Aday Memur Hazırlayıcı Eğitimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Aday Memur Hazırlayıcı Eğitimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Nisan 2020 Salı

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKALARI VE GÜVENLİK STRATEJİLERİN GELİŞİMİ. BÖLÜM 3

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKALARI VE GÜVENLİK STRATEJİLERİN GELİŞİMİ. BÖLÜM 3



II- Türkiye’nin Güvenlik Anlayışının Tarihsel Arkaplanı 

“Milli Güvenlik Kavramı sosyal bilimlerde klasik anlamda “bir milletin iç (milli) 
değerlerini dış tehditlere karşı koruma yeteneği” 26 şeklinde tanımlanmaktadır. Bu çerçevede toplumsal barışın korunması, toplumun kendisini geliştirmesi, doğrudan askeri bir saldırıya karşı korunması, dış tehditlere karşı savunması bir ülkenin en öncelikli görevleri arasına giren milli güvenlik kavramının alanlarını kapsamaktadır. Bir ülke yaşamsal değerlerini (core values) kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalmadığı veya kendisine meydan okunduğu takdirde, istememesine rağmen bir savaşa girmesi durumunda, değerlerini koruma yeteneğine sahip olduğu oranda güvenli demektir. 27 

Bu bakımdan milli güvenlik kavramı salt askeri başarı veya askeri önlemlerden daha fazla bir anlam ifade etmektedir. Özellikle modern devlet anlayışının ortaya çıkması ile birlikte ulus bilincinin ve ulusal değerlerin korunması, milli güvenliğin kapsamı içine girmeye başlamıştır. 
İdeolojik kutuplaşmaların keskinleştiği İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra her devlet, iki kutuplu uluslararası düzenin oluşturduğu bir ortamda, kendi ulusal güvenliğini kendine özgü şartlar çerçevesinde belirlemeye başlamıştır. 

Bu bağlamda Milli Güvenlik kavramına değişik zamanlarda içerik olarak farklı tanımlamalar yapılmıştır.28 

MGK’nın resmi internet sitesinde milli güvenlik; “yalnız halkın değil, devletin ve anayasal düzenin, hukuki, siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel yönleri bulunan” bir olgu olarak tanımlanmakta, devlet ve bireyin her eylemi güvenlik kavramı içinde değerlendirilmektedir. 
Ayrıca yine aynı yerde uzun süreli devam eden, yani devletin güvenliği açısından devamlı tehdit unsuru oluşturan, devletin tüm varlığını, üniter devlet yapısın tehdit eden, bölgesel olmasına rağmen tüm ülkeyi etkileyen ve var olan düzeni bozmaya yönelik eylemler (biz bunu PKK olarak okuyabiliriz) Milli Güvenlik kapsamında değerlendirilmektedir.29 

A-Millet-i Müselleha ve Cumhuriyet Kadrolar Üzerindeki Etkileri 

Güvenlik kavramının Türkiye’de kapsam alanının geniş tutulması ve her eylemin milli güvenlik kavramı altında değerlendirilme eğiliminin baskın bir anlayışın temelinde, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına neden olan olayların etkisi olduğu kadar, Cumhuriyeti kuran kadroların etkilendikleri düşüncenin de rolü azımsanmayacak kadardır. Başta Atatürk olmak üzere İtttihat ve Terakki geleneğinden gelen kadroların, dünya görüşlerini ve toplumsal değerlerini şekillendiren üç ana kaynaktan beslendiğini görüyoruz. Fransız devrimi ile oluşan Cumhuriyetçi fikirler ve Aydınlanma Felsefesidir ki, özellikle pozitivizm bu şekillenmenin birinci kaynağını oluşturmaktadır. Atatürk’ün, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” ifadesi buna en iyi örnektlerden biridir. İttihatçılar üzerindeki Fransa kaynaklı pozitivizm etkisi (Ahmet Rıza) en fazla bilinen kaynaktır. Diğer ikinci ve üçüncü kaynaklar, Anti Yunan’daki Spartakist öğeler ve bu anlayışın 19. Yüzyıl ikinci yarısından itibaren Prusya’da tartışılan, Almanların birliğini sağlayarak bir devlet altında birleştirme süreci esnasında sanayi devriminin askeri etkilerinin savaş sanatına uyarlanması ile ortaya çıkan Volk in 
Waffen (silahlı halk) kavramıdır. 

19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren savaş teknikleri ve savaş araçlarının gelişimi, herkesin askere gitme zorunluluğunun uygulanmasını da getiren yurttaş-ordu anlayışla, savaş sanatının derinden dönüşümüne neden oldu. Yeni Savaş sanatı açısından 1870/71 Fransa ile Prusya ordusunu karşı karşıya geldikleri Sedan Savaşı dönüm noktasını oluşturdu. Toplumun kamusal alan ve kamusal hayata katılması, aynı zamanda milli hedeflerin gerçekleştirilmesine yönelik savaşlara herkesin yani bütün halkın da dahil olması, “silahlandırılmış  halk” veya bizim deyişimizle “asker-millet” anlayışını da beraberinde getirdi.30 

Millet-i Müsellaha olarak ifade edilen ve bugünkü Türkçeye “silahlı millet” veya 
Türçede “asker millet” olarak kullandığımız bu kavram, (Volk in Waffen) Cumhuriyeti kuran kadroların siyasi düşüncelerinde ve bu düşüncelerin pratiğe yansıtılma aşamasında etkin bir yer tutmuştur. Bu kavramın Türkçe’de sık kullanılan biçimi olan “asker-millet” benzetmesinin Türklerin Orta Asya bozkır yaşantısının bir yansıması olduğu kadar, Batı siyasi yapısında Antik Yunan’daki Sparta site kentine kadar uzandığını görüyoruz. 

Antik Yunan kentlerinden Sparta’nın, Atina’dan çok farklı bir özelliği vardır. Atina’nın filozofları demokratik bir siyasi sistem içinde günümüzdeki modern bilimlerin temel dayanaklarını oluşturan düşüncelerini açıklamakla meşgulken, aynı dönemde başka bir Antik Yunan site kenti olan Sparta farklı bir yaşam tarzını sergilemekteydi. Likurgos’un koyduğu yasalarla yönetilen Sparta’da yasaların uygulanması ve yaşam felsefesi tek bir hedefe kilitlenmişti: Savaşçılığa... Likurgos yasalarında özel hayata yer yoktu. Sparta’lılar öyle bir 
yaşam felsefesine sahiptiler ki savaşmak ve savaş oyunlarından başka bir şey bildikleri de yoktu. Sparta’da tüm yaşam savaşçı yetiştirmek üzere düzenlenmiş ti. Sparta’nın yasa koyucusu Likurgos’a göre, Sparta’lılar arılar dünyasında olduğu gibi “toplumsallaşmalı”, krallarının etrafında “kendilerinden geçercesi ne”saygı ve hayranlıkla kenetlenmeli ve bütün “benlikleriyle vatanlarına ait olmalıydılar.31” Sparta da eğitimin tek amacı vardı. Kendini tamamıyla devlete adamış ve bunun için her türlü acı ve cefaya katlanabilecek iyi askerler 
yetiştirmekti.32 Sparta’lılar iyi savaşçıydılar ve savaşçı olarak ta başarılı oldular. Fakat herhangi bir kültürel miras üretemedikleri gibi toplumun varlığının devamının en temel şartlarından olan barışı korumayı da beceremediler.33 

B- Colmar Freiherr von der Goltz Paşa’nın Osmanlı Subayları Üzerindeki Etkisi 

Yeniçeri ordusunun 1826’da kaldırılmasından sonra Osmanlı ordusunun 
modernleştirilmesi sürecinde Prusyalı subayların etkin bir şekilde görev aldıklarını görüyoruz. Bu bağlamda 19. yüzyıl boyuncu değişik zamanlarda fakat bir sürekliliği de olan zaman dilimlerinde Prusyalı subaylar, Osmanlı ordusunun yeniden yapılandırılmasında görev almışlardır. 1834-39 yılları arasında görev alan Helmuth von Moltke ve daha sonra Moltke’nin aracılığı ile 1882’de Kaehler başkanlığında bir subay grubu Osmanlı ordusunun 

Prusya askeri yapısına uygun yeniden yapılandırdılar.34 Colmar Freiherr von der Goltz, II Abdülhamit döneminde Osmanlı ordusunu modernize etmek üzere Talim ve Terbiye İşleri Umumi Müfettişi olarak Türkiye’ye geldi. Goltz, 1885 yılına kadar orduda görev yapan Kähler Paşanın vefatı üzerine onun yerine Erkanı-ı Harbiyeyi Umumiye II. Reisi oldu ve 1985’e kadar bu görevde kaldı. Von der Goltz, Birinci dünya Savaşı esnasında tekrar Türkiye’ye geldi. 1909 yılında Selanik’te Kolağası Mustafa Kemal’in 3. Ordu hareket planını uygulayarak, Mustafa Kemal’i yeteneğinden dolayı taltif etti.35 Goltz, 1915’de aralarında Kazım Karabekir’in de bulunduğu kurmay heyeti ile birlikte 6. Ordunun    Kumandanı olarak Irak Cephesi’ne gider. Kut’ül Amare’de İngilizlere karşı savaş kazanır. 
Burada 73 yaşında tifüsten ölür. Cenazesi İstanbul’a getirilen Goltz Paşa’nın katafalkına Osmanlı ve Alman bayrakları sarılır. Aynı şekilde Alman generali şapkası ile Osmanlı müşir sarığı konur.36 Goltz Paşa’nın katafalkındaki bu simgesel birliktelik, Colmar Freiher von der Goltz Paşa’nın Osmanlı ordusu tarafından ne kadar takdir edildiğinin ve benimsendiğinin bir işaretidir. 

Başta Atatürk olmak üzere Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının Almanya’nın genel 
anlamda askeri anlayışının temel felsefesinden etkilendiği gibi bu askeri anlayışın Türkiye’de ordu kadroları arasında yayılmasında önemli bir yeri olan von Goltz Paşa’dan da etkilendikleri görülmektedir.37 

1960 sonrası dönemde Türkiye’de asker-sivil iktidar ilişkisi ile ilgili tartışmaların bir benzerinin 130 yıl öncesine Alman parlamentosu ile askeri çevreler arasındaki güç mücadelesi şeklinde yaşandığı görülmektedir. Parlamento’nun asker üzerinde sivil denetimle ilgili tartışmaların yaşandığı 1883 yılında yayımlanan Neueste Mittheilungen 38 dergisinde Freiher von der Goltz’un, “Volk in Waffen” eserinden bir bölümün aktarıldığı, subayların ayrıcalıklı konumları ile ilgili görüşleri, Türkiye’de askerin kendisini ayrıcalıklı ve üstün konumda görme nedenlerinin de ip uçlarını vermektedir. Millet-i Müselleha olarak Osmanlı/Türk Harbiye okullarında okutulan Goltz’un “Volk in Waffen” adlı eserinin temel 
düşüncesi, değişen savaş kuralları bir milletin varlığının devamını, zorunlu askerlik eğitim ile herkesin askerliği öğrenmesi ve toplumun önderleri olabilecek konumda iyi yetişmiş subayların yönetimindeki orduları sayesinde mümkün olabileceğini savunmasıdır.39 

Subay sınıfının toplumun en iyi kesimlerinden ve normal yaşantı içerisinde de yığınlar üzerinde tabii bir otoriteye sahip olanlardan seçilmesini isteyen Goltz, bu yüzden kendi şahsi çıkarlarını ve refahını değil, toplumun bütününe hizmet etmeyi mesleklerinin gereği olarak gören ve toplumun sadece küçük bir kısmını oluşturan kesimin, subay sınıfına uygun olabileceğini belirtmektedir. Goltz’a göre kendine özgü sınıfsal özellikleri sergileyen subaylara ayrı bir sınıf karakteri vermek zaruridir. Çünkü subay sınıfı toplumsal bir sınıfta var olan özelliklere sahiptir. Bu şekilde Goltz’a göre subay kadrosu eski kardeşlik tarikatının 
en güzel zamanlarını hatırlatan özelliklerini alacaklar ve gerçek şövalyeliği temsil edeceklerdir. Goltz’un bu ifadelerinden subay kadrosunda nevi şahsına münhasır ayrı bir cemaat ruhunun oluştuğu ve mistik atmosferinin bulunduğu bir sınıf tanımlamasının yapıldığını görüyoruz. Yine Goltz’a göre, askerliğin kendine özgü tehlikeli konumundan dolayı, subaylara devlet içinde ayrıcalıklı bir konuma sahip olma hakları vardır. Bu ayrıcalıklı olma haklarını Goltz, subayların toplumun diğer kesimlerinde farklı olan özelliklerine bağlamakta ve bunları savaş alanındaki yetenekleri ile birleştirmektedir. Goltz’a göre ayrıcalıklı olduğuna inanan ve diğerlerine göre farklı özelliklere sahip olduğu bilincine alışkın olan birisi, savaşta da olağanüstü olmayı kendisine bir görev olarak addedecektir.40 

Goltz’un tanımladığı bu subay sınıfı aslında Tanzimat döneminden itibaren batılılaşma ile birlikte Osmanlı yönetiminde giderek artan bir şekilde söz sahibi olan sivil- asker bürokrasinin kendisini devletin “halaskar”ı olarak görmesini de açıklamaktadır. Dolayısıyla bugün günlük kullanımda bulunan “ordu-millet”, “devlet”, “zinde güçler” gibi kavramlar 19. Yüzyıldan itibaren Osmanlı’nın modernleşmeye başlaması süresinde kullanılan kavramlar olmuştur. Bu bakımdan bu tür kavramlar, işlevsellikleri ve kökenleri itibarıyla Türk- İslam 
devlet anlayışından çok modernleşme sürecinin bir tezahürüdür. Osmanlı döneminde modern ulus devletini ayakta tutan kurumsal yapıların dayandığı sütunların merkezi konumundaki burjuva sınıfının varlığından daha 1908 II. Meşrutiyet ilanında bile şüphe edilmektedir. Batılı manada modern devlete giden yolun taşlarının döşenmesinde önemli bir yeri olan 1908 Jöntürk İhtilali, burjuva sınıfı tarafından değil, 41 kendilerini Prusya ordusunun devlet anlayışı 
felsefesine uygun bir şekilde devletin varlığının devamında yegâne güç olarak gören askerler tarafından gerçekleştirildi. 

C- Aşamalı Başarı Stratejisi 

Kurtuluş Savaşının kazanılmasından sonra Mustafa Kemal’in gelecekle ilgili 
stratejisini aşamalı başarı üzerine inşa ettiğini görüyoruz. Türkiye Cumhuriyeti 1923 Lousanne anlaşması ile uluslararası alanda hukuken tanınmış bir devlet statüsünü kazanmıştır. Lousanne Anlaşması aynı zamanda Türkiye’nin dıştan gelecek saldırılara karşı güvenliğini garanti altına aldığı bir anlaşmadır. Çünkü Kurtuluş Savaşı, Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden güçlere karşı kazanılan bir savaştır. Atatürk, Lousanne Antlaşması ile Türkiye’nin bağımsız ve egemen bir devlet olarak varlığını devam ettirmesi için gerekli olan esasların uluslararası hukuk açısından tasdik edildiğini, Mustafa Kemal’in ifadesi ile zaten bu esasların “kuvvet ve liyakla fiilen ve maddeten istihsal edilmiş hususatın (Lousanne’de) 
usulen ifade ve tasdikinden başka bir şey” olmadığını ifade ediyordu.42 İç politika’da ise Batı’nın çağdaş değerleri temelinde siyasi, ekonomik ve toplumsal 
değişimimin sağlanması için atılması gereken adımlar aşamalı olarak gerçekleştiril di. Siyası, toplumsal ve kültürel alanlarda gerçekleştirilen batılılaşma yolundaki reformların gerçekleştirilmesi için gerek TBMM içinde gerekse Meclis dışındaki muhalefetin susturulması gerekiyordu. 1925 Şeyh Sait isyanı ile başlayan ve yeni devletin iç güvenliğini ve üniter yapısını tehdit eden olayın üstesinden gelmek için çıkartılan Takrir-i Sükûn Kanunu ve Kurulan İstiklal Mahkemeleri rejimin pekiştirilmesi için gerekli iç güvenliği sağladı. 

İçerde yeni rejime muhalif güçlerin 1925’ten sonra etkisiz hale getirilmesinden 
sonradır ki CHP’nin 1931 yılında yapılan 3. Büyük Kurultayı’nda kabul edilen parti programında “yurtta sulh, cihanda sulh” prensibi Parti’nin temel dış politika ilkesi olarak benimsendi.43 Bu aynı zamanda Türkiye’nin dış ve güvenlik politikasının uygulanmasına belirleyici ilkelerden biri oldu. 

Türkiye Cumhuriyeti siyasi söyleminde Osmanlı Devletinden tamamen farklı bir 
devlet olduğunu iddia etmektedir. Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı Devletine dayatılan Sevr, Osmanlı Devletine vurulmak istenen son darbeydi. Bu darbe Kurtuluş Savaşı ile geçersiz kılındı. Bir bakıma savuşturuldu. Fakat Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan beri varlığını potanisyel olarak tehdit eden en büyük tehlike olarak Sevr’in Batı tarafından yeniden gündeme getirilmesini ve irtica tehlikesini gördü. Bu iki faktör, yani Kürt sorunu ve irtica, Türkiye’nin üniter yapısını ve ulus devlet kavrayışı ile Kemalist ideolojisini tehdit eden unsurlar olarak algılandı. Türkiye’de yönetici elitlerin âdeta korkulu rüyası haline gelen ve sürekli olarak parçalanma endişesi taşımalarına neden olan bu Sevr sendromudur. Hâlbuki Türkiye Cumhuriyeti Lousanne anlaşması ile uluslararası hukuki alanda toprak bütünlüğü tanınmış ve bu anlamda Sevr, Türkiye üzerinde dayatılan muhtemel bir tehdit olarak geçerliliğini kaybetmiştir. 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKALARI VE GÜVENLİK STRATEJİLERİN GELİŞİMİ. BÖLÜM 2

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKALARI VE GÜVENLİK STRATEJİLERİN GELİŞİMİ. BÖLÜM 2 



C- Modern Devlet ve Güvenlik Algılaması 

Modern devletlerin temel unsurlarından olan egemenlik kavramı Hobbes’in ifadesiyle “ Superaus“( En üstün İktidar), olarak modern devletin tek temsilcisidir. 12  
Bu haliyle devletin sınırları içindeki siyasal ve sosyal yaşama hakim olduğu anlamına işaret etmektedir. 
Hakimiyet ise devletin başlıca unsuru olup “ferdi iradelere hakim olan ve devlette nizam ve intizamı temine yarayan yüksek bir iradedir”13. Bu itibarla modern devletin hükümranlık yetkileri arasında iki alan öne çıkmaktadır: Bunlar devletin dış politikası ve toprak bütünlüğünün dış saldırılara karşı korunması ve içerde barış, güven ve huzur ortamının sağlanmasıdır. 

Modern devlet yapısına geçiş ile birlikte devlet, egemenliğinin kaynağı, egemen bir güç olarak zor ve şiddet kullanma tekelini elinde bulunduran yegane legal güç olmuştur. 
Birbirlerinden farklı büyüklüklerde olan ulus devletlerin sınırları içe ve dışa yönelik tehdit algılamasının sınırlarını da oluşturdu. Güvenlik kavramı klasik anlamda iki boyutuyla ele alınmaktadır. Birinci boyutu ulus devletlerin birbirlerine karşı ilişkilerinde ortaya çıkmaktadır. Bu duruma dışa yönelik güvenlik denilmektedir. Diğer boyutunu da ulus devlet içinde örgütlenmiş toplumun güvenliğini tehdit eden sorunları oluşturmaktadır ki buna da iç 
güvenlik denmektedir.14 



Tabela 1. Bir Devletin Güvenlik ve Tehdit Algılaması15 

Gerek ulus devlette gerekse uluslararası sistemde güvenliğin tam olarak sağlamak, yani ideal anlamda güvenli bir ortama kavuşabilmek için şiddete giden yolların önünün kesilmesi, bir anlamda şiddetin nedenlerinin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Hollandalı hukukçu Grotius’a (1583-1645) göre devletin güvenliğini uluslararası sistemin güvenliğinden soyutlamak mümkün değildir. Aynı şekilde uluslararası kurum ve kuruluşlar devletin uluslararası alandaki güvenliğini garanti altına almaktadır. Bu bakımdan barışı koruyan ve 
güvenliği garanti altına alan uluslararası örgütlerin kurulması teşvik edilmelidir ler. Grotius, daha o zamanlar uluslararası barışın ve güvenliğin sağlanabilmesi için uluslararası kolektif bir güvenlik sitemine işaret etmektedir. Uluslararası sistemde devletlerin eylemlerini sınırlandıran herhangi kuralların bulunmadığı durumlarda devlet kendini dış tehditlere karşı savunma durumunda bırakılmakta dır. Bu bakımdan devletin güvenliği için tehditlere karşı savunma tedbirleri alması gündeme gelmektedir.16 

Ulus devlette egemen olan devlet biçimi, yani iktidar türü, anayasal, demokratik liberal sistemlerden, otoriter ve diktatörlükleri içine alan geniş bir spektrumu kapsamaktadır. 
Sistemin demokratikleştirilmesi, iktidarın sivilleştirilmesi ile eş anlamda kullanılmaktadır. 
Senghaas’ın ifadesiyle toplum ve iktidarın sivilleştirilmesi, devlet içinde güvenliğin sağlanmasının en önemli faktörlerinden biridir. Sivilleşme kavramı, iç siyasetin toplumsal ve hukuksal alanlarını da içine alan iç politikaya dönük sivilleşme mekanizmalarının oluşturulması ile ilgili temel ilkeler oluşturmaktadır. Barış kavramını merkez alan sivilleşme projesi, Türkiye gibi siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda değişim ve dönüşüm sürecinde (saekularer Emanzıpationsprozess) bulunan ülkelerde insanların statülerinin önceden 
belirlendiği geleneksel toplum yapısından modern bir topluma geçişin temel dinamiklerini ortaya koymaktadır. 

Demokratik ve modern bir toplum yapısının en temel özelliği ise çoğulcu (pluralist) bir toplum yapısının niteliklerine sahip olmasıdır. Çoğulculuk kavramı bireyin kendini tanımlaması ve dış dünyaya yansıması bağlamında kimliksel farklılığa, farklı düşüncelere farklı “gerçekliğe” ve nihayet farklı adalet tasavvurlarına işaret etmektedir. Başka bir ifadeyle çoğulculuk bir toplumda farklı çıkarların söz konusu olduğu bir yapıyı içermektedir.17 
Türkiye gibi toplumsal, siyasi ve ekonomik değişim sürecini hızlı yaşayan 
ülkelerde, geleneksel toplum yapısı ve ekonomik ilişkiler biçiminin oluşturduğu toplum katmanları ile küreselleşmenin bütün nimetlerinden faydalanan toplum kesimlerinin iç içe yaşamalarından kaynaklanan siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel bir yaşam söz konusu olmaktadır. Paralel yaşam alanlarının oluşmaya başladığı bu tür toplumsal yapılarda zaman zaman sosyal gerilimlere, toplumun farklı sosyolojik hatları arasında yırtılmalara neden olmakta ve şiddete davetiye çıkarmaktadır. Toplumsal huzurun istikrarın, barışın ve iç güvenliğin sağlanması, ekonomik anlamda kalkınmanın ve adil bir dağılımın gerçekleştirilmesi, demokratik ve çoğulcu bir toplum yapısının oluşturulması ile mümkün 
olur. Bu anlamda klasik güvenlik tanımı olan “herhangi bir devletin başka devlet tarafından tehdit edilmemesi” durumuna iç güvenlik boyutunu da katarak,, güvenlik, bir devletin iç yapısı ve uluslararası sistemin yapısı öyle bir şekilde düzenlenmiş olmalı ki, toplumsal aktörler de dahil almak üzere hiç bir aktör hükümetlere ve toplumlara karşı şiddet uygulamada herhangi bir neden ve imkan bulamasınla.”18 şeklinde geniş bir anlamda tanımlanması mümkündür. 

D- Güvenlik, Küreselleşme, Kimlik Sarmalı 

Uluslararası sistemi yönlendiren küresel güçler, politik söylemlerinde her ne kadar küreselleşmenin en önemli parametrelerini oluşturan ekonomide liberalleşmeye ve siyasi yönetim anlayışında demokratikleşmeye atıfta bulunsalar da kendi değerlerini savunma, siyasi ve ekonomik üstünlüklerini garanti altına alma konularında yürüttükleri politikaları realist teori temelinde şekillenmektedir. Başka bir ifadeyle, periferiye (çevreyi oluşturan ülkeler) karşı neoliberal temelde hümanist bir söylemi dile getiren küresel güçler ve onların 
temsilcisi ABD, uluslararası düzende kendi ekonomik ve siyasi küresel üstünlüklerini garanti altına alma çabasındadır. Bunu gerçekleştirmek için ekonomik ve askeri alanlarda, bir Leviathan19 edasıyla, egemenlik altına alınamamış ve bu yüzden jeopolitik boşluk olarak tanımlanan çevreye/periferiye karşı çıkarlarını korumak için siyasi üstünlüklülerini bir araç olarak kullanmaktan geri durmamaktadırlar. Yani Uluslararası düzende her ne kadar uluslararası hukuka ve evrensel insan haklarına vurgu yapılsa da, Antik Yunandan bu tarafa 
Batı dünyasının temelini oluşturan “güçlü olanın haklı olduğu” anlayışına dayanan realist temelde bir politika izlenmektedir. Nitekim ABD’nin Irak’ı demokrasi getireceği vaadiyle işgal etmesinin ardındaki asıl nedeninin petrol olduğu, Saddam ve silahlarının sadece bir bahaneden ibaret olduğu ABD’nin üst düzey yöneticileri tarafından da itiraf edilmektedir.20 

Soğuk Savaşın bitmesi ile birlikte başlayan süreçte birden fazla etnik ve dini yapıdan meydana gelen Yugoslavya iç savaşa sonrası parçalandı. Yugoslavya’nın parçalanması, ulus devletlerin kurulması ile etkinliğini kaybettiğine inanılan yerel kimliklerin, insanlar üzerindeki etkileyici gücü yeniden tartışılmaya başlandı. Aynı zamanda küreselleşme olgusunun toplumlar üzerindeki etkisinden kaynaklanan bir savunma refleksiyle insanlar, küreselleşmenin tetiklediği kültürel savrulmalara ve kimliksel travmalara karşı yerel kimliklerini güvenle sığınabilecekleri bir liman olarak görmeye başladılar. İşin paradoksal yönü, küreselleşme dalgasının ekonomik, siyasi ve kültürel sonuçlarından maksimum 
düzeyde fayda sağlayacak olan Batılı ülkelerin bilim adamı ve siyasetçileri de Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan paradigma değişikliğini kimlikler ve kültürler arasındaki rekabete ve çatışmalara bağlamalarıdır. Dile getirilen tezde 21. Yüz yılın kaderini medeniyetler arasında oluşacak çatışmaların belirleyeceği savunulmaktaydı. Bu şekilde kimlik vurgusu “ Küresel gerilimlerin odağı” haline geldi.21 Hungtinton’un medeniyetler çatışması tezi, ABD’nin ulusal çıkarlarını ve küresel üstünlüğünü devam ettirebilmesi için uluslararası sistemi yapılandırmada medeniyet ve kültürlerarası çatışmaları Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan yeni paradigmanın merkezine koyması dikkat çekicidir. 

Küreselleşme sürecinde egemenlik sınırları aşınmaya başlayan ulus devletin güvenlikle ilgili kaygıları, dış politikaya yönelik stratejileri etkilediği gibi, uluslararası sisteme de kendi kimliğini yansıtmaya çalışmaktadır. Kimlik olgusu giderek dış politika ve güvenlik/savunma temelinde ele alınmakta; bu durumda bir ülkenin kimlik temelinde şekillendirdiği siyaseti o ülkenin ulusal kimliğini de belirlemekte, dolayısıyla küresel toplumda, o ülkeye karşı bakış açısını da belirlemektedir.22 

Uluslararası düzenin güvenlik sınırlarını ekonomik, askeri veya ideolojik sınırlar değil, toplumları birbirlerinden ayıran kadim medeniyet ve kültürel sınırlar belirleyecekti. 

Dolayısıyla bir medeniyeti yani Batı medeniyetini tehdit eden bir ideolojik devlet (Sovyetler Birliği) değil, öteki olan medeniyet veya medeniyetler ittifakı vardı. Öyleyse “ ulusal güvenlik endişeleri, ister iç isterse dış siyasete yönelik olsun, yurttaş kimliğini belirleyen kriterler”23 olmalıydı. 

Günümüz dünyasının gerçekliğinde uluslararası sistem Soğuk Savaş sonrası yaşanılan travmayı henüz üzerinden atamamış görünmektedir. ABD’nin başını çektiği küresel güçler henüz son meydan savaşını kazanamadılar. Yani 21. Yüzyılın küresel önderliği için ABD’nin öncülüğünde gerçekleştirilen stratejiler istenilen düzeyde bir zafere imkân vermedi. Tam tersine ABD’ye yapılan 11 Eylül 2001 terörist saldırıları Batı’nın tüm değerlerine tehdit eden bir saldırı olarak algılandı ve bu da Batı dünyasında derin bir travmanınn yaşanmasına neden oldu. Dolayısıyla güvenlik uluslararası sistemin belirsizlikleri ve jeopolitik boşlukları içinde realist yaklaşımın temel anlayışına uygun bir şekilde anarşik bir ortam içinde cereyan etmektedir 

Toplumlarında gelecekle ilgili tasavvurlarının gerçekleşmesinde toplumsal zihniyet dünyasında oluşturdukları stratejiler belirleyici bir rol oynarlar. Zira kimlik bilincinin tarihsel süreç içerisinde yeniden ve yeniden üretilerek şekillenmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkan ve geçici siyasal ve toplumsal dalgalanmaların ötesinde bir süreklilik gösteren stratejik zihniyet, “Bir toplumun stratejik zihniyeti, içinde kültürel, psikolojik, dinin ve sosyal değer dünyasını da barındıran tarihi birikim ile bu birikimin oluştuğu ve yansıdığı coğrafi hayat 
alanının ortak ürünü olan bir bilincin, o toplumun dünya üzerindeki yerine bakış tarzının belirlemesinin ürünüdür”.24 Tarihimiz de geçmişi kuşatan kadim kavramı ve geleceği kuşatan Devlet-i Ebed Müddet Osmanlı stratejik zihniyetinin muhtevasını dokuyan bir tarih ve kimlik bilincini yansıtmaktadır.25 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKALARI VE GÜVENLİK STRATEJİLERİN GELİŞİMİ. BÖLÜM 1

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKALARI VE GÜVENLİK STRATEJİLERİN GELİŞİMİ. BÖLÜM 1 





Giriş 

Konuya iddialı bir sözle başlamak gerekirse, Türkiye Cumhuriyeti’nin daha başından itibaren güvenliği merkeze alan bir devlet olarak kurulduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Türkiye’nin resmi politikalarının temel dinamiklerinin tespit ve tayininde güvenlik faktörü her zaman vurgulanan bir anlayışın temelini oluşturmuştur. Güvenlik kavramı devamlı bir şekilde birbirine bağlı ve birbirlerini tamamlayan ve birbirlerinden etkilenen iç ve dış faktörler olarak algılanmıştır. Türkiye’nin sürekli olarak bir güvenlik sarmalında içten ve dışarıdan geldiği iddia edilen tehditlerle karşı karşıya kaldığı söylenegelmiştir. Başka bir ifadeyle ne Türkiye’nin toprak bütünlüğünü ve güvenliğini tehdit 
eden dış düşmanları ne de bunların içerdeki uzantıları azalmıştır. 

Türkiye’nin geleneksel yönetici elit sınıfının1 Türkiye’nin güvenliği hususunda 
algılama ve kaygıya sahip olmasında gerçekçi olan veya olmayan, ama mutlaka açıklanması gereken nedenleri olması gerekir. Türkiye’nin bir dış politikası, kırmızıçizgileri, “casus belli”si vardır. Dış politika genel anlamda dışa yönelik bir eylemler bütünü olmasına rağmen, günümüzde karşılıklı bağımlılık anlayışı çerçevesinde dış politikadaki ve uluslararası düzeydeki gelişmelerin iç politikadaki gelişmeler üzerindeki etkinliği herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir. Günümüzde dış politika ile iç politikanın etkileme/ekilenme sınırları 
belirsizleşmiş, adeta iç içe geçmiştir. Güvenlik politikası için aynı söylemin geçerli olduğunu ifade etmek mümkün olduğu gibi güvenlik politikası daha fazlasını talep etmektedir. 

Dünya’nın bir örümcek ağı gibi birbiri ile karşılıklı olarak bağlandığı günümüzde ülkelerin birbirleri geliştirmeye çalıştıkları ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkiler de güvenlik kavramının altında değerlendirilmektedir. 

Bu çalışmada Türkiye’nin Güvenlik politikasının temel dinamikleri bunların arkasında yatan tarihsel, siyasi, ideolojik ve kültürel dinamikler, Türkiye’nin güvenlik politikaları/stratejileri ve bu politikaların dayandığı kökenler, teme analiz düzeyinde incelenmeye tabi tutularak, bu değerlendirme çerçevesinde Türkiye’nin güvenlik politikalarının değişimi ve değişmelerin temel gerekçeleri açıklanmaya çalışılacaktır. 

I. Güvenlik Kavramının Çözümlenmesi 

İnsan varoluşundan bu tarafa kendi güvenliğini garanti altına alma ve bu durumu sürdürmenin yollarını aramıştır. Çevresinde gelişen, açıklayamadığı nedenlerini açıklayamadığı olaylara, doğaüstü güçlere ve kendinden üstün olan güçlere karşı insan, sürekli bir şekilde kendi güvenliğini sağlamanın yollarını aramıştır. Başka bir ifadeyle, kişi aile veya toplum kendi yaşamlarının tehlikede olmadığı, var oluşlarının garanti altına alındıklarına inandıkları bir ortamda yaşamak için çaba harcamışlardır. Güvenlik kavramı bu itibarla insanların kendilerini ve yaşamlarını sağlayan araçların tehlikelerden uzak bir ortamda olma durumunu ifade etmektedir. Geniş anlamda bireyin başkasına karşı zor ve 
şiddet kullanmadığı, bir barış ortamını ifade etmektedir. 

Güvenlik (security) kavramına etimolojik olarak baktığımızda Latince iki kelimenin birleşmesinden meydana geldiğini görüyoruz. Se (siz- sız olumsuzluk takısı) ve cura (dert). Latince iki kelimenin birleşmesinden dertsiz anlamının çıktığını görüyoruz. 2 Bu bağlamda dertsiz olan birisinin herhangi bir şekilde kaygısı ve endişesi yok demektir. Kavramın bu yönüyle birisinin dertsiz olması yani kendisini güvenlikte hissetmesi, sübjektif bir değer olarak da karşımıza çıkmaktadır. Çünkü her bireyin, grubun, toplumun ve siyasi birliğin kendini güvende hissetmemesi, geçmiş ve tarihsel tecrübelerden kaynaklanan farklı algılamalara ve değerlendirmelere dayanabilir. Güvenlik endişesi gerekçeli ve haklı nedenlere dayandığı gibi kurgulanmış da olabilir. Son tahlilde sübjektif ve objektif nedenlere dayanan güvenlik kaygısı ferdin, grubun veya toplumun yaşam tarzını oluşturan değerlerin kaybolmasına karşı duyulabilir. Herhangi bir değerin savunulmaya değer olup olmaması, onun bir değer olarak kabul edilmesi ile yakından ilgilidir. 3 Her fert veya toplum sonuç 
olarak onun yaşamının bir parçası olan ve kendini güvende hissetmesine neden olan ve kendi güvenliğinin garantisi olarak gördüğü çevresindeki bütün varlıkları muhafaza etmek isteyecektir. 

A- İnsanın Doğa Durumundaki Güvenlik Algılaması 

Ünlü İngiliz düşünürü Thomas Hobbes, hiç bir şeye ve hiç kimseye karşı sorumlu olmayan egemen devlet konumundaki Leviathan’ın neden gerekli olduğunu anlatırken, bunu doğa durumundaki insanın davranışlarına dayandırmaktadır. Hobbes, insanı üç ana başlık altında ele alır: 

(1) İnsanın davranışlarını belirleyen tutkuları; 

(2) mutlak olan ölüm karşısında takındığı tavır ve 

(3) doğa durumunda eşit konumda olan insanların, aynı şeyi elde etme uğruna yaptıkları mücadeledir. 

Tüm bu özellikler aynı zamanda insanların güven içinde yaşamalarının temelini dinamitleyen ve insanın doğasında var olan özelliklerdir. Hobbes’e göre bir bütün olarak ele alınması gereken, bireyin davranışlarını belirleyen özelliği üç temel 
tutkuya dayanır: Birincisi, insanların birinci tutkusu ahlaktan bağımsız olarak bencil olmalarıdır. Bu özellik insanın kendi arzuları ve fiziksel istekleri tarafından 
yönlendirilmelerine neden olur. İkincisi insanların kendi mallarını korumak, yani kendi mal ve değerlerini güven altına almak için ötekilere karşı güç ve üstünlük peşinde koşmalarıdır. 

Bireyin davranışlarını belirleyen üçüncü unsur ise şan ve şöhret peşinde koşmasıdır. Hobbes’e göre insanlarda tatmin edilmişlik durumu söz konusu değildir. Onların arzuları, istekleri sürekli bir şekilde yenilenir. İnsanın mutlu olması, gelecekte de bu arzularını tatmin edecek bir ortamın oluşmasının garanti altına alınmasına bağlıdır. Kısaca insan bunu ister.4 
Yine Hobbes’e göre insanın en korktuğu şey mutlak olan ölümdür. Ölüm korkusu içinde yaşamak en büyük mutsuzluk nedenidir. Ölüm korkusundan uzak ve güven içinde olmak insanın mutlu olmasının zorunlu şartlarındandır.5 

İnsanlar fiziksel anlamda eşit değildir. Fakat insan fiziksel anlamdaki zayıf yönlerini kendinde var olan başka özellikleri ile dengeleyebilme yeteneğine sahiptir. İnsanların birbirlerine karşı dengelenebilir yeteneklerinin olması, onları eşit konum getirir. İşte iki eşit kişiden sadece birinin sahip olabileceği bir amaç veya değer için yapılan rekabet giderek, tarafların birbirine düşman olmalarına ve esas olarak da varlıklarını korumak için birbirlerini yok etmeye veya egemenlikleri altına alma nedenini oluşturmaktadır.6 Buna en iyi örnek 20. 
Yüzyıl boyunca en önemli sorunlardan biri olan ve 21. yüzyıla da damgasını vuracak olan İsrail ile Filistinlilerin karşılıklı olarak birbirlerine karşı duydukları güvensizliktir. Çünkü her iki halk ta aynı toprak parçasını sadece kendilerine ait olduklarını ileri sürmekte ve bunu var oluş nedenlerinin en önemli unsuru olarak görmektedirler. İnsanların birbirlerine karşı mücadeleyi belli kurallara bağlayan üstün ve egemen bir gücün olmadığı doğa durumunda anarşik bir ortam hâkimdir. Süreğen olan ve devamlı tekrarlanan güvensizliğin kol gezdiği 
bu çatışma ortamında, insanlar birbirlerini tahakküm altına almaya çalışırlar. İnsanlar arasında başlayan bu şekilde bir mücadele, bireyleri toplumları ve devletleri birinin diğerini mutlak anlamda varlığına kast ettiği veya onu tahakküm altına alma endişesi taşıdığı bir güvenlik sarmalı ile karşı karşıya bırakır. Hobbes’in ifade ettiği gibi güvenlik her dönemde bir mutlak olan ölümden kaçış, insanın kendi var oluşunu garanti altına alan top yekûn bir 
mücadele ve başkalarına tahakküm etmenin veya başkalarının egemenliğinden kurtularak kendi yaşam tarzını oluşturma çabasını ifade etmektedir. 

Bu bağlamda ister ilk çağlarda olsun ister ortaçağda veya isterse modern 
dönemde olsun, insan kendi var oluş mücadelesini vermekte ve var olması için gerekli olan araçların güvenliğini garanti etmenin yollarını aramaktadır. Günümüz dünyasında güvenlik kavramı altında askeri, siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel ve çevresel faktörlerin değerlendirilmesinin nedeni bu unsurların bireylerin, toplumların ve devletlerin yaşamlarını devam ettirebilmelilerinin temel ve vazgeçilmez unsurları olmasındandır. 

İnsan önce salt kendi varlığı için mücadele etti. Sonra buna eşi ve çocukları dahil oldu. Artık sadece kendini değil, kendi yaşamı için bir anlam ifade eden eşi ve çocuklarının güvenliğini sağlamak için mücadeleye girişti. Ailenin güven içinde yaşaması için korunacak bir eve ve yaşamlarını devam ettirebilmeleri için yiyecek teminine ihtiyaç duydular. Aile üyeleri korunmaları için gerekli olan barınağı ve hayatlarını devam ettirmeleri için gerekli olan yiyecek ve giyeceklerini temin ettikleri evcil hayvanları ve toprağı ellerinden zorla 
almaya kalkışanlara karşı korumaya çalıştılar. Zamanla varlığını devam ettirmek, var oluşunu güven altına almak için uğrunda mücadele etmek zorunda kaldığı değerler çoğaldı. Bunları ailenin tek başına koruması mümkün değildi. Bu defa aynı değerlerin savunulmasında ve güvenliğinin sağlanmasında ortak fayda gören gruplar bu değerleri ortak olarak savunmaya başladılar. Çünkü bu ortak olan değerler bu değerleri savunanların var oluşlarını garanti altına almaktaydı. Önce herkesin eşit bir şekilde katıldığı bu ortak değerler giderek birilerinin daha 
fazla fayda sağladığı ve dolayısıyla bunların güven altına alınmasında diğerlerine oranla daha fazla önem verdiği değerler, savunulması gereken ortak ve mutlak değerler olarak ifade edilmeye başlandı. 

Soğuk Savaş döneminde her iki kutbun da diğerini tehdit olarak algıladıkları, her ikisinin de varlıklarının devamı için mutlak olarak savunulması gerektiğine inandıkları kapitalist veya sosyalist temelde şekillenen ideolojik dünya görüşleriydi. Sovyet Komünist Partisi içinde örgütlenmiş yönetici sosyalist sınıf, Batılı demokratik değerleri kendi varlıklarının meşruluğuna bir tehdit olarak görmekteydi ve aynı şekilde Batılı kapitalist elit sınıf da sosyalist bir sistemin egemen olması halinde bunun kendileri için bir yok olma 

anlamına geleceğini biliyordu.7 Dolayısıyla her iki taraf ta kendi varlıklarının devamını sağlayan ve onları meşru yapan değerlerin güven altına alınması için, siyasi, sosyal, ekonomik ve askeri tedbirleri almaktan geri kalmıyordu. Soğuk Savaş sonrası tek kutuplu uluslararası sistemde uygulanan strateji bu anlamda Soğuk Savaş döneminden farklı değildir. 

Değişen sadece araçlar ve yöntemler olmuştur. Soğuk Savaş’ın bitmesinden sonra terörizm ve terörü desteklediği iddia edilen “haydut devletler” “Batının temel değerlerinin tehdit eden küresel düşmanlar olarak Sovyetlerin yerine geçti. 

B- Diğerinden Emin Olma Durumu Olarak Güvenlik 

Güvenlik, sosyolojik açıdan sosyal bir değer ve politik hedefler için kullanılan çok anlamlı bir kavramdır. Değer ifade eden boyutu ile güvenlik kavramı dış güvenlik (korunma ve tehlikede olmama durumu) ile iç güvenliği (emin olma ve güven duygusu) bir bütün olarak almakta kapitalist toplumun güvenlik imkânları ile psikolojik güvenlik şartlarını yansıtmaktadır. 8 
Farklı birey ve grupların veya devletlerin karşılıklı olarak birbirlerinin değerlerine tehdit oluşturmayacağı inancı, diğerine karşı duyulan güvenin bir işareti 
olmaktadır. Emniyet kavramı, emin olma, tehlikenin olmayışı ile aynı anlamda 
kullanılmaktadır. Objektif bir kavramdır. Fransızca seurte, seürte kelimelerinden türetilerek kullanıla gelmiştir. Bu kavramın koruma, kurtarma, gizleme, emin olma gibi kelimelerle ilişkisi vardır. Emin olma kavramı bu bağlamda “Kendisiyle bir kişinin diğerinden ya da bir şeyden emniyette olduğu, hukukta ise bir yükümlülüğün icrasında sağlanan garanti” 9 (...) şeklinde tanımlanmaktadır. 

Karşılıklı güven kavramı, tarafların karşılıklı olarak oyun kurallarının gerektirdiği 
biçimde hareket edeceğinden emin olunmasını gerektirmektedir.10 Emin olma ve güven duyma, uluslararası sistemde genel olarak realist bir anlayışın hüküm sürdüğü ortamda ulus devletler açısından itibar görmemesine rağmen, gerek toplumsal barışın korunmasında gerekse dış politikada barış ve istikrarın sağlanmasında kurumsal birlikteliklerle sağlanabilecek bir durumdur. Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği ve ABD ideolojik olarak birbirlerine karşı güven duymadıkları için Senghaas tarafından güvenlik dilemması olarak ifade edilen bir silahlanma yarışına girdiler.11 
 Birbirlerine karşı sürdürdükleri karşısındakini caydırmaya yönelik olarak başlatılan silahlanma yarışı, uluslararası düzenin daha güvensiz ve barış ortamından yoksun olmasını beraberinde getirdi. Diğer taraftan 1952 
yılında kurulan Avrupa Kömür Çelik topluluğu (AÇTK) ile başlayan Avrupa’nın 
bütünleşmesi sürecinde üye olan devletlerin kendi aralarında toprak talebinde 
bulunmayacakları konusunda karşılıklı bir güven duygusu oluştu. Başka bir ifadeyle, birliğe üye olan her devletin toprak bütünlüğü, birliğin diğer üyeleri tarafından garanti altına alınmaktadır. Mesela Fransa ve Almanya’nın tarihsel siyasi çekişmelerinin en önemli konusunu oluşturan ve Fransa toprakları içinde olan Elsas-Loren (Elsass-Lotringen) sorunu vardı. Fransa kendi sınırları içinde olan bu toprak parçasının artık Almanya tarafından talep edilmeyeceğinden emindir. 

Türkiye’de yönetici elitler uzun yıllar Kurtuluş Savaşı ve ardından Cumhuriyetin 
kuruluş aşamasında yaşanan politik sorunların psikolojinden kurtulamamış ve kendilerinden başka hiç kimseye güven duymamışlardır. Türkiye’nin merkezi iktidarını oluşturan sivil asker yönetici elitler, bireylere ve topluma hiçbir zaman güvenmemişler bu da onların toplumu sürekli olarak potansiyel tehdit olarak algılamalarına neden olmuştur. Bundan dolayıdır ki Türkiye’deki ter türlü dini, siyasi, sosyal muhalif hareket rejimi ve ülkeyi bölmeye matuf hareketler olarak görülmüştür. Yönetici elit kesimin toplumdaki muhalif hareketleri kabul etme, onları anlama ve onları sorumluluk verme yerine onlara karşı uygulanan politikayı en iyi şekilde Nihat Erim ifade etmektedir. 1945 yılında Ulus 
gazetesinde yazdığı bir yazıda “Ama şu noktayı belirtmeliyiz ki sosyal bünyede derin rahatsızlıklar müşahede edildiğinde bunu gidermenin yolu, bir müddet için “hürriyet ilahının üzerine bir şal örtmek” ve yukarıdan aşağı bir otorite tesis eylemektir” diyordu. 

2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***