İNSAN HAKLARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İNSAN HAKLARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ocak 2018 Çarşamba

AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ İNSAN HAKLARI VE DEMOKRASİ STRATEJİSİ, BÖLÜM 5

AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ İNSAN HAKLARI VE DEMOKRASİ STRATEJİSİ, BÖLÜM 5



Medeni Dünyanın Kapısında Türkiye ve İnsan Hakları,




Bülent Peker, 
Tanıl Bora 

(BİRİKİM DERGİSİ Sayı : 128 - Aralık 1999)


İstanbul’daki AGİT Zirvesi, kamuoyu imalatçılarınca, Türkiye’nin “medenî dünyaya” dahlini kesinleştiren bir tören olarak kutlandı. Gerçekten de “dünya”, Türkiye’nin ‘kendine özgülüğüyle’ marûf demokrasisiyle bir hayli barışık görünüyor. Türkiye’yi yönetenlerin demokrasi ve insan haklarında evrensel standartlardan istifa etmeye hazır göründüğü bir yıl öncesinden bakıldığında şaşırtıcı olan bu gelişmede hükmünü yürüten, esas olarak jeopolitiktir. Türkiye, Soğuk Savaş sonrası kısa bir belirsizliğin ardından, ananevî ihraç ürünü olan jeopolitiğe yeniden kavuşmuş görünüyor. “ABD artı Avrupa Birliği” (artı işlemi zaman zaman eksiye veya bölmeye dönüşebilir) demek olan “medenî dünya”, hem göç dalgası ve sarî çatışmalardan kaçınma, hem de global iktisadî rekabet gereklerinden dolayı, Avrasya havzasında istikrar istiyor. Ki istikrar, medenî dünyada, bütün değerleri kendine biat ettiren en yüce değerdir. Artık Avrasya havzası olarak kodlanan Kafkasya ve Balkanlar’ın (hattâ Ortadoğu’nun da bu jeopolitik kodlamadan bir nasibi var) istikrarı uğruna, Türkiye salona kabul edilecek. Jeopolitiğin hükmüyle beraber, Avrupa’yı Türkiye’ye karşı “aptalca ve tahammülsüzce” davranmamaya çağıran ABD politikasının hükmü galebe çalıyor.[1] ABD yönetimi ve “akıl depoları” (think thank) bir süredir, sıkı ders ve disiplin düzenini takmayan, devamsız, imtihanlara gelmeyen ama okulun sosyal hayatında hep hazır ve nâzır, kantinden çıkmayan, okul takımında da oynayan haşarı talebe Türkiye’ye Avrupa kolejinde bir şans verilmesi için ikna etmeye çalışıyorlar. Katı öğretmenlere, Türkiye’nin zayıf derslerini ikmal edeceğini, matematiğini yaz kurslarında geliştireceğini, yabancı dilini de sonradan öğrenebileceğini, zaten gündelik hayatta o kadar iyi bir dilbilgisine de ihtiyaç olmadığını anlatıyorlar.[2] Türkiye’nin “demokratik ve modern olmasının AB’den dışlandığında değil, AB içinde kaldığında mümkün” olduğu mülahazası,[3] halihazırda Avrupa’nın siyasî koordinat sisteminde “merkez”i teşkil eden sosyal-demokrat camia tarafından da paylaşılmakta. Bir nevi Almanya Dışişleri İkinci Bakanı mevkiindeki Cem Özdemir’in, Öcalan’ın yakalanmasından sonra yaptığı açıklamalar, bu meâldeydi: Cem Özdemir, Avrupa’nın Lüksemburg’da Türkiye’yi terslemekle hata yaptığını, böylelikle -meâlen- Türkiye’nin iplerini elinden kaçırdığını söylemişti. Zira AB üyeliği ümidi verilmiş bir Türkiye, daha fazla kontrol altında tutulabilecek, insan hakları ve demokrasiyle ilgili iyileştirmelere daha müessir bir şekilde zorlanabilecektir. Bugün AB’de de bu mülahaza ağır basıyor ve Türkiye’ye, terbiyevî amaçlarla, umut veriliyor.

Avrupa’nın ve ABD’nin demokrat kamuoyu, hiç değilse bazı sektörleri, jeopolitik hesapların bahanesi olarak değil de, samimî olarak buna inanıyor. Sahiden de, TC devletini idare edenlerin, medenî dünyayı -bu kez öbür anlamda- “idare etme” ve salona kabul edilme uğruna, demokratik düzenlemeler ve temel insan haklarına riayetle ilgili bazı iyileştirmelere gitmeleri umulabilir. Bu konuların sarkastik tavırları kaldırmayacağı açıktır; böylesi iyileştirmeler insanlık nâmına iyidir ve bunlara sistemin muhaliflerinin de memnun olması gerekir. Ancak Türkiye devletinin “medenî dünya”yı misafir etme stili bile, hal ve gidişini değiştirmeye -niyetini bir kenara bırakalım- tabiatının elvermediğini göstermedi mi? Medeniyetin ağırlandığı adacığın delice bir güvenlik çemberiyle ve -deprem bölgesinde bile!- utanmazca bir tezyinat hâlesiyle tecrit edilmesi, şehir içi seyrü seferin blokajı, -mağduriyetleri otomobil sahibi yurttaşların hali kadar dramatik bulunmasa da- muhaliflerin salt protesto açıklaması yaptıkları için veya böyle bir açıklamaya niyet ettikleri için (tamamen bu nedenle!) gözaltına alınmaları, bu müstakbel AB üyeliği sinyaliyle sevindirik olmuş devletin nelere kâdir olduğunu “dünyaya” da göstermiş olmalıydı. Fakat “demokratikleşme ve insan haklarına önem verme” doğrultusunda bütün dünya tarafından gayrete getirilmeye çalışılan ve neticesinde (‘Türkiye’nin düzeni’ni teşkil eden bütün ‘değer’lerin duayeni) Demirel’in ağzından ‘ferdî ve tesadüfi’ mâhiyette bir işkencenin varlığını ikrar eden bir ifade koparılabilen Türkiye’nin özellikle insan haklarıyla ilgili iyileştirmelerdeki tutkulu gönülsüzlüğüne dair, AGİT protokolünün simgelediğinden çok daha güçlü veriler var.

İNSAN HAKLARI: BİR DURUM TESPİTİ

Türkiye’de yetkililer, insan hakları alanında önemli mesafeler aldıklarını savunuyorlar. Doğrudur. Bu yargıyı, yargısız infaz ve işkence sonucu ölüm olgularında artış görüldüğü bir dönemde, dahası 26 Eylülde Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’ndeki katliamın ardından belirtiyoruz. Şu kaydı koymak koşuluyla: Onların insan hakları sorunu, uluslararası alandaki eleştirilerle sınırlı bir sorundur. Bu eleştirilerde, önemli bir yumuşama, hattâ geri çekilme sözkonusudur. Bugün Türkiye’de işkencenin ya da yargısız infazların sistematik olduğunu söylemek, neredeyse ayıptır.

İşkencenin sistematik olup olmadığı sorunundan başlayacak olursak: Gerek yetkililerin işkencenin sistematik olmadığını güvenle söylemelerini, gerekse bu konuda hükümeti eleştirenlerin sözkonusu eleştiriden geri çekilmeleri, epeyce anlaşılır bir nedene dayanıyor. İşkence ve kötü muamele suçları için öngörülen cezalar arttırılmış ve işkence yapanlara karşı cezai işlem yapılacağını bildiren bir genelge yayımlanmıştır. Dolayısıyla, işkence ve kötü muamele oldukça yaygındır, ama devlet politikası değildir, yani resmî açıklamalarla desteklenmiyor. Hattâ, TBMM işkence ve kötü muamele yapanların affedilmesi ve aleyhlerindeki davaların askıya alınmasını öngören bir Af Yasası çıkarmış olsa da, bu yasa veto edilmiş ve Adalet Bakanı, İçişleri Bakanlığı’nın işkencecilerin affına ilişkin isteğini geri çevirmiştir. Fakat, kötü muameleden suçlu bulunan kişilerin affı ve haklarındaki davaların düşürülmesi yönündeki bir hüküm korunmuştur. Yasadaki son düzenleme, işkencecilerin yargı önüne çıkarılmasını âmirinin iznine tâbi kılmış bulunuyor.

İşkencenin sistematik olduğunu gösteren belirtilerden biri, İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’ın İskenderun’da iki kız çocuğunun cinsel işkence görmesiyle ilgili açıklamasıydı. Tantan, İzmir’deki bir işkence sonucu ölüm olgusu karşısında, olayı doğrudan kendisine bağlı müfettişlere soruşturtmuştu. Bu soruşturmanın sonuçlarını öğrenemedik, ama soruşturmanın kendisi, İçişleri Bakanlığının tutumu konusunda umut vermişti. Oysa İskenderun olgusunda Tantan, işkence konusundaki haberleri, her zamanki hamâsî dille inkâr etmekle yetindi. Tantan’ın sağlam görünen bir dayanağı vardı. İşkence gördükleri belirtilen çocuklara sağlam raporu verilmişti. Ama Türk Tabipler Birliği’nin saptamış olduğu gibi, sözkonusu sağlam raporları, Sağlık Bakanlığı tarafından belirlenen rapor hazırlama formatına uygun değildi ve geçersizdi. Yani sözkonusu raporları veren hekimler, başka yerlerdeki çok sayıdaki meslekdaşları gibi, mevzuata aykırı rapor düzenlemek zorundaydılar ve öyle de yaptılar. Tantan, mevzuata uygun olmayan raporlara dayanarak ve başka bir araştırma yapmaksızın sözkonusu işkence bilgilerini yayımlayan gazetecileri azarlamaktan kendini alamamıştı. Devletin başka birimleri de, çeşitli platformlarda sözkonusu işkence olgusunu yalanlayacaklardı. Dolayısıyla, işkenceyi sistematik yapan faktörlere, işkencecilerin (yalnızca yürütme tarafından değil, bağımsız Türk yargısı tarafından da) korunmasının yanı sıra, üst düzey devlet görevlilerinin (işkencecilerin amirlerinin) işkence olgularını inkâr etme eğilimini de eklemeliyiz. Aynı inkâr, bizzat işkence görenlerin tedavisiyle ilgili çalışmalar yapan bir hekimin, TİHV İzmir Tedavi Merkezi gönüllüsü Dr. Zeki Uzun’un durumunda da karşımıza çıktı. Zeki Uzun, örgüt üyesi olduğu iddia edilen bir kişiyi tedavi etme suçlamasıyla gözaltına alındığında marûz kaldığı işkenceyi ayrıntılarıyla anlattı. Oysa bazı meslekdaşları, meslek ilkelerine ve usûle uygun olmayan bir muayene sonucunda, yine şu ünlü sağlam raporlarından birini verdiler. Dolayısıyla yetkililer, Zeki Uzun’un işkence görmediğini güvenle söyleyebileceklerdi. Böylece diyebiliriz ki, işkencenin sistematik olmasının yanı sıra, işkencenin sistematik olmadığını söyleyebilmek için işletilen mekanizmalar ve baskılar da sistematiktir ve bizatihî insan haklarına aykırı, insan haysiyetini zedeleyici niteliktedir.

Aslında son bir yılda, insan hakları savunucularına yönelik olarak şiddet yoluyla ya da bağımsız Türk mahkemeleri yoluyla işletilen baskıların da, bu sistematik pratiğin parçası olduğunu görmek gerekiyor. Ankara DGM’de yargılanan Avukat Zeki Rüzgar ve Dr. Cumhur Akpınar’ın davası, neredeyse sözkonusu politikanın ilanı gibi ortaya çıkmıştı. Rüzgar ve Akpınar, DGM-”Terörle Mücadele” baskınlarına kadar tanışmıyorlardı. Ama bağımsız Türk yargısı, ağlarını örüyordu. Onların ortak yanları, işkence olguları karşısında mesleklerinin gerektirdiklerini biliyor ve uyguluyor olmalarıydı. DGM savcı ve yargıçları, işkence gören çok sayıda kişinin davasında, Avukat Rüzgar ile hasım olarak karşılaşmışlardı. Onlara kanıt üreten polisler, Av. Rüzgar’ın açtığı davalarda yargılanabiliyor, hattâ mahkûm olmaları tehlikesi bile (sözkonusu mahkûmiyetler ertelenen para cezalarından ibaret olsa bile) doğabiliyordu. Dr. Akpınar ise, işkence gördüğünden kuşkulandığı kişileri, mesleğinin ve mevzuatın gerektirdiği şekilde muayene ediyor ve devlet memuru olmasına karşın bunda ısrarlı olma cüretini gösteriyordu. Dolayısıyla, özellikle de bir bağlantıları olmaması nedeniyle, onlar DGM için uygun bir ikili oluşturdu. Mesaj açıktı: İnsan haklarını savunmak ve insan hakları normlarını uygulamak, “terörist” faaliyetlerdi.

İnsan hakları savunucularına dönük baskıları (ki burada “irticayla mücadele” programı çerçevesinde Mazlum-Der’e yöneltilen ve doğrudan doğruya bu derneğin insan haklarıyla ilgili angajmanlarını hedef alan keyfî baskıları mutlaka zikretmek gerekiyor), insan hakları örgütlerine belirli bir hüsnü kabul gösterme ve bu hüsnü kabulü “dünyanın” gözüne sokma politikası tamamlıyor. PKK’nın bir yığın eylemini kınamış olan İHD’nin bu açıklamalarını görmezden gelerek düzenli aralıklarla “insan hakları kavramı sadece PKK hakları mıdır? Terörizmden zarar gören insanların hakları ne olacak?” anonsunu yapan Ertuğrul Özkök bu politikada da “kamuoyu önderliğini” üstlendi: Devlet Bakanının insan haklarıyla ilgili sivil toplum örgütleriyle -tabiî ki AGİT icabı- yapılan toplantıya İHD’yi çağırmış olmasını, onu muhatap kabul etmiş olmasını, bir büyük kerem olarak insan hakları savunucularının kafasına kaktı.[4] İstenen, insan hakları kuruluşlarının bu lütfun kıymetini bilmeleri ve insan haklarının hâmisinin eninde sonunda devlet olacağını tanımalarıdır. Muhtemeldir ki, önümüzdeki dönemde, -elbette rasyonel ve hukuku tanımlanmış bir zeminde diyalogdan kazınmadan- devlete mesafesini korumak, yani insan hakları örgütlerinin evrensel prensibine uymak, bir insan hakları kuruluşunun “sözde insan hakları örgütü” olduğunu iddia etmenin temel kanıtı olarak iş görecek.




SIFIR TOPLAMLI BİR BAHANE OYUNU

Şimdi Türkiyeli bakanlar, güçlü devletleri ya da devletlerarası kuruluşları temsil eden muhataplarına, Türkiye’de insan hakları ihlâllerinin azaldığı iddialarını, “terörizmin” azalmasıyla açıklıyorlar. Terörizm denen faaliyetlerde azalma olduğu da doğrudur. Ama terörizm olarak, yani kişi, grup ya da toplumların yıldırılması amacıyla yapılan sistematik şiddet eylemleri olarak gördüğümüz uygulamaların azalması, terörizm ortadan kalkmadıkça göreli ve geçicidir. Görelidir, çünkü çocukları terörizmin mağduru olan bir aile için, terör artmış demektir. Geçicidir, çünkü terörist uygulamaların azalması ya da artması, içinde bulunulan koşullara, örneğin terörist faaliyetleri koordine eden kuruluşların belirli toplum kesimlerinin ya da toplumun yıldırılması amacına ulaşmış oldukları konusundaki subjektif tespitine bağlıdır.

12 Eylül’den beri, devleti gasp edenler, insan hakları ihlâllerini “yıkıcı/bölücü/terörist” faaliyetlerin varlığıyla açıklıyorlar ve haklı göstermeye çalışıyorlar. Hikmet Sami Türk de, insan haklarından sorumlu Devlet Bakanı olduğu dönemde, Türkiye’nin (kendi anladıkları biçimiyle) insan hakları sorunlarını böyle çözümlüyordu. Mevcut Bakan Mehmet Ali İrtemçelik de, Clinton ile görüşmesinde, insan hakları ihlâllerinin azaldığı iddiasını, “terörist” faaliyetlerin azalmasıyla açıkladı. Yani demek istiyorlar ki, “(onları ‘terörist’ olarak nitelediğimiz sürece) muhalifler varoldukça insan haklarını ihlâl etmek zorundayız, yolumuza çıkmadıkları sürece de, insan haklarını ihlâl etmeyiz.”

Aslında “terörizm” teriminin bugünkü kullanımı da, onun insan haklarıyla bağlantısı da, Türk yetkilileri bunun reklamını ne kadar yaparsa yapsınlar, onların icadı değildir. ABD ile müttefik olan bütün baskıcı rejimlerin ortak dilini kullanıyorlar. İşte bu yüzden de, hükümetlerin “terörizm” olarak adlandırmayı başardığı faaliyetlerin “en büyük” insan hakları ihlâli olduğu savı kabul görebiliyor ve bu sav, insan haklarıyla ilgili uluslararası belgelerde de yerini buluyor. Bu da, “terörist” olduğu söylenen kişilerin insan haklarının olmadığı ya da hukuksal olarak onlar için insan hakları talepleri getirilemeyeceği anlamına geliyor. Böylece “terörist” sıfatı, “insan”dan başka bir türü nitelemiş oluyor. Türk iç ve dış politikasının başarısı, çok geniş insan gruplarını “terörist” olarak niteleyebilmesi ve bunu hedef grubuna kabul ettirebilmesindedir. Bu sıfatın altını çizmek gerekiyor. Çünkü MGK ve Genelkurmay, ceza ve tutukevlerinde bulunan siyasî tutuklu ve hükümlülerden “siyasal” diye söz edilmesi karşısındaki isyanlarını, boşuna ifade etmediler.

Cezaevleriyle ilgili bir parantez açalım. Adalet Bakanlığı, Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi’nin son Türkiye raporuna verdiği yanıtta, “cezaevlerinde tutuklu ve hükümlülerin insan haklarının tehdit edilmediğini, insan haklarını tehdit edenin tutuklu ve hükümlüler olduğunu” iddia etmişti. Adalet Bakanlığı bürokratları bu yanıtı verirken, cezaevlerinde işkence sonucu onlarca insanın öldüğünü; TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’nun cezaevleriyle ilgili bir rapor hazırladığını ve bu raporun “devletin itibarını sarsmamak” için yayımlanmadığını; 1996 ölüm oruçları sonucundaki hastalıkları nedeniyle konuşma, hattâ düşünme yeteneklerini epeyce yitirmiş tutuklu ve hükümlülerin serbest bırakılmadığını ve cezaevlerinde tutuklu ve hükümlülerin katledilmesiyle ilgili davaların da “itibarını” koruma adına sonuçlandırılmadığını biliyorlardı elbette. Bütün bunların aleni bilgi olması, ne Adalet Bakanlarını ne de onları idare eden bürokratları ve hür basını ilgilendirmez aslında: 12 Eylül 1980’den beri, cezaevlerinde yaygın işkence ve katliam, büyülü bir şifreyi kullanarak kapatılmış, kapatılmak ne kelime, haklı gösterilmiştir: “terörizmle mücadele”.

İnsan haklarının moda olmasıyla birlikte, cezaevleri katliamları ve işkence, Türkiye siyasileri ve bürokrasisi için de bir sorun olmaya başladı. Onlar, Türkiye’de sistematik işkence olmadığının, Türkiye’nin “insan haklarında iyiye gittiğinin” söylenmesini istiyorlar; hattâ Avrupalı dostlarını, tehdit ediyorlar. Elbet Türkiye’de ABD ve Avrupa “demokrasileri”, yani “hür dünya” için işkencenin ya da Kürt Sorununun silâh alışverişinde bir koz olması, bu tehdidin işe yaramasına yolaçıyor. Bugün Avrupalı ya da Amerikalı bir “insan hakları savunucusu” ya da diplomatına Türkiye’de sistematik işkence olduğunu söyleseniz, size bilmiş bilmiş ve paylarcasına bakacaktır.

Son cezaevi katliamında 10 kişi, kasıtlı ve planlı bir şekilde, emir-komuta zinciri içinde tezgâhlanmış bir plana uygun olarak öldürüldü. Daha önce ne Ankara Merkez Kapalı Cezaevinde, ne de Diyarbakır’da katledilenler, kontrolsüz bir barbarlık ya da vahşilik sonucu öldürüldü. Sistematik sadizmle renklendirilmiş terörist bir ideolojiye (hani şu resmî ideoloji dediğimiz) uygun olarak, insan onurundan yoksunluğu seçmiş salon siyasetçileri ve bürokratları tarafından, insan onurundan yoksun bıraktıkları zavallıları kullanarak öldürüldü. Onlar onursuzca ve kurnazca öldürüldü. Bizlere, depremin sarstığı “devlet otoritesi”ni hatırlatmak için, MGK’nın ve onun hükümetinin “duruma hâkim” olduğunu (bu Başbakanın sözüdür) göstermek için öldürüldüler. Bu, ne Türkiye’de ne de TC Hükümetinin dostları, hattâ onların majestelerinin insan hakları kuruluşları arasında onursuzluk değildir. Çünkü katliamcılar, insan hakları teknokrasisi için de etkili olan büyülü bir terimin arkasına saklanıyorlar: terörizmle mücadele.

AB YOLUNUN AÇILMASINI İSTEMEYENLER

26 Eylül günü Ankara Merkez Kapalı Cezaevi bir mezbaha haline getirilmişken, Viyana’nın bir sarayında, Türkiye Hükümetinin, insan haklarını korumak bakımından umut verdiğinden sözediliyordu. Çeşitli hükümetlerin temsilcileri ve yine onların insan hakları savunucuları, Türk Hükümetine haksızlık yapılmamasını istiyorlardı. Aynı sarayda, çeşitli Avrupa hükümetlerarası ve hükümetlerdışı kuruluşları, işkence gibi büyük belâları savuşturmuş olmanın rahatlığıyla, azınlık kültürlerinin ve dinlerinin korunmasından sözediyorlardı.

Cezaevi katliamının, Türkiyeli insan hakları savunucuları tarafından dayak yiyerek de olsa alenileştirilmesinin ardından, hükümeti mazûr göstermenin bir yolu bulundu. Türkiye Hükümeti AB’nin eşiğine yaklaştıkça, ona komplolar hazırlanıyor; insan hakları ihlâlleri artıyordu. Katliamın ardından, beceriksizce bir “yargısız infaz,” polisin foyasını ortaya çıkarıyor; Nuh Mete Yüksel, Merve Kavakçı’yı bir basın şovu yaparak gözaltına almak istiyor; Ahmet Taner Kışlalı, Ankara usulü bir “faili meçhul siyasal cinayet”te yaşamını yitiriyordu. Çok bilmiş köşe paşalarına göre, bütün bunlar, AB yolunun açılır gibi olmasına tepki olarak tezgâhlanmıştı.

Mart ayında, İstanbul’da işkencenin önlenmesi için yapılan bilimsel bir çalışmanın toplantıları sürdürülürken, sendikacı Süleyman Yeter, daha önce kendisine işkence yapmalarından dolayı davacı olduğu polis ekibi tarafından gözaltına alınarak öldürüldü. Süleyman Yeter ve arkadaşları, işkencecileri tespit etmiş, avukatları davanın açılmasını sağlamışlardı. Ama polisler, ne amirlerince görevden alındılar ne de yargı tarafından tutuklandılar. Bu da AB yolu açıldığı için mi olmuştu? Haziran ayında, Başbakan Bülent Ecevit, işkence iddialarının üzerine kararlılıkla gidileceğini ve yasal işlem yapılacağını açıkladıktan sonra, işkencede ölüm olaylarının yanı sıra polis ve jandarma tarafından düzenlenen “yargısız infaz” olaylarında öldürülen kişilerin sayısı da arttı. Bu da AB yolunun açılmasına tepki miydi?

Şu AB senaryosuna kendini kaptıranlara bakacak olursak, Türkiye’de yaşama hakkının ve kişi güvenliğinin sağlanmasında epey yol katedilmiş de, ihlâller anormal bir biçimde tekrar ortaya çıkıvermiş sanırsınız. Kendileri de, bunca yıldır insan haklarının korunması için mücadele etmiş de, şimdi hayal kırıklığına uğramış gibidir. Belki bir komplo üretmek zorundalar ki, ülkeyi uzaktan izleyip hiçbir şey yapmamalarının, hiçbir şey yapmayı istemiyor, hattâ olan bitenden rahatsız olmuyor olmalarının mazereti olsun. Yargısız infaz ve işkencede onları üzen, Avrupa Birliği’nin, genel olarak “medenî dünyanın” onlar hakkında kötü bir imaja sahip olmasıdır. Onlar, yalnızca imajla ilgililer; sanal bir dünyada yaşıyorlar. Türkiye’nin “medeni dünya”nın bir parçası olduğunu sanabilseler, Avrupalı olduklarına inanabilseler, her şey hallolmuş olacak. Onlar için insan hakları, “Batılı dostları” tarafından gündeme getirildiği için sözetmeye değer bir konudur. Bu yüzden de, örneğin savundukları başka “Batılılaşma” yöntemlerinin (örneğin özelleştirme) insan haklarının gerçekleşmesine (örneğin sağlık hakkı) etkilerini görmek bile istemezler.

Adana’daki yargısız infaz, onlara göre normal dışı bir olay olmalıdır ki, bir komplonun parçası olsun. Oysa Adana infazı, yargısız infaz olaylarının 1993-94 düzeylerine çıktığı bir dönemin ardından gerçekleşmiştir.[5] Ama önemli olan sayılar değildir. Sayıların azalması eksilmesi, yalnızca bir göstergedir nihayetinde. Kaç kişinin yargısız infaz sonucu öldürüldüğü ise, bir ülkede “yargısız infaz” denen uygulamaların sistematik olup olmadığını göstermez. Adana katliamı, “yargısız infaz”ın sistematik bir idari pratik olduğu bir ülkede gerçekleşmiştir.

Türkiye’de yaşam hakkı ihlâllerinin sistematik olduğunu ve bu ihlâllerin sistematik olmasının ne demek olduğunu açıklığa kavuşturabilirsek, komplo teorileriyle vakit geçirmemize de gerek kalmaz. İnsan hakları ihlâllerinin sistematik olması, ihlâllerin yaygın olması ya da şu kadar sayıda insanın ihlâllere hedef olması demek değildir. İnsan hakları ihlâllerinin sistematik olması, hükümet aygıtlarını yönetenlerin ve bu arada onları yöneten zihniyetin, bizim insan hakları ihlâlleri dediğimizi hiç değilse belirli dönemlerde ve/veya belirli kişi ya da kişi gruplarına karşı gerekli görmeleri, bu yönde bir tercihi içselleştirmiş olmaları demektir. Bu tercihin yapılmış olması ise, ihlâllerin kendilerinden değil, faillerin hukuka uygun cezai işleme tâbi tutulup tutulmamalarından anlaşılabilir. Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve İHD, en son olarak, AGİT Taahhütlerini Gözden Geçirme Konferansı’nda verdikleri brifingde, işkencenin sistematik olup olmadığının, faillerin cezai ve idari yaptırımlar karşısında korunup korunmadıklarına bağlı olarak belirlenebileceğini açıkladılar. Yine sendikacı Süleyman Yeter örneğine dönersek; Süleyman Yeter, kendisine ve başkalarına işkence yapmaktan yargılanmakta olan bir polis timi tarafından öldürülmüştür. Yani o polis timi, haklarında dava açılması başarılmış olmasına karşın (çünkü failler hakkında cezai soruşturma ve yargılamanın başlatılması da zordur), halen aynı görevi sürdürebilmektedir. Benzer örneklere bakıldığında, haklarındaki cezai davalarından bazılarında mahkûm olmaları halinde de, cezaları “iyi hallerinden” dolayı ertelenecek, belki de para cezasına çevrilerek ertelenecektir. Bu ise, işkence suçunu işleyenlerin cezalandırılmasına yönelik yasa yokluğundan kaynaklanan bir durum değildir. İşkence yapan bir polis, işkence yapmasından dolayı görevinden alınmayacağını, hattâ cezaevine konmasının küçük bir olasılık olduğunu bilir. Hükümet bakımından, “yargı bağımsızdır, ne yapalım?” demek de, bu konudaki pürüzleri çözecektir. Yasayı doğru uygulamakta kararlılık gösterebilecek savcı ve yargıçlarla karşılaşması elbette bir olasılıktır. Ama bu kötü olasılık gerçekleşse bile, yasal olarak, davasının duruşmalarına katılmak zorunda değildir ve mahkûm olması halinde de, iş bulabileceği geniş bir sektör vardır ve polis arkadaşları ne yapıp edip onu bulamayacaktır: “The Eyes Wide Shut” - Gözleri Faltaşı Gibi Kapalı!

Türkiye’de polis, son zamanlarda, özellikle akademisyen genel müdür Turan Genç’in açıklamalarına bakıldığında, kendi bünyesini insan haklarına riayetkâr davranma doğrultusunda terbiye etmek için bir şeyler yapıyor görünüyor. (Gerçi İçişleri Bakanı Tantan da halkın polise güvenmediğini teslim etme cesaretini göstermişti - ama o da eninde sonunda, yukarıda değinilen İskenderun olayındaki gibi, “teşkilât refleksleri”nden kendini alamıyor.) Bunun son örneği, 21-22 Kasım’da basına yansıyan Emniyet Genel Müdürlüğü genelgesidir: büyük bir yücegönüllülükle gösteri ve yürüyüşlerin “normal” ve “demokratik hak” olduğunu telkin ederek, futboldan bildiğimiz bir tabirle “orantısız güç kullanımı” ilkesine uyulmasını isteyen bu genelgenin kendisi, mevcut polislik pratiğinin sadece insan haklarına aykırılıkla kalmayıp standart polis deontolojisinin de sınırlarını zorladığını ikrar ediyor aslında. Bizzat Polis Akademisi öğretim üyeleri, Türkiye’de polis pratiğinin ‘usulsüzlüğüne’ dair tespitlerde bulunuyorlar.[6] Zaten kendini kamusal bir işlevle değil millî/yetçi bir misyonla meşrûlaştıran “Türk Polisi”, herhalde müeyyidesi olmadığı ve hiç yadırganmadığı için, çok açık konuşan, “dilini tutamayan” bir camiadır: insan haklarıyla ilgili iyileştirmeler yapma lüzumunu sineye çeker göründükleri ilk zamanlarda, 1990’ların ortalarında, muhtelif müdürlerinin ağzından, “insan hakları ihlâllerinin önüne geçilmesi” lâfı değil de “insan hakları ihlâlleriyle ilgili şikâyetlerin önüne geçilmesi” lâfı dökülmüştü. Son genelgede de “istenmeyen görüntülerin oluşması”ndan şikâyet ediliyor. Keza Tantan’ın polisin yapısal problemleriyle ilgili en şedit açıklamalarında günah, “birkaç çürük yumurta”nın sırtına yüklenmişti. Kendinden “teşkilât” diye bahsetmeyi seven Türk Polisi, idarî ve siyasî âmirleri tarafından, refleksleri ve eğilimleri kollanacak bir “kitle tabanı” gibi düşünülüyor. Bu fiilî statü, insan haklarını sistematik biçimde ihlâl eden ve birçok ihlâli ihlâl olarak algılanmaktan bile vareste tutan polis “alt-kültürünün”[7] yeniden üretimini sağlıyor. Bu alt-kültürün değiştirilmesi, yani bizzat “kitle tabanı”nın -formasyonunun, gerekirse personelinin- değiştirilmesi, en az siyasî-idarî düzenlemeler kadar önemlidir. Bu yönde bir irade görünürde yoktur.

DAHA DA SINIRLI, DAHA DA ‘GÜVENSİZ’...

“Dünya 1. ligine kabul edilme”nin Türkiye’ye yaptırım olarak göreli bir demokratikleşmeyi getireceğini varsaymak, makûldür. Yazının başında söylediğimiz gibi, ironik ve sarkastik bir tavırdan kaçınmak gerek; insan hakları sözkonusu olduğunda, varsın göreli olsun, ‘nereden ve nasıl gelirse gelsin’, iyileşmeler iyidir. Buna şüphe yok. Lâkin beklenebilecek iyileşmelerin hudutları hakkında fazla iyimser olmak mümkün görünmüyor.

Kıyas için, Latin Amerika, İspanya ve Yunanistan deneyimlerini hatırlamak yol gösterici olabilir. Buralarda demokratik toplumsal muhalefet otoriter-faşizan rejim güçlerine karşı büyük bir güç bloku oluşturmayı ve onu geriletmeyi başardı, ancak birincisi bu güç, -tıpkı Türkiye’deki gibi- olağanüstü semirmiş ve kendi bekasını koruma doğrultusunda örgütlenmiş gayrınizamî harp aygıtını altedecek bir düzeyde olamadı. İkincisi, buralarda da göreli demokratikleşmede, dış etkenlerin -Latin Amerika’da “dünya konjonktürü”, İspanya ve Yunanistan’da Avrupa bütünleşmesi- payı belirleyiciydi. Göreli demokratikleşmeler, aşağı yukarı şu iki seçeneğin ara yolu mahiyetindeki uzlaşmalarla bulundu: biraz ceza ve haddini bildirme, biraz bağışlama ya da görmezden gelme, unutma.[8] Bu ceza-ve-bağışlama pazarlığını yürütecek uzlaşma politikasının aktörleri olarak, ya bu işleve uygun yeni (“temiz”) ve kısmen politika-üstü veya yarı-politik figürler ortaya çıktılar, ya da demokratik muhalefetin saygın isimleri bağırlarına taş basarak bu rolü üstendiler. Genellikle sembolik kişilere -iyi ihtimalle, Yunanistan’daki gibi, ibret vermeye yeterli- sembolik cezalar verildi, ancak bunun karşılığında yeni döneme intibak ‘şansı’ tanınan baskı aygıtının bekası sağlandı.

Açık ki, Türkiye’de şartlar çok daha kötüdür. Birincisi, demokratik muhalefet, çok daha zayıftır. Buna bağlı olarak, ikincisi, dış etkenin umulabilecek bir göreli demokratikleşmeye etkisi çok daha fazladır - dedik ya, Türkiye için demokratikleşme ve insan haklarında iyileştirme bir uluslararası yaptırım mâhiyetindedir. Üçüncüsü, demokratik muhalefetin zaten ancak kıyısına ilişebildiği pazarlık masasında -tabiî böyle bir masa varsa!- göreli demokratikleşmenin dozunu arttıracak, “yeni dönemi” temsil eden yeni/uzlaşmacı veya eski/muhalif aktörler mevcut değildir; aktörler, “kimi kimi şikâyet ediyorsun?” sualiyle biten kadı fıkrasındaki aktörlerdir. Kısacası, Türkiye’de baskı ve konspirasyon aygıtını, belirli bir kılık değişimiyle bekasını sağlama karşılığında görece demokratik bir rejime gönülsüz “katlanmaya” zorlayacak bir pazarlık ortamı yoktur - halihazırda rejim güçleri açısından böyle bir dayatma yoktur.

On yıl kadar önce Özal devrinde yaşanan “Türkiye’ye hâcet kapıları açıldı” iyimserliği bugünlerde tekerrür ederken, “medenî dünya”nın şefaatini ummak da, mesuliyetsiz bir ironi ve sarkastizmle ezber tekrarlamak da kolay, rehavete sevkedici tutumlar. İnsan hakları sözkonusu olduğunda canlara ve ortak insan haysiyetimizin çiğnenmesine malolan bu rehavete kapılmaya hakkımız yok.

[1] İfade, ABD’de “güvenlik danışmanlığı” denen global siyasî polislik hizmetinin pîri olan Zbigniew Brzezinski’nin: “Avrupalılar pek çok zaman [Türkiye’ye] aptalca ve tahammülsüzce davrandılar.” (Foreign Policy, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayını, Kış 1998/99, s.66)

[2] “Türk kamuoyu”nun bir velî ve vasî olarak eline sıkı sıkı yapıştığı ABD Başkanı Clinton’a gösterdiği perestişin utanç verici manzarasını Yıldırım Türker Radikal İki’de (21 Kasım 1999) çizdi. ABD’nin insan hakları ve demokrasi bahsinde mürebbiyelik yapmaya kalkmasındaki utanmazlığı da, “anti-Amerikan” şovenizmine düşmeden, vurgulayarak...

[3] Brzezinski, a.g.y., s. 67.

[4] Hürriyet, 14 Ekim 1999.

[5] 1993/94, “terörizmle mücadele”nin aslî devlet faaliyeti ve bir millî savaş karakteri kazandığı bir dönemdi. Güvenlik kuvvetleri ilâve imkân, güç ve yetkiyle tahkim edildi; polisin Nazi rejimini andırır biçimde fiilen yargı gücünü devraldığına tanık olundu. 1993/94’teki bu süreç, Türkiye’de 12 Eylül rejiminin hayli teşeküllü bir restorasyonu ya da berkitilmesidir ve onu çevreleyen siyasal-toplumsal şartlarla beraber müstakil bir evrenin eşiği olarak yorumlanmalıdır.

[6] Örneğin: Halil İbrahim Bahar (Polis Akademisi öğretim görevlisi), Poliste Demokrasi ve İnsan Hakları, Türk Demokrasi Vakfı, Ankara 1998.

[7] Terim Halil İbrahim Bahar’ın - a.g.e., s. 34.

[8] Bu sürecin Latin Amerika örneğindeki muhasebesini yapan derli toplu bir yazı: R. Laocs ve H. Muñoz, “Pinochet İkilemi”, Foreign Policy, Bilgi Üniversitesi Yay., Bahar 1999, s. 35-47.

http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/5094/medeni-dunyanin-kapisinda-turkiye-ve-insan-haklari#.Wly34a5l8dU


***

AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ İNSAN HAKLARI VE DEMOKRASİ STRATEJİSİ, BÖLÜM 4

AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ İNSAN HAKLARI VE DEMOKRASİ STRATEJİSİ, BÖLÜM 4




3.2. Ders Kitapları

Ders kitapları öğrencinin zihninde oluşturmaya çalıştığı bilginin önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Sağlıklı bir gelişim için dikkatlice hazırlanmalıdır. Sağlıklı bir demokrasi eğitimi için ders kitaplarının gerek görseller gerekse de yazılar açısından amaca dönük bir bütünlük oluşturması gerekmektedir. Ders kitaplarının devlet tarafından ücretsiz dağıtılması ve her öğrencide bulunması
bakımından önemli ders materyalleridir ve dikkatli hazırlanması gerekmektedir (Aslan vd., 2015: 691). Bu bakımdan ders kitaplarının bu yönde incelemesi yapılmıştır.

Ortaöğretim Tarih 9. Sınıf (2013) ders kitabına bakılacak olursa, “Tarih Bilimine Giriş” adlı konunun 5. Sayfasında yer alan meclisin tarih dersinin konusu içinde gösterildiği görsel demokrasi açısından önemli bir durumdur. “İlkçağ Uygarlıkları” adlı konunun 47. Sayfasında Mezopotamya’da hukukun gelişimi
Sümer-Babil şeklinde karşılaştırmalı olarak anlatılırken öğrencilere hukukun insanlar için neden önemli olduğuna; 56. sayfada yer alan Hititlerde kralın yanında Tavananna adı verilen kraliçenin bulunmasının insan hakları açısından önemine; 57. sayfada İyonların özgür düşüncenin ve pozitif bilimlerin öncüsü
olmalarının ne ifade ettiğine değinilmemiştir. 61. sayfada Yunan Uygarlığındaki hukukta yaşanan gelişmelerin ve sınıf farklılıklarının kaldırılmasının demokrasi anlayışının gelişmesine; 64 ve 65. sayfalarda Roma Uygarlığındaki hukukta ve yönetimde yaşanan gelişmelere (Krallık yönetimine son verilerek Cumhuriyet dönemine geçilmesi) değinilmiş; fakat günümüzde demokrasi ve cumhuriyet anlayışıyla karşılaştırmalar yapılmamıştır. Tarih derslerindeki değişim ve sürekliliği algılama becerisi ihmal edilmiştir.

Öğrencilerin soyut kavramların içini doldurabilmesi ve zihninde önemini anlamlandırabilmesi için geçmiş ile bugün arasında mutlaka ilişki kurulmalıdır. 89. Sayfadaki kadının toplumdaki rolünün anlatılması ve günümüzle karşılaştırılmasının istenmesi ve 105. Sayfadaki Cahiliye dönemi Arap toplumu hakkında çıkarımda bulunulmasının istenmesi insan hakları açısından olumlu görülmektedir. 109. Sayfadaki İslam Devleti’nin oluşumunda kardeşliğin rolü, 115. sayfadaki Veda Hutbesi’nin insan hakları ve evrensel hukukla olan ilişkisinin sorgulatılması, Hz. Ömer’in adalet ve hoşgörü anlayışı, 122. Sayfadaki dört halife döneminde yaşanan Demokratik gelişmelerin Emeviler dönemiyle karşılaştırılması, 159. Sayfadaki adalet ve sosyal hayat konuları demokrasi ve insan hakları eğitimi açısından önemli görülmektedir.

Ortaöğretim 10. Sınıf (2010) ders kitabının 27. Sayfasındaki “Osmanlı Devlet Teşkilatı” adlı konusunda Divanıhümayun toplantısını anlatan minyatür demokrasi mesajları açısından oldukça uygun bir konuma sahip iken aynı sayfa içerisinde hiçbir yerde yazı ile demokrasi vurgusu yapılmamıştır. 47. Sayfada
yapılan uygulama ile de yalnızca Divanıhümayun üyelerinin görevlerine değinilmiştir. Aynı kitabın 139. Sayfasındaki Meclisi meşveret, 152. sayfasındaki Senedi ittifak hakkında herhangi bir demokrasi vurgusu yapılmamıştır. Literatürde genel olarak demokrasi hareketlerinin başlangıç örnekleri olarak kabul edilen bu belgelerin demokratikleşme açısından değerlendirilmesi oldukça ilginçtir. En azından Magna Carta ile karşılaştırılıp o belgeyle benzer ve farklı yönleri öğrenciye tartıştırılabilirdi. 166. sayfadaki Tanzimat Fermanı
anayasal düzen, kanun üstünlüğü ve insan hakları açısından önemli olduğu 3 satırda anlatılmaya çalışılmıştır. Oysaki hangi maddelerin hangileri ile ilişkili olduğunu ve hangi maddelerin neden önemli olduğu öğrencilerle birlikte tartışılabilirdi. Literatürdeki demokrasi hareketlerinden Muhasıllık Meclisi
seçimlerinden ve Vilayet Nizamnamesi ile birlikte meydana gelen seçimlerden bahsedilmemiştir. 171. Sayfadaki Islahat Fermanı’nda ise din ve vicdan özgürlüğü ile Müslümanlarla Gayr-ı Müslimler arasındaki eşitliğe vurguda bulunulmuştur. İnsan hakları ve demokrasi vurgusu yetersiz kalmıştır. Kitabın altında I. Abdülmecid’in Tanzimat ve Islahat Fermanı’nda bastırdığı madalyadan ziyade iki belgenin dünya üzerinde diğer demokratik belgelerle karşılaştırması yapılabilirdi. Siz o dönemde yaşayan gayrimüslimsiniz veya Müslümansınız diye başlayıp İngilizlerden bu dönemde ne farkımız vardı gibi sorularla öğrencilerin
düşünceleri alınabilirdi. 175. sayfadaki Kanun-i Esasi’de önemli maddeler verilmiş ve demokratik olmayan maddeleri öğrencilere tespit ettirilmeye çalışılmıştır. Burada da etkili bir görsel konulmayarak öğrencinin tam olarak özümsemesi açısından yetersiz kalmıştır. 182. sayfada ise Osmanlıdan Cumhuriyet’in ilanına kadar demokratikleşme aşamaları bir tabloda gösterilmiş tir. Bu tablo olumlu olarak göze çarparken öncesi ve sonrasıyla öğrencide olumlu izlenimler bırakabilecek bir yere konulmamıştır. Tabloya dayalı olarak öğrenciye etkinlik yaptırılabilirdi.

Ortaöğretim 11. sınıf (2010) ders kitabında, genel olarak pek çok sosyal olay üzerinde durulurken demokrasi ve insan hakları vurgusu yapılmamıştı. Sayfa 18’deki kurultay görseli oldukça dikkat çekicidir.

Ardından gelen bilgilerle aslında tam bir demokrasi uygulaması örneğidir. Fakat bugünkü meclislerle veya Avrupa’daki ilk meclislerle karşılaştırılması yapılmamıştır. Sayfa 22’de Türklerde kadının yönetime katılımı anlatılmış karşılaştırma veya proje ödevi ile detaylı araştırması istenmemiştir. Yine Kök Türk yazıtlarında ki demokratik vurguya değinilmemiştir. Yine Divanıhümayun en önemli yasama ve yürütme organı olarak nitelendirilirken demokratik uygulamalarına yeterince vurgu yapılmamıştır. Tanzimat ve Islahat Fermanları
ise meclis ve seçim açısından oldukça önemli bir biçimde incelenmiştir. Yine Meşrutiyet döneminde yaşanan değişim ve gelişim oldukça iyi anlatılmıştır. Konu sonunda I. Ve II. Meşrutiyet’in karşılaştırılması demokratik değerlerin öğretilme si açısından oldukça önemli bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ardından Cumhuriyet dönemi de kadınlara haklar verilmesine kadar anlatılmıştır. Konunun ardından öğrencilere hazırlatılması düşünülen I. Ve II. Meşrutiyetlerde seçimlerle ilgili “Demokrasiye Doğru” adlı proje de önemlidir. Ancak tüm bunlara rağmen genel olarak üstünde durulan değer “seçim” olarak karşımıza çıkmakta dır. Özgürlük, eşitlik gibi diğer değerler de aynı şekilde önemsenmelidir.
Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi (2010) kitabında, “Türkiye’de Hayat” konusu alt başlığında Siyaset bölümünde çok partili hayata geçiş konusu anlatılmaya çalışılmıştır. Demokrasi ve insan hakları ile ilişkisi ise “halkın demokratik talepleri” şeklinde ifade edilebilecek kadar sınırlı olarak açıklanmıştır. Kitabın içeriği genel olarak bilgi aktarımı şeklinde oluşturulmuştur.

 Ortaöğretim Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük (2013) ders kitabı genel anlamda siyasi tarih içerikli olup demokrasiyle ilgili ilk vurgunun 68 ve 69. sayfalarda olduğu görülmektedir. “Türk İnkılabı” adlı ünitede Meclis ve Yaşasın Cumhuriyet görselleri demokrasi vurgusu içerdikleri görülmektedir. Görsellerin altındaki hazırlık çalışmalarında saltanatın niçin kaldırılmış olabileceği
konusunun araştırılması, 70 ve 71. sayfalardaki saltanatın kaldırılma gerekçeleri, 75, 76 ve 77. sayfalardaki Cumhuriyetin ilanıyla ilgili açıklamalar, 82, 83 ve 84. sayfalardaki Medeni Kanun ve Hukuk alanında yapılan inkılaplar, 99. sayfada Türk kadınına sağlanan haklar, 133-137. sayfalarda Cumhuriyetçilik ilkesi
çerçevesinde cumhuriyetin nitelikleri ve demokrasiyle olan ilişkisi, 145. sayfadaki Cumhuriyetçilik ilkesiyle ilgili kavram şeması, 149-152. sayfalar arasında milli birlik ve beraberliğin önemi, 155-163. sayfalar arası
Halkçılık ilkesinin önemi önemli demokratik vurgulardır. Ders kitabında dikkati çeken nokta demokrasi vurgusunun sadece sözel açıklamalarla sınırlı kalması, öğrencileri düşünmeye itecek etkinliklere yeterince yer vermemesidir. 189. sayfadaki siyasi güç konusunda Atatürk’ün ulusal egemenlik hakkındaki
düşünceleri ve demokrasi ve insan haklarıyla ilgili afiş çalışmalarına yer verilmiştir. Bu afiş çalışmalarının altındaki “İnsanların doğuştan gelen temel hakları nelerdir? ...” şeklindeki sorular, öğrencilerde ufuklar açması ve öğrendikleri bilgileri özümsemesi ve davranış haline getirmesinde önemli rol oynamaktadır.


3.3. Öğretmen

Okullarda demokratik eğitimin amacı, öğrencinin kendini tanıyıp birey olduğunu fark etmesi, ötekini tanıyıp birlikte hareket etme kabiliyeti geliştirme, hoşgörü, adalet, eşitlik, özgürlük gibi değerleri öğrencinin içselleştirmesini sağlamaktır (Koçoğlu, 2013: 415). 

Aileden sonra çocuğun gelişiminde en önemli ortamlardan biri okuldur. Okulda ise bu işin en önemli temsilcileri öğretmenlerdir. Öğretmen tutum ve davranışları ile öğrencilerin gözünde bir rolmodeldir ve öğrencilerin onu örnek alması kuvvetle muhtemeldir. Bu yüzden öğrencilere okul içerisinde demokratik davranışlar kazandırılacaksa öncelikle öğretmenlerin öğrencilerin önünde aynı davranışı sergilemesi beklenmektedir. Sınıf içerisinde değişik yöntemlerden faydalanarak öğrencilerin fikirlerini söylemelerine açık olmalı onların düşüncelerini geliştirecek ve demokrasi bilincine sahip olmalarını
sağlayacak ortamlar sağlamalıdırlar (Ektem ve Sümbül, 2011: 162-163).

Toplumsal bir sistemde demokrasi kurumunun tutunması ve ilerlemesi için iyi eğitilmiş bilinçli vatandaşlara ihtiyaç vardır. Öğretmen bu durumu gözeterek öğrencilerle sağlıklı bir iletişime girmeli, işbirliğine dayalı bir sınıf ortamı oluşturmalıdır. Öğretmen, öğrencinin fikirlerini soran ve onların fikirlerini
ifade etme sürecinde rahat bir ortam sunan konumda olmalıdır (Karatekin vd., 2012: 562). 

Öğretmen öğrencilerin ilgi ve yeteneklerini göz önünde bulundurarak demokratik ilkeler ve demokratik davranışları öğrencilerle birlikte hayata geçirmelidir 
(Oğuz, 2011: 142).

Öğretmen, sınıf içinde, öğrencilerin demokrasi bilincini geliştirmesi ve öğrencilere demokratik davranışlar kazandırması için öncelikle sınıf içerisindeki davranışlarına dikkat etmelidir. Bununla birlikte etkinliklerde ve grupların oluşturulmasında demokrasi bilinci ve davranışını kazandıracak şekilde
uygulamalar yaptırılmalıdır.

Öğrencilere demokratik davranışlar kazandırmanın yolu sadece demokrasi konuları ile sınırlı değildir. Öğretmenler bu noktada seçim, hoşgörü, ötekileştirmeme, adalet ve dayanışma davranışlarını aynı anda kazandırabilir. Mesela, herhangi bir konuda işbirliğine dayalı gruplar oluşturulurken öğrenciler
arasında sosyometri yapılarak öğrencilerin birbirlerine karşı arkadaşlık durumları tespit edilebilir. Gruplar oluşturulurken de en popüler öğrenciden en az sevilen öğrenciye bir sıralama yapılarak heterojen gruplar oluşturulabilir ve böylece farklı düzeyde sevilen öğrenciler aynı amaç etrafında birleşerek işbirliği havası
içerisinde çalışmış olurlar.

Demokrasi konuları da uygulamalı bir etkinlikle işlenebilir. Mesela, Divanı hümayun konusunda öğrencilerden bir grup oluşturularak divan toplantılarının canlandırılması istenebilir. Burada divan üyelerinin görevleri anlatıldıktan sonra görev alacak öğrenciler sınıftaki diğer öğrenciler tarafından seçilebilir, bununla da yetinilmeyerek öğrenciye padişahın istemeyeceği bir durumun öğrencinin bulduğu sağlam kanıtlarla divanda, karar olarak alınması sağlanabilir. Yine Tanzimat ve Islahat Fermanları o dönemin halkı olsaydınız şeklinde sorularla tartışma ortamı sağlanabilir. Hatta dönemin diğer belgeleri de göz önüne alınarak daha iyi nasıl hazırlanabilirdi şeklinde ders içi etkinlikler yaptırılabilir. Bunları yaptırmak tamamen öğretmenin inisiyatifindedir.

3.4. Sınıf İçi Ortam

Demokrasi ve insan hakları eğitiminin bir ayağı da sınıf içi ortamdır. Öğretim programının (müfredatın), ders kitaplarının, öğretmenin demokratik özelliklerle donatılması yeterli değildir. Sınıfın da demokrasi bilincini pekiştirici şekilde düzenlenmesi gerekmektedir. Bugün sınıflara bakıldığında arkadaki öğrencinin arkadaşının ensesini görecek şekilde düz şekilde sıralandığı görülmektedir. Sınıflarda demokrasi bilinci geliştirilmek isteniyorsa; sınıflar, her türlü etkileşime açık bir hale getirilmelidir. Öğrencilerin birbirleri ve öğretmenle; öğretmenin de öğrencilerle etkili bir iletişim kurması ve istediği düşünceleri söyleme fırsatı bulması demokratik yapıyı kuvvetlendirir. Bu bakımdan ülkemizde bir sınıfa düşen öğrenci sayıları azaltılarak sınıfların sıra düzenini değiştirmek önemli yol kat ettirecektir. Mesela otoritenin öğretmen, dinleyenin öğrenci olduğu; Öğrencilerin birbirlerinin yüzlerini görmedikleri geleneksel yerleşim düzeni yerine herkesin rahatlıkla iletişim kurabildiği “U” biçiminde yerleşim okullarda denenebilir (Otrar vd., 2005: 45-46). Etkili sınıf ortamı, demokratik tutum sergileyen öğretmen davranışlarıyla birleşince istenilen demokratik eğitim sağlanmış olur. 


4. SONUÇ VE TARTIŞMA

Demokrasi ve İnsan Hakları eğitimi Milli Eğitimin amaçları arasındadır ve tarih dersleri ilişki kurma açısından en müsait alanlardan birini oluşturmaktadır. Araştırmada tarih derslerinde demokrasi ve insan hakları eğitimi öğretim programı (müfredat), ders kitapları, öğretmen ve sınıf ortamı olarak dört boyut
dikkate alınarak incelenmiştir.

Tarih dersi öğretim programlarında demokrasi ve insan haklarıyla ilişkili konuların yeterli düzeyde kazanımla ve ders saatiyle temsil edilmediği görülmektedir. Bununla birlikte, demokrasi ve insan haklarıyla ilişki kurulabilecek bazı konuların da hiç hesaba katılmadığı görülmektedir.
Ders kitaplarında bazı demokratik davranışın sözel olarak açıklandığı öğrencilerin değişim ve sürekliliği algılamasıyla eleştirel düşünme temel becerileriyle tarihsel kavrama ve tarihsel sorgulamaya  dayalı araştırma gibi tarihsel düşünme becerilerinin geliştirilmesine dönük etkinliklerin yeterli olmadığı görülmektedir.
 Öğretim programıyla (müfredatla) ders kitaplarında yetersiz kalan demokrasi ve insan hakları vurgusunda en önemli görev öğretmenlere düşmektedir. Öğretmen, öğrencilerin gözünde rol model olup sınıf içi ve dışı tüm davranışları nın demokratik nitelik taşımasına dikkat etmelidir. En azından Milli Eğitim’in amaçları çerçevesinde elinden geleni yapmalıdır.

Öğrencilerin demokrasi bilincini geliştirmede sınıf içi ortamın ve sınıf düzeninin de önemi büyüktür.

Ülke genelinde sınıflara düşen öğrenci sayısı fazladır. Sınıfların mevcutlarının azaltılarak her türlüetkileşime açık hale getirilmesi gerekmektedir.

Sonuç doğrultusunda ilgililer aşağıdaki öneriler sunulmaktadır:

• Tarih derslerinde demokrasi ve insan hakları düşüncesini geliştirici alternatif etkinlik örnekleri geliştirilmelidir.
• Tarih dersi öğretim programlarının ve ders kitaplarının yenilenmeye ihtiyacı vardır. En azından bugüne kadar yazılan makale, tez vs. bilimsel yayınların dikkate alınması gerekmektedir.
• Öğretmenlerin sınıf içi uygulamalarda demokrasi ve insan haklarını geliştirici bir tutum izlemeleri konusunda bilinçlendirilmesi gerekmektedir.

• Eğitim fakültelerinde alınan teorik bilginin pratiğe aktarma fırsatı sunan uygulamalı derslere yoğunluk verilmelidir. (Mesela; yakınçağ tarihi konularının öğretimi dersi gibi) Bu şekilde öğretmen adaylarının tarihi konularla değerlerin ilişkilendirmesini farklı alternatiflerle görme imkânı olacaktır.

KAYNAKÇA

ASLAN, Betül & OKUMUŞ, Osman & KOÇOĞLU, Yasemin (2015). “Ortaöğretim Tarih Ders Kitaplarının Öğrencilerin Gelişim
Dönemlerine Uygunluğunun İncelenmesi”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 8 (37), s. 689-699.
BÜYÜKÖZTÜRK, Şener & ÇAKMAK-KILIÇ, Ebru & AKGÜN, Özcan Erkan & KARADENİZ, Şirin & DEMİREL, Funda (2012). Bilimsel
Araştırma Yöntemleri, 12. Baskı, Ankara: Pegem Akademi.
CRİCK, Bernard. (2012). Demokrasi, 1. Baskı, Ankara: Dost.
DUMAN, Tayyip & KARAKAYA, Necmettin & YAVUZ, Nuri. (2005). Vatandaşlık Bilgisi, 2. Baskı, Ankara: Gündüz Eğitim ve Yayıncılık.
GÜVEN, Aydın (2009). “Tarih Öğretimi ve Demokrasi”, içinde Tarih Öğretim Yöntemleri. Ed. Muammer DEMİREL & İbrahim TURAN, 1.
Baskı, s.195-203, Ankara. Nobel Yayın Dağıtım.
KAHVECİ, Nihat Gürel (2013). “Eğitim”, içinde İnternet Destekli İnsan Hakları, Demokrasi ve Vatandaşlık Eğitimi. Ed. İsmail ACUN &
Bülent TARMAN & Erkan DİNÇ, 1. Baskı, s.16-32, Ankara: Pegem Akademi.
KARATEKİN, Kadir & MEREY, Zihni & KUŞ, Zafer (2012). “Öğretmen Adayları Ve Öğretmenlerin Demokratik Tutumlarının Çeşitli
Değişkenler Açısından İncelenmesi”, Kastamonu Education Journal, 21(2), s. 561-574.
KOÇOĞLU, Erol (2013). “Sosyal Bilgiler Öğretmen Adaylarının, Okul Yöneticilerinde Olması Gereken Demokratik Tutum Ve
Davranışlara İlişkin Görüşleri”, Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 8(6), s. 413-430.
OĞUZ, Aytunga (2011). “Öğretmen Adaylarının Demokratik Değerleri İle Öğretme ve Öğrenme Anlayışları”, Değerler Eğitimi Dergisi, 9(22), s. 139-160.
OTRAR, Mustafa & EKŞİ, Halil & DURMUŞ, Alpaslan. (2005). “Sınıfın Fiziksel Yapısı ve Organizasyonu”, içinde Sınıf Yönetimi. Ed. Musa
GÜRSEL & Hakan SARI & Bülent DİLMAÇ, 2. Baskı, s. 40-55. Ankara: Eğitim Kitabevi.
PAYKOÇ, Fersun (1991). Tarih Öğretimi, 1. Baskı, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları.
SÖNMEZ Ektem Işıl & SÜNBÜL, Ali Murat (2011). “Öğretmen Adaylarının Demokratik Tutumları Üzerine Bir Araştırma”, Selçuk
Üniversitesi Ahmet Keleşoğlu Eğitim Fakültesi Dergisi, 31, s.159-168.
STRADLING, Robert (2003). 20. Yüzyıl Avrupa Tarihi Nasıl Öğretilmeli?. 1. Baskı, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları.
TOURAINE, Alain (2011). Demokrasi Nedir?, 1. Baskı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Tarih Dersi Öğretim Programları

Milli Eğitim Bakanlığı, Ortaöğretim 9. Sınıf Tarih Dersi Programı, Ankara, 2007.
Milli Eğitim Bakanlığı, Ortaöğretim 10. Sınıf Tarih Dersi Programı ve 10. Sınıf Seçmeli Tarih Dersi Öğretim Programı, Ankara, 2010.
Milli Eğitim Bakanlığı, Ortaöğretim 11. Sınıf Tarih Dersi Öğretim Programı, Ankara, 2011.
Milli Eğitim Bakanlığı, Ortaöğretim Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi Öğretim Programı, Ankara, 2008.
Milli Eğitim Bakanlığı, Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük Dersi Öğretim Programı, Ankara, 2012.

Ortaöğretim Tarih Ders Kitapları

OKUR, Yasemin. & GENÇ, İhsan & ÖZCAN, Tuğrul & YURTBAY, Mevlüt & SEVER, Akın (2013). Ortaöğretim Tarih 9, 6. Baskı, Ankara: Saray Matbaacılık.
CAZGIR, Vicdan & GENÇ, İhsan & ÇELİK, Mehmet & GENÇ, Celal & TÜREDİ, Şenol (2010). Ortaöğretim Tarih 10, 2. Baskı, İstanbul: Bedirhan Matbaacılık.
OKUR, Yasemin & AKSOY, M.ehmet & KIZILTAN, Hakan & SEVER, Akın & ÖZTÜRK, Mehmet & KARAMAN, Mülver (2010).
Ortaöğretim Tarih 11, 1. Baskı, İstanbul: İhlas Gazetecilik A.Ş.
OKUR, Yasemin & SEVER, Akın & AYDIN, Ertan & KIZILTAN, H.akan & AKSOY, Mehmet & ÖZTÜRK, Mehmet (2010). 
Ortaöğretim Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi 12, 2. Baskı, Ankara: Özkan Matbaacılık.
KOMİSYON (2013). Ortaöğretim Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük, 2. Baskı, Ankara: Saray Matbaacılık. 


http://www.sosyalarastirmalar.com/cilt8/sayi39_pdf/5egitim/okumus_osman.pdf

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ İNSAN HAKLARI VE DEMOKRASİ STRATEJİSİ, BÖLÜM 3

AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ İNSAN HAKLARI VE DEMOKRASİ STRATEJİSİ, BÖLÜM 3

Barış, Savaş ve İnsan Hakları



Ayşe Erzan*
İstanbul - Cumhuriyet Dergi
02 Nisan 2003, Çarşamba 00:00

* Prof. DR. Ayşe Erzan İstanbul Teknik Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Fizik Bölümü öğretim üyesi.


Mardin kalesine, Nusaybin sanayi çarşısına üslenmiş birliklerin gerisin geriye gemilerine taşınıp geldikleri gibi gitmelerini, Türkiyede mutlaka yaşatmamız ve büyütmemiz gereken güzel şeylerin başlangıcı olarak görmek istiyorum.

Neredeyse bir tür organik sağduyunun galebe çalmasıyla, Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) tüm baskı ve şantajlarına karşın Türkiye'nin Irak savaşının büyük ölçüde dışında kalabilmiş olmasını, yakın tarihimizin en umut verici gelişmesi olarak görüyorum.
İskenderun limanına çıkartılmış asker ve mühimmatın, Mardin kalesine, Nusaybin sanayi çarşısına üslenmiş birliklerin gerisin geriye gemilerine taşınıp "geldikleri gibi gitmelerini," Türkiye'de mutlaka yaşatmamız ve büyütmemiz gereken güzel şeylerin başlangıcı olarak görmek istiyorum.

Bunu yapmak bizim, tek tek kadın, erkek, genç yaşlı, bizcileyin insanların elinde diye düşünüyorum. Bunu başarabilmemiz için de, ağaçların arasında kaybolmadan ormanı görebilmemiz, ve daha da önemlisi, hem Türkiye kamuoyuna, hem de dünya barış güçlerine, gösterebilmemiz lazım.

İletişim çağında, süreçlerin isimlerini koyabilmek, her zamankinden daha da büyük ölçüde, olaylara hükmetmenin ilk adımı. Daha bütünsel teorik yaklaşımlara her zaman meydan okuyan, mercekle bakıldığında herhangi rasyonel sebep sonuç ilişkisi kurmayı çok zorlaştıran ayrıntılar, tek tek kişisel ya da örgütsel zaaflar, rastlantılar ya da kültürel renkler ötesinde, benim durduğum yerden görünen manzara, Türkiye'nin, temelde bu savaşa girmenin politik ve ekonomik maliyetini kaldıramayacağına karar vermesi, bu kararın diğer tüm davranışları belirlemesidir.

Ülkemizde herhangi sorunu ilkesel bir düzeyde tartışamıyor olmamız bir yana, bu karar verme mekanizmasının, şimdiye kadar alışılmışın ötesinde çok merkezli, çok aktörlü olmuş olması, Türkiye'de demokrasinin gelişimi açısından önemli bir kazanım. Son tahlilde gerçek ahlaki seçimler, her vakit, hangi değerlerin korunması için ne tür maliyetlere katlanılabileceği kararlarını içermek zorunda. Yani bence, Türkiye'nin bu savaşla arasına bir ölçüde mesafe koyabilmiş olmasının, Can Dündar'ın 22 Mart günkü Milliyet'te çıkan yazısında anlattığı gibi bir çeşit Keloğlan sakarlığı içinde, kazara ortaya çıkan istenilesi bir sonuç olmanın da ötesine geçen bir anlamı var.

Bu çok aktörlülük, devletin dışişleri ve askeri bürokrasisi yanında, kaçınılmaz olarak, barış talebini yükselten sivil güçleri, duygularına tercüman oldukları kitleleri ve onlara kulak veren siyaset insanlarını da barındırmakta.

"Bu da nerden çıktı" dercesine yadırganan, ve mümkünse tersyüz edilmeye çalışılan da bu. Halbuki bugün barışın korunması için geliştirilen tüm kapsamlı gündemler, savaştan birinci derecede etkilenen sivilleri (buna ticaret erbabı, sanayiciler ya da turizmciler dahil olmak üzere!), ve özellikle daha da korunusuz bulunan kadınları, azınlıkları, sivil toplum kuruluşları aracılığı ile çatışma ortamlarını geriletme ve barışı kurma sürecine doğrudan katmayı içermekte. Gücün haklılığı üzerine kurulu bir düzenin refleksleri ve ürettiği söylem yerine, güçsüzlerin de katıldığı, empati ve müzakere yoluyla birlikte çözüm arama kültürünün yeşertilmesi, aynı zamanda güvenlik kavramının, sınır güvenliği, ya da soyut bir "milli güvenlik" yerine, kişi güvenliği biçiminde anlaşılmasına ihtiyacımız var.

Savaş, kişinin en temel hakkı olan yaşam hakkını elinden alıyor. İnsan haklarını korumakla yükümlü merci devlet iken, savaş nedeniyle kendi devleti ya da yabancı bir devlet tarafından yaşam hakkı tehdit edilen bireylerin sığınacağı uluslararası bir merci, şimdilik yok. Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi, genişleyen ölçüde kabul de görse (ABD tanımıyor), yaptırımdan yoksun bir kurum.

Halbuki, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nde yaşam hakkına (1), savaş ya da başka bir olağanüstü durumla ilgili herhangi sınırlandırılma getirilmiş değil. Buradan benim çıkarttığım sonuç, İnsan Hakları evrensel Beyannamesi gereğince, savaşların bizatihi bir insanlık suçu olduğu. Yani II. Dünya Savaşı'ndan sonra, dünyanın bundan elli yıl önce gelmiş olduğu noktada, insan hakları kavramı içinde, savaşın bir insan hakkı ihlali olduğu da var.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, "herkesin bu bildirgede öngörülen hak ve özgürlüklerin gerçekleşeceği bir toplumsal ve uluslararası düzene hakkı vardır" (2) derken, tam da barışı, kişi güvenliği üzerinden, tanımlamış oluyor.

Bu tanıma sahip çıkılması bugün ABD'nin başını çektiği tür bir globalleşme süreci ve onun getirdiği savaş ve terör tehdidinin karşısında en etkin araçlardan biri haline getirilebilir. Örneğin Kuzey Irak'ta barışın kurulması, (hem de ABD'nin bölgeye müdahalelerinin en aza indirilmesi) içinde yaşadıkları ülke sınırlarından bağımsız olarak tüm bölge halklarının insan haklarına saygı gösterilmesinden geçmekte. Bu da, o barışı yaşayacak olanların bu sürece aktif katılımını gerektiriyor.

İnsan hakları kavramının etkili bir araç olabileceği düşüncem, herkesin kendine ait ahlak anlayışının ötesinde, bazı düsturların, tarihin belli bir noktasında, belli pazarlık ve uzlaşmalar da içerir biçimde, uluslararası normlar haline gelmeleri, ve bunların uluslararası beyannameler, anlaşmalar, ya da yasalar aracılığı ile en geniş anlamda politik yaşamı bağlamaları, bir tür kamulaşmış ahlak oluşturmalarından kaynaklanıyor.

Başka bir deyişle, bugün uluslararası insan hakları normları, pasifizmi gerekli ve zorunlu kılmakta. Savaşın kabul edilemezliğine dair hem uluslararası normların olması, hem de bu normlara hayatiyet veren bireysel ahlak anlayışının giderek yaygınlık ve etkinlik kazanmasına karşın, savaş kışkırtıcılığı ya da askeri güç kullanımı karşısında uluslararası yaptırımların ortadan kalkmış olması, ancak hem ulusal hem uluslararası düzeyde eşitlik, demokrasi, insan hakları ve barış mücadelesinin bir bütün olarak ele alınması ile aşılabilecektir. (AE/NM)


(1) İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Madde 3.

(2) İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Madde 28.

https://bianet.org/bianet/bianet/17905-baris-savas-ve-insan-haklari

...

TARİH DERSLERİNDE DEMOKRASİ VE İNSAN HAKLARI EĞİTİMİ,


Osman OKUMUŞ*
Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi
Cilt: 8 Sayı: 39 Volume: 8 Issue: 39
Ağustos 2015 August 2015
www.sosyalarastirmalar.com Issn: 1307-9581
* Okt., Aksaray Üniversitesi, Şereflikoçhisar Berat Cömertoğlu Meslek Yüksekokulu, osmanokumus@aksaray.edu.tr


TARİH DERSLERİNDE DEMOKRASİ VE İNSAN HAKLARI EĞİTİMİ 
(MEVCUT DURUM VE YAPILMASI GEREKENLER)


Özet

Demokrasi, günümüz dünyasında insanların içselleştirmesi ve davranış haline getirmesi beklenen bir değerdir. Bu değerin öğrenilmesinde ve davranış haline getirilmesinde en önemli kurumlar olarak aile ve okul dikkati çekmektedir. Okullarda demokrasi ve insan haklarının öğretiminde en müsait alanlardan birini tarih dersleri oluşturmaktadır. Araştırmanın amacı, Türkiye’de tarih dersleri
öğretim programlarında (müfredatta), tarih ders kitaplarında ve sınıf içi ortamda demokrasi ve insan hakları eğitimine ilişkin durum tespiti yapmaktır. Araştırmada nitel bir araştırma yaklaşımı benimsenmiş olup doküman analizi yapılmıştır. Sonuç olarak, gerek tarih dersi öğretim programında ve ders kitaplarında gerekse de sınıf içi ortamda demokrasi ve insan hakları bakımından önemli eksiklikler tespit edilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Tarih Eğitimi, Demokrasi, İnsan Hakları Eğitimi,

1. GİRİŞ

Demokrasinin bugüne kadar üzerinde anlaşılamayan bir kavram olmasına rağmen insanların onsuz yaşayamayacakları da bir gerçektir (Crick, 2012: 7). Alain Touraine (2011: 12), “…demokrasiyi, evrenselin yerel özelliklere karşı utkusu olarak değil, araçsal usun birliğiyle belleklerin çeşitliliğini, değiş tokuşla
özgürlüğü birleştirmeyi sağlayan kurumsal güvenceler bütünü olarak tanımlamak gerekir…” şeklinde tanımlamıştır.

Demokrasinin her geçen gün öneminin daha iyi anlaşılması eğitime yeni bir görev kazandırmıştır.

Eğitim, okullar vasıtasıyla kazandırılmak istenen değerleri, tutumları, bilgi ve becerileri belirlemekte ve öğrenme sürecini programlı bir biçimde yürütmektedir (Kahveci, 2013: 20). Bu kapsamda gerek Milli Eğitim’in genel amaçlarında gerekse de tarih derslerinin genel amaçlarında demokrasi ve değerlerini bilen,
insan haklarına saygılı bir vatandaş yetiştirme politikası, dikkatleri çekmektedir (MEB, 2012: 4, 5).

İnsanların aile ile birlikte en önemli eğitimi okullarda aldığı gerçektir. Yıllarca istenilen vatandaş yetiştirme merkezi olan okullar demokrasinin bireylerde içselleştirilmesi bakımından önemli bir işleve sahiptir. Okullarda da bu misyonun temsilcisi öğretmenlerdir. Öğretmenlerin öğretim programları doğrultusunda oluşturulmuş ders kitaplarını sınıf içi etkinliklerle harmanlayarak öğrencilere demokratik değerleri kazandırması beklenmektedir.

Toplumda demokrasi kültürünün oluşumunda en önemli görevlerden biri okullara düşmektedir.
Okullarda demokrasinin yalnızca programa konularak ders olarak anlatılması değil, okulda yaşatılması gerekmektedir (Duman vd., 2005: 142).

Okullarda - Özellikle de Orta Öğretim kurumlarında-, Demokrasi ve insan hakları temalarının işlenebileceği önemli derslerin başında tarih dersleri gelmektedir. Avrupa’da ki yeni yönelimlerle birlikte, tarih derslerinde, siyasi tarihin yanında sosyal tarihin de önem kazandığı görülmektedir (Stradling, 2003: viii). 
Tarih derslerinde, demokrasi ve insan hakları eğitimi sosyal bir durum olarak verilmesi mümkündür.

Demokrasi ve İnsan Hakları toplumda ve dünyada öncelik verilen değerler arasında olup tarih derslerinde demokratik değerlerin ve inançların geliştirilmesi bir amaç olarak karşımıza çıkmıştır (Paykoç, 1991: 138).

Öğrenciler, demokrasi ve insan haklarını tarihi seyri içerisinde uygulamalarla kavrayarak öğrenebilirler. Tarih dersi ile öğrenciler, demokratik değerleri, nitelikleri ve demokratik yönetim yolları kavraması ve aynı zamanda demokrasi bilincini içselleştirmesi ve hayatının ileriki dönemlerinde yaşamına uygulaması
beklenmektedir (Güven, 2009: 200).

Sonuç olarak demokrasi, toplumlarda istenen bir durumdur ve en önemli kazanım yeri okullardır.
Okullarda da Tarih dersleri demokrasi ve insan hakları eğitimi için müsait bir alanı teşkil etmektedir. Tarih derslerinde de demokrasi ve insan hakları eğitimi ise öğretim programı (müfredat), ders kitabı, öğretmen ve sınıf içi ortamı kapsayan geniş bir süreçtir.

2. YÖNTEM

Tarih eğitiminde demokrasi ve insan hakları ve demokrasi eğitiminin yerini anlatan bu çalışma nitel bir doküman incelemesidir. Nitel araştırmalar, geleneksel yollarla ifade edilmesi zor olan sosyal olguları geniş bir bakış açısıyla derinlemesine inceleme olanağı sunan bir yaklaşımdır (Büyük Öztürk vd. 2012: 234).
Konuyla ilgili öğretim programları (müfredatlar), ders kitapları ve literatür taranmış olup eksik olan noktalar hakkında çözüm önerileri getirilmeye çalışılmıştır.

3. BULGULAR VE YORUM

Demokratik bir eğitim çok yönlü bir süreçtir. Demokrasi ve değerlerini içselleştirmiş ve yaşam felsefesi haline getirmiş bireyler ortaya çıkarmak için öğretim programının (müfredatın) hazırlanmasından ders kitaplarının oluşturulmasına, öğretmenlerin sınıf içi tutumlarından sınıftaki ortama kadar geniş bir planlamayı gerektirir. Bu açıdan tarih eğitimi özelinde demokratik bir eğitim için öğretim programları (müfredat), ders kitapları, öğretmen ve sınıf ortamı üzerine durum tespiti yapılacaktır.

3.1. Tarih Dersi Öğretim Programları (Müfredatlar)

Tarih eğitimi, demokratik değerlerin öğretilmesinde önemli bir işleve sahiptir. Oluşturulan öğretim programı (müfredat) bütün bir eğitim sürecini ilgilendirdiği için oluşturulurken çok dikkatli davranılması gerekmektedir.

Demokrasi ve bireylerde demokrasi bilinci geliştirmenin Milli Eğitimin temel hedefleri arasında olduğu açıktır. Bu hedef doğrultusunda öğretim programında (müfredatta) gidilen değişimlerle birlikte bu vurgunun arttığı kuşkusuzdur. Aşağıda ortaöğretim düzeyinde tarih öğretim programları (müfredatlar)
incelenerek mevcut duruma değinilecektir.

Ortaöğretim 9. sınıf Tarih dersi öğretim programında ilk uygarlıklar ve ilk Türk devletleri, Anadolu’da Türkler gibi konular bulunmaktadır. Bu programda demokrasi ve insan hakları açısından en uygun ünite “ İlk Türk Devletleri ” olarak görülmektedir. Burada kuşkusuz kurultay, Türklerde Kadın, Göktürk yazıtlarında sosyal devlet, hak vb. temalar kazanımlarla birlikte işlenebilir. 3. 6. ve 7. kazanımlar da bu temalar için uygun olmakla birlikte herhangi bir demokrasi vurgusu yapılmamıştır. Yine konu ile ilişkili 11. Sınıf Tarih öğretim programında (müfredatında) da sadece isim olarak bahsedilmiş herhangi bir
demokrasi veya insan hakları vurgusu yapılmamıştır.

Ortaöğretim 10. sınıf Tarih dersi öğretim programında Türklerde demokrasi ve insan hakları gelişimi genel olarak “En Uzun Yüzyıl” ünitesinde ele alınmaya çalışılmıştır. Demokrasi ifadesi ilk olarak 4. Ünitenin 6. kazanımında ABD’nin kuruluşu ile ilgili bölümde yer almaktadır. Etkinliklerde ABD’nin bağımsızlık bildirgesinin demokrasi, insan hakları ve cumhuriyet yönetimi ile bağlantı kurarak incelenmesi istenmektedir. Bununla birlikte Aydınlanma Çağı, Coğrafi Keşifler, Sanayi İnkılâbı, Fransız Devrimi de aynı ünite içerisinde yer almasına rağmen demokrasi düşüncesinin oluşumuna katkısı hususunda öğretim
programında (müfredatta), herhangi bir bilgi yer almamıştır.

Öğretim programında (müfredatta) Osmanlı Devleti’ndeki demokrasi gelişimi için ilk örnek Sened-i İttifak olurken burada da “padişahın yetkileri bakımından ele alınması” istenmektedir. Bundan sonra, Tanzimat Fermanı’nın maddelerinin içerik analizi yöntemi ile incelenmesi, Islahat Fermanı’nda padişah ile tebaa
arasında değişen durumun incelenmesi, Kanun-i Esasi’nin demokratikleşme süreci açısından incelenmesi ve II. Meşrutiyet’te meclisin yapısının dikkate alınarak bir drama ile incelenmesi 64 kazanımlı bir ders kitabında 5 kazanımla istenmektedir.

Orta öğretim 11. sınıf Tarih dersi öğretim programı “Türklerde Devlet Teşkilatı” adlı 1. Ünitesinde 8 Kazanımın 34 ders saati içerisinde işlenmesi planlanmıştır. Bu plan dâhilinde Osmanlı Devletindeki Devlet Teşkilatı 5-7. kazanımlar arasında işlenmiştir. Bu kazanımlarda yönetim, egemenlik ve devlet teşkilatındaki
değişimin işlenmesi beklenmektedir. Öğretim programında (müfredata) bakıldığı zaman Meşrutiyet dönemini içeren 7. Kazanımın açıklamalar bölümünde yer alan “demokratikleşme süreci ve halkın yönetime katılımı” demokrasi açısından en net ifade olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu ünitede de padişahın yetkilerinin sınırlandırılması ve seçimlerle ilgili öğrencilere bir sunu yapması etkinlik olarak tavsiye edilmektedir. 8. kazanımda Cumhuriyet dönemi halkın yönetime katılmasının demokrasi çerçevesinde ele alınması istenmektedir. 


Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi öğretim programının (müfredatının) 3. ünitesi olan “Soğuk Savaş Dönemi”nin 8. kazanımında Demokrat Parti’nin kuruluşu ve Türkiye’de çok partili hayata geçişin nedenlerinin öğretilmesi beklenmektedir. Bunun dışında dikkate değer bir demokrasi vurgusu yapılmamıştır. Kuşkusuz büyük savaşlar atlatan dünyanın demokrasi ihtiyacı, müfredatta daha net ve
çarpıcı ifadelerle anlatılması gerekmektedir.

Ortaöğretim Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük öğretim programında (müfredatında) ise demokrasi, programın “Türk İnkılabı” adlı 4. Ünitesinde yer alan 3 kazanımla karşılanmaya çalışılmıştır. 3. kazanımda Cumhuriyetin ilan edilişinin demokrasinin gelişimi bakımından incelenmesi istenirken ne etkinlik örneğinde ne de açıklamalarda buna uygun söylemlere yer vermiştir. 5. Kazanım ise çok partili hayatı değerlendirmeye yönelik kazanımdan oluşmaktadır. Burada öğrencilere partilerin programlarının karşılaştırılması ve parti kurucularının biyografilerini incelemeleri etkinlik olarak tavsiye edilmekte dir. Bu öğretim programındaki (müfredattaki) hem demokrasi hem de insan hakları bakımından en önemli kazanım olarak 8. kazanım dikkati çekmektedir. Burada Türk kadınına verilen haklar öğrenciye kazandırılmaya çalışılmış ve yakın dönemlerde diğer devletlerdeki uygulamaların karşılaştırıl  ması istenmiştir.

Demokrasi ve İnsan Haklarına bakıldığı zaman geniş bir süreci içine alan kavramlar olduğu görülecektir. Böylesine zaman ve anlam bakımından geniş kavramları bir ünite içerisinde anlatmak ve öğrenciye bu bilinci kazandırmak mümkün gözükmemektedir. Aynı zamanda bu süreçte demokratikleşme
süreci ve değişim sıkça geçen kavramlar olarak karşımıza çıkmaktadır; fakat insan haklarına ilişkin vurgu padişah-tebaa arasındaki değişen durum dışında öğretim programında (müfredatta) yer almamaktadır.

Öğretim programlarında (müfredatlarda) demokrasi, Osmanlı Devleti ile birlikte anılmaya başlanmıştır.

Oysaki Eski Türklerden itibaren Türklerin demokratik davranışlar sergilediği ortadadır. Osmanlı Devleti’nde bile Divan-ı Hümayun Kurumu önemli kararların birlikte alındığı bir yer olması açısından demokrasi vurgusu yapılabilecek bir kurum özelliği taşımaktadır. Bu durumda iki farklı sorun karşımıza çıkmakta dır: demokrasi ve insan haklarının öğretim programlarında (müfredatlarda) yetersiz sayıda kazanım ve ders saati ile karşılanmaya çalışılması ile bazı demokratik davranışların hiç hesaba katılmamış olması. Bu bakımdan Türklerde Demokrasi ve İnsan Haklarının tarihi gelişimi öğretim programlarında (müfredatlarda) ayrı bir ünite olarak ele alınması ve yeterli sayıda kazanımla karşılanması en makul çözüm olarak görülmektedir.


4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***