İlişkiler Bölümü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İlişkiler Bölümü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ocak 2017 Pazartesi

Ortadoğu Bağlamında Türk Dış Politikasında Son Dönemde Yeni Eğilimler BÖLÜM 2



Ortadoğu Bağlamında Türk Dış Politikasında Son Dönemde Yeni Eğilimler BÖLÜM 2



Bir sürü bölgesel aktör, bölgesel güç olarak aktif hale gelmeye başlıyor ama bu bölgeselleşmeden rahatsız olanlar var ve bu rahatsız olanlar sadece dışarıdaki ler değil içerdekile de, içeride de dışarı da da tartışmalar var. Bu tartışmanın ismi ne? Eksen kayması. Eksen kaymasının ucundan buradan giriş yapmak istersek yapacağımız giriş bence burası. Yani gayet normal olan bir bölgeselleşme arayışını yapan bir ülkenin arayışları, sanki sakıncalı işler yapılıyormuş gibi eleştiriliyor. Bu eleştirye cevaben ne demiştim? Hükümet veya hükümet çevreleri, hükümete yakın yazarlar çizerler ne yapıyorlar? Eleştirenleri 
çok farklı bir şekilde onlar da eleştiriyorlar. Diyorlar ki sizin niyetiniz kötü, sizin niyetiniz bize çelme takmak. Biz ne güzel uçuyoruz mükemmel bir dış politika takip ediyoruz, bizim elimizi kolumuzu bağlamak için bu eksen kayması diye bir şey ortaya attınız. Siz bu şekilde bizi engellemek çelme takmak istiyorsunuz. Benim yapmaya çalıştığım iki tarafta yanlış diyorum. Eksen kaydı diyenler de işi fazla abartıyor, biraz ideolojik hem de eksen kaymadı diğerlerin niyeti kötü diyen hükümet görüşü de biraz sorunlu diyorum ben. O halde benim yapmaya çalıştığım daha ortada bir argümanı savunmak. 

Şimdi eksen kaymasını savunanların görüşlerine bakarsak bence Türkiyenin bu kadar normal bir şey yaparken ekseninin kaydığı yorumunun yapılmasının 
en önemli sebeplerinden bir tanesi kimlik dediğimiz olgu. Genelde realistler, liberaller yine uluslararası ilişkiler teorisinden kısa bir alıntı yapalım nedir kimlik boyutu, devletler güce dikkat eder vs. Ama sonuçta inkar edemeyeceğiniz bir gerçek var kimlik dediğimiz bir olgu ve kimlik sorusunu sorduğumuzda da özellikle mevcut iktidar bağlamında da sorduğumuzda da akla ilk gelen ne mevcut iktidarın geçmişinde İslamcı olarak bilinen bir harekete dayandırılmış olması. Siyasi islamcılık dediğimiz bir hareketin uzantısı olması. Her ne kadar bu siyasi islamcılık değişmiş, dönüşmüş olsa da bazı görüşlere göre hala bu islamcılık bu partinin genlerinde damarlarında mevcut ve bu şekilde eksen kayması tartışmasını açanlar bu argümanı ileri atanların çıkış noktalarının belki en birinicisi Türkiye’nin dış politikasının son dönemdeki eğilimin birazcık islamcılığı yansıtmış olması, özellikle Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelmiş olması Ortadoğu’da çok aktif hale gelmiş olmasının önemli bir sebebi mevcut iktidarın kimliği yani İslamcı olduğu varsayılan muhafazakar diyebilirsiniz, muhafazakar demokrat diyebilirsiniz, yeni İslamcılık diyenler var ne demek istiyosanız deyin işte o islamcı geçmişinin öyle veya böyle bu iktidarın dış politika yaklaşımlarını da belirlediğini savunan çerçeveler var. Bu çevrelere göre de Türkiye’nin son dönemlerdeki aktivizmi biraz aslında sakıncalı. Bunu savunanlar kimler? Yurt dışına baktığımızda benim görebildiğim kadarı ile bu görüşü savunanların daha çok İsrail kökenli analistler, bazı yayın organları ve İsrail lobisi denen bir kavram var. Amerika’da yaygın olan belli düşünce kuruluşları think tankler bu çevredeki analistlerin bu görüşü çok sert ve hararetli bir şekilde savunduğunu görüyoruz. Bu eksen kayması tartışmasının en fazla savunuculuğunu yapan en fazla bu çevreler. Ya da Amerikadaki, doğrudan Yahudi lobisi ya da İsrail lobisine bağlı olmayan sağ çevreler, cumhuriyetçi çevreler, Kongre içindeki bazı senatörler vs. 
Türkiye’de de bu görüşü savunanlar da yok değil, her ne kadar CHP hükümeti çok sert bir şekilde eleştirmese de bazı CHP üyelerinin bu yönde görüşler 
ifade ettiklerini bilyoruz. Medyada bazı hükümet muhalifi yazarların bu görüşü ileri sürdüklerini biliyoruz özellikle geçen yıl içerisinde ortaya çıkan bir olgu, Emekli diplomatlar. Bizim Moncher’ler dediğimiz özellikle Başbakanın hiç sevmediği emekli diplomatlar da giderek eksen mi kaydı diye sormaya başladığını görüyoruz. Genelde bu eksen kayması tartışmasını yapan çevreler bunlar. Buna karşı hükümet ne diyor? Hükümetin temel argümanı ya da hükümet yanlısı çevrenin temel argümanı eksen kayması falan yok eksen genişliyor ve bu eleştiriyi yapanların tek derdi bize çamur atmak 
bize çelme takmak. Daha önce de dediğim gibi bence bu pek de sağlıklı bir yaklaşım değil. Hükümeti yapması gereken bu tartışmayı gerçekten angaje 
olması yani bu tartışmayı ortaya atanların sebepleri tamam kötü niyetli görüşler olabilir ama bir şeyler de değişiyor. Türkiye, eski Türkiye değil bu 
yeni Türkiye ne oldu nereye gidiyor bunu daha iyi anlatabilmesi gerekli buna daha sonra geliriz. Yine eksen kayması tartışmasına dönersek bunu bence 
en sorumlu kılan yani neden böyle bir eksen kayması tartışması var sorusunu sormamızı tetikleyen sebep mevcut iktidarın kimliği yani bunun bir şekilde eskiden kalan bir İslamcılığın, Araplara olan sempatisinin yansıması olduğunu söyleyen çevreler var. Bu anlamda aslında kimlik sorunu Türkiye’nin dış politikasının farklı şekillerde giriyor. Yalnızca son dönemlerde böyle bir eksen kayması tartışması yok bence 1990’lara geri gönersek 1990’larda da Türkiye’nin bölgesel güç olarak ön plana çıktığına dair tartışmalar vardı. O dönemde Türkiye ne demişti? Adriyatikten Çin Seddine kadar Türk dünyası. 

Avrasya da özellikle yakın çevresine Balkanlarda Türkiye’nin çok aktif olacağı söyleniyordu ve özelikle Balkanlarda Türkiye’nin Bosna krizi daha sonra 
Kosova krizi bağlamında aktif rol oynadığnı biliyoruz. O dönemde Türkiye aktif olarak bir şekilde dış politika takip etme arayışına girince karşısına çıkan en büyük eleştirilerden bir tanesi acaba Türkiyenin bu arayışları aktif dış politikası kimlik kaygılarını yansıtıyor mu? Ortadoğu’ya yöneldiğinde bu kimlik eleştirileri nereden geliyordu? İslam kimliği üzerinden. Türk dünyasına yöneldiği zaman Balkanlara doğru biraz yöneldiği zaman ya da Avrasyaya Kafkaslara yöneldiği zaman bu eleştiriler nereden geliyor? Türklük kimliği üzerinden geliyor ya da Osmanlı kişiliği üzerinden geliyor. Bu anlamda anlatmaya çalıştığım şey şu; Türkiyenin bir ulusal kimliği dediğimiz bir kimliği var. Bir de bu ulusal kimlik içinde farklı kimlik öğeleri var. Bu dini kimlik olabilir, etnik kimlik ya da kimlikler olabilir bu farklı bir de tarihi olarak Osmanlı kimliği var. Ve bu anlamda Türk dış politikasında ne zaman bu diğer kimlik öğeleri ön plana çıkar gibi görünse gerek Ba-tıda gerek Türkiye içerisinde bir tartışma alevleniyor. 

Yani ne zaman Türkiye sadece ulusal çıkarları peşinden koşan sıradan bir ulus devlet gibi değil farklı çıkarlar farklı kimlikler peşinde koşan bir devlet olarak algılanıyor o zaman bir tartışma başlıyor. Türkiye’nin bu özelliğini anlamak bence önemli. Yani Türkiye sıradan bir ulus devlet gibi davranan bir devlet değil zaman zaman sıradan bir ulus devletin ötesine geçen ve sınırların ötesinde sıradan bir ulus devletin ötesine geçmekten kastım, sınırların ötesinde bir rol arayışı içerisine giren bir devlet olarak karşımıza çıkıyor. Yani Davutoğlunun belki kabul edersiniz belki etmezsiniz Türkiye’yi tanıtırken Türk Dış politikasnı açıklarken kullandığı belli kavramlar var nedir bunlar? Coğrafi derinlik, tarihi derinlik. Davutoğlu ne diyor? Türkiye sıradan bir ulus devlet değil, yani Türkiye’den bahsettiğiniz zaman, Türkiye’nin çıkarlarınıbelirttiğiniz zaman sadece mevcut ulusal çıkarları çevresindeki bütünün çıkarlarından bahsetmiyoruz. Aynı zamanda belli tarihsel ve coğrafi derinliği olan bir aktör var karşınızda bu anlamda normal sıradan bir ulus devlet gibi değil. 

Bence Türk dış politikasında eksen kayması tartışması gibi bir tartışmayı tetikleyen diğer önemli faktör Türkiye’nin kendine özgü yapısı. Türkiye’nin 
öyle veya böyle özellikle Osmanlı geçmişinin de sebebiyle potansiyel olarak sınırlarının ötesinde güç kullanabilecek sınırları ötesinde etkide bulunabilecek 
bir aktör olarak görünmesi ve az önce bahsettim bölgeselleşme eğilimleri ekseninde Türkiye kendi bölgesinde aktif bir arayaışa girdiği zaman ortaya 
çıkan en büyük korku ne? Türkiye Osmanlı İmparatorluğunu yeniden mi canlandırmak istiyor? Türkiye yeni Osmanlıcılık politikasını mı takip etmeye 
çalışıyor? İşte bu tür eleştirilerin ya da soru işaretlerinin sebepleri de Türkiye’nin potansiyel olarak sadece kendi sınırları içerisinde yaşayan insanların çıkarlarını 
ya da tehditlerini savunacak tehditlerden koruyacak bir devlet olması aynı zamanda çıkarlı sınırları ötesinde bir etkisi olan bir aktör olması. 

Bence Türk dış politikasını tartışırken bu boyutu da ele almak önemli Türkiye’nin bu sıradan bir ulus devlet olmaması durumu. İşte bu sebepledir ki aktif döneme girdiğinde ülkelerde bir soru işareti başlıyor. Acaba Türkiye yavaş yavaş emperyalist politikaları mı takip ediyor? Eksen kaymaları eleştirilerinin 
ikinci kökeni bu. Türkiyenin emperyal politikaları takip edip etmeyeceği birinci sebebi neydi ? İslamcı ya da Arap yanlısı ideolojik politikalar takip edip 
etmeyeceği. Bu noktada yani bu argümanlar ortada hükümetin pozisyonu kesinlikle öyle bir şey yok diyor ama kendi yorumunuzu siz kendiniz yapın ben 
size iki görüş ortaya koyuyorum onu ayrıca gerekirse tartışırız. İşte bütün bunlar yaşanırken Türkiye’nin dış politikasında aktivizm var ve bu eleştirileri getiren 
en önemli sebep bu aktivizmin daha çok Ortadoğu bölgesinde yaşanmış olması. Türkiyenin dış politikasındaki aktivizmi eksen kayması olarak yorumlayanların 
kullandığı önemli bir argüman bu aktivizmin bu aşırı faaliyetinin daha çok Ortadoğu’dan gelmesi. Diyorlar ki Türkiye bakınız, bir şekilde Ortadoğu’ya daha aktif bir şekilde girdi. Bu da eksenin kaydığının en bariz ispatı olarak ileri sürülüyor. Bunu söyleyenlerin kısmen haklı olduklarını söyleyebiliriz yani aktivizm daha çok Ortadoğu’da görülüyor. Ama bu diğer bölgelerde Türkiye’nin tamamen pasife olduğu anlamına gelmez, bende 2008-2009 yılına kadar Türkiye’nin Kafkaslar, Karadeniz ve Orta Asya politikalrının çok arka plana atıldığını düşünüyorum. 2008 yılında özellikle Rus-Gürcü savaşından sonra tekrar o bölgeye yönelik aktivizmi yakaladığını, böyle bir arayış içerisinde olacağını düşünüyoruz. 2008’e kadar gerçekten Orta Asya’nın 2007-2008 ararsında Türkiyenin dış politikasında biraz arka plana itildiğini görüyoruz. Öte yandan bir de Balkanlara baktığımızda Balkanlarda biraz bir ihmal edilmişlik söz 
konusuydu. Balkanlarda da son dönemlerde Türkiyeden tekrar bir rol oynama arayışı içerisinde olduğunu görüyoruz. Ve bu anlamda asıl aktivitenin Ortadoğu ’da olduğu eleştirisi doğru son dönemde bu belki biraz daha kırılmaya çalışılıyor. Soru bence şu olmalı neden Türkiye, Orta Asya’da o kadar fazla aktif değil? Neden Türkiye Balkanlarda o kadar aktif değil? Yani Türkiye’yi sen hemen Ortadoğu ve Asya’yı ihmal ettin diye eleştirmek yerine önce şu soruyu sormalıyız. 

Neden Türkiye oralarda aktif değil ya da aktif olamıyor? Bu soruyu sormak gerekli diye düşünüyorum. Bence bunun ihmal etmek ötesinde bazı başka sebepleri de var bunlardan bir tanesi Orta Asya da özellikle 2000’li yıllarda Putin döneminde Rusya’nın tekrar toparlanmış olması. Yani 90’larda Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası belki Rusya orada biraz nüfüzünü kaybetti ama biliyoruz ki 2000 yılı sonrasında Putin Rusya gücünü toparlayıp Orta Asya ve Kafkaslarda biraz daha derli toplu hale geldi. Rusya’nın oralarda gücünü toparlamış olması Türkiyenin oraya girmesini doğal olarak zorlaştırıyor bu bir gerçek. Aynı şekilde Karadeniz’de de Rusya’nın gücünü kazandığını görüyoruz. Bunun ötesinde Balkanlara baktığımızda Balkanlarda da benzer bir durum söz konusu. Balkanlarda Ruslardan daha çok kim var? Balkanlarda kim ön plana çıkıyor? AB. Evet AB ne yapıyor? Avrupa genişlemesi ya da komşuluk politikası vs. şeklindeki genişlemeler sayesinde giderek Güneydoğu Avrupa ismini vererek o bölgede aktif hale geliyor. 

Bu kaçınılmaz olarak Türkiye’nin orada oynayabileceği rolü bir şekilde azaltıyor. Bunların da ötesinde Balkanlardan kaynaklanan tehditlerin Türkiye’ye azalmış olması, Karadenizden kaynaklanan tehditlerin azalmış olması belki de Türkiye’nin Ortadoğu’ya diğer bölgelere göre daha fazla önem verdiğini açıklayan sebepler. Yani hükümete Ortadoğu’ya daha fazla bakıyorsun oradan eleştirmek eksen kaydı demek biraz haksız gibi geliyor bana çünkü haklı sebepler de var. Bütün bunları dedikten sonra ortaya çıkan resimde ne diyoruz Türkiye’nin bölgesel güçler gibi aktif hale geliyor bu aktivizmi kendine yakın bölgelerde oluyor ve bu bölgeler içerisinde Ortadoğu son dönemlerde ön plana çıktı. Ortadoğu’da ki Türk aktivizminin hareketlerini tartışmasındaki örnekler neler? Ortadoğu’da Türk dış politikası aktif hale geliyor. İranın nükleer programına müdahil olma çabaları. 

Müdahil olunurken Türkiye ona ne ad veriyor nasıl bir rol arıyor? Arabuluculuk değil mi? Yani İran’da yapmaya çalıştığı şey Türkiyenin arabulucu luk. 
Bunu sadece İran örneğinde değil başka nerede yapmıştı? İsrail Suriye dolaylı görüşmeleri, Filistinli gruplar arası görüşmeler, İsrail-Filistin arasında 
önerdi ama kabul etmedi taraflar, Afganistan - Pakistan diyalogu, Myanmar vs. Başka ne türden bir rol arayışı içerisinde? Türkiye’nin Oratdoğu’da yaptıklarına 
bakarsak, kategorileştirmek istersek? Vizeleri kaldırma yani vizeleri kaldırmak ile serbest dolaşım, bir serbestleşme arayışını yansıtıyor bununla ilgili olan başka 
bir politika daha var serbest ticaret bölgesi oluşturma. Schangen ismini verdi Hürriyet gazetesi, orada yapılmaya çalışılan ne Ortadoğu’da Türkiye, Suriye, Ürdün, Lübnan arasında ortak bir ticaret bölgesi oluşturulması projesi var. 
Bu da Kasım ayında en son bir toplantı yapılmıştı. Daha sonra bu krizler sebebiyle durdu. Onun dışında başka bir örnek yüksek düzeyde Stratejik İşbirliği konseyi dediğimiz yeni bir formasyon var. Onun dışında Türkiye Ortadoğu’da aktif hale geliyor deyince akla gelen başka örnek? Çıkışlar, siyasi duruşlar, Libya’ya gemiler göndermesi, insani yardım olarak insani moral dış politika etik dış politika takip ediyor gibi görünüyor. Başka ne var? Türkiyenin bu yeni rejim 
değişikliği yaşayan ülkelere bir rol model olması gibi bir tartışma da var bu da Türkiye’yi uluslararası arenada ön plana çıkaran gelişmeler olarak kaydedilebilir, 
başka? Ekonomik olarak Türkiye’nin gerek yatırım olarak belli ülkelerde Ortadoğu’da İran’da önemli tekstil yatırımları var. Mısır’da vardı birkaç 
yerde daha var galiba, Ürdün’de serbest bölgede ama bunun dışında Pazar olarak Ortadoğu’ya girmesi, müteahhitlik işleri alıyor, bunun dışında Türk malları buraya gidiyor. Türk malları deyince aklıma gelen başka bir şey de Türk dizileri. Türkiyeyi en tartışılır kılan ne Arap kızları Türk dizilerine bayılıyormuş 
muhabbeti buna da ne diyoruz yumuşak güç, Balkanlarda da geçerli doğru. Yumuşak güç, diziler öyle veya böyle. 


Bu Türkiye imajının Ortadoğu’da daha eski görünür kılındığının işaretleri örnekleri, arabuluculuk arayışları, vizelerin kalkması, serbest ticaret bölgesi oluşturulmasının arayışı, yüksek stratejik işbirliği, diziler, insan gidiş gelişleri, artan ekonomik aktivite vs. Bütün bu arayışlara baktığımızda Türkiye’nin bir şekilde eskiye göre daha belirgin bir Ortadoğu’da varlığının olduğunu söylemek yanlış olmayacak diye düşünüyorum. İşte bütün bunlar olurken Türkiye’nin Ortadoğu girişi nasıl bir tartışma yaratıyor buna aradan sonra bakalım. Türkiye emperyal politikalar takip ediyor şeklinde bir eleştiri var demiştim ilk kısımda. Emperyal politikalardan kastımız belki farklı disiplinlerden gelen arkadaşlarımız bu kelimeyi farklı algılıyor olabilir, emperyalden kastımız genelde uluslararası ilişkiler kapsamında bir ülkenin diğer ülke üzerinde nüfus alanı oluşturması. Onların belki egemenlik alanlarına girmeye çalışması, egemenliklerini kısıtlaması 
otonomilerini kısıtılaması gibi politikaları kastediyoruz yani emperyalist de demeyelim belki emperyalist politikalar bu emperyalizmin en uç noktası 
olabilir sömürgeci politikaları ama her emperyal politika sömürgeci politika değildir. Bir bakıma Amerika’nın Latin Amerika’da takip ettiği siyaset nedir? Latin Amerika ülkelerini bir şekilde belirliyor, düzenliyor ama doğrudan sömürgecilik anlamında bir durum söz konusu değil. Farklı kanallarla o ülkeler üzerinde etki, nüfuzunu kullanabiliyor. Bu türden politikalarını kastediyoruz. Türkiye örneğinde Türkiye- Ortadoğu ya da Türkiye -Balkanlar örneğinde bu kavramı kullandığımız da asıl aklımıza gelen tarihsel tecrübe Osmanlı geçmişi, Türkiye’nin bu bölgelerin eski emperyal idarecisi olarak acaba tekrar bu bölgeler üzeinde nüfuz kuracak bu bölgelerdeki ülkeleri manipüle edecek kontrol edebilecek bir proje içerisinde mi asıl soru işareti bu. Buna da Neo-Osmanlıcılık, Yeni Osmanlıcılık diye isim veriyorlar ve Davutoğlu bu kavramı hiç sevmiyor kesinlikle Dışişlerine giden arkadaşlar aman oralarda kullanmayın. 

Neo Osmanlıcılık kavramı genelde Türkiyeye dışarıdan yakıştırılan bir kavram yine bu eksen kayması ile kısmen ilintili. 

Bunu Türkiye kabul etmiyor bunu söylerken de birazdan duruşumda bahsedeceğim gibi Türkiyenin yaptığı şey “ Biz Ulusal Sınırlara Riayet Ediyoruz ” 
yani uluslararası ilişkilerin temel ilkesi olan sınırların dokunulmazlığı, egemenlik, içişlerine karışmama normlarına riayet ediyoruz emperyal politikalar peşinde koşmuyoruz. 

Bu parantezi kapatıp dersin ikinci kısmına doğru geçiş yapabiliriz. Ben Türkiye’nin son dönemlerdeki arayışlarının giderek otonomi arayışını yansıttığını 
vurguluyorum. Bunun da altını çizmekte fayda var. Otonomi arayışı dedim, Türkiye otonom oldu demedim eleştirenler var aramızda yani bu bal üretiyor 
anlamına gelmiyor bal üretmek için vızr vızır çiçek arıyor diyelim. Otonomi arayışı önemli ve bu otonomi arayışının bir uzantısı olarak Türkiye’nin 
de özellikle hem bölge ülkelleri ile ilişkilerini yeniden tanımladığını ve hem de bölge dışı ülkeler ile batı ülkeleri ile olan ilişkilerini yeniden tanımladığını 
görüyoruz yani bu otonomi arayışı Türkiye’nin durduğu yerden kendi konumunu yeniden tanımlama gibi bir arayışa sürüklendiğini gösteriyor bence. 
Gerek kendi bölgesiyle gerek diğer küresel güçlerle olan ilişkilerini daha otonom bir şekilde yeniden tanımlama arayışı var. Yeniden tanımlama anlayışı 
dediğimizde ne anlama geliyor? Demek ki eskiden bir tanım varmış, bu tanımı yeni koşullara göre yeniden yapmak gibi bir ihtiyaç var bu ihtiyaç var 
mı yok mu tartışılabilir bazılarına göre yok ki eksen kayması var diyenler genelde ihtiyaç olmadığını düşünen çevreler ama halihazırda mevcut hükümeti 
kuran yöneten aktörler Türkiye’nin yeniden bir tanımlamaya ihtiyacı olduğunu düşünen çevreler ve gerçekten de Türkiye’de son yıllarda dış politikasına 
baktığımızda yeniden tanımlama arayışının çok baskın bir şekilde ortaya çıktığını görüyoruz. Burada yine Ahmet Davutoğlu’na bir gönderme yapalım. 
Davutoğlu’nun kitapta yapmaya çalıştığı temel şey Türkiye’nin uluslararası konumlanışını, Türkiye’nin uluslararası ilişkilerdeki konumunu yeniden 
tanımlamaya çalışıyor değil mi? İşte aslında bence son dönemdeki Türk dış politikasını gerek Ortadoğu’da gerek diğer bölgelerde açıklamak istiyorsak 
aklımızda tutmamız gereken en önemli faktörlerden bir tanesi bu yeniden tanımlama arayışı. Konumlanış diyor Davutoğlu buna bir şekilde ve bu yeniden tanımlamayı yaparkende az önce kısmen bahsettiğim yine gönderme yaptığım hem coğrafi derinliğe hemde tarihsel ya da kültürel derinliğe bir vurgu yapma arayışı var. Davutoğlu’na göre Türkiye geleneksel olarak ne yapmıştı? Sadece bir ulus devletmiş gibi kendi sınırlarından ibaretmiş gibi davranıp ve özellikle Cumhuriyet öncesi tarihsel mirasını da birnevi reddedip nevzur olarak ortaya çıkmış bir devlet gibi ortaya çıktığını düşünüyor. 

Bunun yanlış olduğunu düşünüyor ve bu yanlışı düzeltmek için yapmış olduğu şey de gerek Türkiye’nin tarihsel birikimini geçmişini gerekse de coğrafi derinliklerini göz önüne alan yeni bir Türk Dış Politikası formülasyonu yapmaya çalışıyor. Burada yapmaya çalıştığımız şey bu arayışı yansıtmak nedir bunun temel parametreleri? Bu çok önemli Türk dış politikasını anlamak için ve özellikle Başbakan da son dönemde Davutoğlu’nun bu söylemini yansıtır şekilde bir arayışı yansıtıyor. Mesela bu az önce örnek verdiğimiz dersin ilk yarısında Türkiye, Suriye, Ürdün ve Lübnan arasındaki serbest ticaret bölgesindeki bir toplantıda başbakan şöyle bir ibare kullanmıştı. 

Dere Yatağına Akar. 

Yani Türkiye’nin öyle veya böyle ait olduğu bir tarihsel coğrafi bir kimlik var gerçeklik var. Türkiyeyi siz bundan koparamazsınız Türkiye öyle veya böyle ait 
olduğu tarihsel coğrafyaya veya kültürel coğrafi hafızaya bir şekilde entegre olacak. Buradaki temel varsayım geleneksel Türk dış politikası batıya doğru 
yönelmişti ve bölgesinden kopmuştu ve Türkiye’nin bölgesindeki politikaları hep neydi? Kopan ilişkilerinin uzantısıydı. 

Hatırlayın Türkiye’nin Soğuk Savaş politikasını Sento vs. Girişimler vardı neydi? 

Bunlar hep İngiltere vs. Aktörlerin dizayn ettiği projelerdi. Türkiye özünde ne yapıyordu? Kendi bölgesel politikalarını Batının o bölgelere dönük politikalarına entegre şekilde ya da onların uzantısı olarak tanımlıyordu. Geleneksel olarak Türk dış politikası bu şekildeydi. Ve bu bir anlamda neye yol açtı? Türkiye ile sınırları ötesindeki komşuları arasında bir duvarın örülmesine yol açtı. Soğuk Savaş koşullarında Türkiye Sovyetler Birliği, Suriye’yi destekliyordu mesela örnek vermek gerekir ise Türkiye Batı kampında yer yer gerginlikler olmuş savaşın eşiğine gelmişti değil mi bunun da en bariz örneği sınıra döşenen mayınlar ve hala kaldırılması tartışılıyor. Bu anlamda şu andaki Türk dış politikasını yapan elitlerin kafasındaki anlayışları tekrar edelim. Soğuk Savaş döneminde bir şekilde Türkiye ilişkilerini batı eksenli yapmıştı ve sadece bununla kalmamıştı kendi bölgesel politikaları yanında Batı politikalarının zaviyesinden tanımlamıştı. Şimdi bu yapılmaya çalışılanda bu tarihsel yanlışlığı düzeltmek. 
Dere yatağına akardan kasıt bu. Türkiye ait olduğu coğrafi ve tarihi derinliğe yeniden dönmesi. Bu da neye yol açıyor az önce de dediğim gibi Türkiye’nin 
hem bölgesi ile olan ilişkilerini hemde batı il olan ilişkilerini yeniden tanımlamasına yol açıyor. Yani eskiden tamamen Batı endeksli bir politika takip 
ederken şimdi Batı ile gerektiği yerde işbirliği yapan gerektiği yerde de çatışan, çıkar çatışmasına giren bir Türkiye var. İşte Filistin meselesinde, İsrail ile 
ilişkilerde ya da İran ile ilişkilerde Türkiye’nin Amerika’yla ya da Batıyla bile zaman zaman ilişkilerinin gerilmesinin sebebi bence Batı ile olan ilişkileri 
yeniden tanımlama arayışı. 

Öte yandan ne yapıyor Türkiye bölgesindeki ilişkileri yeniden tanımlamaya çalışıyor. Bölge ülkeleri ile olan ilişkilerini yeniden tanımlamaya çalışıyor burada da bizim çok kullandığımız bir kavram var “Securitization” kavramını daha önceden duyan varmı? Güvenlikleştirme ve tersi güvenliksizleştirme denen bir kavram var yani siz bir aktörle olan ilişkileri hangi perspektiften tanımlarsınız? Siz yanınızdaki arkadaşınızı ya da komşunuzu muhtemel bir tehdit unsuru olarak mı görürsünüz? Yoksa muhtemel bir partner olarak mı görürsünüz? Geleneksel olarak Türkiye, Ortadoğu kökenli komşularını hep kendisine arkadan kazık atacak, hançerleyecek ya da fırsat bulduğunda öbür tarafa destek olacak muhtemel düşmanlar olarak görüyordu ve bu anlamda Türkiye’nin 
Ortadoğu’da ilişkileri güvenlik ekseninden tanımlanmıştı. Buna literatürde “Güvenlikleştirme” diyoruz. Son dönemde Türkiye’nin yaptığı işte bu Güvenlikleştirme ekseninden örülmüş olan Ortadoğu ile ilişkilerini tersine çevirmek buna da “Güvenliksizleştirme” diyoruz. Yani Ortadoğu komşularının 
muhtemel düşmanlar olarak değil muhtemel işbirliği yapılacak partnerler olarak yeniden ilişkileri düzenleme. Bu Ortadoğu da yeni olsa da aslında biraz 
daha yakından baktığımızda Türkiye’nin bu “Güvenlikleştirme” tecrübesinin daha eski olduğunu görüyoruz. Türkiye’de özellikle Balkanlarda, Kafkaslarda ve Karadenizde 1990’lar boyunca güvenlikleştirme siyasetini başarılı bir şekilde uygulamışlardır. 

Rusya geleneksel olarak olarak bizim zihni kodlarımızda Rusya düşmandı, Soğuk Savaş boyunca komünizm tehlikesi eklendi. Neydi bizim Rusya coğrafyasında Ruslarla olan ilişkilerimiz hep güvenlik ekseninden tanımlanmıştı. Hep tehdit kaynağı olarak. Ne yaptık 90’lar boyunca bir şekilde işbirliği ile turizm valizler vs. gidip gelerek ne yaptık güvenliksizleştir dik. 

Rusya bir muhtmel ortak olarak ortaya çıktı. Aynı şekilde Yunanistan ile ilişkileri de o güvenlik ekseninden formata taşıdık. Benim kendi açıklamama göre Ortadoğu’da aslında Türkiyenin yapmaya çalıştığı farklı bir şey değil. Bu güvenlik-sizleştirme dediğimiz bu sürecin pratiği diğer bölgelerde edindiği uyguladığı pratiği Ortadoğu’ya taşıdığını görüyoruz. Ortadoğu’ya da artık işbirliği ekseninden de bakmaya başlıyor Türkiye. Çatışma ekseninden değil ya da uluslararası ilişkiler terimlerini kullanırsak Türkiye Ortadoğu’ya hep realist gözle bakardı yani hep çatışma açısından bakardı. Giderek ne yapıyor Türkiye? Ortadoğu’ya liberal işbirliği perspektifinden bakmaya başlıyor. Ve bu anlamda aslında Türkiye ilk defa liberal olmuyor, liberalizmi tanımıyor. Liberalizmi daha önceden 90’lı yıllar boyunca Balkanlarda, Rusya’yla, Kafkaslarda tecrübe etmişti. 

Bu anlamda oradaki geliştirilen tecrübeyi yavaş yavaş Türkiye Ortadoğu’ya taşıyor diyebiliriz. Ama özünde olan ne? Az önce de dediğim gibi Türkiye’nin Ortadoğu’daki sonlardaki politikasına baktığımızda yapılmaya çalışılan şey daha otonom bir şekilde gerek batıyla gerek bölge ülkeleri ile olan ilişkileri yeniden tanımlamak. Ne demiştik son dönemlerde Türk dış politikası Ortadoğu üzerinde giderek otonom bir şekilde tanımlamaya gidiyor ve bu otonominin yansımaları gerek Türkiye’nin kendi bölgesinde olan ilişkilerdeki yapıyı değiştiriyor. Gerekse de Türkiyenin Batı ile olan ilişkilerini değiştiriyor ve işte birazda bu eksen kayması tartışması da yani Türkiye bu ilişkileri yeniden tanımlamaya başladığı ölçüde giderek Batı ile özellikle ilişkilerini yeniden tanımlamaya gitmeye başladığı ölçüde sadece batıdan gelen dikteler eksenine göre hareket etmediği yönünde bir tartışma da var. Bu yüzden özellikle zaman zaman bu eksen kaymasına benzer görüşlerin sadece Amerika’daki ya da İsrail’deki belli çevrelerce değil zaman zaman Avrupa’daki ya da Amerika’daki hükümet yetkililerince de dillendiğini görüyoruz. Mesela geçen yaz Amerikan savunma bakanı Gates bir şeyler söylemişti. O çevrelerde de bunun dillendirilmesi yavaş yavaş böyle bir Türkiye’nin bağımsız bir şekilde Batı ile ilişkilerini tanımlamasının sebebi. Bu eksen kayması tartışmalarında o çevrelerin genelde dediği şey Türkiye, AB den dışlandı, o yüzden kızdı vurdu kapıyı gitti Ortadoğunun kapısını açtı. Böyle bir yaklaşım da var. 

Bu yaklaşımın da altını çizelim bu tartışmadan bir diğer yaklaşım Türkiye’nin bu ekseninin kaydığı şeklindeki tezlerinin ileri sürdüğü diğer bir görüş Türkiye’nin Ortadoğuya doğru kayması kanalize olmasının önemli sebeplerinden bir tanesi Batı tarafından dışlanmış olmasıdır. Bunu savunan çevreler aslında 2004 yıllarında ABD’de Bush yönetimi döneminde buna benzer başka bir argüman ileri sürüyorlardı. 

Diyorlardı ki Türkiye ile Rusya, ikiside Avrupa ya da batı tarafından dışlandı, ikisi dışlandığı için birlikte yavaş yavaş hareket etmeye başlıyorlar Batı karşıtı bir blok oluşturuyorlar. Bu görüşü de savunanlar var. Bunların temel varsayımları ne? Etki-Tepki. Türkiye kızıyor yapıyor. Bu görüşe katılanlar var katılmayanlar var ben katılmayanlar arasındayım. İkincisi Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelmesinin sebebinin bir tepkinin sonucu değil bir arayışın sonucu. Az önce bahsettim yeniden bir rol arayışının bir sonucu. O faktörü göz önünde tutmakta fayda var. Bunları dedikten sonra ben hızlıca 3-4 tane temel kavramı ortaya atıp dersi bitirmek istiyorum. Ben biraz daha genelden özele doğru inerek geliyordum Ortadoğu’ya bakışında. Son dönemdeki Ortadoğu’da ki politikalara baktığımızda 4-5 tane anahtar kavramın olduğunu düşünüyorum. Sene başında Ahmet Davutoğlu’nun bir konuşması vardı. 

Elçiler konferansı bu konferansı takip eden? Duyan aranızdan var mı? Neydi akılda kalan en önemli olay? Neydi gazete manşetleri? 

Moncherler sokağa indi. Erzuruma gittiler ondan önce de Mardin’e gitmişlerdi. Sene başında bu üç ya da dördüncüydü, Dışişleri bakanının başlattığı bir 
uygulama daha önceden danışmanken ki döneminde başlatmıştı. Türkiyenin farklı bölgelerinde görev yapan büyükelçileri toplayarak bir konferans yapıldı. 
Ankara’da toplandılar Ankara’dan çıkıp bir Anadolu şehrine gidip kaynaşma amaçlandı. Orada yaptığı konuşmada da vurgulama yaptığı belli temalar 
vardı. Bu konuşmadaki belli temalar son dönemde Türk dış politikasını özetleyen önemli ipuçları veriyor diye düşünüyorum. Orada ve diğer konuşmalarında 
bakanın ortaya çıkan birkaç temel kavram var onlara gönderme yapabiliriz. Birincisini çok duymuş olabilirsiniz; “Düzen kurucu ülke kavramı” bununla ilgili olarak kullandığı diğer bir kavram “merkez ülke kavramı” düzen kurucu ülke kavramı Türkiye’nin neyi yapmasını uygun görüyor Davutoğluna göre? Türkiye sadece sınırları içerisinde oturup aman başıma bir şey gelmesin, aman gökten elmalar düşşün ekonomik olarak iş yapayım diye düşünemez, ne yapması gerekir aktif bir şekilde etrafına kendi çıkarını sağlamak için kendi çıkarını korumak için politika çıkartmalıdır politika üretmelidir. Proaktif dış politika diyoruz ya proaktif dış politikayı bence özetleyen en önemli faktör bu düzen kurucu ülke olma arayışı. Düzen kurucu olan ülke nedir Davutoğlu’na göre kendi etrafındaki olan bitenler ile sürekli ilişkisini sürdüren ve bunları çözmek için aracı işler yürüten bir ülke. Genelde bu düzen kurucu ülke arayışı benim dersin en başında tartıştığım o bölgeselleşme ve bölgesel güç varsa bizzat onu yansıtıyor bence. Bölgesel güç ne yapıyor? Kendi bölgelerinde düzenli bir işbirliği mekanizması kurmak. Türkiye’nin de yapamaya çalıştığı şey bu. Davutoğlu’nun kullandığı bir kavram daha vardı. 2010 konferansında kullandığı; “hattı diplomasi yoktur, sathı diplomasi vardır” o satıh bütün yerküredir. Bütün dünyadır diye bir tabir kullanmıştı. 


Buradaki temel espri ne sadece 

Türkiye’yi savunmakla Türkiye ile iş yapmakla olmaz sadece Türkiye’ye komşu olan bölgelerde aktif olmakla kalmaz tüm dünyada küresel ölçekte bir aktör olmamız gerekir. Bu ifadenin bence yansıması bu. Bu da yine benim dersin başında anlatmaya çalıştığım şey vardı ya yeni bölgesel güçler küresel 
alanda aktif olmaya çalışıyorlar bu da Türkiye’nin arayışını yansıtan önemli bir ipucu. Bu düzen kurucu ülke kavramı merkez ülke kavramı önemli bunlara 
ilave olarak kullandığı diğer bir kavram vardı? Ben buna önleyici diplomasi diyorum. Davutoğlu bir benzetme yapmıştı. İtfaye erleri gibi Türk diplomatları 
itfaye erleri gibi sağa sola gidip yangınları söndürmeye krizleri çözmeye çalışıyor fakat bu yetmez şehir planlamacıları gibi yangınlar, sorunlar 
ortaya çıkmadan bunları öngören projeler üretmeliyiz. 

Bu da diğer önemli bir kavram. İşte bütün bunlar neyi çağrıştırıyor. Türkiye oturduğu yerde oturamaz proaktif bir şekilde gerek Ortadoğu’da gerek diğer bölgelerde politika takip etmelidir. Bütün bunların yanısıra ikinci bir önemli ayrım ya da kavram bence Türkiye’nin son dönemde özellikle Ortadoğu’da rejimlerle halklar arasında kurduğu denge. Az önce dedik ki Türkiye emperyal politikalar mı takip ediyor? Türkiye aktif hale gelince en büyük kaygı ne? Türkiye bu Ortadoğu’daki ülkeleri çok güçlenirse ileride nüfuz altına alacak işte bunu kırmak için Türkiye’nin yaptığı şey genellikle vurguladığı şey özellikle Davutoğlu’nun ve diğer Türk liderlerinin, biz emperyal politikalar takip etmiyoruz yani bu ne demek biz içişlerine saygı gösteriyoruz. 

Biz sınırlara saygı gösteriyoruz. Bu şekilde revizyonist ya da irridentist planlarımız yok biz egemenlik normlarına saygı gösteriyoruz. Bunu vurguluyorlar bunun yansıması ne? Biz ülkelerin içişlerine karışmıyoruz yani ülkelerin halkları rejimlerinden belli talepleri varsa biz bu konuda ses çıkarmayız. 


Biz Demokrasi Teşviki gibi politikalar takip etmeyiz. 

İşte bu biraz son dönemde Arap dünyasında yaşanan Arap Baharı dedikleri isyanlarla epey bir sıkıntıya uğradı. Türkiye bir yandan aktif hale geliyor 
ama bir yandan da demokratik olduğunu demokrasiye önem verdiğini ve bir norm olarak benimsediğini söylüyor ama buna rağmen Türkiye ne yapıyor? Gidip Arap dünyasındaki monarşilere ya da otoriterler rejimlere demokrasi diye baskı yapamıyor. Uzun dönem Türkiye’nin belki de en büyük açmazı buydu. Bunun da sebebi rejimler ve halklar arasında gözetmeye çalıştığı dengeydi, bu denge de bu krizlerden sonra epey bir sarsıldı. Türkiye’nin Ortadoğu’daki aktivizminin bir diğer önemli kavramı benim ekonomik liberalism dediğim yaklaşım. Bu daha önce tartıştığımız işte giderek ekonomik kaygıların ticaret devletinin kaygılarının çıkması. İşte bu ekonomik liberalizmin biraz yan etkisi diyelim, madalyonun diğer yüzü siyasi liberalizmin ikinci plana atılmış olması. Türkiye liberalizmi daha çok bir ekonomik proje olarak algıladı. Türkiye’de içeride de bir tartışma var hükümet giderek liberalizmden uzaklaşıyor mu bireysel özgürlükleri kısıtlıyor mu kısıtlamıyor mu? Biraz dış politikada da siyasal liberalizmin ikinci plana attığını görüyoruz ve bu son dönemde yaşanan bu Ortadoğu’daki halk ayaklanmalarının biraz da bu siyasi liberalizmin tekrar ön plana çıkardığını düşünüyorum ben. Dördüncü kavram yumuşak güç, sert güç “soft power”, “hard power”. Buradaki temel espri de sorunları çözmeye çalışırken zora baskıya ya da şiddete dayalı 
yöntemleri mi seçeceksiniz yoksa iknaya dayalı yöntemleri mi seçeceksiniz. Türkiye’de genellikle son dönemde yumuşak güce dayalı yöntemler seçtiğini 
görüyoruz ve belki bunun da bir sebebi Türk dış politikasının Avrupalılaşması. Genelde AB dış politikasının yumuşak güce dayandığı söylenir. 


Amerika’nın sert güce, Türkiye’nin Avrupalılaştıkça yumuşak güce doğru kaydı. Fazla yumuşaklaştı heralde son krizlerde bu da ortaya çıktı. Libya’ya karşı 
Suriye’ye karşı gerektiğince sert oynayamıyor diye eleştiriler var. Bütün bunların ötesinde beşinci bir kavram arabuluculuk kavramı ki bunu da tartışmıştık. 
Arabuluculuk kavramı neyi var sayıyor? Siz bir çatışmayı çözmek istiyorsanız zordan daha ziyade diyaloğu seçmelisiniz yani diyalog olması için de ne 
gerekir? Çatışan tarafların arasında iletişim kanalları olması gerekir. Türkiyenin de yapması gereken farklı çatışmalara arada iletişim kanalı açıcı bir şekilde 
müdahil olmaktır şeklinde bir yaklaşım var. Türkiye bence bu durumu aşırı abarttı her yere arabulucu olmaya çalıştı gibi bir durum var. Bu da biraz liberalizmin bir yansıması liberalizmin böyle bir hastalığı var. Altıncı bir kavram ortak medeniyet vurgusu diyorum ben buna. İşte biraz bu eksen kayması tartışmasını tetikleyen diğer bir faktör de bu yani sadece Türkiye’nin Ortadoğu ile olan ilişkilerini bir ekonomik siyasi askeri bir ilişki olarak görmüyor aynı 
zamanda ortak olarak paylaşılan değerlerin bir ürünü olarak görülüyor. Yani pek çok açıklamalarında başbakanın Davutoğlu’nun açıklamalarına yakından 
bakarsanız görüyorsunuz ki biz bu insanlarla bu ülkelerle bu ülkelerin halklarıyla belli değerleri paylaıyoruz ve bu anlamda biz bu ülkelerle ilişki geliştirirken bu ilişkimiz bizim batı ile olan ilişkimize benzemez. Bu mesajı sık sık görüyorsunuz bu anlamda ortak medeniyet vurgusunun da ön plana çıktığını görüyoruz. 

Teşekkür ederim. 

Ortadoğu Bağlamında Türk Dış Politikasında Son Dönemde Yeni Eğilimler BÖLÜM 1



Ortadoğu Bağlamında Türk Dış Politikasında Son Dönemde Yeni Eğilimler, BÖLÜM 1 



Yrd. Doç. Dr. Şaban Kardaş* 
*TOBB ETU Uluslararası İlişkiler Bölümü 

Türkiye’yi farklı şekillerde tanımlamak mümkündür ve bu farklı şekillerdeki rolleri farklı uluslararası “ilişkiler açılımlarını kullanarak açıklamak da mümkündür. 
Ben Türkiye’yi daha çok bir bölgesel güç olarak görüp, bölgesel güçler hakkında yazılmış olan literatürdeki tartışmalar ekseninde anlamaya çalışmanın daha sağlıklı olacağını düşünüyorum ve bu anlamda özellikle uluslararası ilişkiler teorisinden baktığımızda daha çok realist ve idealist yaklaşım biçimlerini teorik çerçevenin Türk Dış Politikasını, özellikle son zamanlardaki Türk Dış Politikasını anlamak için bize faydalı olacak bir çerçeve sunduğunu düşünüyorum. Bölgesel güç dediğimizde akla gelen farklı yaklaşımlar var ve bölgesel güç kavramı aslında daha büyük bir sürecin içerisinde gelişen bir kavram. Uluslararası ilişkilerde son dönemde bölgeselleşme giderek tartışılan bir süreç. Dünya siyasetinin giderek yerel özelliklerini ön plana çıktığı yani bölgeselleştiği bir dönemden geçtiği yönünde bir teorik yaklaşım var. Bu yaklaşımı savunanlar soğuk savaş boyunca dünya siyasetinin özellikle iki kutuplu dünya siyasetindeki yapı nedeniyle sadece büyük güçlerin domine ettiği bir dönemden geçtiğini, fakat iki kutuplu yapının kırılması ile birlikte giderek yerel dinamiklerin yani bölgesel dinamiklerin ön plana çıktığını savunulmaktadır. Artık dünya siyasetinin ağırlığı büyük güçlerde değil farklı bölgelerde ve farklı bölgelerin ortaya çıkmasının bir doğal uzantısı olarak bölgesel güç dediğimiz yerel güçlerin yeni aktörlerin uluslararası ilişkilerde daha belirgin hale gelmesi sökonusudur. Bölgeselleşme süreci dediğimizde akla gelen örnekler neler olabilir? Bölgeselleşme, bölgesel entegrasyon dediğimizde akla en önde gelen örnek hangisi? Avrupa Birliği. AB geleneksel olarak bölgeselleşmenin, derinleştiği ileri gitiği en önde örneklerden birisidir fakat Avrupa dışında da farklı olarak giderek oluşan bölgesel oluşumların, bölgesel iş birliği arayışlarının ön plana çıktıklarını biliyoruz. Buna örnek vermek gerekirse; Avrupadan sonra gelen belki de en önemli örnek Asya’daki yaşanan bölgeselleşme. Şangay İşbirliği daha çok Orta Asyayı kapsayan, Çin, Rusya ve özellikle Uzak Doğu Asya’da ekonomik alanda bölgeselleşmeden bahsediyoruz ve bu bölgeselleşmenin dünya ekonomisinin ileri gittiği Avrupa, Asya, Amerika’da da biliyorsunuz NAFTA ekseninde bir bölgeselleşme var. Örneklerin dışında bir de Afrika’ya bile yayıldığını göruyoruz değil mi, Afrika’da bile değişik oluşumları görüyoruz, Ortadoğu’da Arap Birliği, Körfez İşbirliği, bunların da son dönemde etkinlikleri tartışılsa da bölgeselleşme 
amaçlarını yansıttığını biliyoruz. Bence bunu anlamak için aklımızda tutmamız gereken birinci önemli faktör dünya ölçeğinde yaşanan bu bölgeselleşme 
süreci. Bölgeselleşme sürecinin ön plana çıkardığı diğer bir olgu ise bölgesel güçler dediğimiz yeni güçlerin ortaya çıkışı. Farklı bölgelerde o bölgenin 
kendi içinden gelen ve o bölgedeki uluslarası ilişkileri o olmaksızın anlayamayacağımız aktörlere ben bölgesel güç diyorum. Bu tanım kendime özel 
bir tanım diyebiliriz. Farklı bölgelerdeki uluslararası ilişkileri o aktör olmaksızın anlayamayacağımız aktörlere bölgesel güç diyebiliriz. Yani siz herhangi bir 
bölgedeki ekonomik ilişkilerden bahsederken o aktöre gönderme yapmak zorunda kalıyorsanız o bir bölgesel güçtür. Herhangi bir bölgedeki güvenlik 
ilişkilerinden bahsederken bir aktörü bahsetmeden işte o bahis eksik kalıyorsa o aktör bölgesel güçtür. 

Şimdi bölgesel güçler dediğimiz zaman daha somut örnekler vermemiz gerekirse herhangi bir bölgede bir kriz çıktığı zaman bu bölgedeki sorunu kim çözecek tartışması başladığında akla gelen, başvurulan ilk aktörlerden bir tanesi bölgesel güçtür. Yani daha somut örnek vermek gerekirse Ortadoğu’da bir güvenlik krizi çıktığında Suriye’de şuanda yaşadığımız gibi bir kriz yaşandığında bu krize dönük bir şeyler yapılmalı ne yapılmalı tartışmalarında Türkiye’nin pozisyonu nedir sorusunu sormadan bir çözüm bulmak mümkün mü? Bunu sadece bölgedeki diğer ülkeler değil, Suriye hükümeti değil aynı zamanda Batılı hükümetler de kabullenmek zorunda. İşte bu şekillerde o bölgedeki olan biten gerek ekonomik, gerek siyasi, gerek stratejik gerek askeri ilişkilerin kaçınılmaz bir aktör olan aktörü biz kaçınılmaz bir aktör olarak algılıyoruz. Şimdi bölgesel güçlerin çok kendilerine özgü karakteristik özellikleri var. Kendi bölgelerinde çok önemli aktör olabilirler, yani kendi bölgelerini onlar olmadan o bölgeyi anlamamız mümkün değildir neredeyse, ya da o gücü dikkate almadan o bölgeyi açıklamamız mümkün değildir, bu anlamda kendi bölgelerinde gerçekten ağırlığı olan aktörler dir. Fakat bu bölgesel güçler küresel siyasete, küresel sisteme çıktıkların da ağırlıkları biraz değişiyor. Türkçede bir tabir vardır, taş yerinde ağırdır diye. Bölgesel güçleri bu şekilde algılayabiliriz. Kendi bölgelerinde ağırlıklı ama küresel ölçeğe çıktıklarında bir kuvvet azalması gibi bir dinamik görüyoruz ama dünya siyasetinde öyle önemli bir gelişme var ki bu bölgesel güçlerin bazıları sadece kendi bölgelerinde etkin bir rol almakla kalmayıp aynı zamanda küresel arenada da belirleyici aktör olmakta da arayışlarını net bir şekilde ortaya koyuyorlar. 

Yani biz sadece kendi eksenimizde ağır gelen bir taş değil aynı zamanda küresel alanda da ağır olan bir taş olmak istiyoruz, bu iradeyi ortaya koyuyorlar. Bu anlamda da uluslararası ilişkiler literatüründe bölgeselleşme tartışmalarının yanı sıra küreselleşmenin yani geleneksel anlamda büyük güçlerin öneminin azaldığı tartışması da var ve bunlara ilaveten bölgesel güçlerin yükselişi diyebileceğimiz bir tartışma var yani dünya siyaseti giderek bölgeselleşiyor ve bunun sonucu olarak bölgesel güç dediğimiz aktörler giderek ön plana çıkıyor. Bu ön plana çık-maktan kastımız sadece kendi bölgelerinde görünür hale gelmeleri değil aynı zamanda küresel ölçekte de kendi seslerini duyuran kendi gündemlerini oluşturan aktörler haline gelmelerinden bahsediyoruz. Buna belki de Türkiye örneğinden yaklaşıp bir örnek vermek istersek geçen yaz imzalanan bir deklarasyon vardı, Tahran Deklarasyonu. Tahran Deklarasyonu önemli özelliklerinden birisi neydi? Böylesi bir antlaşmanın olmasını sağlayan aktörler kimlerdi? 
Türkiye ve Brezilya yani geleneksel olarak İran meselesi gibi bütün uluslararası güvenliği ilgilendiren, sadece Ortadoğu güvenliğini ilgilendiren bir mesele değil İran’ın nükleer meselesi, aynı zamanda tüm küresel güvenlik tartışmalarını etkileyen bir mesele. Böylesi meselelerde ön plana çıkan irade neydi? İki tane yükselen bölgesel güç; biz bu sorunun çözülmesinde alternatif bir çözüm yolunu savunuyoruz ve bu yaklaşım sonucunda böyle bir çözüm önerimiz var ve bu çözüm önerisini İran rejimini o antlaşmaya imza attırarak somut bir şekilde ortaya koyan iki küresel güç var. Yükselen küresel güç ya da yükselen bölgesel güç var. İşte benim son dönemdeki bölgesel güçlerin yükseliş sürecini vurgularken kastetmek istediğim buradaki karşımıza çıkan olgu yani küresel ölçekte rol oynamaya çalışan küresel aktörler. Şimdi bu uluslararası ilişkiler literatüründe çok önemli bir kırılma genelde daha önceki tartışmalarda büyük ölçekli güçlerin dünya siyasetini yönlendirdiği söylenirdi. Fakat bu giderek 
daha küçük ölçekli olarak görülebilecek aktörlerin bazen bir araya gelerek, birlikte işbirliği yaparak, küresel aktörlere neredeyse meydan okuduklarını görüyoruz. Bu anlamda ben dünya siyasetinin bir geçiş döneminde olduğunu düşünüyorum yani bu bölgesel güçler nereye kadar küresel güçlere meydan okumalarında ne kadar başarılı olabilir bilmiyoruz. 

Şu ana kadar pek çok bölgesel gücün yükselmesine paralel olarak dünya siyasetinin yapısının değiştiği uluslararası sistemin yapısının değiştiği yönünde tartışmalar var ama bu uluslararası sistemin yapısı değişim sürecinde olmasına rağmen yeniden tanımlanmış değil yani karşımıza çıkacak olan yeni uluslararası 
sistemde nasıl bir yapı olacak hiyerarşik tek kutuplu bir yapı olarak devam mı edecek, çok kutuplu bir dünya düzenine mi geçecek yoksa parçalanmış ortaçağ dünyasına geri mi döneceğiz bunları bilmek mümkün değil. Bu anlamda bir geçiş dönemi var ve bu geçiş döneminde her aktör daha etkili olabilmek için ve yen ikurulacak dünya düzeninin kurallarını tanımlama noktasında söz sahibi olabilmek için birbirileriyle neredeyse yarışıyor diyebiliriz. 

Bu kavramı biraz açıp Türkiye örneğine biraz daha yakından gelmek istiyorum. Mevcut uluslararası sistemin dayandığı hukuksal, kurumsal altyapıyı tartıştığımız da akla gelen ilk kurum hangisi? BM. BM sistemi ve bunu hazırlayan bir hukuksal kurumsal bir sistem var değil mi? Bunu da hazırlayan bir ekonomik yapı var dünyada. Bu hukuksal siyasi ve ekonomik yapıyı oluşturan koşullar hangileriydi? İkinci Dünya Savaşı sonundaki koşullar. Bir nevi şuanda içinde yaşadığımız uluslararası sistem aslında II. Dünya Savaşı sonrası dönemde hakim olan, güçlü olan ABD ‘nin hegonomik olarak oluşturduğu bir sistem. Bu zaman zaman kırılmalara uğradı. 

Breton Woods sistemini okumuş olan arkadaşlarımız vardır. Neydi ekonomik sistem 70’lerin başına geldiğinde kırıldı yeniden tanımlandı, ama öyle veya böyle uluslararası ekonomi hala batı eksenli ABD eksenli, onun dışında uluslararası yani BM sistemli Amerika eksenli, dünyada Amerika’nın askeri üstünlüğü söz konusu, bu anlamda her ne kadar farklı çeşitlik olsa da mevcut uluslararası sitemde Amerika’nın gücüne dayalı bir altyapıyı yansıttığını söyleyebiliriz. İşte şu anda yaşanan tartışmalardan bir tanesi özellikle bu bölgeselleşme süreci ve bölgesel güçlerin yükseliş sürecini düşündüğümüzde bu uluslararası sistemin yapısı nasıl tanımlanacak. Hani Türkiye’de seçimlerden sonra hükümet diyor ya yeni bir anayasa yapacağız. Parlamenter sistem mi olacak başkanlık sistemi mi olacak yarı başkanlık sistemi mi olacak buna benzer şekilde bir tartışmayı aslında biz uluslararası düzeyde görüyoruz her ne kadar da uluslararası ilişkilerde bir devlet olmasa da öyle veya böyle yazılı olan veya olmayan bir yönetişim sistemi var benim şu ana kadar görebildiğim, geçtiğimiz dönemde bu küresel ölçeğin içindeki yönetişim sisteminin yeniden tanımlandığı bir döneme giriyoruz ve bu yeniden oluşacak dünya düzeninde yeni olarak tanımlanacak ekonomik, askeri, siyasi olarak yeniden tanımlanacak dünya düzeninde bu yükselen bölgesel güçlerin bir rol arayışları içerisinde olduklarını görüyoruz yani Batı’nın ya da ABD nin 1940’lı yılların koşullarında yazdığı uluslararası sistemi ve kuralları kabul etmeyen, bunları revize etmeye çalışan bir grup aktör var karşınızda. 

Bunlar ne ölçüde başarılı olabilir olamaz bu ayrı bir tartışma konusu ama böyle bir arayış olduğunu hepimiz görüyoruz. Bu arayışların en bariz yansımalarından 
bir tanesi ise BM Güvenlik Konseyinin yapısına dönük tartışmalar. Biliyorsunuz BM Güvenlik Konseyi kaç üyeden oluşuyordu? 15 üye 5 daimi üye, veto hakları var bu daimi üye sayısının artırılması ya da veto haklarının mevcut üyelerden alınması vesaire bir sürü tartışmalar var. İşte bunların altında yatan tartışmalar neyin göstergesi? Artık dünyadaki güç dağılımının giderek değiştiği kaydığı farklılaştığı 1945 koşullarında oluşturulan o üst yapının kurumsal yapının alt yapıyı taşıyamadığı gerçeğini yansıtıyor. Bu noktada ne ölçüde başarılı olabiliriz bilemiyorum. Ama sonuçta böyle bir arayış böyle bir talep var. Ve bu talepleri seslendiren en önemli aktörler bence bölgesel güçler. Bunların zaman zaman kendi aralarında farklı şekilde organize olduklarını görüyoruz. Sizin verdiğiniz örnekler vardı mesela Şangay işbirliği. Onu bazen Batı karşıtı bir cephe olarak görenler var. Bunun da ötesinde son dönemlerde giderek popüler hale gelen BRIC ülkeleri dediğimiz bir kavram var. BRIC ülkeleri kimi ifade ediyor? Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin ve sonuna bir S eklendi mi diyen kimse var mı evet Güney Afrika. Brezily, ,Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika. Bu neyi yansıtıyor bunlar hep kendi bölgelerinde dünyanın farklı bölgelerinde ön plana çıkmaya başlayan ama sadece kendi bölgelerinde bir aktör olmakla yetinmeyip aynı zamanda küresel oyunu da belirlemeye çalışan aktörler. Şu anda yetkin olmayabilirler ama bilinçli bir şekilde ne yapamaya çalışıyorlar? Koordineli hareket etmeye ve dünya sisteminin yeniden tanımlanması noktasında belki söz sahibi olmaya çalışıyorlar ve ilginçtir ki T.C. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bir konuşmasında BRIC ülkelerine katılmayı düşünürüz diye bir ifade kullanmıştı. Bu nereye varır bilemiyoruz ama en nihayetinde Türkiye’nin de böyle bir niyeti beyan etmiş olması Türkiye’nin de kendisini bu yeni yükselen ülkelerden biri olarak gördüğünü yansıtan en bariz örneklerden biri. Yine BRIC ülkeleri  örneğinin biraz ötesine geçersek eğer farklı oluşumlarda gördüğümüz şey bu yeni yükselen güçler bir şekilde kendilerini ön plana çıkarmaya çalışıyorlar. 

Bunun belki de bir diğer yansıması bir farklı örnek G20 dediğimiz platform. G20 ne idi? Gelişmiş olan 20 ülke bu ülkeler daha önce hangi formatta 
toplanıyorlar dı? G8 ondan önce G7 neyi görüyoruz giderek G7, G8, G20 bilemiyorum 100’e falan çıkar mı, çıkmaz mı ama Batılı ülkeler de giderek 
neyin farkındalar sadece kapalı devre toplantılarla bir grup ülkenin bir araya gelmesiyle küresel ekonominin karşı karşıya kaldığı sorunları çözme 
noktasında yetersiz kalıyorlar. Giderek bu platformu, G20 daha çok bir ekonomik platform katılımcı ülke bazında genişletilmiş olması bile neyi yansıtıyor 
bu yükselen yeni güçleri bir şekilde küresel yönetişim mekanizmalarına dahil etme arayışlarını yansıtıyor. Bu örnekleri verdikten sonra Türkiye 
örneğine yavaş yavaş gelmek istiyorum. Az önceki örneklerde de belirttiğim gibi Türkiye’de öyle veya böyle kendisini küresel düzeyde ortaya çıkan yeni 
bir olgunun bölgeselleşme olgusunun ve bölgesel olgunun bir parçası olarak görüyor veya bunların benzeri şekilde hareket ediyor diyebilirim. En azından 
ben Türk Dış Politikasını anlamaya açıklamaya çalışırken böylesine kavramsal çerçeveden hareket etmenin faydalı olduğunu düşünüyorum ve bu anlamda 
Türkiye’nın son dönemlerdeki dış politikasına baktığımızda yoğun bir tartışma yaşanıyor. Kimsenin inkar etmediği bir gerçek var o da Türk dış politikasının son dönemde ne olduğu eksen kayması konusunda herkes uzlaşıyor mu? Bazıları kaymadı diyor. Uzlaşılan nokta ne? Çok yönlü olması aktif olması, yani eksen kaydı ya da kaymadı diyebilirsiniz, birazcık kaydı da diyebilirsiniz evet birazdan kayabilir de diyebilirsiniz bu önemli değil bu eksen kayması eksen genişlemesi bu iyi oldu bu kötü oldu dur bakalım bekleyelim görelim bu ayrı bir şey bu konuda pozisyonunuz görüşünüz yaklaşımınız fakat herkesin yadsımadığı bir gerçek var o da Türk dış politikası son dönemde daha bir pro aktif, renkli girişken hale geldi bu konuda heralde kimse itiraz etmiyor var mı farklı düşünen? Çok monoton bir dış politikamız var diyen var mı? Evet herkesin yadsımadığı bir gerçek ne ? Çeşitlilik, farklılık. İşte önemli olan ne bu çeşitliliği farklılığı açıklamak açıklayabilmek bunu açıklarken hangi faktörlere gönderme yapıyoruz hangi faktörlere vurgu yapıyoruz asıl soru bu bence bazıları ne diyorlar? Bu son dönemde yaşanan çeşitlilik farklılık, aktivizm, pro aktivizm genelde bir faktörün ürünü bu faktör kim? Ahmet Davutoğlu ya da AKP hükümeti. Bir kısım yazarlara göre son dönemlerdeki aktivizmi oluşturan ve bunun aktörlüğünü yapan temel unsur Türkiye’deki iktidar değişikliği ve 2002’de başa gelmiş olan iktidar ve özellikle bu başa gelmiş olan iktidar içerisinde Ahmet Davutoğlu Dışişleri bakanı, bir kısım yaklaşıma göre tüm bu değişimin sebebi hükümet ya da Türkiye’deki iktidar değişikliği. Bu yaklaşımları benimseyenlerin bir kısmı bu değişimi kuşkucu olarak değerlendiren kesimler yani son dönemde bir aktivizm oldu ama bu pek iyi olmadı diyen bir kanat var bu grubun içerisinde onlar ne diyorlar? 

Eksen kaydı diyenler genelde bu kesim yani son dönemde Türkiye’nin yaşadığı bu çeşitlenme, aktif dış politika hükümetin bir projesi ve bu projede aslında biraz pek de iyi olmayan hedeflere, siyasi amaçlara hizmet ediyor diyen bir yaklaşım var ve bu yaklaşımı savunanlarda eksen kayması görüşünü ileri süren çevreler. Yine farklı bir yaklaşım var bunlar da son dönemdeki değişimlerin dönüşümün hükümetin bir ürünü olduğunu savunuyorlar ama bunlar bu değişimi dönüşümü olumlu olarak karşılamıyor. Bunlarda daha çok hükümetin dış politkasını öven, hükümet yanlısı diyebileceğimiz çevreler. Bunlar ne yapıyorlar sanki Türkiye’de 2002 yılında Türkiye’de yeni bir dönem başladı, eskiden ortaçağdaydık, modernleşme, aydınlanma oldu, 2002’den sonra tamamen yeni bir dış politika takip ediyoruz. Her şey değişti alt yapı değişti üst yapı değişti ve karşımıza mükemmel şekilde işleyen çok hareketli çok yönlü bir dış politika çıktı şeklinde bir argüman var. Bunda değişik bir yaklaşım bu yaklaşımı savunanlar ne diyorlar eksen kaymadı biz durduğumuz yerde duruyoruz bilakis ne oldu eksen genişledi yani biz daha önceden tek bir eksendeyken batı eksenindeyken biz farklı farklı eksenlerde hareket ediyoruz, faaliyet gösteriyoruz bu anlamda eksen kaymadı diyor bu çevreler. Buna karşı daha akademik olarak yaklaşan hocalarımız biraz daha dengeli bir analiz ortaya koymaya çalışıyorlar. Bu arada bende kendimi naçizane bu şekilde tanımlayabilirim. Bizim yapmaya çalıştığımız bu Türk dış politikasındaki değişimi dönüşümü anlamaya çalışmak ama bunu sadece tek bir faktörle açıklamamak yani AKP geldi böyle oldu ya da falanca parti gelse böyle olur. Nedir uluslararası ilişkilerdeki ya da sosyal bilimlerdeki gerçekler biraz karmaşıktır tek bir değişkenle her şeyi açıklayamazsınız. Sosyal hayat özünde karmaşıktır. Türkiye’de ki bu değişimi dönüşümü açıklamak için yapmamız gereken de farklı faktörlere aynı anda bakmaya çalışmak. Analiz düzeyi kavramını hatırlayan var mı uluslarararası ilişkiler teorisi dersinden? Analiz düzeyi; yani bireysel analiz düzryi ülke içi devlet içi düzeyi ya da uluslararası sistem düzeyi, bütün bu farklı farklı teorileri bir araya getiren, böylesi bir teork çerçevenin Türkiye’yi algılamak için daha faydalı olacağını düşünüyor çoğu 
arkadaş benimde yapmaya çalıştığım bu anlamda böylesine bir çerçeveden yaklaşmak. Bireysel dediğimiz hükümet düzeyinde yaklaşım burada geçerli 
gerçekten de 2002 yılında bir şeyler oldu yani 2002 öncesi ve 2002 sonrasına baktığımda Türkiye’de bariz bir farklılık var. Bu anlamda hükümetin rolünü 
inkar etmemek, teslim etmek gerekir. Hükümeti eleştirebilirsiniz ya da Davutoğlu’nun yaptığı değişiklikleri dönüşümleri göz ardı etmemeniz gerekir 
gerçektende bu anlamda Türkiye’nin son dönemde aktif bir dış politikayı takip etmesinin önemli bir sebebi Türkiye’de 2002 sonrası ortaya çıkan iktidardır. 
Onun dışında ülke düzeyi. Devlet düzeyi dediğimiz düzeye bakarsak burada bence en önemli faktör şu; Türkiye’nin artan ekonomik gücü. Özellikle realist yaklaşım ne diyor? Uluslarararası ilişkilerde devletler güçleri oranında ulusal çıkarlarını belirlerler ve güçleri oranında aktarı olurlar. Son dönemde Türkiye ekonomisi dünya sıralamasında 

16. ekonomi mi oldu 17 mi 16 mı? Her halükarda bir artış var. 20’lerden 16’ya indik. Türkiye’nin ulusal gücünün artmış olması yani kümülatif olarak sadece x partisinin değil bir ulus devleti olarak gücünün artması son dönemlerde yaşadığımız değişimi tetikleyen diğer önemli bir faktör ben böyle olduğunu 
düşünüyorum ve bunlara ilaveten sistemik düzeyi, sistemik anlamda bazı dönüşümler var ve o sistemik dönüşüm benim konuşmamın başında anlattığım 
süreçler yani giderek küresel güçlerin rollerinin azalması buna mukabil ortaya bölgesel güçler dediğimiz güçlerin ortaya çıkması. Artarak görüyoruz 
ki ABD her ne kadar dünyadaki tek süper güç olarak görünse de eskiden olduğu gibi her şeyi kontrol edebilme yeteneğine sahip değil. ABD’nin bu anlamda dünyadaki rolünü konumunu yeniden tanımlamaya başladığını görüyoruz. Giderek Ortadoğu’da mesela Irak’a girdi, Afganistan’a girdi buradan çekilme tartışması var onun sonrasında ABD konumu ne olur bilmiyoruz. Bu anlamda ben ABD’nin küresel ölçekte gücünün daralmasının, azalmasının ve bölgesel güçlerin öneminin artmasının Türkiye’nin takip ettiği proaktif çok yönlü dış politikayı hazırlayan önemli bir sistemik faktör olduğunu düşünüyorum. 


Bunun da ötesinde Türkiye’nin çıkarlarını ve tehdit algılarılarını tanımlarken yeni bir zihni yapıya kaydığını görüyoruz yani uluslararası ilişkilerde sistem düzeyi dediğimiz zaman aslında bakmamız gereken faktör tehdit kaynaklarıdır. Bir devletin dış politikadaki davranışları belirleyen en önemli faktörlerden bir tanesi 
tehdit algılamalarıdır. Tehditin nerden geldiğine göre siz farklı şekilde politika geliştirirsiniz. Son dönemde Türkiye’nin tehdit algılarını da, tehdit algılarını 
da derken sadece 7-8 yıllık değil bir 10-20 yıllık döneme bakarsak tehdit algılarının da soğuk savaş dönemiyle kıyaslandığında farklılaştığını görüyoruz. 
Soğuk Savaş zamanında Türkiye’nin tehdit algısı ne idi? Temel tehdit algısı? Komünizm yani Sovyetler Birliği yani Sovyet Rusya diyelim, kuzeydeki 
büyük komşumuz en önemli tehdit kaynağıydı, Türkiyenin tüm savunma stratejisi askeri stratejisi, askeri birliklerin dağılımı, yayılımı bunun üzerine 
kurulmuştu. Onun üzerine belki Rusyanın uzantısı olan Suriye’den gelebilecek tehditler ve Rusya’ya karşı biz kendimiz ayakta duramıyoruza’a karşı ne demiştik? Bir patrona ihtiyaç var bu da ABD ya da NATO ittifakı ve dış politikamızı biz onun üzerine endekslemiştik. Soğuk Savaş sonrası dönemde yani son dönem derken bunu kastediyorum, olan ne? Rusya-Türkiye ilişkileri inanılmaz bir yakınlaşma dönemine girdi ve özellikle son 5-6 yılda Başbakanla, Rus başbakanının kaç kere görüştüğünü artık saymıyoruz, belli değil. Sık sık görüşüyorlar. Rusya’ya yakınlaşma kuzeyden gelen tehdit algısının nereye kayması? Giderek güneye doğru diyelim, diğer bölgelere ve özellikle Balkanlar kısmında da Yunanistan’la da ilişkileri düzelttik, güneye kaydı yani Türkiye’nin giderek geleneksel olarak aktif olmadığı bölgelerde aktif olmasını açıklayan önemli bir sebep ne? Tehdit kaynaklarının farklılaşmış olması. Bu anlamda da ben Türkiye’nin dış politikasındaki aktivizmin çok yönlülüğün önemli bir sebebinin işte bu tehdit algısının kayması olduğunu düşünüyorum ve bunlara ilaveten çıkar beklentileri diyebiliriz uluslararası ilişkiler teorisinde realistlere göre devletler ne yapıyor? Çıkarları peşinde koşar, çıkarları neredeyse orada aktif olmak zorundasın, Türkiye’nin çıkar beklentisinin de giderek çeşitli bölgelere kaydığını görüyoruz. Geleneksel olarak Türkiye’nin dış ticaretine baktığımızda yüzde 70 gibi Batı ile, AB ile ticaret yapıyordu ama Soğuk Savaş sonrası döneme geçtiğimizde öncelikle 


Rusya’nın sonra Avrasya coğrafyasının giderek öenminin arttığı ve bugün geldiğimiz noktada Rusya, Türkiye’nin birinci ticaret ortağı bunun belki 
önemli bir sebebi doğalgaz ithalatımız ama sonuçta Rusya önemli ticaret ortağı. Ve en son rakamlara göre son 2-3 yılda AB’nin Türkiyenin tüm dış ticaret 
yapısındaki yüzde 50-60’lardan son 7-8 yılda yüzde 40’lar bandına çekildiğini görüyoruz.Yüzde 35-40 oldu sonra 40-45 bandına çıktı kriz sonrası. 

Yüzde 40’lara kadar düştüğünü görüyoruz ama buna rağmen neyi görüyoruz? Türkiye’nin dış ticaret hacmi genişledi. İşte bu Avrupa’nın azalan rolünü 
kapayan kim? Diğer bölgeler. Ortadoğu ile ticaretimiz giderek artıyor, Afrika ile ticaretimiz giderek artıyor. Asya ile ticaretimiz giderek artıyor yani demek 
istediğim şu, Türkiye’nin çıkar beklentileri artık farklı bölgelerde ve özellikle ekonomik çıkar beklentileri farklı bölgelerde şekillendiği için farklı bölgelerde Türkiye Pazar bulduğu için giderek bu bölgelerde siyasi olarak da ne oluyor? Giderek aktif hale gelmeye başlıyor. İşte Türkiye’nin o son dönemde 
gördüğümüz dinamizmini aktivizmle açıklayan sadece bir partinin iktidara gelmesi değil gerek Türkiye’deki iktidar değişikliği gerek Türkiye’nin gücünün artması gerek de uluslararası sistemlerde bölgesel sistemlerde bahsettiğim değişimler. Bütün bunları bir araya getirirsek bütün bu faktörlere bir arada bakarsak Türk dış politikasında son dönemde yaşanan değişimi dönüşümü farklılılaşmayı daha iyi algılayabiliriz diye düşünüyorum. 

Özellikle ekonomik 
faktörlerden bahsederken bir kavramı burada vurgulamak istiyorum. Bunu duymuş olan vardır, ticaret devleti diye bir kavramı hiç kullandınız mı? 


Kemal Kirişçi adlı bir hocamız çok önemli bir makale yazmıştı Türk dış politikasında”Ticaret Devleti” diye. Tabi ingilizce Trading State denen bir kavram var. Türkiyenin giderek bir ticaret deveti olduğunu iddia ediyor yani Türkiyenin artan ekonomik potansiyelinin bir uzantısı olarak dış ticaretin şekil
lendiğini ve dış politikanın yapımında ticaret kaygılarının yani yeni pazar bulma, yeni müşteri bulma ve bu müşterileri kaybetmeme kaygılarının ön plana 
çıktığını ileri süren bir argüman. 

Bu da Türkiye’nin son dönemdeki dış politikada yaşadığı çeşitlenmeyi farklılığı açıklayan önemli bir faktör. Bütün bunların bir araya getirdiğimizde ben dinamizmi algılamanın açıklamanın daha mümkün olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda şu ana kadar anlattığıma bakılırsa dünyada bölgeselleşme eğilimi 
var, gücü artan bölgesel devletler ne yapıyorlar hem kendi bölgelerinde etkin oluyorlar hemde küresel ölçekte söz söyleme arayışına giriyorlar. Bu perspektiften baktığımızda Türkiye’nin yaptığı gayet normal geliyor değil mi sadece Türkiye bunu yapmıyor, Brezilya da yapıyor, Rusya’da yapıyor, Çin de yapıyor, Kore de yapıyor, Kore büyükelçisi, Türkiye ile ortaklık istiyorlar yani bir şekilde Kore-Türkiye ile uzun dönemde işbirliği yapmak istiyor. Kore de 
benzeri şekilde belki bizden biraz daha ileride olan bir ülke bu anlamda aslında Türkiye’nin yaptığı anormal bir şey değil gayet normal. Bir sürü farklı 
güç aynı şeyi yapıyor. Ama bu kadar normal bir şey yaparken Türkiye’nin bu yaptığı anormal bir şeymiş gibi karşılanıp eksen kaydı diye bir argüman var 
niye böyle bir argüman var ortada? Bence bu gerçekten teorik yansımaları olan bir soru. Çok normal olan bir şeyi yapan birisinin yaptığı neden sorgulanır 
ya bir sürü bölgede bölgeselleşme eğilimi var. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


****