin eden ve başkanlık görevine başlayan Beşar Esad’ın reform vurgusu yaptığı konuşmasından sonra sıkça dile getirilen bir tabir olmuştur. İdari ve ekonomik reformlar sözü veren Esad’ın, ofisi devraldıktan sonra yaptığı ve önceki dönemin kapalı yapısını değiştirmeyi amaçlayan siyasi açılımları bu tabirin daha da popülerlik kazanmasını beraberinde getirmiştir. Özgürlüğün istikrarsızlık üreteceğini düşünen statükocu merkezlerin karşı adımları siyasi açılımları gölgelese de Esad rejiminin özgürlük çerçevesini genişlettiğini savunmak yanlış olmayacaktır. Ne var ki, Esad’ın iddialı gündemi uluslararası gündemden bağışık bir gelişim göstermemiştir. 11 Eylül 
saldırıları sonrası A.B.D’nin teröre karşı başlattığı savaş ve Afganistan ve Irak’a yönelik operasyonları, Esad yönetiminin gündeminde dramatik değişiklikler yaratmıştır. Diğer bir ifadeyle, Bush yönetiminin yeni muhafazakâr doktrinlerin etkisi altında olması ve Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek gibi hırslı bir gündemle hareket etmesi Şam yönetimini korkutmuştur. Bu durum ise Suriye’nin de bir aktör olarak belirleyici olduğu bölge politikalarında önemli değişimleri beraberinde getirmiştir.34 

11 Eylül’ün ürettiği söylem ve eylemler, Suriye dış politikasının geleneksel bağlantılarının sorgulandığı bir dönemin başlangıcı olmuştur. İlk olarak, Suriye’nin A.B.D ile ilişkileri değişmiştir. Hafız Esad döneminde rejimin iç ve dış politika karakteristiğini belirleyen olgu güçlü Arap milliyetçiliği ve Golan tepelerini geri alabilmek için izlenen politikalardı. 11 Eylül saldırılarına kadar Suriye’nin bu değerler üzerinden tanımladığı dış politikası bölge ülkeleriyle çatışmalar üretse de, Suriye’nin egemenliği bölge dışından bir büyük gücün doğrudan tehdidine maruz kalmamış ve bölgesel denklemler ve imkânlar dâhilinde bir dış politika yürütmeye çalışmıştır. Ne var ki, 11 Eylül sonrası dönem Suriye dış politikası 

A.B.D yönetimi üzerinde etkili olan yeni muhafazakârların da etkisiyle egemenlik sahasını korumak gibi yeni bir gündemle tanışmıştır. Saldırılardan hemen sonra El Kaide’ye karşı bilgi paylaşımı yapmış olmasına rağmen, Suriye’nin Hamas ve Hizbullah gibi örgütlere sağladığı geleneksel destek Bush yönetimi tarafında terörizme sponsorluk yapmak olarak görülmüştür.35 Daha sert eleştiriler, Irak işgali sonrası yapılmış ve Suriye, Iraklı işgalcilere yardım yapmak, kaçakları korumak ve Amerikan personelinin Irak’ta bulamadığı kitle imha silahlarını gizlemekle suçlanmıştır. 

Suriye, 11 Eylül sonrası verdiği destek ile Amerikalıların hayatını kurtaran bir rolden, Irak işgali sonrası Amerikalıların hayatlarına mal olan role geçiş yapmıştır. 

İlişkilerin kötüleşmesini ise 2003 yılının Ekim ve Kasım aylarında A.B.D Kongresi’nde kabul edilen ve 2004 yılının Mayıs ayında Başkan Bush tarafından uygulamaya konulan Suriye Sorumluluk Yasası (Syria Accountability Act) sembolize etmektedir. Buna göre iki ülke arasındaki ticari ilişkilerin düşük seviyede seyretmesi esas alınmış ve başkana hava sahası kullanımını ve iş ilişkilerini kısıtlamak gibi bazı yaptırımları uygulaması konusunda yetki tanınmıştır.36 

Suriye’nin terör örgütleriyle ilişkisinin sorgulandığı bu dönemde, Şam yönetiminin merkezinde olduğu birçok ilişki modeli de değişime zorlanmıştır. Bunların en önemlisi Suriye’nin Lübnan politikası ve Lübnan’da faaliyet gösteren Hizbullah ile olan ilişkisidir. 1982 yılında İsrail’in Lübnan’ı işgali ve İsrail yanlısı bir hükümet kurma girişimi Lübnan’daki en temel Şii grubu olan Emel’den ayrılan Hüseyin El-Musavi’nin aşırı Şii din adamlarıyla birleşip Hizbullah’ı kurmasıyla yeni bir boyut kazanmıştır. Teokratik bir devlet haline gelen İran, Devrim muhafızları vasıtasıyla Hizbullah’ı eğitirken, Suriye ise bu örgütün kamplarına ev sahipliği yapmayı ve lojistik yardımda bulunmayı önermişti. Hizbullah’a verilen bu desteğin amacı ise Lübnan iç politikasında etkili olmak ve İsrail yanlısı bir siyasi yapı oluşmasını engellemekti.37 

Ne var ki Suriye’nin Hizbullah ile olan ilişkisi bu denli yalın ve basit değildir. İlk olarak Suriye Hizbullah’a şartsız bir destek sağlamamıştır. 

Tam aksine Suriye, verdiği destek karşılığında Hizbullah üzerinde sıkı bir denetim kurmayı şart koşmuştur. Zira Suriye’nin denetimi dışında yapılan eylemlerden ötürü Hizbullah ile Suriye zaman zaman karşı karşıya gelmişlerdir. Bu kontrolün amacı Suriye’nin İsrail ile bir askeri çatışmaya girmekten kaçınması ve Hizbullah’ı dış politikasının bir aracı olarak görme eğiliminden kaynaklanmakta dır.38 

1989 yılında Suudi Arabistan, Cezayir ve Suriye’nin arabuluculuğuyla Lübnanlı gruplar arasında imzalanan Taif Anlaşması, 15 yıl süren Lübnan İç Savaşı’nı bitirmiş ve Hizbullah’ın dönüşmek zorunda olduğu bir dönemin habercisi olmuştur. Anlaşma, Suriye ile Lübnan arasındaki özel ilişkiyi tanımış ve 1991 yılında iki ülke arasında savunma, güvenlik ve işbirliği anlaşmaları imzalanmıştır. Yeni dönem, Suriye’nin Lübnan politikalarındaki hâkimiyetini arttırmış, Lübnan’da Suriye karşıtı herhangi bir politik adımın atılmasını önlemiştir ve fiili olarak Suriye’yi Lübnan’ın egemenliği üzerinde söz sahibi yapmıştır. Öte yandan, Hizbullah, Lübnan’ı İslamileştirmek gibi hırslı bir gündemi değişen koşullarla 
uyumlu hale getirerek ertelemiş ve Lübnan’ın ana politik akımlarından biri olmayı hedeflemiştir. Taif sonrası dönemde de Suriye ile Hizbullah’ın ilişkisi devam etmiş ve Suriye hem İsrail’i Golan tepelerinden çekilmeye zorlamak hem de Lübnan üzerindeki konumunu korumak için Hizbullah’a olan desteğini sürdürmüştür.39 

2000’li yıllar hem Suriye hem de Hizbullah için yeni bir dönemin başlangıcına işaret eden gelişmeleri beraberinde getirmiştir. İsrail’in Güney Lübnan’dan tek taraflı olarak çekilmesi bir taraftan Suriye’nin bu ülkedeki varlığının meşruiyeti nin sorgulanmasına yol açarken, bir yandan Hizbullah’ın güçlenmesinin önünü açmıştır. Dolayısıyla, Suriye’nin Hizbullah’a olan lojistik desteği bu dönemde devam etmiştir. Ancak 11 Eylül saldırılarıyla şekillenen ve Ortadoğu’yu da kaçınılmaz olarak etkileyen A.B.D’nin Ortadoğu politikası Suriye ile Hizbullah arasındaki ilişkileri ve Suriye’nin Lübnan politikasını süregelen rotasından saptırmıştır. 

Daha önce de değinildiği gibi, Bush yönetiminin İslami terörizm ile Ortadoğu’nun baskıcı rejimleri arasında kurduğu bağlantı ve 2003 yılında başlattığı Irak işgali, şer ekseni olarak tanımlanan İran ve Suriye gibi Irak’a komşu Ortadoğu ülkelerini ziyadesiyle tedirgin etmiştir. 

Suriyeli yetkililer Irak işgalinden duydukları memnuniyetsizliği ve A.B.D’nin başarısızlığından duyacakları memnuniyeti ifade etmekten çekinmemişlerdir. Bu açıklamaların yanı sıra Irak’taki isyancı ve terörist gruplar ile Suriye devleti arasındaki ilişkilerin samimiyeti Suriye ile A.B.D arasında ilişkilerin kötüleşmesi için yeterli olmuştur. 12 Aralık 2003 tarihinde Amerikan Kongresi’nden geçen Suriye Sorumluluk ve Lübnan Egemenlik Devri Yasası (Syria Accountability and Lebanese Sovereignty Restoration Act) Suriye’ye terörü desteklemeyi bırakması, Lübnan’daki işgalini sona erdirmesi ve kitle imha silahları geliştirmeyi durdurması çağrısı yapmıştır.40 Öte yandan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 1559 No’lu kararında, Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesinin ve Hizbullah’ın silahsızlandırılması nın gerekliliğinin altını çizmiştir. 

Bu gelişmeler ise Lübnan’daki Suriye varlığını sorgulayan grupları cesaretlendir miş ve Suriye karşıtı gösteriler hız kazanmıştır.41 

14 Şubat 2005 günü Suriye karşıtı gösterilerin lideri konumunda olan eski başbakan Refik Hariri’nin bir suikast sonucu hayatını kaybetmesi Lübnan’da popüler bir hareketi tetiklemiştir. Sünni-Dürzi ve Maruni grupların oluşturduğu ve ismini 14 Mart günü Beyrut’ta düzenlenen geniş çaplı protesto gösterilerinden alan 14 Mart Grubu, sayısı 14.000 olarak tahmin edilen Suriye silahlı güçlerinin ve istihbarat elemanlarının Lübnan’ı terk etmelerini, Hariri suikastının uluslar arası bir komisyon tarafından incelenmesini ve ülkeyi seçimlere hazırlayacak tarafsız bir hükümetin kurulmasını talep etmiştir. Buna karşılık Hizbullah’ın başını çektiği ve yine ismini bir protesto günü olan 8 Mart’tan alan koalisyon 
ise Hariri suikastından ötürü Suriye’yi suçlamanın acelecilik olduğunu ve Lübnan’daki bütün grupların Hizbullah’ın İsrail’e karşı mücadelesini sürdürmesi için Suriye-Lübnan ilişkilerinin destek olması gerektiğini dile getirmiştir.42 Lübnan içindeki grupların sergilediği karşıtlık ülkeyi politik bir belirsizliğe sürüklerken, uluslararası toplumun tavrı Suriye’nin ülkedeki varlığı konusunda belirleyici olmuştur. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin üç üyesi A.B.D, İngiltere ve Fransa’nın yanı sıra Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün de Suriye’nin Lübnan’ı terk etmesini ve Hariri suikastini inceleyen uluslararası komisyon ile eksiksiz bir işbirliği içinde olmasını istemişlerdir. Hem iç hem de dış baskılar sonucu 2005 yılının Nisan ayında Suriye güçlerinin Lübnan’dan çekilmiş ve Suriye karşıtı partiler Mayıs ve Haziran ayında yapılan parlamento seçimlerini 
kazanmıştır. Bu durum, Lübnan İç Savaşı sırasında, 1978 yılında, Arap Ligi kararlarıyla oluşturulan Arap Caydırma Gücü’nün meşruiyetini kullanarak 
Lübnan’a yerleşen ve ilerleyen yıllarda bu varlığını pekiştiren Suriye’nin olmadığı bir Lübnan anlamına gelmekteydi.43 


Ne var ki, 11 Eylül sonrası dönem Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesini beraberinde getirmişse de bu durum Lübnan’a ve bölgeye istikrar getirmemiştir. 

Daha önce tartışılan, Suriye-Hizbullah ilişkilerinin kopması zannedildiği kadar kolay olmamıştır. Zira Suriye karşıtı koalisyon aldığı iç ve dış destek sayesinde Hizbullah’ın yaşam alanını daraltmaya çalışmış ancak bu girişim Hizbullah’ın radikal ajandasına geri dönmesine yol açmıştır. 2006 yılının yaz aylarında Hizbullah’ın İsrail’in elindeki tutuklu Lübnanlıların serbest bırakılması için iki İsrail askerini kaçırmasıyla tetiklenen İsrail-Hizbullah savaşı da bu radikal ajandanın sonucu olarak kabul edilebilir ve Hizbullah’ın silahlı mücadelesinin meşruiyetini besleyen bir faktör olarak görülebilir. Diğer bir ifadeyle, Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesiyle beraber silahlı bir örgüt olarak varlığı sorgulanan Hizbullah, bu savaş sayesinde, İsrail’e karşı kendisini savunmak için silahlara ihtiyacı olduğunu göstermiştir. Bunun da ötesinde, Hizbullah, savaş dönemi 
Beyrut hükümetinin tavrını eleştirmiş ve siyasi arenada daha fazla rol talep etmiştir.44 Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesinden sonra sorulan soru Suriye denetimi altında kontrollü bir eylem perspektifi olan bir Hizbullah’ın mı yoksa kendi sınırlarını kendisi belirleyen bir Hizbullah’ın mı bölge barışı ve istikrarı için daha çok katkı sağlayacağıdır. Ancak günün sonunda cevabını bulmuş en önemli soru 11 Eylül saldırılarının Ortadoğu’da yarattığı değişim dalgasından Suriye’nin payına düşenin ne olduğudur. Suriye’nin Lübnan’daki varlığı sona ermiştir. Bu değişim ise Suriye’nin Lübnan iç siyasetini kullanarak İsrail üzerine baskı yaratma ve Golan Tepelerini geri alma stratejisinin artık işlemeyeceğini göstermiştir. 

Bu durum 2008 yılında Suriye ve İsrail’in dolaylı görüşmeler yoluyla barış müzakerelerine başlaması üzerinde etkili olmuştur. Her ne kadar bu süreç işlerliğini yitirse de, tarafların Lübnan topraklarından ve iç siyasetinden çekilmeleri sorunlarını üçüncü bir ülkeden bağımsız çözmelerinin zaruretine işaret etmiştir. 

4.CÜ BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR.


..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder