ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 8
Tasfiyeci Güç Kim?
"TANSU ÇİLLER, Susurluk'ta yaptığı konuşmasında halka karşı şöyle sesleniyordu:
"Susurluk'un arkasında kim var biliyor musunuz? Halkın iradesi olan hükümeti yıkıp yerine bir başkasını getirenler."
DYP lideri bu sözüyle ne demek istiyordu? Konu ile ilgili görüştüğüm bir başka yetkili Tansu Çiller'in bu sözlerini şöyle yorumluyordu:
Tansu Çiller'in bu sözleriyle Hasan Celal Güzel'in açıkladığı belgeler arasında bir ilişki bulunuyor. Güzel'in açıkladığı belgelerde ne vardı? Hiç kimse sorgulamadı bunu. Bu belgelerde ordu içindeki mezhepçi yapılanmadan bahsediliyordu. Belgelere göre bu grup ordunun kilit noktalarını ele geçirmişti, ideolojik
olarak da, diğer grupla kesin bir çizgi ile ayrılıyorlardı. Çiller'in bu açıklamalarını, Güzel'in basın toplantıları izledi. Hanefi Avcı, 32. Gün haber programında ne demişti? Avcı açıkça devlet içinde bir grubun PKK ile işbirliği içerisinde olduğunu söyledi. Bu grup kimlerdi? işin ilginç tarafı, Abdullah Öcalan 7 Nisan 1997 tarihinde Demokrasi Gazetesi'ne verdiği demeçte şöyle diyordu:
"Türk ordusu yavaş yavaş Kürt meselesiyle ilgili inisiyatifi ele geçirmeye başlamıştır. Bize açık bir sivil çözümden bahsetmeseler de, bunun önünü açıcı bir yönelişte olduklarını belirtmektedirler."
Görüştüğüm yetkili sözlerini şöyle sürdürüyordu:
"ABD'nin Kürt meselesini algılayışı ile bu grubun algılayışı örtüşmektedir. Aydınlık dergisinde çıkan haberden bir hafta önce Refah-Yol hükümetinin Çekiç
Güç'le ilgili olarak hazırladığı 10 maddelik Çekiç Güç düzenlemesinin ABD'yi çok kızdırdığını düşünüyorum."
Refah-Yol'un Çekiç Güç Direnişi REFAH-YOL iktidarının Çekiç Güç şartları:
1. Kuzey Irak'ta Zaho ve Atruş kampları kapatılacak. Bu kamplar sözde BM denetiminde gösterilmesine rağmen fiilen PKK'nın emrinde birer anarşi merkeziydi.
2. Çekiç Güç hiçbir suret ve şekilde PKK'ya destek sağlamayacak. Zira daha önce mesela ordumuzun Kuzey Irak'taki PKK kamplarına yapacağı harekatları Çekiç Güç önceden onlara bildiriyor ve kaçmalarını sağlıyordu. Ayrıca bu tür lojistik ve stratejik destekler dışında fiilen yiyecek, giyecek malzemeleri ve mühimmat sağladığı biliniyordu.
3. Çekiç Güç'e bağlı jetler günde 50-60 sefer alçak ve uzun mesafeli uçuşlar yaparak hem bölgede huzursuzluk kaynağı oluyor hem de özellikle İran'la aramızın açılmasına neden oluyordu. Bundan böyle sabah ve akşam birer sefer dışında bütün uçuşlar kaldırılacak.
4. Çekiç Güç'e sivil yardım örgütlerine ait araçlardaki çantalar ve sandıklar Türkiye tarafından açılacak ve kontrole tabi tutulacak. Halbuki bugüne kadar buna müsaade edilmiyordu ve ilaç ve gıda yardımı adı altında PKK'ya silah ve mühimmat taşındığı söyleniyordu.
5. Kuzey Irak'ta Çekiç Güç dışında "Sivil ve gönüllü yardım kuruluşları" adı altında Türkiye aleyhinde faaliyet yapan bütün kişi ve grupların yıkıcı ve bölücü davranışlarından Çekiç Güç sorumlu tutulacak ve bunlardan Türkiye'nin istemedikleri bölgeden çıkarılacak.
6. Irak'ın toprak bütünlüğü kesinlikle korunacak ve bir "Kürdistan" oluşumuna asla göz yumulmayacak. Kuzey Irak'ta sadece Kürtler'e değil Türkmenler'e de sahip çıkılacak.
7. Irak'a uygulanan ambargo'nun Türkiye'ye verdiği zarar telafi edilecek... Ürdün-Irak örneği sınır ticareti başlatılacak.
8. Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı derhal açılacak ve Türkiye'ye en az 200 bin varil petrol verilecek. Bu iki kalemden dolayı Türkiye en az 1.5 milyon dolarlık bir kazanç sağlayacak.
9. Türkiye savaş ve ambargodan dolayı uğradığı zararlara karşı tazminat alçak.
10. Zaho'daki BM kampına, ABD, İngiltere, Fransa yetkililerinin sayısı kadar Türk subay ve uzmanları gönderilecek ve Çekiç Güç faaliyetleri kontrol altına alınacak ve Türkiye'ye rapor sunulacak.
11. Bu şartlara riayet edilmediği takdirde Türkiye, Bakanlar Kurulu kararıyla Çekiç Güç'ün faaliyetlerini istediği anda durduracak.
O halde Kürt devleti projesinin önünde bir engel olarak duran bu güç tasfiye edilmeden, Kürt sorunu istendiği gibi çözülemeyecekti. Şöyle diyordu CIA'nın Türkiye masası şefi Graham Fuller: "Eğer Türkiye bu sürece direnmeye çalışırsa ortaya çıkacak sonuç kendisi için tehlikeli ve masraflı olabilir."
Bu özel güç PKK'ya karşı Tansu Çiller döneminde oluşturulduğuna göre, bu gücü onaylayan siyasi irade de Tansu Çiller'di. Çiller'i C1A ajanlığı ile suçlayarak tasfiye etmek isteyen güçle Susurluk'un arkasındaki güç aynıydı. Çiller'e oy verenler çoğunlukla milliyetçi muhafazakar çevrelerdi ve amaç Tansu Çiller'i bir daha dönemeyecek şekilde yıpratmaktan ibaretti.
İşin ilginç tarafı PKK lideri Abdullah Öcalan Temmuz 1997'de Demokrasi Gazetesi'ne şunları söylüyordu:
"Ordudan atılanlar RP'li falan değil, faşist kliğin adamları!"
Öcalan açıkça devlet içerisinde bir tasfiyeden bahsederken, görüştüğüm yetkili Alparslan Türkeş'in ölümü ile ilgili olarak da oldukça ilginç şeyler söylüyordu?
"Alparslan Türkeş sadece MHP'nin değil aynı zamanda devlet içinde çok önemli bir kliğin de lideriydi. Mehmet Ağar ve ekibinin önünü açan, daha sonra da siyasete girmelerine sebep olan odur. Türkeş'in ölümünden sonra Ağar'ın isminin MHP liderliğinde geçmesi bir tesadüf müdür? Çiller'in arkasında bile Türkeş vardı. Erbakan biliyor. Türkeş Erbakan'dan hangi paşaları görevden aldırmak istemişti. Alparslan Türkeş ortadan kaldırılmadan bu ekibin tasfiyesi ya da bu ekibe rağmen politika üretilebilmesi mümkün olabilir miydi? Ekibin başsız kalması gerekiyordu. Ölüm şekline bir bakın 'kalp krizi'. İki MOSSAD ajanı bundan iki hafta önce Ürdün'de başarısız bir suikast girişiminde bulundu. Suikast aracı ölümden sonra kalp krizi sonucunu veren bir şırınga idi."
Peki Susurluk'la birlikte başka kimler tasfiye edilmek istenmişti?
DYP'den BBP'ye, MHP'den RP'ye, Fethullah Hocaefendi'den Türkiye'deki bütün Islâmi cemaatlere kadar bütün muhafazakâr kesimler yıpratılmak istenmiş, tasfiye edilmek istenmişti.
O halde Kürt devletinin önünde duran bu siyasi, sivil-askeri güç tasfiye edilmeden Kürt devletinin kurulması mümkün olmayacaktı Aynı güç RP'nin kapatılması için çoktan kollan sıvamıştı bile...
1991'de -koalisyonla bile olsa- DYP iktidarı ile, Ünal Erkan-Mehmet Ağar'ın ünlü İstanbul ekibi, teşkilatın tüm kilit noktalarına yerleşiyordu. Ünal Erkan Emniyet Genel Müdürü, Mehmet Ağar ise İstanbul Emniyet Müdürü olmuş ve bu kliğin bütün isimleri teşkilatın kilit noktalarına yerleşiyorlardı.
MİT'te de, Ordu'da durum bundan hiç farklı değildi. Türk Silahlı Kuvvetleri o yıllarda "Kürt Meselesi"ne en hassas kurumdu. Emekli Orgeneral Doğan Güreş "Tansu Çiller şak emrediyor, ben tak diye yapıyorum" diyor, dönemin siyasi iktidarı ile ne denli koordinasyon içerisinde olduklarını ifade ediyordu.
Ordu'nun kilit noktalarında da daha çok milliyetçi isimler bulunuyordu.
Susurluk olayı Emniyet'teki bu kadroyu tasfiye ederken, Türk Silahlı Kuvvetleri'ndeki tasfiye çoktan yaşanmış ve böylelikle Susurluk'a giden yolun önü açılabilmişti. Dahası iç tehdit değerlendirmesi yapılmaya başlanıyor, düşman ülkücü ve İslami kesimler olarak belirleniyordu."
İşin garip tarafı, tüm bu tasfiye operasyonlarında, Susurluk'un başından, Türkiye'nin girdiği darbe sürecine kadar hep gündemde olan biri vardı; o da Doğu Perinçek. Kimilerine göre Aydınlık Dergisi ile Susurluk Kazası arasında ilginç bir ilişki bulunuyordu. Bilindiği gibi Susurluk olayının gerçekleşmesinden 46 gün önce Aydınlık Dergisi "MİT Raporu" adı altında bir listeyi yayınlıyordu.
Buna göre Dev-Sol ve PKK ile mücadele ediyor görüntüsüyle özel bir suç şebekesi kurulmuştu. Listenin en başında Abdullah Çatlı bulunuyor ve Mehmet Özbay sahte kimliğiyle dolaştığı duyuruluyordu. Bu haberden kısa bir süre sonra Susuluk kazası gerçekleşiyor ve gözler birden Doğu Perinçek'e çevriliyordu. Gerçekten de kazadan yarım saat sonra, Abdullah Çatlı'nın Mehmet Özbay sahte kimliğini taşıdığı ortaya çıkmıştı. Demek ki Doğu Perinçek doğru söylüyordu. Oysa Abdullah Çatlı'nın Mehmet Özbay kimliğiyle dolaştığı, Çatlı'ya yakın insanlar, ülkücü camia tarafından zaten biliniyordu. Birçok siyasetçi, üst düzey bürokrat, askeri çevreler bunu zaten biliyordu. O halde sorun neydi?
Sedat Bucak, Abdullah Çatlı ve Hüseyin Kocadağ'ın aynı araçta bulunması nın anlaşılamaz tarafı neydi?
Amaç tek bir doğrudan yola çıkarak on tane yanlışı manipüle etmekti. Gerçekten bu olayın hemen ertesi günü bir çok gazeteci ve televizyon yorumcusu Abdullah Çatlı'nın Mehmet Özbay sahte kimliğiyle dolaştığı bilgisinin Susurluk'tan 47 gün önce Aydınlık'ta yeralmasından ötürü Doğu Perinçek'in bütün iddialarını gerçekmiş gibi sunmaya başlıyordu. Oysa ortada sadece tek bir doğru vardı. O da sadece ve sadece Abdullah Çatlı'nın Mehmet Özbay kimliğiyle dolaştığıydı...
Perinçek'in iddialarına göre Tansu Çiller CIA ajanıydı ve bu örgütü o kurdurtmuştu. Mehmet Ağar'dan, Mehmet Eymür'e, Hanefi Avcı'dan İbrahim Şahin'e, Ünal Erkan'dan, Ayvaz Gökdemir'e ve Muhsin Yazıcıoğlu'ndan Fethullah Gülen Hocaefendi'ye kadar birçok isim bu örgüt içerisindeydi. Örgüt her türlü yasadışı olayın içindeydi ve tamamiyle CIA'nın kontrolündeydi. Kısa bir süre sonra Medya, Perinçek'in bu iddialarına kanalize oluyor ve tasfiye operasyonu yavaş yavaş başlıyordu.
Bütün gizli belgeler ona gidiyor, CIA ajanlarını o açıklıyordu. Doğu Perinçek MİT raporlarından, Genelkurmay belgelerinden yola çıkarak, akılalmaz iddialarda bulunuyordu. Oysa Aynı MİT'in Doğu Perinçek'le ilgili olarak hazırladığı bir şeyler yok muydu? Birinci sınıf bir istihbaratçı olan MİT Kontr-terör dairesi Başkanı Mehmet Eymür, Perinçek'le ilgili olarak şunları söylüyordu:
"Fabrikatör!"
AMERlKAN İstihbarat Servisi tarafından kullanılan bir terim olup siyasi ve şahsi maksatlar için genellikle hakiki ajan kaynaklarına sahip olmaksızın uydurma ve şişirme haber üreten şahıs ve grup anlamındadır.
Paper Mili (Kağıt Fabrikası) tabiri de aynı maksatla kullanılmaktadır.
Aralık 1977'de Savaşman'a suçüstü yapılmasından hemen sonra Savaşman'a suçüstü yapanlara karşı taarruz hazırlıkları başladı. Hiram Bey (Hiram Abas)'in özel evraklarından yarara-lanarak bu konuyu inceleyelim. Hiram Bey'e göre "Covert Action Operation" (Örtülü-gizli-faaliyet operasyonları: Hakiki
organizatörü gizlemek ve gerektiğinde onun ilişkisini ve sorumluluğunu reddetmek imkanı yaratmak amacıyla planlanlanan ve uygulanan operasyonlardır.) için kullanılan Fabrikatör, başında Doğu Perinçek'in
bulunduğu TlKP (Türkiye işçi Köylü Parti-si)'in yayın organı AYDINLIK gazetesi idi.
(...) Perinçek l Şubat 1988'de SP'yi kurdu. Parti, Milli Demokratik Devrim stratejisini benimsemekte ve sosyalist bir devlet biçimini amaçlamaktaydı. Parti aynı zamanda bir zamanlar en büyük düşmanı olan Abdullah Öcalan'ın da propagandasını yapıyordu.
İşte, Hiram Bey'in Fabrikatör'ün başı olarak nitelendirdiği Perinçek çizgileri sık sık değişen bir adamdı.
Aydınlık'ın ilk günlerinde haber ve makalelerden sorumlu müdür S. Aydoğan Büyükdözen eski bir örgüt üyesiydi, İstanbul'da Robert Kolej'de görevli bir İngiliz'e ait lojmanda telsizle ve başında perukla yakalanmıştı, İngiliz'e ait bu ev örgüt mensuplarının saklandığı bir barınak haline gelmişti.
(...) Hiram Bey, Perinçek grubunun aktif bir mensubu olan ve bir basın kuruluşunun temsilcisi olarak İngiltere'ye yerleşen Nuri Çolakoğlu'ndan şüpheleniyordu. Resmi bir toplantıda Ingilizler'den Çolakoğlu ile ilişki derecelerini sordurdu, İngilizler topu Almanlar'a attılar. Bazı İngiliz diplomatlarının Çolakoğlu ile birkaç teması olmuştu. Onlar da Çolakoğlu'nun Almanlar'la ilişkili olduğunu zannediyorlardı.
Ortaya bir de Almanlar çıkmıştı. Birçok illegal Türk örgütünü bünyesinde barındıran, PKK faaliyetlerine destek veren Almanya'nın böyle bir faaliyetinin arkasında olması garipsenecek bir şey değildi. Belki de Aydınlık, yurdumuzun iplerini ellerinde tutmak isteyen Batılı devletlerce müştereken yürütülen, Türkiye'ye yönelik bir yabancı servisin mensupları ile ilişkilere dayalı olarak en basit anlamdaki işbirliğinden başlayıp, ortak operasyonlara kadar yönelebilen her türlü faaliyetten oluşan bir operasyon mahsulü çok babalı bir çocuktu.
(...) Hiram Bey'e göre Aydınlık'ın Türkiye'deki misyonu şuydu:
1. Türkiye'de hızla gelişen ve Batı dünyası için tehlikeli hale gelen Sovyet Solunu yeni bir doktrinle birbirine düşürme, parçalamak, etkisiz hali getirmek.
2. DEVLET İÇİNDE, ORDUDA, MİT'TE, POLİSTE, ÖZEL HARPTE, TARAFSIZ
ÇİZGİDE OLAN, DÜŞÜNCE VE FAALİYETLERİ ÎLE ORGANİZATÖR İÇİN
TEHLİKELİ OLABİLECEK UNSURLARI TASFİYE ETMEK. BU KİLİT
MÜESSELERDE ETKİNLİĞİNİ ARTIRMAK.
3. TÜRKİYE'DE POLİTİK VE EKONOMİK İSTİKRARSIZLIĞI POMPALAYAN
FAALİYETLERİ DEVAM ETTİREREK, ÜLKENİN GÜÇLENİP ORGANİZATÖRÜN EMELLERİ DIŞINDA TAMAMEN BAĞIMSIZ VE MİLLİ BİR POLİTİKA
İZLEMESİNİ ENGELLEMEK"
Meral Akşener: "1980 Öncesinin Rövanşı Alınıyor"
NİTEKİM Refah-Yol hükümeti sırasında içişleri Bakanlığı yapmış olan Sayın Meral Akşener'le 25 Aralık 1997'de yapmış olduğum son derece önemli bir röportaj konu ile ilgili bazı ipuçları veriyordu:
-- Abdullah Çatlı'yı tanır mıydınız?
-- Abdullah Çatlı'yı fizikî olarak hiç tanımadım. Ancak ismini hep duyardım. Aynı ortamda hiç bulunmadık. Uzaktan dahi görmedim. Öğrencilik dönemimde, ilginçtir, Abdullah Çatlı'yı çok meşhur bir isim olarak hatırlamıyorum. Abdullah Çatlı'nın meşhur olması 12 Eylül sonrası döneme rastlar. 12 Eylül sonrasında Abdullah Çatlı'nın ASALA'ya karşı yürütülen operasyonlarda yeraldığına, hatta ASALA lideri Agop Agopyan'ı Atina'da öldürdüğüne ve devletin son derece önemli birimleri ile birlikte çalıştığına dair çok şeyler duyardık. 12 Eylül sonrasında herkes bir tarafa dağılmış, iş hayatına başlamıştı. Görüştüğümüz arkadaşlarla 'O ne yapıyor, bu ne yapıyor?' şeklinde konuştuğumuzda Abdullah Çatlı ile ilgili bu tür şeyler duyardım. Çünkü Çatlı o sıralar Ankara'da idi. Abdullah Çatlı ismini ben özellikle bu yıllarda duymaya başladım. Onunla ilgili bir çok olay anlatılırdı.
Geçtiğimiz yıl yaşanan, gerek Susurluk Olayı, gerek 28 Şubat sonrası -- kararları, gerekse Sarmusak Olayı ile oldukça zor günler geçirdiniz. Hanefi Avcı,
32. Gün programında sizin bir askeri yetkili tarafından tehdit edildiğinizi söyledi. Acaba hiç, 'politikaya girmeseydim' dediğiniz oldu mu?
-- Şimdi Türkiye'yi sosyolojik anlamda tanıyabilmek için bizim kuşağı, bizim yaş grubunu çok iyi tanımak gerek. Türkiye'yi siyasi harita olarak tanımak isteyenler, solcusu ile ülkücüsü ile, bizim yaş grubunu bilimsel anlamda tanımak durumundadırlar. Bizden bir önceki kuşak daha fikri bazda, daha ideolojik
platformda bir mücadele geçirmiş. Bizim yaş grubumuz, yani 55-59 arasında doğan gençler fikirle sokağı birarada yaşadılar. Teori ile pratik biraradaydı. Mücadele ettiğimiz, hayata geçirmek istediğimiz fikri okuduk, tartıştık, ama aynı zamanda sokak kavgalarını da yaşadık. Dolayısıyla en fazla bedel ödeyen
kuşak bizim yaş grubudur. O yüzden hem fiziksel anlamda hem psikolojik anlamda inanılmaz dayanıklıdır bizim kuşak.
Sedat Ergin bir yazı yazdı; sözde bir MGK toplantısında bazı dosyaları toplantı masasında unutmuşum.
Olacak bir şey mi bu? Konuşursam çok ağır konuşurum, içişleri Bakanlığım boyunca, o kadar şey oldu.
Ancak hiç konuşmadım. Çünkü konuşmamaya, bu iç disipline alıştırmışız kendimizi bir kere. 15 yıllık üniversite hocalığım boyunca tek bir kez bile sınav kağıtlarını çocuğum dahi görmemiştir. Yani böyle bir yapının içinden geliyorum. MGK ile ilgili dosyaları nasıl toplantı masasında unutabilirim. 80 öncesinde canı
cebinde, kelle koltukta bir mücadeleye girmişiz biz. Haklılığını haksızlığını tartışmıyorum. Böyle bir yapıdan geliyoruz. Türkiye'nin yönetici grubu bizim yaş grubudur. Şimdi devlette de özel sektörde de böyle. Onun için mücadele sert geçiyor. Şimdi 80 öncesinin rövanşı alınıyor. Taraflar bu olayın her yanını
bilen insanlardan oluştuğu için mücadele oldukça sert geçiyor. Her anlamda sert geçiyor. İçişleri Bakanlığım boyunca oldukça stresli günler geçirdiğim doğrudur. Çok büyük haksızlıklara maruz kaldım -özellikle basın tarafından-. Eşinin başörtülü annesiyle aynı evde oturan bir içişleri Bakanı'nı içlerine sindiremediler bazıları. Biz halkız ve onlar bizi aralarında görmek istemiyorlar. Belki de bütün mesele bu. Sarmusak olayında da herkes gördü. Açıkça Emniyet istihbarat yetkililerin görevlerini yaptıklarını ve 'bunun bir sorumlusu varsa o da benim' dedim. Darbeyi önledim demiyorum. Yapılması gereken neyse o
yapıldı. Batı Çalışma Grubu için "Yasal dayanağı olmayan" ifadesini kullandım; çünkü yoktu. Güven Erkaya bu grubun "İller Kanunu'na göre" oluşturulduğunu söyledi. Bir ilin başında vali bulunur ve her ne hikmetse bu grup "valileri" de izliyor; olmaz böyle şey. Ama ezilmedim. Birçok ölüm tehditi aldım. Hala
alıyorum. Nedense hiçbiri bizzat beni arayarak tehdit etme cesaretini gösteremedi. Çünkü nasıl cevap vereceğimi çok iyi bilirler. Meral Akşener'i tehdit edebilirsiniz ama içişleri Ba- kanı'nı tehdit edemezsiniz.
Bunları yaşamamış, gençliğinde bu tür eziyetler görmemiş bir kadın olarak orada olsaydım çok daha büyük zorluklar geçirebilirdim diye düşünüyorum. Açıkça söylüyorum hiç kimseden korkmuyorum.
Çünkü i-man ve korku aynı kalpte bulunamaz.
-- Efendim 80 öncesinin rövanşının alındığını söylediniz. Susurluk olayına dikkatli bir gözle bakıldığında devlet içerisinde bir kadronun tasfiye edilmek istendiğini bunda da başarılı olunduğunü gördük.
Bu tasfiye operasyonu devlet bürokrasisinde olduğu gibi siyasi arenada, sivil toplum kesimlerinde de gerçekleştirilmek isteniyor gibi. Bu doğrultuda Susurluk Olayını nasıl değerlendiriyorsunuz!
-- Elimizde çok net bilgiler olmasa da, Susurluk Olayı'nın bir kaza olmadığı şüphesini hep taşıdım. Kaza bile olsa söylediğinize katılıyorum, bu kaza kullanılmak istenmiştir. Bu kaza ile birlikte bazı gruplar yanlış bilgilendirilerek bazı siyasi amaçlara ulaşmak istenmiştir. Bürokraside, 'Devlet' dediğimiz bu
mekanizmada, farklı görüşte olan insanlar bulunuyor -bulunmalıdır da-. Bu çerçeveden baktığımız zaman Basın'da da benzeri bir durum var. 80 öncesinde, gençliklerinde polisle, askerle başı derde girmiş insanların bugün Basın'ın kilit noktalarında olduklarını görüyoruz. Devletle kıyaslandığında, Basın'da sol
kadrolaşma çok daha fazla. Susurluk'ta kim var?; Abdullah Çatlı var. Abdullah Çatlı kim?; Sivrilmiş bir ülkücü, Bahçelievler olayından sanık. Bunun yanında, geçmişte 'Sosyal Demokrat' bir polis şefi, bir de Güneydoğulu bir milletvekili. Bu çerçeveden baktığınız zaman görüntü insanın ilgisini çekecek kadar farklı
ve ilginç. Buraya kadar tamam. Sonra Türkiye birdenbire bir paranoya ortamına girdi. Bazı basın-yayın organları biraz önce değindiğim sebeplerden ötürü buna çanak tutarken, bazı milletvekilleri ve partiler de bilerek ya da bilmeyerek buna kol kanat gerdi. Devlet içerisinde bir 'çete' var dendi. Şimdi eğer çete var derseniz bu çok ciddi bir iddiadır, bunu kanıtlamanız gerekir. Mesut Bey bir açıklama yaptı: "Devletin içinde organize olmuş çeteler var" dedi.
Devletin içinde organize olmuş, illegal işler yapan suç örgütleri, yapılanmalar var derseniz bunu kanıtlamanız gerekir. Çünkü bu devleti yönetenleri zan altında bırakır, devlet denilen mekanizmayı büyük oranda zaafa uğratır. Bu olay İtalya'ya benzemez, İtalya'da ortaya çıkan - dikkatinizi çekerim- bir NATO
örgütlenmesi olan ve başında P-2 Mason Locası'nın bulunduğu GLADYO'dur. Türkiye'deki durum ise farklı. Türkiye'de yıllardır sürdürülen bir kirli savaş var; Türkiye'nin bir tarafını koparmak isteyen, arkasına yedi düvelin desteğini alan bir grup var. Buradaki insanlarınızı koruyacaksınız, bazı süper güçler gözlerini
bu bölgeye dikmişken, siz herşeye rağmen direnç göstererek PKK'yı bertaraf edeceksiniz. Türkiye'deki durum budur. Buna rağmen çıkıp devlet içerisinde bir "çete" var diyeceksiniz.
İşte ilk flûluk böyle başladı. Doğu Perinçek'in iddialarıyla, Mesut Bey'in iddiaları örtüştü. Kısa süre sonra Özel Harekat Timleri sorgulanmaya başlandı, bunlara 'katiller sürüsü' denildi. Bu insanlar Güneydoğu'da PKK'ya karşı savaşacaktı. Tabiki milliyetçilik duyguları yüksek olan insanlar girecek bu timlere; Sosyalist
herhangi bir arkadaşımız müracaat etti de biz mi almadık?
Bizim tespit ettiğimiz şu oldu: Aynı merkezden yönetilen bir grup, psikolojik harp taktikleri ile devleti zaafa uğratabilmek için büyük bir mücadeleye girişmiştir. Bazı siyasiler farkında olmadan bu oyuna geldiler.
Öncelikle şunu söyleyeyim, Türk Milliyetçiliği hiçbir zaman kafatasçı olmamıştır, ırkçı değildir. Bizdeki Milliyetçilik, insanların kafataslarını ölçen, onların kimyasını araştıran bir milliyetçilik değildir. Bizdeki Milliyetçilik, ağırlıklı olarak çok dilin, tarihin, fikrin Türkiye'nin mufahazası, teknolojinin alınması ve Türkiye'nin milli ve bağımsız bir siyasete sahip olmasında odaklanır. Türk milliyetçilerinin iç tehdit olarak değerlendirilmesi çok büyük bir hatadır. Eğer 80 öncesi rövanş alınmak isteniyorsa birileri çok büyük hata yapıyor ve son derece yanlış oynuyor."
Bununla birlikte Kıbrıs'taki bir tatbikatta Piyade Albay Vural Berkay'ın şehit olmasıyla sonuçlanan hazin olayla ilgili olarak da içişleri eski Bakanı Meral Akşener şunları söylüyordu: Hedef Hüseyin Kıvrıkoğlu muydu?
ŞİMDİ öncelikle şunu söylemek gerek; Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu çok iyi bir askerdir. Benim eşimin de komutanıydı. Duyduğum kadarıyla da Türk Silahlı Kuvvetleri'nde çok sevilen, sayılan bir komutan. Net olarak bir şey söylemek zor; ancak yapılan araştırmaların gösterdiği olayın bir kaza olmadığı
yönünde. Söz konusu merminin 1500 metre uzaklıktan atıldığı duyumlarını aldım. Herhangi bir sekme olmadığı gibi Orgeneral Kıvrıkoğlu'nun 15 cm uzağından geçerek Albay'a isabet etmiş. Uzmanların görüşü, hedefin Kıvrıkoğlu olduğu şeklinde. Ancak kesin birşey söylemek yine de çok zor."
Meral Akşener'in bu açıklamaları ile apar topar yapılan ve kısa bir süre sonra doğru olmadığı anlaşılan 'seken bir kurşun ve kaza' açıklamasının pek tatmin edici olmadığı anlaşılıyordu. Akşener'in bu iddiaları doğru ise Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun neden uyarılmak istendiğini anlamak bize düşüyordu.
Sözkonusu olaydan bir gün sonra Yeni Şafak gazetesi Başyazarı Ahmet Taşgetiren şöyle yazıyordu:
"Kıvrıkoğlu'nun bir suikast hedefi olması ise, darbe sürecine karşı çıkması ve İsrail'le ilişkileri ihtiyatla karşılamasıyla izah edilmeye çalışılıyor. İsrail boyutu, bir dış tehditi; darbeci sürece karşı çıkmak ise bir iç tehditi akla getiriyor. Her iki ihtimal de vehamet itibariyle birbirini aratmaz."
Solcu Cunta, İsrail'le Elele
25 TEMMUZ 1997 tarihli Yeni Şafak gazetesinin bir Korgeneral'le yapmış olduğu son derece ilginç bir röportaj, bütün taşların yerli yerine oturmasını sağlıyordu, iddialara göre Ordu içerisinde solcu bir cunta bulunuyordu ve bu cunta İsrail'le ilişkilerin başını çektiği gibi, basına sızdırmak istediklerini Doğu Perinçek
vasıtasıyla gerçekleştiriyorlar ve tasfiye etmek istedikleri isimleri Doğu Perinçek vasıtasıyla safdışı bırakıyorlardı.
Türkiye'de son zamanlarda darbe tanışmaları gündemden hiç düşmüyor. - Bunun arkaplanıyla ilgili bize somut bilgiler verebilir misiniz?
KORGENERAL: -Darbe tartışmaları 1980 sonrası özellikle, 1986 ve 1987 dönemlerinden bu yana, hiçbir zaman gündemden düşmedi. Silahlı Kuvvetler içindeki darbe örgütlenmesi iddiaları da, gündemden düşmedi. Bildiğiniz gibi ordu içinde, bir YÖN hareketi tecrübesi yaşandı. Bu ekibin bir kısmı, 1971
Muhtırası sonrası ordudan tasfiye edilirken, bir kjsmına hiç bir şey olmadı. O zamanlar, teğmen-üsteğmen olanlar, şimdilerde Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kilit noktalarını işgal ediyorlar. Ordu içindeki bu grubun önderliğinde, darbe tartış- malarının ortaya atılması ve ayyuka çıkması, 1994-95 dönemleridir. Özal'ın
önce yavaş yavaş gücünü yitirmesi, ardından da vefat etmesi ile bu süreç hızlanmıştır. İşte ordu içerisinde birbirine yakın bu insanlar biraraya geldi ve "Ne yapabiliriz'! tartışmaya başladılar. Bu sırada, ele geçirilecek birlikler saptandı. Bu iş belli kişilerin koruması altında, son derece planlı, programlı bir şekilde
gerçekleştirildi. Bir darbede önemli olan, Türkiye'nin büyük şehirlerindeki bazı birliklerin size bağlı olmasıdır. Bunların da, büyük şehirlerdeki bazı stratejik birlikleri, komuta düzeyinde ele geçirme gayretleri oldu. Çünkü, darbeye niyetlenen herkes bilir ki; buraları ele geçirmeden bir darbenin başarılı olması çok zordur. Bununla birlikte, tasfiye edilecek isimler de tespit edildi. Bunlar, kendilerine tehlike oluşturabilecek isimleri, kimine irticacı, kimine de Amerikancı diyerek tasfiye etme yoluna gittiler.
- O halde, bu kadro son derece bilinçli, programlı bir şekilde hareket ediyor...
- Evet. Bu kadro son derece bilinçli hareket ediyor. Hatta, korgeneral, orgeneral seviyesindeki isimleri, tasfiye etmeye kalkıştılar, ettiler, edecekler de. Önce, bu amaç doğrultusunda etkin olabilecekleri bazı mevkileri ele geçirdiler.
- Peki bunların gerçekleştirilmesi için, komutanlık seviyesinde destek görmesi gerekmiyor mu?
- Genelkurmay Başkanı'nı ve Bazı Kuvvet Komutanlarını tenzih ederek söylüyorum. Komutanlık seviyesinde örgütlenmiş bu kadronun sekretaryasını, orgeneral rütbesinde bir komutan yapıyor. Bu general, bir parti başkanıyla (Doğu Perinçek) sürekli görüşüyor ve ona belge sızdırıyor. Basına sızdırmak
istediklerini, bu kişi vasıtasıyla gerçekleştiriyorlar. Kendilerini Ulusalcı-Kemalist diye niteleyen ve Kemalizm'i bir kalkan olarak kullanan bu kadronun ortaya çıkartılması lazım, çünkü bunların kafasındaki Türkiye ile Fidel Castro'nun Küba'sı arasında hiçbir fark yok.
- Peki bunun yurtdışı ayağı var mı?
- İttifak kurmak istedikleri ülkelerden anlarsınız bunu. Rusya, Çin, Suriye ve Hindistan ile temas halindeler, İsrail ile ilişkileri bu kapsamda ele almak lazım.
Görüştüğüm kimi yetkililer sözkonusu iddiaları doğruluyordu. Bununla birlikte sözkonusu oluşum içerisinde yer almayan isimler de tasfiye edilmek isteniyordu. Örneğin bir çok analiste göre l .Ordu Komutanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu söz konusu oluşum içerisinde yeralmıyor ve kimi basın yayın organları tarafından farklı iddialarla yıpratılmak isteniyordu. Kara Kuvvetleri'ne gelebilecek en şanslı aday olmasına rağmen gazete haberlerinde emekli edileceğine ilişkin haberler yeralıyordu.
Hanefi Avcı: "İsrail'le İlişkilerin Başını Bu Cunta Çekiyor! Amaç, İran'la Savaş"
DENİZ Kuvvetleri Komutanlığı'ndan "darbe" hazırlığına iliş-in belgelerin ele geçirilmesini sağlayan "Köstebek" operasyonu ile basının ilgi odağı haline gelmiş Emniyet istihbarat Daire Başkan Vekili Hanefi Avcı ile 22 Temmuz Salı günü, saat 14.00'da, İstanbul'da yapmış olduğum son derece özel bir söyleşi
sırasında şöyle diyordu:
"Bu cunta şaşırtıcı bir şekilde İsrail'le ilişkilerin de başını çekiyordu.. ABD her ne kadar desteklemiyor gibi gözükse de bal gibi destekliyordu bu grubu."
Hanefi Avcı söz konusu grubun Kürt sorunu konusunda da farklı düşündüğünü ekliyordu sözlerine... En son sözü de oldukça ilginçti: Bunların niyeti belli: Türkiye ile İran'ı savaştırmak istiyorlar!
Londra'da yayınlanan "Impact International" adlı aylık siyasi derginin Mart 1997 sayısında geçen ifadeler konunun mantığını anlamak bakımından son derece önemliydi. Muhammed Han Kayani'nin tercüme edip köşesinde duyurduğu yazı aynen şöyleydi:
"Türkiye Suriyeleşiyor mu?"
27 ŞUBAT 1997'de Karadayı İsrail ziyaretinden döndü ve ertesi gün yani 28
Şubat'ta MGK toplandı. Türk ve Batı basınına göre ordu Erbakan'ı uyarmıştı; ya köktencilikten vazgeçerdi ya da...
Erbakan'ı yola getirmek amacıyla bütün kaba metodları kullanmalarına ve provoke etmeye çalışmalarına rağmen, onu iktidardan edememenin telaşına düşmüşlerdi. Şimdilik yumuşak bir müdahalede bulunuyorlardı, ama eğer gerekirse silah da kullanmaktan çekinmeyeceklerdi.
Karadayı'nın yardımcısı Çevik Bir, irticanın PKK'dan daha tehlikeli olduğunu ilan etmiştir. Ona göre, Müslümanlar PKK'dan daha tehlikelidir. Türkiye'de bazıları Çevik Bir'in "dönme" olduğuna inanmaktadır. Dolayısıyla onun Müslümanlar hakkındaki değerlendirmesi tabii olabilir. Türkiye'deki bazı generaller tıpkı
Irak'taki Saddam Paşa gibi, bazı güçlerin gözüne girmek için İran ile takışmak işitiyorlar. Eğer bunu yaparlarsa, Türkiye'nin bir defa daha parçalanması kaçınılmaz hale gelir ve bölgede bir Kürdistan devletinin kurulması önlenemez. Çünkü tarihi Şark Meselesi bütün tehlikeleriyle tekrar Batı'nın gündemine
girmiştir.
Bu generaller müdahale ederlerse Çevik Bir'in Başbakan adayı Emre Gönensay olacaktır. Gönensay'ın da dönme olduğu iddia edilmektedir.
Maalesef Türkiye'nin cuntacıları kendi ülkelerinin tarihini pek iyi bilmiyorlar. Onlar Refah Partisi'ni kapatarak veya Erbakan'ı iktidardan uzaklaştırarak Türkiye'nin İslami kimliğini değiştirebileceklerini sanıyorlar. Anlamıyorlar ki, Türkiye'de İslam, Erbakan veya Refah Partisi ile başlamadı. İslam'ın gücü,
Erbakan'ı, Refah Partisi'ni meydana getirmiştir. Bu gerçeği göremedikleri için Türk milleti çok ağır fatura ödemeye devam ediyor. Cuntacılar hâlâ Post- Hıristiyan laikliğe sıkı sıkıya yapıştıkları için, bu asrın başında bir cihan devleti olan Türkiye, yetmiş beş yılda Avrupa'nın paryası durumuna düşmüştür."
Hasan Celal Güzel Neyi Açıkladı?
NİTEKİM YDP Başkanı Hasan Celal Güzel, sözkonusu cunta ile ilgili elindeki bütün belgeleri açıklayınca kıyamet kopmuştu. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nda oluşturulan Batı Çalışma Grubu'nun çalışma şemasını kullanarak bir basın toplantısı yapan Hasan Celal Güzel, Ordu içerisinde darbe yapma hazırlığında olan bir 'Solcu-mezhepçi bir Cunta' olduğunun altını çiziyordu. Amacı bu cuntayı duyurup yetkililerden gerekli tedbirlerin alınmasını sağlamaktı. Ama kısa kısa bir süre sonra gazetelerde yayınlanan çarşaf çarşaf belgeler birden devlet sırrı haline gelmeye başladı. 4 Ağustos günü partiye gelen Güzel, apar topar gözaltına alındı. Güzel şöyle diyordu:
"Kamuoyuna açıkladığım belgeler devlet sırrı değil, Cunta sırrıdır."
İSRAİL ile sözkonusu cunta arasında bir ilişki olabilir miydi? Strateji uzmanı Soli Özel'le yapmış olduğum bir söyleşi konu ile ilgili son derece ilginç bazı ipuçları veriyordu:
- 1967 Arap-İsrail savaşları sırasında Hafız Esat Milli Savunma Bakanı ve Hava Kuvvetleri Komutanı idi. İsrail'in Golan tepelerini alması ile ve kısa süre sonra da Nusayri Hafız Esat'ın bir darbe yaparak iktidarı ele geçirmesi arasında bir ilişki kurulabilir mi?
- İlginç! Dediğiniz gibi Hafız Esat o sırada Milli Savunma Bakanı ve Hava Kuvvetleri Komutanı idi. O sırada Suriye'nin en önemli birlikleri Şam çevresinde rejimi korumak için görevlendirilmiş, şaşırtıcı bir
biçimde. Golan'ı o yüzden tutamıyorlar, ilginç olan bin başka nokta daha var. 20 yıl önce yapılmış bir röportajda Moşe Dayan 'Bizim Golan'ı almak gibi bir niyetimiz yoktu' diyordu. Hava Kuvvetleriniz zaten
yok olmuş durumda. Mısır iki günde tarumar olmuş. En iyi birliklerinizi de Golan'ı savunmak yerine rejimi savunmak için Şam'da tutarsanız, Golan'ı elbette kaptırırsınız.
- Yani 67'de yenen bu darbe ile Hafız Esat'ın iktidara gelmesi arasında bir ilişki var öyle mi?
- Hafız, 66'da darbeyi yapan ekibin en akıllısı ve en az radikal olanıydı. Etrafındaki adamları bir
düşünün-: Salah Cedit gibi radyolarda Yahudilerin kellesini almaktan, Yahudileri denize dökmekten bahseden adamlar. Bu olay Hafız Esad'a etrafındaki radikal olan bu ekibi tasfiye etmesi için bir imkan sağladı. Ama bu olay İsrail'in Hafız Esad'ı çok sevmesinden kaynaklanmıyor. Hafız Esat Cuntasını iyi kurdu, darbeyi iyi yaptı ve 27 yıldır Suriye'yi bir de bir iç savaş atlatarak yönetmeye devam ediyor..."
PEKİ şimdi ne olacak; herşey bitti mi? Hayır, görünen o ki, Türkiye, önümüzdeki yıllarda çok daha çetin bir döneme girecektir. Türkiye, acaba, 5 Ocak 1998 tarihinde ABD ve İsrail ile yaptığı ortak tatbikatla Armagedon'a giden yolda oldukça tehlikeli bir sürece mi giriyor? Sözkonusu tatbikattan iki gün sonra
İran'dan, Irak'tan, Suriye'den, Mısır, Rusya ve Çin'den yoğun tepkiler gelmesi ve bu doğrultuda aynı bölgede kontr-tatbikatta bulunacakları duyumlarının alınması konunun önemini daha da artırıyor. Bu tatbikattan tam bir hafta önce Amerika'da yayınlanan 'Büyük Ortadoğu Savaşı' isimli raporda da tarafların
açıkça belirtilmesi, Türkiye'nin nereye götürülmek istendiğini daha net bir şekilde ortaya koyuyor. Ancak bu mücadeleden kazançlı çıkacağını düşünenler, bunun için sürekli plan ve programlar yapanlar
unutmasınlar ki:
"(Onlar) tuzak kurdular; Allah da onların tuzaklarını bozdu. Allah, tuzak kuranların hayırlısıdır." (Âl-i İmran Sûresi, 54)
Son Söz Yerine
ÜST DÜZEY BİR ASKERÎ YETKİLİNİN KONUŞMASI
1990 yılından itibaren ülkemizdeki gelişme ve değişmeler dış dünyadaki değişmelerle paralel olarak değerlendirilmeli. (Kısaca, Sovyetler Birliği'nin dağılması, yerine BDT'nin kurulması, Varşova ve Komekon Paktı'nın dağılması, Balkanlar'daki son beş yıldaki değişmeler, olaylar, AB'nin genişleme çalışmaları, Avrupa ülkelerinde Gladio'nun ortaya çıkması, NATO'nun hedef ve tehdit değerlendirmesinde kuzeyden güneye, kırmızıdan yeşile kuvvet kaydırması, hilal ve haç mücadelesinin yeniden hızlanması, 21. yüzyılda din ve kültür mücadelesi olacağı, bunun da bilim ve teknoloji ile, telekomünikasyon ile olacağı,
kenar kuşak teorisi yerine kara saha hakimiyeti teorisine geçilmesi (deniz ve hava sahası hakimiyeti ile desteklenmesi) bütün bu olayların 1989 Kasım ayında Malta adasındaki ABD-SSCB heyetlerinin görüşmeleri sonucunda başlamasında dikkat edilmeli. 1948 Yalta görüşmelerinden sonraki önemli görüşme. Akabinde Körfez Harbi'nin olması.
Kısaca yukarıda sayılan olaylar yeni dünya düzeni adına bu işin öncülüğünü yapanlar tarafından başlatılmış ve sürdürülmektedir. Şimdi aşağıda kısaca açıklanacak olan olaylar da dış dünyadaki olaylarla paralel olarak yeni dünya düzeni adına ülkemizde olması gereken olaylar olarak değerlendirilmesi yerinde
olacaktır.
(Ayrıca savunma doktrini, lojistik sistemi, kuvvetlerin indirimi ve kontrolü antlaşması, kuvvet kaydırma çalışmaları da aynı başlıkta değerlendirilmeli.)
2. Ülke içinde milli güvenlik siyaseti belgesinin ve millî askerî strateji konseptinin değişmesi. Yani iç ve dış düşman değerlendirilmesinde değişikliğe gidilmesi.
1997 yılı içinde 1984'den beri sürdürülen düşük yoğunluktaki örtülü gayri nizami harp artık gündemden çıkarılmaya, kontrollü yakılan ateşin söndürülme- sine karar verilmiştir. Ancak söndürme sırasında ateşin kontrolden çıkıp beklenmeyen yerlerde, beklenmeyen şekillerde yangına dönüşme tehlikesi vardır.
Yukarıda adı zikredilen iki belgedeki değişikliklerden sonra ülke için birinci öncelikli tehdit irtica, fundamentalist, dinci oluşumlardır. Bu arada '%99'u müslümandır' denen ülke halkının ürkütülmemesi, reaksiyona geçirilmeme-. si için geçici olarak "ILIMLI İSLAM", "ÇAĞDAŞ DİN ADAMLARI" yardımcı olacaklardır. Yönetime, iktidara sahip olanların rahatsız oldukları konular:
A. Türban meselesinin kamuoyuna mal edilerek sürekli gündemde tutulması. (Üniversitelerden sonra devlet dairelerinde aynı sorunun başlaması. Bazı amir- lerin ve idarecilerin müsamahalı davranmaları.)
B. TSK'ne sızmaların olması. Emir komuta zincirinin şimdilik zafiyete uğraması, ilerde tehlikeye düşmesi. Teşkilat, personel, bina, evrak güvenliğinin zafiyete uğraması. TSK'lerinin kendi bünyesindeki bu en önemli tehdit ve tehlikenin bertaraf edilmesi için çok geniş çalışmalara başlanmıştır.
C. Devlet kadrolarına sakıncalı, şüpheli şahısların sızması. İrticai, köktendinci kadrolaşmanın olması. Yurtdışına öğretime gönderilen yüksek öğrenim öğrencilerin %70'inin irticai faaliyetlerde bulunması, destek vermesi, sempati duyması, bu personelin ülkeye dönüşlerinde devlet kadrolarında görev alacağı
dikkate alınarak bunun önlenmesi. TSK Akademisi ve Milli Güvenlik Akademisi'nin bürokrat yetiştirilmesinde daha etkin olması, kurs ve eğitim çalışmalarının artırılması.
D. 1991 yılında Doğu ve Güneydoğu'da PKK'ya destek veren işadamı, ticari kuruluş ve şirketlerin tesbit edilerek devlet ihalelerine alınmaması, ticari faaliyetlerinin ve hesaplarının kontrol altına alınması irticai faaliyetlerde bulunan, destek veren, sempati duyan işadamı, şirket, kuruluş, dernek ve vakıfların tespit edilmesi, ticari faaliyetlerinin kontrol altına alınması, ordu pazarları, askerî kantinler ve askerî personelin ticari ilişkilerde bulunmaması, TSK'nın 10 yıllık tedarik planı çerçevesinde (OYTP) yerli savunma sanayiine önem ve öncelik verileceği dikkate alınarak bu kişi ve kuruluşlara hiçbir proje ihale verilmemesi.
E. İmam-Hatip okullarının sayılarının dondurulması, orta kısımlarının kapatılması, yüksek öğrenimde sadece mesleğe yönelik ilahiyat fakültesine imkan tanınması, hukuk, siyasal, basın-yayın gibi okullara girişin durdurulması.
F. Sadece Diyanet'in açtığı Kuran kurslarına müsaade edilmesi, özel açılan vakıf, dernek, cemaatlere ait Kuran kurslarının kapatılması. Vakıf, dernek, cemaatlere ait finanse ettikleri özel kolejlerin kontrol altına alınması, uzun vadede kapatılması.
G. Cami sayısının yerleşim birimi ve nüfusa oranla sınırlandırılması. Yakın mesafede yapılmasına müsaade edilmemesi, apartman ve işyeri altlarındaki mescitlerin kapatılması. Diyanet İşleri Başkanlığı'nca hazırlatılacak mimari plan dışındaki projelere müsaade edilmemesi.
H. Sokaklarda da kılık kıyafet şapka kanununun uygulanması, uymayanlar hakkında cezai kanun uygulanması.
I. Bugüne kadar YAŞ kararlarıyla TSK'nden ilişiği kesilen personelin adres tesbitinin yapılması. Hangi kamu kurum ve kuruluşlarında, hangi şirketlerde, hangi kadroyla ne zamandan beri çalıştığı tespit edilmesi, kamu kurum ve kuruluşlarında çalışmalarına imkan verilmemesi.
İ. Ülke içine girişlerin ve çıkışların sıkı kontrol altına alınması, ülkeye giren yabancıların ne amaçla, kime ve nereye geldiği, ne kadar kaldığı, ne yaptığının tespit edilmesi. Ülke dışına çıkan sakıncalı, şüpheli şahısların takip edilmesi, nereye ne amaçla, ne süreyle gittiği tespit edilmeli, gerekli hallerde çıkışına
müsaade edilmemesi.
J. Anayasanın temel niteliklerine, kanunlara ve nizamlara aykırı, rejim aleyhinde bulunan siyasal parti, dernek, vakıf ve şirketlerin kapatılması.
K. TSK'lerinin manevi şahsına ve mensuplarına yönelik saldırıların cevapsız bırakılmaması, mahkemelerin, kanunların çalıştırılması. Bunun yanında menfi propagandalara karşı "Ordu İslama karşı" imajının doğmaması için karşı propaganda ve psikolojik harp esas ve unsurlarının uygulanması.
Ordu-Halk kaynaşmasına önem verilmesi, medya desteğinin devam etmesi. Bu amaçla tanıtıcı, bilgilendirici toplantı ve gösterilerin planlanması. Belirli özel günlerin, milli-dini bayramların bu çerçevede kutlanması.
L. MGK'nın bugüne kadar yaptığı gibi bundan sonra da üniversiteler, YÖK, DPT, DİE, TSE, bakanlık ve daireler, özel strateji araştırma ve kamuoyu kuruluşları, dernek, vakıf, MİT, Genelkurmay ile karşılıklı işbirliği ve koordine çalışmalar yapmalı, bilgi aktarımında bulunulmalı. Raporlar hazırlanmalı, Genelkurmay
bünyesinde oluşturulan 15 izleme komitesiyle koordineli müşterek raporlar hazırlanması. Yukarıdaki açıklamalar doğrultusunda "müslüman insanın, toplumun" 24 saatinin mercek altında olacağı değerlendirilmeli. Bilgi-kültür seviyesi, morali, sağlığı, aile yaşantısı, hayat standardı, planları, hedefleri,
ekonomik sanayi ve ticaretteki yeri, gücü, değeri, mesleklere göre dağılımları, seçmen olarak gücü, potansiyeli, giyimi, yemesi-içmesi, nüfus dağılımı vs. (Kısaca 2000 yılına kadar ve ondan sonra 2005, 2010 yılları mücadele zemininde çok çetin olacağa benziyor.)
Buna karşı tedbir ve çalışmaları, yapılanmanın, teşkilatlanmanın olması gerekir. Kısaca bu güç mücadelesi, iktidara sahip olma mücadelesidir.
M. TSK personel sicil ve değerlendirme sisteminin değişmesi sonucu sakıncalı- şüpheli personelin YAŞ kararı ile ilişiğinin kesilmesinin ardından kamuoyunda tartışmalara ve TSK hakkında menfi propagandaya sebep olmaktadır.
Bu değişiklik ile ilişiği kesilecek personel YAŞ gündemine gelmeyecek, her kuvvet kendi değerlendirme kurulunu oluşturup bu kurullarda ilişik kesme işlemi yapılacaktır.
(Sicil formundaki birinci bölümde anayasanın temel nitelikleri yer almaktadır. Bu kısımda Benimsemez-Benimser hanesi vardır. Anayasayı ve rejimi benimsemez kanaati hasıl olunca derhal ilişik kesilir. İkinci bölümün 15 ve 17 nolu haneleri kılık-kıyafet ve sosyal faaliyet-yaşantı hakkında olup olumsuz kanaat ilişik kesmeye yeterlidir. Son bölümde sicil amirlerinin kanaatlerinin değerlendirilmesi vardır.
Bu değerlendirme sınırsız olup her türlü değerlendirme ye açıktır.
Ayrıca lüzumu halinde zamanı beklenmeden sicil doldurulabilmekte dir. Yeni sicil sistemi iyice incelenip artısı eksisi çıkarılıp ona göre gerekirse yeni hareket stratejisi belirlenmeli.).
***