Özal dönemi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Özal dönemi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Aralık 2019 Cuma

TÜRKİYE’NİN ABD POLİTİKASI 2009, BÖLÜM 3

TÜRKİYE’NİN ABD POLİTİKASI 2009,  BÖLÜM 3



Bölgesel Düzeyde Güvenlik, İstikrar, Düzen Arayışı

   Model Ortaklığın oluşmasının temel nedenlerinden biri, hiç şüphesiz, her iki tarafın da bölgesel güvenlik sorunlarının çözülmesi yönünde konsensüse sahip olmalarıdır. Güvenlik kavramının geniş kapsamı nedeniyle, her türlü ilişki güvenlik kapsamına dahil edilebilir. 

   Ancak Türkiye ve ABD’nin yoğunlaştığı güvenlik kavramı, iki ülkeyi de doğrudan ilgilendiren somut ve dar anlamdaki güvenlik sorunları idi ki bunlar; Irak, Ermenistan, Afganistan, İran ve İsrail-Filistin barış süreci idi. Bu sorunların her biri, kendi başına bir özelliğinin ve öneminin olması yanında, bölgesel ve global siyaset ve güvenlikle de yakından ilgilidir. Dolayısıyla bu sorunlar sadece ilgili ülkeleri değil, aynı zamanda Rusya, Çin ve ABD gibi global aktörleri ve İran, Suudi Arabistan, Mısır, Pakistan ve bir ölçüde Hindistan ve elbette Türkiye gibi bölgesel aktörleri de yakından ilgilendiriyor. Bu yönüyle yerel, bölgesel ve global güvenlik yapılanmasını ve dengelerini etkileme potansiyeline sahiptirler. 

Model Ortaklık bölümünde de belirtildiği gibi, Obama yönetiminin bölgesel jeopolitiği ile Türkiye’nin jeopolitiği birbiriyle büyük oranda örtüşmektedir. Bu örtüşmenin temelinde bölgede istikrarlı bir düzen kurulması hedefi vardı. Bu çerçevede iki ülke, bölgesel güvenliği artırmak için hem bölge ülkelerinin istikrarlı hale gelmesini sağlamaya hem de bunun sonucunda yeni bir bölgesel düzen kurmaya çalıştılar. 

Model Ortaklık bağlamındaki bu gelişmeleri 6 gruba ayırarak analiz edebiliriz: 

1. Irak’ın yeniden yapılandırılması süreci, 
2. Türkiye-Ermenistan işbirliği süreci, 
3. Afganistan-Pakistan bölgesinde terörle mücadele, 
4. İsrail-Filistin sorununa barışçı çözüm bulmak amacıyla iki devletli bir çözüm arayışı, 
5.Türkiye’nin Suriye ile İsrail arasında arabuluculuğu, 
6. Balkanlarda Bosna-Hersek, Kosova, Sırbistan, Hırvatistan arasında işbirliği sağlama çabası.

Tüm bu konular, Türk dış politikasının 2009 yılındaki performansının ana konuları olması yanında, ABD-Türkiye işbirliğinin bir yansıması ve aynı zamanda bölgede yeni bir düzenin unsurları idi. Bölgesel aktörler içinde ve arasında meydana gelen yakınlaşmanın ve işbirliğinin amacı, bölge içinden ve dışından gelecek tehdit veya rekabetlere karşı başarılı olmaktı. Bölge içinden İran’ın ve desteklediği grupların, bölge dışından ise Rusya’nın, Çin’in kısmen de AB’nin etkisine ve tehlikesine karşı bölgede Türkiye-ABD etki alanını güçlendirmekti. 
Bu süreci aşağıda kısaca inceleyeceğiz.

Irak

Türkiye-ABD ilişkilerinin 2007’den beri ve özellikle 2009 yılı içindeki en önemli konusu Irak’tı. Çünkü Irak her iki ülkeyi de yakından ilgilendiren bir sorun olarak diğerlerine göre daha “acil” bir durumda idi. Irak’ta devam eden iç çatışmalar, istikrarsızlık ve ilgili sorunlar, her iki ülkenin de güvenlik ve ekonomik çıkarlarına olumsuz etki yapıyordu. İşte bu nedenle, Türkiye ve ABD 2009 yılı içinde Irak konusundaki işbirliğini çok belirgin bir şekilde güçlendirdiler. Birlikte hareket ederek çok kritik ve hayati öneme haiz gelişmelere imza attılar. 

Bu gelişmelerin başında Türkiye’nin Irak’la giderek artan yakınlaşması gelir. Türkiye daha önceki yıllarda (özellikle 2003 ABD işgali sonrasında) Irak konusunda çekingen davranırken, örneğin Celal Talabani’nin Kürt olması ve PKK ile ilişkisi nedeniyle Irak’la ilişki kurmaktan çekinirken, 2009 yılında bu tavrını terk etti ve hızla yakınlaşmaya başladı. 

Bu bağlamdaki gelişmeleri üç grupta değerlendirebiliriz. 

Birincisi, Türkiye-ABD-Irak Üçlü Güvenlik Mekanizmasının kurulması ve bu çerçevede 11 Nisan ve 28 Temmuz tarihlerinde toplantılar yapılmasıdır.
16 PKK terörüne karşı işbirliği amacıyla kurulan bu mekanizma çerçevesinde Irak’taki terör kamplarının kapatılması veya etkisiz hale getirilmesi için çalışma lar yapıldı.17 Her ne kadar bu işbirliği 2009 yılı içinde verimli sonuçlar üretmemiş olsa da, ileriye dönük bir altyapı oluşmuştur.

İkincisi, Türkiye ile Irak arasında yoğun ve üst düzeyde diplomatik ilişkiler gelişti. Bu noktada Türkiye’nin attığı çok önemli bir adım, Cumhurbaşkanı Gül’ün 23-24 Mart tarihlerinde Bağdat’ı ziyaretidir ki bu, cumhurbaşkanı düzeyinde 33 yıl aradan sonra yapılan ilk ziyaretti. Bundan başka, başta Dışişleri ve İçişleri Bakanları olmak üzere değişik düzeylerde Türkiye’den Bağdat’a ve Kuzey Irak Kürt Yönetiminin merkezi kabul edilen Erbil’e ziyaretler yapıldı. Bunlardan Erbil’e yapılan ziyaretler, Türk dış politikasında çok ciddi bir değişimi gösteriyordu. Buna karşılık, 2009 yılı boyunca Irak’tan Türkiye’ye de resmi ve gayr-i resmi çok sayıda ziyaretler yapıldı. Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı, Irak Genelkurmay Başkanı II. Yardımcısı, Irak Başbakan Yardımcısı gibi resmi görevliler dışında, Irak’taki Şii, Sünni, Türkmen ve diğer partilerin liderleri Ankara’yı ziyaret etti. 

Bu kadar çok sayıdaki karşılıklı ilişkiler, aslında Türkiye ile ABD’nin Irak 
konusunda işbirliğinin bir yansıması ya da sonucudur. Bu nedenle ABD’nin desteğine ve takdirine de mazhar olmuştur. Türkiye ise böyle bir fırsatın oluşmasını sağladığı için ABD’ye müteşekkirdi. 

Bu ziyaretlerin amacı, kısmen üçlü güvenlik mekanizması çerçevesindeki anlaşmayı uygulamaya koymaktı. Bu noktada, ABD Merkezi Kuvvetler Komutanı (CENTCOM) David Petraeus’un 30 Haziran-1 Temmuz’da Ankara’ya ziyareti ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile görüşmesi, hem işbirliğinin hem de istihbarat desteğinin uygulanması açısından çok önemliydi. Bu ziyaretler kısmen Irak’ta 2010 yılında yapılacak olan parlamento seçimlerinde istikrar ve düzenin sağlanması için Türkiye’nin oynadığı rolün göstergesiydi. Zira Türkiye, 
Irak’ta Sünnilerin ve diğer grupların seçime katılmasını istiyor ve Irak sorunlarının bu yolla çözülmesine ve istikrarın oluşmasına çalışıyordu. 
Türkiye böylece Irak’ın yeniden yapılandırılması sürecinde Sünniler, Şiiler, Kürtler ve diğer gruplarla diyalog kurarak Irak’ın merkezi bütünlüğünü oluşturmaya çalıştı. Bu gruplar arasındaki sorunların çözümü için gayret etti. Irak parlamento seçimleri sonrasında merkezi Irak otoritesinin güçlenmesi için tüm farklı aktörlerin sisteme dahil edilmesini sağladı. Bu görüşmelerin Türkiye açısından bir başka amacı, Kuzey Irak’taki yerel yönetimin PKK terörüne karşı mücadele etmesini sağlamak ve terörü yok etmekti.

Türkiye-Irak ilişkilerinin 2009 yılı içindeki üçüncü boyutu, Türkiye ile Irak arasında imzalanan Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Anlaşması’dır. Yıl içinde yapılan ön görüşmeler sonucunda her iki taraftan başbakanlar, yanlarında 10’ar bakanın katılımıyla 15 Ekim tarihinde Bağdat’ta yapılan toplantıda 48 adet anlaşma imzalandı. Ekonomiden sağlığa, sanayiden kültüre, eğitimden silahlı kuvvetlere, alt yapıdan üstyapıya, terörle mücadeleden sınır kontrolüne kadar birçok alanda işbirliğini geliştirmeyi amaçlayan bu anlaşmalar, Türkiye-Irak yakınlaşmasını konsolide etmeyi amaçlıyordu. Bu anlaşmalar, sadece iki ülke arasındaki ilişkileri geliştirmeyi değil, aynı zamanda Irak’ta yeni bir düzen ve istikrar kurmayı ve bu kanaldan Ortadoğu’da yeni düzen ve istikrara katkı yapmayı amaçlamıştı. Bu yakınlaşma, Türkiye açısından PKK terörünün Kuzey Irak’tan temizlenmesi, bir Kürt devletinin oluşumunun önlenmesi, Irak’ın toprak, ulusal ve siyasi birliğinin sağlanması gibi hedefleri içerirken; ABD açısından Irak’tan sorunsuz bir şekilde asker çekmeyi, çekilme sonrasında 
Irak’ın istikrarının devamlılığını, özellikle İran’ın veya başka ülkelerin Irak’taki etkisinin kırılması gibi hedefleri içermektedir.

Tüm bu gelişmeler ilk bakışta sadece Türkiye-Irak ilişkilerini ilgilendiriyor gibi görünse de, aslında Türkiye-ABD Model Ortaklığının önemli bir uygulaması idi. Türkiye’nin Irak’la bu kadar yoğun ilişki içine girmesi, yeni bir düzen kurmaya çalışması ve Kuzey Irak’ta askeri operasyonlar yapması, ABD’nin verdiği izin ya da destek ile gerçeklemiştir. 1 Mart 2003’ten 5 Kasım 2007’ye kadar Irak’la ilişkilerin neredeyse sıfır noktasında olduğu hatırlanırsa, Türkiye’nin bu tarihten sonra Irak’la yoğunlaşan işbirliğinin 5 Kasım anlaşmasının bir ürünü olduğu ve bunun 2009 yılı içinde Obama yönetimi döneminde de devam ettiği görülür.

İran

Türkiye-ABD Model Ortaklık sürecinin belki de en kritik ve hassas konusu, İran’ın nükleer programının durdurulması ya da kontrol altına alınması çabasıdır. Öncelikle, amaç ve içerik olarak Türkiye ve ABD’nin İran’ın nükleer programı konusunda büyük oranda benzer politikalara sahip olduklarını vurgulamak gerekir. Zira her iki ülke de, prensip olarak İran’ın barışçıl amaçlı nükleer programa sahip olabileceğini, ancak nükleer silaha sahip olmaması gerektiğini savunuyorlar. Ancak her iki ülkenin bu amaca varmak konusunda yöntemleri 
ve araçları farklıdır: ABD, İran’ın nükleer programının durdurulabilmesi için “zorlayıcı ve baskıcı” bir yöntem izlenmesini, İran’a karşı sıkı yaptırımlar dahil her türlü baskı aracının kullanılmasını, ve eğer burada başarı sağlanamaz ise askeri operasyonun bile yapılması gerektiğini savunuyor. Buna karşın Türkiye, baskıcı ve askeri yöntemlerin hem başarılı olmayacağını hem de çok daha büyük sorunlara yol açacağını düşünüyor. Türkiye, bunun yerine diplomasi ve diyalog gibi “yumuşak-ikna edici” yöntemlerin uygulanmasını savunuyor, nükleer silahlara karşı olmak noktasında eşit ve adil olunması gerektiğini yani bölgedeki tüm nükleer silahların yok edilmesi için çalışılması gerektiğini düşünüyor ki, bu İsrail’e karşı eleştiri olarak kabul ediliyor. Türkiye’nin konuyla ilgili eşitlik ve adalet çağrısı, Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerde gerginlik yaratıyor. 

Bu yöntem farklılığı nedeniyle, Türkiye ABD’nin yapacağı olası bir sıkı ambargo ya da askeri müdahaleyi önlemek için, 2009 yılında ABD ile İran arasında gayri resmi olarak “arabuluculuk” yapmaya çalıştı. Arabuluculuğun özündeki amacı, ABD ile İran’ı müzakere masasına çekebilmek ve her iki tarafın da gerginliği tırmandıracak şekilde sertleşmesini önlemektir. Bu bağlamda, 2009 yılı boyunca 
Türkiye ile İran arasında çok yoğun bir diploması trafiği yaşandı. Türkiye’den Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu (20 Kasım ve 26-28 Ekim) başta olmak üzere birçok resmi görevli İran’a çok sayıda ziyaret yaptı.18 Buna karşılık İran’dan Cumhurbaşkanı Ahmedinejad ve Dışişleri Bakanı Muttaki yanlarında çok sayıda İranlı resmi görevli ile Türkiye’yi ziyaret etti. 

Bu ziyaretler, kısmen ikili ilişkileri geliştirmeyi amaçlamış, ama daha önemlisi İran’ın nükleer programı konusunda yumuşamasını sağlamayı hedeflemiştir. Bu süreçte ABD (dahil 5+1 ülkeleri) ile İran arasında 1 Ekim’de Cenevre’de yapılan görüşmelerin gerçekleşmesinde Türkiye’nin önemli bir katkısının olduğu söylenebilir. Yine bu süreçte, ABD ile İran arasında zenginleştirilmiş uranyum değişimi konusunda Türkiye’nin arabuluculuk yapması konusunda anlaşma sağlanmıştır. Her ne kadar tüm bu çabalara rağmen nükleer program sorunu na kesin bir çözüm bulunamamış olsa da, Türkiye’nin İran’ın Batıyla ve dünya ile iletişiminde ciddi bir rol oynadığı kabul edilmektedir. Hatta bu rolün ABD ve diğer Batılı ülkeler tarafından da memnuniyetle karşılandığı bilinmektedir. 

Türkiye’nin, İran’ın dünyayla iletişim kurmasında etkili olmasında önemli bir mekanizma, Türkiye ile İran arasında gelişen yoğun ticari, ekonomik, mali ve siyasi ilişkilerdir. 2009 yılı içinde bu bağlamda Türkiye ve İran arasında birçok anlaşmalar imzalandı. Bunlardan en çarpıcı olanı, Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, yanında çok sayıda bakan, bürokrat, işadamı ve medya mensubu ile birlikte 26-28 Ekim tarihlerinde Tahran’a yaptıkları çarpıcı ziyarettir. Ekonomi, petrol, ticaret ve terör gibi alanlarda yapılan anlaşmalar, Türkiye ve İran arasında ilişkileri geliştirirken, İran’ın Türkiye üzerinden Batıyla/ABD’yle diyaloğuna ve bölgede işbirliği ve barış düzeninin kurulmasına yardımcı oldu. Türkiye-İran ilişkileri, Ortadoğu ve Orta Asya’daki gelişmelerle de yakından ilgilidir.

Afganistan-Pakistan

Bölgesel düzen bağlamında Türkiye-ABD Model Ortaklığının bir başka ve Obama yönetimi bakımından belki de en önemli konusu; Afganistan’da terörle mücadele yapılması, ülkenin yeniden yapılandırılması ve bu bağlamda Pakistan’ın da sürece dahil edilmesi hedefi idi. Bilindiği gibi, Obama’nın dış politika hedeflerin den biri Irak’tan asker çekilmesi ve sonrasında istikrarın sağlanması iken, diğeri Afganistan’a yoğunlaşarak El Kaide ve Taliban’a karşı askeri mücadelenin devam etmesidir. Obama da, aynen Bush gibi, Afganistan’a önem vermekte, başta terörle savaş olmak üzere Afganistan’ın yeniden yapılandırılmasında başarılı olmak için çabalamaktadır.

ABD’nin bu hedefinin gerçekleşmesi için NATO ülkelerinin çok önemli katkısı vardır ki, burada Türkiye’nin rolü de ön plandadır. Bir NATO üyesi olan Türkiye, en başından itibaren zaten Afganistan’da 

ISAF çerçevesinde asker bulunduruyor. Bu kanaldan ABD/NATO stratejisine destek veriyor. Ancak, ABD ve özellikle Obama, sekiz yıllık tecrübe sonucunda terörle mücadelenin sadece askeri yöntemlerle başarılamayacağını anlamış görünüyor. Bu mücadelenin başarılı olabilmesi için komşu ülkelerin ve özellikle Pakistan ve Türkiye gibi ülkelerin de desteğine ihtiyaç olduğu kesinlik düzeyinde bir görüştür. Tüm komşular arasında anahtar ülkenin Pakistan olduğu ise aşikârdır. Zira El Kaide ve Taliban’ın Pakistan’da çok önemli bir tabanı ve desteği vardır. Obama, bu desteğin sona erdirilmesi için Pakistan’ın da terörle mücadele sürecine dahil edilmesi gerektiğini düşünüyor. 

Türkiye’nin Afganistan konusunda ABD’ye desteği iki alanda gelişmiştir. 

Birincisi, Türk askerlerinin ISAF içinde görev alması, Afganistan asker ve polisinin eğitimine katkı yapması ve çok sayıda sivil altyapı faaliyetleri gerçekleştirmesidir. Türkiye 2009 yılı içinde bu alandaki çalışmalarına devam etti. Yıl boyunca NATO, BM, G-8 gibi örgütlerin Afganistan konulu toplantılarında aktif olarak yer alırken, 1 Ocak 2010 tarihinde ISAF Komutanlığını ikinci kez 
üstlendi. Türkiye’nin ISAF içindeki rolü cephede savaşmak değil, Afganistan’ın yeniden yapılandırılmasına barışçı bir destek vermektir. Türkiye Karzai’nin 2009 yılında yeniden cumhurbaşkanı seçilmesine de olumlu bakmıştır.

Türkiye’nin ikinci ve daha önemli desteği, Afganistan ile Pakistan liderleri arasında arabuluculuk yaparak üçlü bir blok oluşturmaktır. Bu bağlamda Türkiye, Afganistan ve Pakistan cumhurbaşkanları Gül, Karzai ve Zerdari’nin katıldığı zirve toplantılarının üçüncüsü 1 Nisan 2009 tarihinde Ankara’da yapıldı. Tarafların, terörle mücadele ile istikrar ve güvenlik sağlanması gibi konular üzerinde ortak hareket etmesi konusunda anlaştığı bu zirveler, Türkiye’nin öncülüğünde ve NATO/ABD stratejisi kapsamındaki gelişmelerdir. 

İlave olarak, Türkiye 2009 yılı boyunca Afganistan ve Pakistan’a dönük yoğun bir ilgi gösterdi. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, 31 Mayıs’ta ABD’ye yaptığı ziyaretin ve Clinton ile yaptığı görüşmenin hemen ardından 9-13 Haziran tarihlerinde Afganistan ve Pakistan’a ziyaretler yaparak Türkiye’nin iki ülkenin kalkınmasına ve terörle mücadelesine desteğini deklare etti. Bu kapsamda çok önemli bir gelişme; Başbakan Erdoğan’ın birçok bakan, bürokrat, işadamı ve medya mensubu ile 25-26 Ekim tarihlerinde Pakistan’a yaptığı ziyaret ve toplantılardır. Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi’nin oluşturulduğu bu ziyarette, iki ülke arasında ekonomiden sağlığa, terörle mücadeleden askeri işbirliğine, eğitimden kültürel işbirliğine kadar birçok anlaşmalar imzalandı. Bu anlaşmaların amacı, hem ikili ilişkileri güçlendirmek hem de Pakistan’daki terör kaynaklarını ortadan kaldırmak için birlikte mücadele etmektir. 
Türkiye ve Pakistan, terörle mücadele konusunda “yumuşak güç” yöntemine, yani eğitim aracılığıyla terörün engellenmesine yoğunlaşmak istiyorlar. 
Bu amaçla Türkiye’deki İmam Hatip modelinin Pakistan’da da uygulanması, böylece ılımlı bir İslami anlayışın öğretilmesi konusunda girişimler başlamıştır. 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

TÜRKİYE’NİN ABD POLİTİKASI 2009, BÖLÜM 2

TÜRKİYE’NİN ABD POLİTİKASI 2009,  BÖLÜM 2



2009’da Türkiye-ABD İlişkileri: Model Ortaklığa Doğru

2009 yılı Türkiye-ABD ilişkilerinde kaydedilen gelişmelerin göze çarpan en önemli yönü, iki ülke arasında karşılıklı olarak gerçekleşen üst düzey resmi ziyaretler ve bu ziyaretler sonucu ortaya çıkan yeni gündemdir. Bunlar arasında, ABD’nin Türkiye’ye verdiği önemi göstermesi bakımından en çarpıcı gelişme, Başkan Obama’nın 5-6 Nisan 2009 tarihlerinde Ankara ve İstanbul’a yaptığı resmi ziyarettir. 

Obama’nın Türkiye-ABD ilişkilerinde yeni bir gündemi başlatan ziyareti sırasında yaptığı en önemli faaliyet ise, TBMM’de yaptığı konuşma idi. Obama’nın cumhurbaşkanı, başbakan ve genelkurmay başkanı gibi geleneksel resmi görüşmeleri yanında, muhalefet parti liderleri ile Meclis çatısı altında yaptığı ikili görüşmeler ve özellikle İstanbul’da din, kültür ve öğrenci gruplarıyla yaptığı “sivil” görüşmeler ilgi çekiciydi. Bu görüşmelerde, Türkiye toplumunun cazibesini kazanacak dini, kültürel, stratejik ve siyasi mesajlar vererek kamu diplomasisi uyguladı. Normal şartlarda olağan bir hadise gibi görünecek olan bu ziyaret ve programı, Türkiye-ABD ilişkilerinin son yıllarda karşılaştığı krizler ve dönüşüm süreci dikkate alındığında oldukça stratejik, önemli ve anlamlıydı.

Obama’nın ziyareti ve bu ziyaretin içeriğinin önemi, kısmen iki ülke arasında diplomatik ve siyasi yakınlaşmanın tekrar güçlenmeye başladığını göstermesin den, kısmen de Türkiye toplumunda yüksek düzeyde görülen anti-Amerikancılığı ortadan kaldırmaya dönük faaliyetler içermesinden gelmektedir. Zira Obama’nın Türkiye ziyareti, hem resmi yetkililer hem de sokaktaki vatandaş tarafından memnuniyetle karşılanmıştır. Medya kanallarında ortaya çıkan genel Türkiye toplumsal görüşü, Obama yönetiminin Bush yönetiminden farklı olduğu ve 
Türkiye’ye ve dünyaya dönük daha olumlu işler yapacağı yönünde idi. Hele Obama’nın ön isimlerinin (Barrack Hussein) İslam kaynaklı olması ve Obama’nın aslında “gizli bir Müslüman” olduğu şeklinde söylentilerin yayılması, Türkiye halkının Obama’ya ve ABD’ye dönük algılamasında kısmen de olsa olumlu bir hava başlattı. O kadar ki, Obama’nın seçimini kutlamak için Türkiye’de koyun 
kurban eden vatandaşlar olmuştu.

Obama’nın özellikle TBMM çatısı altında yaptığı konuşma ve görüşmeler, gelecekteki ama en azından 2009 yılı içindeki Türkiye-ABD ilişkilerinin altyapısını ve çerçevesini oluşturdu. Başkan Obama’nın konuşması sırasında Türkiye-ABD işbirliğini tanımlamak için kullandığı “Model Ortaklık” kavramı, iki ülke arasında başlayan yeni döneme dair önemli ipuçları verdi. Geçmişte Türkiye-ABD ilişkilerini tanımlamak için daha çok “stratejik ortaklık”, “kalıcı ittifak” gibi sıfatlar kullanılırken, Obama’nın ilk kez “Model Ortaklık” kavramını kullanması, ilk anda biraz belirsizlik yarattı. Başkan Obama, “Model Ortaklık” ile ne demek istemişti? Türkiye ve ABD, izleyen dönemde nasıl bir ilişki kuracaktı? Türkiye’nin bu ortaklığa rolü ve katkısı ne olacaktı? Türkiye’nin bu ortaklıktan kazancı ya da menfaati ne olacaktı? Bu gibi sorular, daha ilk günden itibaren sorulmaya ve teorik olarak tanımlanmaya başladı; “olumlu” ve “olumsuz” görüşler ileri 
sürüldü; spekülasyonlar yapıldı. 

Bu sorulara en net cevabı, aslında 2009 yılındaki gelişmeler ve uygulamalar verdi. Yani, Türkiye-ABD “Model Ortaklık” kavramının içeriği kısmen Obama’nın Meclis konuşmasında görülmüştü, ancak esasen 2009 yılındaki uygulamalarla daha net bir şekilde ortaya çıktı. Obama’nın kullandığı bu kavramın kısmen Türkiye’nin iç politikasıyla ama büyük oranda Türkiye’nin dış politikası ile ilgili olduğu görülüyordu. İç politika bakımından Türkiye’de en çok merak edilen konu, yeni ABD yönetiminin Türkiye’deki demokrasi ve laiklik ile ilgili tutumunun ne olacağı idi. Obama, Ankara ziyareti sırasında yaptığı konuşmalarda Türkiye’nin AB üyeliğine, Atatürk’ün büyüklüğüne ve laikliğe vurgu yaparak, bu konulardaki kaygıları gidermeye çalıştı. 

Obama’nın asıl mesajları, Türkiye’nin dış politikası ve ABD ile ilişkilerin niteliği ile ilgili ortaya koyduğu görüşlerde saklı idi. Obama, TBMM’deki konuşmasında, “ABD’nin önemli bir müttefiki olan Türkiye’ye yaptığım bu ziyaretin bir mesajının olup olmadığını soruyorlar” dedikten sonra, “bu soruya cevabım [Türkçe olarak] Evet’tir” şeklinde tamamladı.7 Obama bu ifadesiyle Türkiye’ye bir veya bir 
dizi mesaj vermek için geldiğini, açıkça ve herkes anlasın diye Türkçe olarak ortaya koyuyordu. 

Obama’nın Model Ortaklık kavramının içeriği hakkında ipuçlarını da içeren açıklamalarında, Türkiye’ye verdiği mesajları şunlardı: Temel mesajı, “Birlikte çalışarak güçlükleri çözmeliyiz” teklifi idi. Obama, “güçlük” olarak gördüğü ve “işbirliği” önerdiği sorunları da özetle şöyle ortaya koydu: Birincisi, “Açık bir sınır, Türk ve Ermeni halklarının birlikte barış ve refah içinde yaşamalarını sağlar ve her iki ülkenin de çıkarına olur. İşte bu nedenle ABD, Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin tam olarak normalleşmesini desteklemektedir.” 

İkinci olarak, “ABD ve Türkiye, Filistinlilere ve İsraillilere yardımcı olabilir. Türkiye, Suriye ve İsrail arasındaki görüşmelere aracılık etmiştir; bu eli Filistinlilere de uzatmalıdır.” Üçüncüsü, “İran seçimini yapmalıdır. Daha iyi bir gelecek mi oluşturmak istiyorlar, yoksa silahlara mı sarılmak istiyorlar?” Dördüncüsü, ”Irak’ın güvenliği bölgenin güvenliği açısından da önemlidir. 

ABD Başkanı ve bir NATO müttefiki olarak, ne PKK’yı ne de başka bir örgütü desteklemiyorum.” Nihayet, “Türkiye güçlü bir ortağımız ve bölgeye giden 
ilk güçlerden biri. Artık hedeflerimize birlikte ulaşmalıyız. Bize verdiğiniz yardımı çok takdir ediyorum.” “Biz ABD olarak dostluk elimizi herkese uzatıyoruz…Geleceğe yönelik olarak birlikte çalışmalıyız…” 8

Bu konuşma bağlamında, Obama yönetiminin, her biri Türkiye’yi de yakından ilgilendiren yeni bölge stratejisinin beş unsuru öne çıkmıştır. 

Birincisi, Başkan Bush’un ABD’nin bölgesel çıkarlarını riske atan “önleyici darbe (preemptive strike)” politikasını tersine çevirmek için, çok-taraflılık, diplomasi, barış ve diyaloga dayalı bir strateji takip etmektir. 

İkincisi, İran’ın nükleer programını savaşla ve çatışmayla değil diplomatik yöntemlerle durdurmaya çalışmaktır. 

Üçüncüsü, Irak’tan asker çekilmesi sonrasında ülkeyi yeniden yapılandırmaktır. 

Dördüncüsü, İsrail-Filistin sorununda Hamas, Suriye ve Hizbullah gibi radikalleri İran’ın etkisinden uzaklaştırmaktır. 

Beşincisi, Afganistan’da terörle mücadele için Pakistan’ın da desteğini almaktır. Obama’nın Türkiye’ye gösterdiği yakınlığın nedeni, bu stratejisinin önemli bir bölümünün Türkiye ile işbirliği yaparak başarabileceğinin farkında olmasıdır. 

Avrupa ve Avrasya İşleri Dairesi’nden sorumlu ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Philip H. Gordon, The Brookings Institution Sabancı Lecture’ında yaptığı konuşmada, Obama yönetiminin Türkiye’den beklediği rolü şu şekilde ortaya koydu:9 “Çok az ülke böylesi farklı ve önemli alanlarda böylesi hayati rol oynayabilir. Yunanistan, Bulgaristan, Gürcistan, Ermenistan, İran, Irak ve Suriye gibi çok sayıda farklı ülkelerle sınırı olan başka bir ülke var mı? Türkiye’nin sahip olduğu stratejik, ekonomik ve kültürel bağları sayesinde kazandığı etkisi, ABD’nin de hayati endişesi olan şu konularda çok önemlidir: Ortadoğu, daha geniş İslam dünyası, Kafkaslar ve Karadeniz bölgesi ile ilişkilerin istikrarı; Hazar Denizi’nden Avrupa’ya enerji transferi; Irak, Afganistan ve Pakistan’ın kalkınması ve güvenliği; Avrupa ve Transatlantik ittifak ile güçlü bağların sürdürülmesi. Bahsettiğim bu coğrafi alan, yerkürenin en hassas ve önemli bölgesini içermektedir; ABD-Türkiye işbirliği bu alanların her birinde ilerleme sağlamak için rol oynayabilir.”10

Obama yönetiminin Model Ortaklık anlayışı, AK Parti hükümeti tarafından açıkça benimsenmiştir. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Türkiye’nin bu rolü isteyerek kabul ettiğini net ifadelerle ortaya koydu. Davutoğlu, Bakan olduktan kısa bir süre sonra, 31 Mayıs 2009 tarihinde ABD’ye ziyareti öncesinde yaptığı açıklamada, Model Ortaklığı kabul ettiğini şu şekilde ifade etti:

“Bu temaslarımın ana odak noktası, Sayın Başkan Obama’nın ziyaretinden sonra, Türkiye’de yapılan temaslar sonrasında bir anlamda takip ve izleme niteliği taşıyacak. Önümüzdeki dönemde uluslararası alanda Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri’nin birlikte ele alması gereken çok sayıda gündem maddesi var. Irak, Kafkaslar, Afganistan, Pakistan, Orta Doğu, Kıbrıs gibi konular Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri’nin çok yakından birlikte koordine etmek durumunda olduğu konular. Bu çerçevede, sayın meslektaşım ile birlikte 
bütün bu konuları gözden geçireceğiz. Ayrıca Washington’da düşünce kuruluşlarında konuşmalarım ve temaslarım olacak. Amerikan Türk Konseyi’nin yıllık organizasyonunda bir konuşma yapacağım ve Amerika’daki basın mensuplarıyla, karar yapıcılarıyla da, kanaat oluşturucularıyla da detaylı görüşmelerimiz olacak…”11 Davutoğlu, bir başka açıklamasında, “Türk dış politikası ile Obama yönetimi dış politikasının tam olarak örtüştüğünü” ifade etmişti.12

Türkiye açısından Model Ortaklık üç noktada önemlidir: Birincisi, Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren PKK terörüne karşı ortak mücadele, Kıbrıs sorununa kalıcı ve adil bir çözüm bulma ve enerji alanında işbirliği gibi konulardır. İkincisi, Türkiye’yi de yakından etkileyen Irak, İran, Afganistan, Ermenistan, Azerbaycan’la ilgili somut sorunlardır. Üçüncüsü, Ortadoğu, Kafkaslar, Orta Asya ve Balkanlarda istikrar ve barışın kurulması çabalarıdır ki, bunların arasında en önemlisi Filistin sorunudur.

Model Ortaklık 2009 yılında üç düzeyde hayata geçirilmeye başladı: Birincisi, ikili ilişkiler düzeyinde çok büyük bir hareketlilik ve yakınlaşma oldu. İkincisi, global düzeyde Türkiye’nin global örgüt ve süreçlere katılımı arttı. Üçüncüsü, bölgesel düzeyde Türkiye yeni bir düzenin kurulması yönünde aktif bir politika izledi. Bu politika, ABD tarafından neredeyse tam olarak desteklendi. İzleyen bölümde 
Model Ortaklığın uygulama sürecini inceleyeceğiz.

İkili İlişkilerde Artan Hareketlilik

Türkiye-ABD Model Ortaklığının en önemli ve öncelikli boyutu, ikili ilişkilerde görülen yoğun ve üst düzey karşılıklı diplomatik temaslardı. Uluslararası ilişkilerde herhangi iki devlet arası ilişkinin durumunu ve derecesini anlamak için kullanılabilecek önemli bir gösterge, ilgili devletler arasındaki diplomatik ilişkilerin sıklığı ve düzeyidir. Ülkeler arasında ne kadar sık ve üst düzeyde diplomatik ziyaret gerçekleşmiş ise, ilişkiler o kadar olumlu bir durumdadır ve ilgili ülkeler arasında ortak bir gündem vardır. Gündemde kriz ve sorunlar bile olsa, ilgili ülkelerin sorunlara görüşme yoluyla çözüm aradığını gösterir. 

Bu temel bilgi çerçevesinde baktığımızda, 2009 yılı içinde Türkiye ile ABD arasındaki diplomatik ilişkilerin hem çok yoğun hem de üst düzeyde geliştiği görülmüştür. Bir yıl boyunca gelişen yoğun diplomasi trafiğinde, ABD’den Türkiye’ye ve Türkiye’den ABD’ye her düzeyde çok önemli ziyaretler gerçekleşti. ABD Dışişleri Bakanı Clinton ve Başkan Obama, sırasıyla Mart ve Nisan aylarında Ankara ve İstanbul’u ziyaret ederken; Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Bakanlığa atandıktan sonra üç kez, Başbakan Erdoğan da iki kez ABD’yi ziyaret ettiler.13 

Bu ziyaretlerin bir tanesi BM Genel Kurulu’na katılmak amacıyla yapılmış olsa da, bu vesileyle iki ülke arasında diplomatik görüşmeler de gerçekleşti. İlave olarak, ABD ve Türkiye Genelkurmay Başkanları arasında resmi görüşmeler, sivil toplum kuruluşları, maliye, hazine, ekonomi, Meclis/Kongre üyeleri ve siyasi düzeylerde birçok ziyaret vuku buldu. 

Bu ziyaret trafiğinde Türkiye’den ABD’ye akışın daha fazla olduğunu vurgulamak gerekir. Türkiye’den ABD’ye yapılan ziyaretlerin daha fazla olmasının nedeni, kısmen ikili ilişkilerin gündeminin yoğunluğu iken, kısmen de ABD’de merkezi olan BM, IMF, Dünya Bankası, G-20 gibi uluslararası kuruluşların toplantılarına 
yapılan katılım nedeniyledir. 

Böylesi hareketli bir diplomasi trafiği, iki ülke arasındaki ilişkilerin gündeminin ne kadar yoğun olduğunu gösterir. İkili, bölgesel ve global konularla dolu bu gündemin ana hedefini kısaca Model Ortaklığın uygulanması şeklinde özetlemek mümkündür. Yoğun ve üst düzey diplomatik süreç, öncelikle iki ülke arasındaki (ikili) askeri, siyasi, ekonomik, mali ve benzeri yakınlaşmanın sağlanması, karşılıklı desteğin geliştirilmesi ve her iki ülkenin çıkarlarının elde edilmesi amacına dönüktü. Türkiye, teröre karşı mücadelesinde, güvenlik konularında, 
mali-ekonomik sorunlarının çözümünde, dış politika sorunlarının (Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu, AB üyeliği vb.) çözülmesinde ABD’den destek isterken; buna karşılık ABD, Irak, İran, Afganistan gibi ülkelerle sorunlarının çözümünde, özellikle Irak’tan asker çekme operasyonunda, Arap-İsrail barış sürecinde ve diğer bölgesel ve global konularda Türkiye’den destek beklemiştir.

Türkiye-ABD diplomasi trafiği, sadece ikili düzeyle sınırlı kalmadı, bölgesel ve global konulara da yansıdı. Hatta Model Ortaklık kavramını iki ülkenin üçüncü ülkelere dönük veya bölgesel ve global konularda işbirliği yapması şeklinde kabul edersek, tüm ikili diplomasi gündeminin bu işbirliğinin yürütülmesi veya uygulanması hedefini içerdiğini ileri sürmek mümkündür.

Global/Yapısal Düzeyde İşbirliği

2009 yılında Türkiye-ABD ilişkilerinin gelişmesinde ve Model Ortaklığın uygulanmasında öne çıkan önemli bir boyut, Türkiye ve ABD’nin birlikte içinde yer aldıkları uluslararası ya da global kurumlar sürecidir. Gerek global sistemin işleyişi bakımından gerekse Türkiye’nin bu yapı içindeki konumunu göstermesi bakımından etkili olan kurumlardan en önemlilerinin NATO, IMF-Dünya Bankası, 
G-20’ler gibi oluşumlar olduğu dikkate alındığında, Türkiye ve ABD’nin bu kurumlar içindeki işbirliğinin de incelenmesi gerekir. 

Bu işbirliğinin bir sonucu olarak, bu dönemde Türkiye’nin tüm söz konusu örgütler içindeki konumunda ciddi bir gelişme gözlendi. 

Bunların başında Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliği gelmektedir. Türkiye bu konuma Genel Kurul’da 151 gibi yüksek sayıda ülkenin desteğiyle seçilmiş olsa da; Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin ve özellikle bunlardan ABD’nin desteğini göz ardı etmemek gerekir. Türkiye’nin geçici üyeliğe seçilmesinde son dönemde izlediği “barışçı” dış politikasının ve kritik konumunun çok etkili olduğu açıktır. Temel amacı uluslararası barışı ve güvenliği sağlamak olan Güvenlik Konseyi’ne barış yanlısı politikasıyla öne çıkan Türkiye’nin seçilmiş olması önemli bir noktadır. Türkiye ve ABD’nin önem verdiği bölgelerdeki sorunların bir şekilde Güvenlik Konseyi gündemi içinde yer aldığı hesaba katılırsa, Türkiye’nin geçici üyeliğinin önemi daha iyi anlaşılabilir. Özellikle İran’ın nükleer programı ve Arap-İsrail çatışması gibi konularda Türkiye’nin barış yanlısı politikası, BM Güvenlik Konseyi üyeliğini daha da anlamlı hale getirmiştir.

2009 yılı içinde Türkiye’nin de yer aldığı Güvenlik Konseyi toplantılarından ikisi bu bağlamda idi: 31 Mart tarihinde BM himayesinde Lahey’de toplanan Uluslararası Afganistan Konferansı ve 11 Mayıs tarihinde New York’ta oturum başkanlığını Davutoğlu’nun yaptığı Ortadoğu konulu toplantılar. New York toplantısında Filistin sorununa iki devletli çözüm teklifi ileri sürülmüş ve Filistinliler arasında işbirliğinin geliştirilmesi gerektiği ifade edilmiştir. 

Bu görüşler, Türkiye ve Obama yönetiminin de savunduğu görüşlerdir. 
BM kapsamında Türkiye’nin rol oynadığı bir başka konu Medeniyetler İttifakı süreci idi. Eş başkanlığını Türkiye ve İspanya’nın yaptığı süreç, Obama yönetiminin de desteğini aldı. 

Özellikle 6-7 Nisan tarihlerinde İstanbul’da yapılan zirve toplantısına çok sayıda üst düzeyli katılım oldu. İstanbul’u ve Türkiye’yi öne çıkaran bu zirveye Başkan Obama’nın da katılması ve ABD’nin desteğini vurgulaması çok önemlidir. 
Zira Medeniyetler İttifakı esasen ABD’nin ve Bush yönetiminin “Medeniyetler Çatışması” bağlamındaki politikalarına karşı bir alternatif olarak ortaya çıkmıştı. Bush yönetiminden farklı bir tutum takınan Obama, bu konferansta Türkiye’nin rolüyle örtüşen bir tavır takınmıştır ki, bu Türkiye-ABD ilişkilerinde yeni bir durumdu.

Türkiye’nin yapısal konumunu güçlendiren diğer önemli gelişme, mali-ekonomik global örgütlenmeler içinde yükselen katılımı ve konumudur. Bunlar arasında, 2009 yılı içinde gelişen G-20 örgütlenmesi içindeki aktif katılımı önemlidir. Türkiye, G-20’lerin Nisan 2009 ve Eylül 2009’da yapılan zirve toplantılarına katıldı; bu ortamlarda ve toplantılarda Başbakan Erdoğan, Başkan Obama ile ikili ve çoklu görüşmeler yaptı; böylece global mali-ekonomik yapı içindeki konumu nu güçlendirmeye çalıştı. Türkiye, bu yapı içinde bir yandan genel olarak globalleşme süreci ve özel olarak gündemdeki uluslararası mali-ekonomik kriz bağlamındaki sorunlarına çözüm bulmaya çalışırken, diğer yandan da bu örgütlerin kararlarının ve politikalarının oluşumunda etkili olmaya çalıştı. Global sistemin yeniden şekillenme sürecinde söz sahibi olmaya başladı. 

Bu bağlamda çok önemli bir gelişme, IMF-Dünya Bankası 2009 yılı Guvernörler toplantısının 4-8 Ekim tarihlerinde İstanbul’da yapılmış olmasıdır.14 Global ekonominin en etkili maliye ve ekonomi bakanları, merkez bankası başkanları, devlet ve hükümet başkanları dahil toplam 15 bin kişinin katıldığı İstanbul toplantısı sonunda yayımlanan İstanbul Deklarasyonu’nda IMF-Dünya bankasının yeniden yapılanması yönünde önemli kararlar yer almıştır. Eğer bu kararlar uygulanabilirse, İstanbul toplantısının bu örgütler için tarihsel bir dönüm noktası olacağı söylenebilir.

Tüm bu toplantılar, her ne kadar temelde ekonomik-mali konulara yoğunlaşmış olsa da, uluslararası siyasi ve güvenlik konularında tartışmalara ve ortak tutum oluşturma çabalarına da sahne oldu. 

Ekonomi, siyaset ve güvenliğin aslında iç içe geçmiş konular olduğu hesaba katılırsa, burada bir sürpriz yoktur. Örneğin, 25-27 Haziran tarihlerinde İtalya’nın Tieste şehrinde düzenlenen ve Davutoğlu’nun da katıldığı, özünde ekonomik bir örgüt olan G-8’ler toplantısının gündemi “Afganistan ve Bölgesel Boyut” üzerine idi. Bu toplantıda Afganistan sorununun çözümü için alınması gereken tedbirler ve bu sorunun bölgesel yansımaları ele alındı. Davutoğlu’nun bu toplantıya katılması, Türkiye’nin Afganistan sorununun çözümüne katkı yapan ve bu amaçla NATO operasyonlarına katılan ülkelerden biri olması nedeniyle idi.

Nihayet, Türkiye’nin ABD ile ilişkileri bağlamında çok önemli bir başka özelliği, NATO üyeliği çerçevesindeki rolü ve politikalarıdır. Türkiye’nin uluslararası konumunun ve dış politikasının oluşumunda başrol oynayan faktörlerden en
önemlisi olan NATO üyeliği, Afganistan’da barış kurma operasyonuna katılmasını gerektirmişti. Türkiye, NATO öncülüğünde kurulan ISAF komutanlığının içinde 
olup, iki kez başkanlığını yaptı. Türkiye, 2009 yılı içinde NATO kapsamında Afganistan sorunu üzerine yapılan tüm toplantılara katılarak aktif rol oynamaya devam etmiştir. 

Bu toplantılardan en önemlisi, 3-4 Nisan tarihlerinde Brüksel’de yapılan NATO Devlet ve Hükümet Başkanlarının katıldığı Zirve toplantısıdır.15 Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Gül tarafından temsil edildiği zirvede NATO Genel Sekreterinin seçimi gibi çok önemli kararlar dışında, Afganistan konusu da tartışıldı. Yine 11-12 Haziran’da Brüksel’de ve 22-23 Ekim tarihlerinde Slovakya’da toplanan Savunma Bakanları Konseyi toplantılarında Afganistan ve ISAF konularında görüşmeler yapıldı; nihayet, 3-4 Aralık’ta Brüksel’de yapılan ve Türkiye’yi Davutoğlu ’nun temsil ettiği NATO Dışişleri Bakanları toplantısında
Afganistan ’daki NATO askerlerinin sayısının artırılması ve NATO’nun yeni stratejisi görüşüldü. Yayımlanan Afganistan Bildirisi’nde üye ülkelerin Afganistan’a daha çok muharip asker göndermesi istendi. Başkan Obama’nın yeni Afganistan stratejisiyle paralellik gösteren bu talebe Türkiye olumsuz tavır takındı. Türkiye, Afganistan’a sadece barış koruyucu rolünde asker göndermeyi kabul etmiş olup, muharip güç göndermeyi istememiştir. Türkiye’nin bu 
politikası, ilk bakışta ABD’nin isteğine reddiye gibi görünse de, aslında ABD yönetimi tarafından memnuniyetle karşılanmıştır. 

Zira Türkiye’nin Afganistan’da oynadığı “yumuşak güç rolü,” yani Afgan askerlerinin ve polislerinin eğitim hizmeti, alt ve üst yapı faaliyetleri, 
Afganistan’ın yeniden yapılandırılmasına büyük bir katkı yapmakta, terörle mücadeleye “yumuşak katkı” sağlamaktadır.

Tüm bu toplantılar ve gündemler gösteriyor ki, ABD’nin global hegemonya gücünün geçerli olduğu ve Türkiye’nin rolünün arttığı bu uluslararası örgütler, özellikle Afganistan ama aynı zamanda İran, Irak ve İsrail sorunlarına yoğunlaşmıştır. Bu süreçte Türkiye’nin hem global yapılar içindeki konumu güçlenmiş, hem de Afganistan ve diğer bölgesel konulardaki rolü ve etkinliği artmıştır.

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

TÜRKİYE’NİN ABD POLİTİKASI 2009, BÖLÜM 1

TÜRKİYE’NİN ABD POLİTİKASI 2009,  BÖLÜM 1




Prof.Dr. Ramazan Gözen*
* Prof.Dr. Çankaya Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü.


TÜRK DIŞ POLİTİKASININ 2009 YILI GELİŞMELERİ

ÖNSÖZ

“ Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya” son verme konusunda üzerimize düşeni yapmak kaygısıyla serüvenine başlayan Türk Dış Politikası Yıllığı ülkemizde uluslararası ilişkiler literatüründe halen daha var olmaya devam eden büyük boşluğu doldurma konusunda katkı sunmayı amaçlamaktadır. Gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye’de, özellikle Türkçe yazılmış uluslararası ilişkiler konulu eserlerin gerek sayı ve gerekse içerik olarak ciddi eksiklikleri olduğu ilgili alanın uzmanları tarafından sürekli olarak dile getirilmektedir. 
Mevcut eserlerin nicelik olarak yetersiz olmalarının yanında uluslararası ilişkiler alanında Türkiye’nin yaşadığı en temel problem, konunun uzmanları tarafından yazılmamış, bilgi üzerine inşa edilmeyen, dayanaksız analiz ve yorumlar ile komplo teorileri ve spekülatif varsayımlardan oluşan kitapların sayısının her geçen gün artmasıdır. 

Türk Dış Politikası Yıllığı, Türkiye’nin dış politikasının değişik alanlarına ilişkin verilerin, konunun uzmanları tarafından belirli bir sistematik içerisinde ve olayların anlaşılmasını kolaylaştırıcı bir biçimde okuyucuya aktarılmasını sağlamayı hedeflemektedir. Aktarılan bu verilerin analizi konusunda okuyucuya yol gösterilmekte, ancak aktarılan bilgilerden okuyucunun kendi analizini yapmasına da fırsat tanınmaktadır. Bunun yanında, yıllığın ikinci bölümünde yer alacak olan Türk dış politikasına ilişkin bağımsız makaleler daha çok 
analiz ağırlıklı olacaktır.

TÜRK DIŞ POLİTİKASI YILLIĞI 2009

Türkiye gibi, giderek artan bir şekilde bölgesinde önemli roller üstlenen bir ülkenin dış politikasını inceleyen düzenli bir yıllık çalışmasının bugüne kadar yapılmamış olmasının ciddi bir eksiklik olduğu düşüncesiyle 2009 yıllığıyla başlayan bu projenin sürekli olacağını, her yılın ortasında, bir önceki yıla ilişkin Türk dış politikası gelişmelerinin inceleneceği yeni bir kitabın yayınlanmasının planlandığını ifade etmek istiyoruz. Bu şekilde, Türk dış politikasına ilgi duyan okuyucuların, öğrencilerin ve araştırmacıların faydalanacağı bir çalışmanın Türk uluslararası ilişkiler literatürüne kazandırılması temel amacımızdır.

Söz konusu olan bir yıllık olduğu için, atıflar ve kaynakça konularında farklı bir yöntem izlenmiştir. Okuyucuyu sıkmamak amacıyla, yararlanılan gazetelerin ve haber ajanslarının önemli bir kısmı internetten alınmasına rağmen, internet adresleri verilmemiş, sadece haberin ismi, hangi gazete ya da haber ajansından alındığı ve haberin yayınlandığı tarih bilgileri yazılmıştır. Söz konusu haberlerin asıllarına ulaşmak isteyen okuyucuların, ilgili gazete ya da haber ajanslarının internet sitelerinden, haber başlığı ve tarihini yazmak suretiyle arama yapmaları yeterli olacaktır.

Bu kitabın ve Türk Dış Politikası Yıllığı’nın bundan sonraki sayılarının okuyucuya faydalı olmasını diliyoruz.

Burhanettin Duran
Kemal İnat
Muhittin Ataman


Giriş

     Türkiye-ABD ilişkileri genel olarak iki faktörün etkisi altında şekillenir. 

Birincisi, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin temel dinamiği olan yapısal ve kurumsal boyut ya da faktördür. Bu boyut, her türlü güncel veya dönemsel gelişmelere rağmen ilişkilerdeki sürekliliği sağlayan unsurları içerir. Bu unsurların en önemlileri şunlardır: 
Türkiye’nin NATO üyeliği ve bu çerçevede oluşmuş olan askeri-siyasi yapı içindeki konumu, IMF ve Dünya Bankası gibi global ekonomik mali kurumlar ile ilişkileri, BM üyeliği ve faaliyetleri çerçevesinde sahip olduğu diplomatik-siyasi rolü, ve bir global güç olan ABD’nin Türkiye’nin etrafındaki bölgelerdeki varlığı ve etki alanı politikası. Tüm bu unsurlar, Türkiye-ABD ilişkilerinin altmış yılı aşkın süredir devam eden sürekliliğinin temelleri olup, zaman zaman ortaya çıkan krizlere ve problemlere rağmen ilişkilerin güçlü bir şekilde ayakta kalmasını sağlamaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin ABD politikası, yani ABD’yle ilişkilere bakışı ve uygulamaları, bu unsurların etkisi altında oluşmakta ve gelişmektedir. Ancak bu yapısal ve kurumsal boyut, sık sık tarihsel gelişmeler ve olaylar karşısında testten geçmekte ve revize edilerek devam etmektedir.* 
( * Bu çalışmadaki bilgilerin büyük bölümü Günlük Gazete ve diğer medya kaynaklarından derlenmiştir. 

Bu nedenle, tarih verilerek ifade edilen bilgiler, ilgili tarihteki gazetelerden alınmıştır. Kullanılan gazeteler: Hürriyet, Zaman, Radikal ve Milliyet.)

Türkiye’nin ABD politikasını belirleyen ikinci faktör, Türkiye-ABD ilişkilerini etkileyen ve yakından ilgilendiren ulusal ve uluslararası konjonktürel/dönemsel gelişmelerdir. 1940’lardan günümüze kadar ortaya çıkan farklı konjonktürler, iki ülkenin çıkarlarının ve politikalarının zaman zaman örtüşmesine zaman zaman da çatışmasına ya da farklılaşmasına neden oldu. Bu nedenle, Türkiye’nin 
ABD’ye dönük dış politikası, iki ülke arasındaki ilişkilerin içinde bulunduğu konjonktürel dönemlere bağlı olarak değişiklikler göstermiştir.

Tarihsel perspektiften bakıldığında, Türkiye’nin ABD politikasının üç dönemde çok olumlu ve en üst düzeyde geliştiği görülür. 

Türkiye-ABD ilişkilerinin “altın çağları” diyebileceğimiz bu dönemler; 1950’lerde Menderes dönemi, 1980’lerde Özal dönemi, ve nihayet 2007’den itibaren devam eden Gül-Erdoğan dönemidir. Bu altın çağlarda, Türkiye’nin ABD’ye dönük dış politikası oldukça sıkı ve derin bir şekilde gelişti. Türkiye’nin genel ABD algılamasının oluşumunda bu altın çağların başrol oynadığı söylenebilir. Türkiye’de ABD’nin “müttefik”, “dost”, hatta “kurtarıcı” gibi sıfatlarla tanımlanması ya da algılanması bu dönemlerden kaynaklanır. 
İki ülke arasındaki “ikili” ve “çoklu” işbirliği bu dönemlerde güçlenmiştir. İki ülke, Ortadoğu’dan Avrupa’ya ve hatta Kore’ye kadar uzanan bölgelerde birlikte hareket etmiş ve düzen kurmaya çalışmıştır. Bu altın çağlarda, Türkiye’de resmi ve toplumsal düzeyde güçlü bir ABD sempatisi ya da “Amerikancılık” gelişmiştir.

Yine tarihsel perspektiften bakıldığında, altın çağların dışındaki dönemlerde Türkiye-ABD ilişkilerinin ciddi sorunlarla, zaman zaman da büyük krizlerle karşılaştığı görülür. Bunlardan özellikle iki dönem, önemli bir kırılma ya da çatışma riski taşıdı. Birincisi, Kıbrıs sorunu çerçevesinde gerginleşen 1960-1970’ler, özellikle Johnson Mektubu (1964) ve ABD askeri ambargosu (1975) dönemidir. İkincisi de, ABD’nin Irak’ı işgali sonrasında ve meşhur 1 Mart 2003 tarihli TBMM kararı sonrasında başlayan ve 5 Kasım 2007 tarihine kadar 
devam eden dönemdir. Bu dönemlerde iki ülke arasındaki ilişkilerde büyük gerginlikler ortaya çıktı ve daralma yaşandı; Türkiye’nin özellikle toplumsal gruplar düzeyinde ABD’ye bakışı olumsuzlaştı; ABD’nin büyük bir tehdit olduğu ileri sürüldü. Bu dönemlerde “Altın Çağlar”ın zıddına bir gelişme olarak “Amerikan karşıtlığı” artış gösterdi.

Yukarıdaki özetten de anlaşılacağı gibi, Türkiye’nin ABD politikası, ikili ilişkilerdeki gelişmelerden ziyade, iki ülkeyi de yakından ilgilendiren üçüncü ülkeler ya da bölgelerdeki durumlara göre şekillenmiştir. Diğer bir deyişle, Türkiye’nin ABD’ye dönük dış politikası ya da Türkiye-ABD ilişkileri, üçüncü ülkelerde veya bölgelerde meydana gelen gelişmelerden oldukça yoğun bir şekilde etkilenmiştir. 
Genel bir argüman olarak şu hipotezi ileri sürmek mümkündür: İki tarafın üçüncü ülkelere veya bölgelere dönük ortak çıkar algılamalarının olduğu durumlarda Türkiye’nin ABD politikası “olumlu” olmuş; buna karşılık iki ülke çıkarlarının çatıştığı veya derin farklılıklar ve çatlakların olduğu durumlarda Türkiye’nin ABD politikası “kriz”e girmiştir.

Dolayısıyla Türkiye’nin ABD politikasının incelenmesinde, Türkiye’nin diğer çoğu ülkelerle geliştirdiği ilişkilerden farklı olarak, sadece ikili ilişkileri değil aynı zamanda iki ülkeyi de ilgilendiren durumları veya sorunları da dikkate almak gerekir. Bu durumlar, yerel, bölgesel, küresel çaptaki gelişmelerle ilgili olabileceği gibi, her iki ülkenin “iç” politika gelişmelerini de içerir.

Buradan hareketle, Türkiye’nin ABD politikasının, aslında Türk dış politikasının genel durumunu ve diğer ülkelere veya bölgelere dönük yönelimini de yakından ilgilendiren bir konu olduğunu söyleyebiliriz. Yani Türkiye’nin genel dış politika anlayışı ve diğer ülkelere ve uluslararası sisteme dönük politikaları, Türkiye-ABD ilişkilerinin bir türevidir. Bunun nedeni büyük ölçüde yukarıda açıkladığımız 
yapısal ve kurumsal özellikten kaynaklanır.

Bu açılardan bakarak, Türkiye’nin 2009 yılındaki ABD’ye dönük dış politikasını ve Türkiye-ABD ilişkilerini üç başlık altında inceleyebiliriz: Öncelikle Türkiye-ABD ilişkilerinin içinde bulunduğu konjonktür; ardından Türkiye-ABD arasındaki ikili ilişkilerde yaşanan gelişmeler; son olarak Türkiye ve ABD’nin üçüncü ülke veya bölgelere dönük yaklaşımları ve uygulamaları. 

2009 Öncesi Dönemde Türkiye’nin ABD Politikası

Türkiye’nin 2009 yılındaki ABD politikasını anlamak için öncelikle yakın tarihini kısaca hatırlamakta yarar vardır. Zira 2009’daki Türkiye-ABD ilişkileri, yakın dönemde ortaya çıkan gelişmelerin temeli üzerinde gelişmiştir. Bunlardan ikisini özellikle vurgulamak gerekiyor. 

Birincisi, Gül hükümetinin ABD’nin Irak’ı işgal operasyonuna destek vermek amacıyla hazırladığı tezkeresinin, 1 Mart 2003 tarihinde TBMM tarafından reddedilmesi ve arkasından gelişen kriz dönemidir.1 Aynı zamanda Türkiye’nin ABD’nin Irak’ı işgalini reddetmesi anlamına gelen bu karar, ABD yönetimini ve entelektüellerini şok etmişti. Türkiye’nin uzun yıllardan sonra (örneğin 1975’ten 
beri) ilk defa üslerini ve topraklarını ABD silahlı kuvvetlerinin geçişine açmaması, ABD’de büyük bir şaşkınlık ve kızgınlık yaratmıştı. Her ne kadar Türkiye, tezkerenin reddedilmesine rağmen Irak işgal operasyonu boyunca hava sahasını ABD uçuşlarına açmış ve böylece ABD’ye dolaylı destek vermiş olsa da, bu durum ABD yönetimini teskin ve tatmin etmemişti.

İşgal sonrasında Irak’ta ortaya çıkan kaos ve istikrarsızlık, Türkiye-ABD ilişkilerinin daha da kötüleşmesine yol açtı. Özellikle; Irak’ın parçalanması, bir Kürt devletinin kurulması ve Kerkük’ün statüsünün değiştirilmesi gibi Türkiye’yi rahatsız edici risklerin ve ihtimallerin ortaya çıkması, Türkiye’de toplumsal ve siyasi düzeyde giderek yükselen bir anti-Amerikancılık akımı doğurdu. Bu süreçte Bush yönetiminin ve yeni muhafazakarların (neoconların) Türkiye’nin teröre karşı mücadelesini ve güvenlik konularındaki hassasiyetlerini göz 
ardı etmeleri ve Türkiye’nin Irak ve bölge sorunlarıyla ilgili görüşlerini dikkate almamaları, ikili ilişkilerde büyük krizler meydana getirdi. 

Bu dönemde Türkiye’deki anti-Amerikancılık yüzde 90’ın üzerine çıkarak zirve yaptı.

Ancak işgalden birkaç yıl sonra ABD’nin Irak’taki durumunun hızla kötüleşmesi, ABD yönetimini Irak politikasında ve Irak’ın yeniden yapılandırılmasında değişiklikler yapmaya zorladı. Bu meyanda önemli bir adım, meşhur Baker-Hamilton Irak Raporu’dur.2 Rapor, ABD’nin Irak ve bölge politikasının kötüye gitmekte olduğunu tespit ettikten sonra, olumlu yöne kayması için politika değişikliği yapılması gerektiğini önerdi. Yeni politikanın unsurlarından biri Irak’taki tüm grupların yönetime dahil edilmesi gerekliliği iken, diğeri 
Irak’ın komşusu olan ülkelerle ve özellikle Türkiye ile işbirliği yapılmasının şart olduğudur.

Bu unsurlardan özellikle ikincisinin hayata geçirilmesi için, Bush yönetimi Türkiye’ye olan yaklaşımında değişiklik yapma ihtiyacı duydu. Türkiye’nin, Irak’ın yeniden yapılandırılmasında ve ABD’nin Irak’tan asker çekmesi sürecinde hayati bir konumda olduğunu fark etti. Böylece Türkiye-ABD ilişkilerinin yapısal ve kurumsal önemi bir anda ön plana çıktı. Bush yönetimi izleyen dönemde Türkiye’yle yakınlaşmaya başladı. 

Diğer yandan Türkiye, Irak sorununun kendisini de ilgilendiren olumsuz sonuçlarını ortadan kaldırabilmek için yeni ABD politikasını değerlendirmeyi uygun buldu. 21 Ekim 2007 tarihinde yapılan Dağlıca terör saldırısı, bu süreçte önemli bir katalizör rolü oynadı. Türkiye, Kuzey Irak’tan sızan PKK teröristlerinin düzenlediği saldırı sonrasında Kuzey Irak’ta askeri bir operasyon yapabilmek amacıyla ABD’ye büyük bir açılım yaptı; ABD ile yeni bir ilişki geliştirmeye başladı.

İşte bu kapsamda, Başbakan Erdoğan ve geniş bir heyet, Washington’da Başkan Bush ve heyeti ile 5 Kasım 2007’de tarihi nitelikte bir görüşme yaptı. 

Bu görüşme sonunda, Türkiye ve ABD’nin “PKK’ya karşı istihbarat paylaşımı” konusunda işbirliği yapmasına karar verildi. Bu anlaşma, aslında Türkiye ve ABD arasında daha kapsamlı bir işbirliği sürecinin temelini oluşturdu. İki ülkenin Irak’ın ve hatta tüm bölgenin yeniden yapılandırılması konusunda işbirliği içinde hareket etmesi konusunda bir konsensüs ortaya çıktı. Dolayısıyla bu görüşme, hem Türkiye’nin ABD politikası ve Türkiye-ABD ilişkileri açısından hem de Türkiye’nin başta Irak olmak üzere tüm bölge politikası açısından yeni bir dönemin başlangıcı olarak kabul edilebilir. 2009 yılı da bu dönem içinde değerlendirilmesi gereken bir zaman dilimidir.

2009 Döneminde Etkili Olan Temel Faktörler

Yukarıda belirtildiği gibi, Türkiye-ABD ilişkileri 2009 yılında oldukça olumlu gelişmiştir. Bu olumlu süreci ve durumu açıklamadan önce, bu sürecin ortaya çıkmasında rol oynayan ana faktörleri kısaca değerlendirmek gerekir. 

Bu faktörlerin başında yukarıda değinilen, 5 Kasım 2007 Anlaşması atmosferi gelmektedir. Türkiye ve ABD, bu anlaşma çerçevesinde PKK terörüne karşı ortak tutum almaya başlarken, ABD de PKK terörüne karşı Türkiye’ye istihbarat desteği vermeye başladı. Türkiye, ABD ve Irak, PKK’nın Kuzey Irak’tan temizlenmesi için üçlü işbirliği mekanizması kurdular. Türkiye bu sürece Kuzey Irak’taki Kürt yönetiminin de destek vermesi için girişimler yaptı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, İçişleri Bakanı Beşir Atalay ve diğer Türk yetkililer Erbil’e giderek, üçlü mekanizmanın işletilmesi için toplantılar yaptılar.

Bu atmosferde ortaya çıkan daha önemli bir faktör, ABD’deki yönetim değişikliğidir. 2008 Başkanlık seçimlerini kazanan Barack Hussein Obama’nın 1 Ocak 2009’da Başkanlığa gelmesi, bu yıl içindeki Türkiye-ABD ilişkilerinde çok belirleyici bir rol oynadı. Başkan Obama’nın dış politika anlayışı, hem içerik hem de jeopolitik hedef olarak Başkan Bush’tan farklı olup, Türkiye’nin rolünü öne çıkarmıştır.3 “Değişim” sloganıyla başkanlık seçimini kazanan Obama’nın dış politikası, İslam dünyası ve Ortadoğu ülkeleriyle farklı ve “daha olumlu” bir ilişki kurmayı hedefliyordu. Obama, 5 Haziran 2009 tarihinde yaptığı Kahire konuşmasında, İslam dünyasına dönük “yeni bir başlangıç” yapacağını, geçmişte yapılan yanlış uygulamaları sona erdireceğini ve ortak çıkarlara ve saygıya dayalı ilişkiler geliştirileceğini açıklamıştı.4 Bu ve diğer pek çok mesajına bakıldığında, Obama’nın içerik olarak “barış ve diyalog öncelikli”, jeopolitik olarak da İslam dünyası odaklı, yani Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya merkezli bir dış politika izlemek istediği görülür.

Obama’nın dış politikasının uygulanabilmesi için bölgede işbirliği yapabileceği ve dayanabileceği müttefiklere ihtiyaç vardı ki, bunların arasında ilk ve en önemli aktörün Türkiye olacağı apaçık ortada idi.5 

Zira Türkiye’nin uluslararası yapısal-kurumsal konumu ile konjonktürel şartlar yani Erdoğan hükümetinin dış politikası ile Obama yönetiminin dış politikasının içeriği ve jeopolitiği büyük oranda örtüşmekteydi. Aynen Obama dış politikası gibi, AK Parti’nin yedi yıllık dış politikası da teknik tabirle “barış vizyonuna” dayalı idi.6 AK Parti’nin AB Kopenhag Kriterleri çerçevesindeki uygulamaları, Kıbrıs sorununda ve Yunanistan ile ilişkilerde gösterdiği performans ve hatta ABD’nin Irak’ı işgaline karşı tutumu; barış vizyonuna uygun bir dış politika idi. Türkiye’nin bu dış politikası hem doğuda hem de batıda büyük bir destek bulmuştu. Türkiye’nin liberal değerler üzerinden yürüyen dış politikası, başta ABD ve diğer Batılı ülkeler olmak üzere tüm dünyada büyük bir ilgi çekmişti. Bu ilginin bir sonucu olarak, Türkiye uzun yıllardan sonra Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine seçilmişti. 

Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliği ile Obama’nın başkanlığının aynı döneme denk gelmesi, Türkiye-ABD işbirliğinin gelişmesine katkı yapan bir gelişme olarak görülebilir. Zira Türkiye’nin geçici üyeliği, ona BM ilkeleri çerçevesinde önemli bir rol ve sorumluluk yüklüyordu. BM’nin ilkesel olarak “barış amaçlı bir örgüt olması”, Obama’nın ve Türkiye’nin barış yanlısı dış politikalarını destekleyici bir unsur olarak ortaya çıkmıştır. Hele bir de uluslararası gündemde yer alan Irak’tan Afganistan’a, İran’dan Filistin’e 
kadar tüm sorunların bir şekilde BM Güvenlik Konseyi’nin kapsamında ve gündeminde olduğu dikkate alındığında, Türkiye ve ABD arasında artan işbirliği daha da anlaşılır hale geliyor. 

İçeriği, jeopolitiği ve uluslararası kurumsal konumu, Obama yönetimi ile böylesine uyuşma içinde olan Türkiye’nin dış politikasının hayata geçirilmesi için, bu vizyona ve dinamizme sahip bir liderliğin olması gerekirdi. Bu içeriğe ve jeopolitiğe hakim, hevesli ve becerikli bir dış politika yapımına ihtiyaç duyulurdu. İşte bu noktada, ABD’de Hillary Clinton ve Türkiye’de Ahmet Davutoğlu’nun rolü 
öne çıktı. Clinton, hem kocasından dolayı hem de başkan adayı olması nedeniyle güçlü bir dışişleri bakanı olarak ön plana çıkarken; Davutoğlu’nun hem uzun zamandır Türkiye’nin dış politika oluşumunda danışman rolünde zaten rol oynuyor olması hem de teorik olarak yeni konjonktürün dış politika anlayışına uygun bir kişi olması nedeniyle öne çıktığını söyleyebiliriz. 

Obama’nın 5-6 Nisan 2009 tarihinde Türkiye’ye yaptığı ziyaretten hemen sonra, yani 2 Mayıs 2009 tarihinde Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olarak atanması bir tesadüf müdür, yoksa Obama-Erdoğan anlaşması sonucu planlı bir atanma mıdır tam olarak bilemeyiz, ancak çok kritik ve olumlu bir adım olduğu açıktır. Zira Davutoğlu’nun Ortadoğu ve Kafkaslardaki sorunlarla yakından ilgilendiği, AK Parti hükümetinin bölgeye dönük dış politikasında baş aktör olduğu, Türkiye’nin “stratejik derinliği”nin Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya “havzalarına” yoğunlaşması gerektiğini savunan bir akademisyen olduğu bilinmektedir. 

Diğer bir deyişle Davutoğlu, Obama yönetiminin ve Türkiye’nin dış politikalarının ve işbirliğinin hayata geçirilmesi açısından oldukça önemli bir seçimdi ki, 2009’daki gelişmeler bunu açıkça ortaya koymuştur.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***