Eşref Bitlis etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eşref Bitlis etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Kasım 2018 Çarşamba

ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 8

ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 8





Tasfiyeci Güç Kim? 

"TANSU ÇİLLER, Susurluk'ta yaptığı konuşmasında halka karşı şöyle sesleniyordu: 

"Susurluk'un arkasında kim var biliyor musunuz? Halkın iradesi olan hükümeti yıkıp yerine bir başkasını getirenler." 

DYP lideri bu sözüyle ne demek istiyordu? Konu ile ilgili görüştüğüm bir başka yetkili Tansu Çiller'in bu sözlerini şöyle yorumluyordu: 
Tansu Çiller'in bu sözleriyle Hasan Celal Güzel'in açıkladığı belgeler arasında bir ilişki bulunuyor. Güzel'in açıkladığı belgelerde ne vardı? Hiç kimse sorgulamadı bunu. Bu belgelerde ordu içindeki mezhepçi yapılanmadan bahsediliyordu. Belgelere göre bu grup ordunun kilit noktalarını ele geçirmişti, ideolojik 
olarak da, diğer grupla kesin bir çizgi ile ayrılıyorlardı. Çiller'in bu açıklamalarını, Güzel'in basın toplantıları izledi. Hanefi Avcı, 32. Gün haber programında ne demişti? Avcı açıkça devlet içinde bir grubun PKK ile işbirliği içerisinde olduğunu söyledi. Bu grup kimlerdi? işin ilginç tarafı, Abdullah Öcalan 7 Nisan 1997 tarihinde Demokrasi Gazetesi'ne verdiği demeçte şöyle diyordu: 

"Türk ordusu yavaş yavaş Kürt meselesiyle ilgili inisiyatifi ele geçirmeye başlamıştır. Bize açık bir sivil çözümden bahsetmeseler de, bunun önünü açıcı bir yönelişte olduklarını belirtmektedirler." 

Görüştüğüm yetkili sözlerini şöyle sürdürüyordu: 

"ABD'nin Kürt meselesini algılayışı ile bu grubun algılayışı örtüşmektedir. Aydınlık dergisinde çıkan haberden bir hafta önce Refah-Yol hükümetinin Çekiç 
Güç'le ilgili olarak hazırladığı 10 maddelik Çekiç Güç düzenlemesinin ABD'yi çok kızdırdığını düşünüyorum." 

Refah-Yol'un Çekiç Güç Direnişi REFAH-YOL iktidarının Çekiç Güç şartları: 

1. Kuzey Irak'ta Zaho ve Atruş kampları kapatılacak. Bu kamplar sözde BM denetiminde gösterilmesine rağmen fiilen PKK'nın emrinde birer anarşi merkeziydi. 

2. Çekiç Güç hiçbir suret ve şekilde PKK'ya destek sağlamayacak. Zira daha önce mesela ordumuzun Kuzey Irak'taki PKK kamplarına yapacağı harekatları Çekiç Güç önceden onlara bildiriyor ve kaçmalarını sağlıyordu. Ayrıca bu tür lojistik ve stratejik destekler dışında fiilen yiyecek, giyecek malzemeleri ve mühimmat sağladığı biliniyordu. 

3. Çekiç Güç'e bağlı jetler günde 50-60 sefer alçak ve uzun mesafeli uçuşlar yaparak hem bölgede huzursuzluk kaynağı oluyor hem de özellikle İran'la aramızın açılmasına neden oluyordu. Bundan böyle sabah ve akşam birer sefer dışında bütün uçuşlar kaldırılacak. 

4. Çekiç Güç'e sivil yardım örgütlerine ait araçlardaki çantalar ve sandıklar Türkiye tarafından açılacak ve kontrole tabi tutulacak. Halbuki bugüne kadar buna müsaade edilmiyordu ve ilaç ve gıda yardımı adı altında PKK'ya silah ve mühimmat taşındığı söyleniyordu. 

5. Kuzey Irak'ta Çekiç Güç dışında "Sivil ve gönüllü yardım kuruluşları" adı altında Türkiye aleyhinde faaliyet yapan bütün kişi ve grupların yıkıcı ve bölücü davranışlarından Çekiç Güç sorumlu tutulacak ve bunlardan Türkiye'nin istemedikleri bölgeden çıkarılacak. 

6. Irak'ın toprak bütünlüğü kesinlikle korunacak ve bir "Kürdistan" oluşumuna asla göz yumulmayacak. Kuzey Irak'ta sadece Kürtler'e değil Türkmenler'e de sahip çıkılacak. 

7. Irak'a uygulanan ambargo'nun Türkiye'ye verdiği zarar telafi edilecek... Ürdün-Irak örneği sınır ticareti başlatılacak. 

8. Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı derhal açılacak ve Türkiye'ye en az 200 bin varil petrol verilecek. Bu iki kalemden dolayı Türkiye en az 1.5 milyon dolarlık bir kazanç sağlayacak. 

9. Türkiye savaş ve ambargodan dolayı uğradığı zararlara karşı tazminat alçak. 

10. Zaho'daki BM kampına, ABD, İngiltere, Fransa yetkililerinin sayısı kadar Türk subay ve uzmanları gönderilecek ve Çekiç Güç faaliyetleri kontrol altına alınacak ve Türkiye'ye rapor sunulacak. 

11. Bu şartlara riayet edilmediği takdirde Türkiye, Bakanlar Kurulu kararıyla Çekiç Güç'ün faaliyetlerini istediği anda durduracak. 

O halde Kürt devleti projesinin önünde bir engel olarak duran bu güç tasfiye edilmeden, Kürt sorunu istendiği gibi çözülemeyecekti. Şöyle diyordu CIA'nın Türkiye masası şefi Graham Fuller: "Eğer Türkiye bu sürece direnmeye çalışırsa ortaya çıkacak sonuç kendisi için tehlikeli ve masraflı olabilir." 

Bu özel güç PKK'ya karşı Tansu Çiller döneminde oluşturulduğuna göre, bu gücü onaylayan siyasi irade de Tansu Çiller'di. Çiller'i C1A ajanlığı ile suçlayarak tasfiye etmek isteyen güçle Susurluk'un arkasındaki güç aynıydı. Çiller'e oy verenler çoğunlukla milliyetçi muhafazakar çevrelerdi ve amaç Tansu Çiller'i bir daha dönemeyecek şekilde yıpratmaktan ibaretti. 

İşin ilginç tarafı PKK lideri Abdullah Öcalan Temmuz 1997'de Demokrasi Gazetesi'ne şunları söylüyordu: 

"Ordudan atılanlar RP'li falan değil, faşist kliğin adamları!" 

Öcalan açıkça devlet içerisinde bir tasfiyeden bahsederken, görüştüğüm yetkili Alparslan Türkeş'in ölümü ile ilgili olarak da oldukça ilginç şeyler söylüyordu? 
"Alparslan Türkeş sadece MHP'nin değil aynı zamanda devlet içinde çok önemli bir kliğin de lideriydi. Mehmet Ağar ve ekibinin önünü açan, daha sonra da siyasete girmelerine sebep olan odur. Türkeş'in ölümünden sonra Ağar'ın isminin MHP liderliğinde geçmesi bir tesadüf müdür? Çiller'in arkasında bile Türkeş vardı. Erbakan biliyor. Türkeş Erbakan'dan hangi paşaları görevden aldırmak istemişti. Alparslan Türkeş ortadan kaldırılmadan bu ekibin tasfiyesi ya da bu ekibe rağmen politika üretilebilmesi mümkün olabilir miydi? Ekibin başsız kalması gerekiyordu. Ölüm şekline bir bakın 'kalp krizi'. İki MOSSAD ajanı bundan iki hafta önce Ürdün'de başarısız bir suikast girişiminde bulundu. Suikast aracı ölümden sonra kalp krizi sonucunu veren bir şırınga idi." 

Peki Susurluk'la birlikte başka kimler tasfiye edilmek istenmişti? 

DYP'den BBP'ye, MHP'den RP'ye, Fethullah Hocaefendi'den Türkiye'deki bütün Islâmi cemaatlere kadar bütün muhafazakâr kesimler yıpratılmak istenmiş, tasfiye edilmek istenmişti. 
O halde Kürt devletinin önünde duran bu siyasi, sivil-askeri güç tasfiye edilmeden Kürt devletinin kurulması mümkün olmayacaktı Aynı güç RP'nin kapatılması için çoktan kollan sıvamıştı bile... 

1991'de -koalisyonla bile olsa- DYP iktidarı ile, Ünal Erkan-Mehmet Ağar'ın ünlü İstanbul ekibi, teşkilatın tüm kilit noktalarına yerleşiyordu. Ünal Erkan Emniyet Genel Müdürü, Mehmet Ağar ise İstanbul Emniyet Müdürü olmuş ve bu kliğin bütün isimleri teşkilatın kilit noktalarına yerleşiyorlardı. 
MİT'te de, Ordu'da durum bundan hiç farklı değildi. Türk Silahlı Kuvvetleri o yıllarda "Kürt Meselesi"ne en hassas kurumdu. Emekli Orgeneral Doğan Güreş "Tansu Çiller şak emrediyor, ben tak diye yapıyorum" diyor, dönemin siyasi iktidarı ile ne denli koordinasyon içerisinde olduklarını ifade ediyordu. 
Ordu'nun kilit noktalarında da daha çok milliyetçi isimler bulunuyordu. 
Susurluk olayı Emniyet'teki bu kadroyu tasfiye ederken, Türk Silahlı Kuvvetleri'ndeki tasfiye çoktan yaşanmış ve böylelikle Susurluk'a giden yolun önü açılabilmişti. Dahası iç tehdit değerlendirmesi yapılmaya başlanıyor, düşman ülkücü ve İslami kesimler olarak belirleniyordu." 

İşin garip tarafı, tüm bu tasfiye operasyonlarında, Susurluk'un başından, Türkiye'nin girdiği darbe sürecine kadar hep gündemde olan biri vardı; o da Doğu Perinçek. Kimilerine göre Aydınlık Dergisi ile Susurluk Kazası arasında ilginç bir ilişki bulunuyordu. Bilindiği gibi Susurluk olayının gerçekleşmesinden 46 gün önce Aydınlık Dergisi "MİT Raporu" adı altında bir listeyi yayınlıyordu. 

Buna göre Dev-Sol ve PKK ile mücadele ediyor görüntüsüyle özel bir suç şebekesi kurulmuştu. Listenin en başında Abdullah Çatlı bulunuyor ve Mehmet Özbay sahte kimliğiyle dolaştığı duyuruluyordu. Bu haberden kısa bir süre sonra Susuluk kazası gerçekleşiyor ve gözler birden Doğu Perinçek'e çevriliyordu. Gerçekten de kazadan yarım saat sonra, Abdullah Çatlı'nın Mehmet Özbay sahte kimliğini taşıdığı ortaya çıkmıştı. Demek ki Doğu Perinçek doğru söylüyordu. Oysa Abdullah Çatlı'nın Mehmet Özbay kimliğiyle dolaştığı, Çatlı'ya yakın insanlar, ülkücü camia tarafından zaten biliniyordu. Birçok siyasetçi, üst düzey bürokrat, askeri çevreler bunu zaten biliyordu. O halde sorun neydi? 
Sedat Bucak, Abdullah Çatlı ve Hüseyin Kocadağ'ın aynı araçta bulunması nın anlaşılamaz tarafı neydi? 

Amaç tek bir doğrudan yola çıkarak on tane yanlışı manipüle etmekti. Gerçekten bu olayın hemen ertesi günü bir çok gazeteci ve televizyon yorumcusu Abdullah Çatlı'nın Mehmet Özbay sahte kimliğiyle dolaştığı bilgisinin Susurluk'tan 47 gün önce Aydınlık'ta yeralmasından ötürü Doğu Perinçek'in bütün iddialarını gerçekmiş gibi sunmaya başlıyordu. Oysa ortada sadece tek bir doğru vardı. O da sadece ve sadece Abdullah Çatlı'nın Mehmet Özbay kimliğiyle dolaştığıydı... 
Perinçek'in iddialarına göre Tansu Çiller CIA ajanıydı ve bu örgütü o kurdurtmuştu. Mehmet Ağar'dan, Mehmet Eymür'e, Hanefi Avcı'dan İbrahim Şahin'e, Ünal Erkan'dan, Ayvaz Gökdemir'e ve Muhsin Yazıcıoğlu'ndan Fethullah Gülen Hocaefendi'ye kadar birçok isim bu örgüt içerisindeydi. Örgüt her türlü  yasadışı olayın içindeydi ve tamamiyle CIA'nın kontrolündeydi. Kısa bir süre sonra Medya, Perinçek'in bu iddialarına kanalize oluyor ve tasfiye operasyonu yavaş yavaş başlıyordu. 

Bütün gizli belgeler ona gidiyor, CIA ajanlarını o açıklıyordu. Doğu Perinçek MİT raporlarından, Genelkurmay belgelerinden yola çıkarak, akılalmaz iddialarda bulunuyordu. Oysa Aynı MİT'in Doğu Perinçek'le ilgili olarak hazırladığı bir şeyler yok muydu? Birinci sınıf bir istihbaratçı olan MİT Kontr-terör dairesi Başkanı Mehmet Eymür, Perinçek'le ilgili olarak şunları söylüyordu: 

"Fabrikatör!" 

AMERlKAN İstihbarat Servisi tarafından kullanılan bir terim olup siyasi ve şahsi maksatlar için genellikle hakiki ajan kaynaklarına sahip olmaksızın uydurma ve şişirme haber üreten şahıs ve grup anlamındadır. 

Paper Mili (Kağıt Fabrikası) tabiri de aynı maksatla kullanılmaktadır. 
Aralık 1977'de Savaşman'a suçüstü yapılmasından hemen sonra Savaşman'a suçüstü yapanlara karşı taarruz hazırlıkları başladı. Hiram Bey (Hiram Abas)'in özel evraklarından yarara-lanarak bu konuyu inceleyelim. Hiram Bey'e göre "Covert Action Operation" (Örtülü-gizli-faaliyet operasyonları: Hakiki 
organizatörü gizlemek ve gerektiğinde onun ilişkisini ve sorumluluğunu reddetmek imkanı yaratmak amacıyla planlanlanan ve uygulanan operasyonlardır.) için kullanılan Fabrikatör, başında Doğu Perinçek'in 
bulunduğu TlKP (Türkiye işçi Köylü Parti-si)'in yayın organı AYDINLIK gazetesi idi. 
(...) Perinçek l Şubat 1988'de SP'yi kurdu. Parti, Milli Demokratik Devrim stratejisini benimsemekte ve sosyalist bir devlet biçimini amaçlamaktaydı. Parti aynı zamanda bir zamanlar en büyük düşmanı olan Abdullah Öcalan'ın da propagandasını yapıyordu. 
İşte, Hiram Bey'in Fabrikatör'ün başı olarak nitelendirdiği Perinçek çizgileri sık sık değişen bir adamdı. 
Aydınlık'ın ilk günlerinde haber ve makalelerden sorumlu müdür S. Aydoğan Büyükdözen eski bir örgüt üyesiydi, İstanbul'da Robert Kolej'de görevli bir İngiliz'e ait lojmanda telsizle ve başında perukla yakalanmıştı, İngiliz'e ait bu ev örgüt mensuplarının saklandığı bir barınak haline gelmişti. 

(...) Hiram Bey, Perinçek grubunun aktif bir mensubu olan ve bir basın kuruluşunun temsilcisi olarak İngiltere'ye yerleşen Nuri Çolakoğlu'ndan şüpheleniyordu. Resmi bir toplantıda Ingilizler'den Çolakoğlu ile ilişki derecelerini sordurdu, İngilizler topu Almanlar'a attılar. Bazı İngiliz diplomatlarının Çolakoğlu ile birkaç teması olmuştu. Onlar da Çolakoğlu'nun Almanlar'la ilişkili olduğunu zannediyorlardı. 

Ortaya bir de Almanlar çıkmıştı. Birçok illegal Türk örgütünü bünyesinde barındıran, PKK faaliyetlerine destek veren Almanya'nın böyle bir faaliyetinin arkasında olması garipsenecek bir şey değildi. Belki de Aydınlık, yurdumuzun iplerini ellerinde tutmak isteyen Batılı devletlerce müştereken yürütülen, Türkiye'ye yönelik bir yabancı servisin mensupları ile ilişkilere dayalı olarak en basit anlamdaki işbirliğinden başlayıp, ortak operasyonlara kadar yönelebilen her türlü faaliyetten oluşan bir operasyon mahsulü çok babalı bir çocuktu. 

(...) Hiram Bey'e göre Aydınlık'ın Türkiye'deki misyonu şuydu: 

1. Türkiye'de hızla gelişen ve Batı dünyası için tehlikeli hale gelen Sovyet Solunu yeni bir doktrinle birbirine düşürme, parçalamak, etkisiz hali getirmek. 

2. DEVLET İÇİNDE, ORDUDA, MİT'TE, POLİSTE, ÖZEL HARPTE, TARAFSIZ 
ÇİZGİDE OLAN, DÜŞÜNCE VE FAALİYETLERİ ÎLE ORGANİZATÖR İÇİN 
TEHLİKELİ OLABİLECEK UNSURLARI TASFİYE ETMEK. BU KİLİT 
MÜESSELERDE ETKİNLİĞİNİ ARTIRMAK. 

3. TÜRKİYE'DE POLİTİK VE EKONOMİK İSTİKRARSIZLIĞI POMPALAYAN 
FAALİYETLERİ DEVAM ETTİREREK, ÜLKENİN GÜÇLENİP ORGANİZATÖRÜN EMELLERİ DIŞINDA TAMAMEN BAĞIMSIZ VE MİLLİ BİR POLİTİKA 
İZLEMESİNİ ENGELLEMEK" 

Meral Akşener: "1980 Öncesinin Rövanşı Alınıyor" 

NİTEKİM Refah-Yol hükümeti sırasında içişleri Bakanlığı yapmış olan Sayın Meral Akşener'le 25 Aralık 1997'de yapmış olduğum son derece önemli bir röportaj konu ile ilgili bazı ipuçları veriyordu: 

-- Abdullah Çatlı'yı tanır mıydınız? 

-- Abdullah Çatlı'yı fizikî olarak hiç tanımadım. Ancak ismini hep duyardım. Aynı ortamda hiç bulunmadık. Uzaktan dahi görmedim. Öğrencilik dönemimde, ilginçtir, Abdullah Çatlı'yı çok meşhur bir isim olarak hatırlamıyorum. Abdullah Çatlı'nın meşhur olması 12 Eylül sonrası döneme rastlar. 12 Eylül sonrasında Abdullah Çatlı'nın ASALA'ya karşı yürütülen operasyonlarda yeraldığına, hatta ASALA lideri Agop Agopyan'ı Atina'da öldürdüğüne ve devletin son derece önemli birimleri ile birlikte çalıştığına dair çok şeyler duyardık. 12 Eylül sonrasında herkes bir tarafa dağılmış, iş hayatına başlamıştı. Görüştüğümüz arkadaşlarla 'O ne yapıyor, bu ne yapıyor?' şeklinde konuştuğumuzda Abdullah Çatlı ile ilgili bu tür şeyler duyardım. Çünkü Çatlı o sıralar Ankara'da idi. Abdullah Çatlı ismini ben özellikle bu yıllarda duymaya başladım. Onunla ilgili bir çok olay anlatılırdı. 
Geçtiğimiz yıl yaşanan, gerek Susurluk Olayı, gerek 28 Şubat sonrası -- kararları, gerekse Sarmusak Olayı ile oldukça zor günler geçirdiniz. Hanefi Avcı, 
32. Gün programında sizin bir askeri yetkili tarafından tehdit edildiğinizi söyledi. Acaba hiç, 'politikaya girmeseydim' dediğiniz oldu mu? 
-- Şimdi Türkiye'yi sosyolojik anlamda tanıyabilmek için bizim kuşağı, bizim yaş grubunu çok iyi tanımak gerek. Türkiye'yi siyasi harita olarak tanımak isteyenler, solcusu ile ülkücüsü ile, bizim yaş grubunu bilimsel anlamda tanımak durumundadırlar. Bizden bir önceki kuşak daha fikri bazda, daha ideolojik 
platformda bir mücadele geçirmiş. Bizim yaş grubumuz, yani 55-59 arasında doğan gençler fikirle sokağı birarada yaşadılar. Teori ile pratik biraradaydı. Mücadele ettiğimiz, hayata geçirmek istediğimiz fikri okuduk, tartıştık, ama aynı zamanda sokak kavgalarını da yaşadık. Dolayısıyla en fazla bedel ödeyen 
kuşak bizim yaş grubudur. O yüzden hem fiziksel anlamda hem psikolojik anlamda inanılmaz dayanıklıdır bizim kuşak. 

Sedat Ergin bir yazı yazdı; sözde bir MGK toplantısında bazı dosyaları toplantı masasında unutmuşum. 

Olacak bir şey mi bu? Konuşursam çok ağır konuşurum, içişleri Bakanlığım boyunca, o kadar şey oldu. 

Ancak hiç konuşmadım. Çünkü konuşmamaya, bu iç disipline alıştırmışız kendimizi bir kere. 15 yıllık üniversite hocalığım boyunca tek bir kez bile sınav kağıtlarını çocuğum dahi görmemiştir. Yani böyle bir yapının içinden geliyorum. MGK ile ilgili dosyaları nasıl toplantı masasında unutabilirim. 80 öncesinde canı 
cebinde, kelle koltukta bir mücadeleye girmişiz biz. Haklılığını haksızlığını tartışmıyorum. Böyle bir yapıdan geliyoruz. Türkiye'nin yönetici grubu bizim yaş grubudur. Şimdi devlette de özel sektörde de böyle. Onun için mücadele sert geçiyor. Şimdi 80 öncesinin rövanşı alınıyor. Taraflar bu olayın her yanını 
bilen insanlardan oluştuğu için mücadele oldukça sert geçiyor. Her anlamda sert geçiyor. İçişleri Bakanlığım boyunca oldukça stresli günler geçirdiğim doğrudur. Çok büyük haksızlıklara maruz kaldım -özellikle basın tarafından-. Eşinin başörtülü annesiyle aynı evde oturan bir içişleri Bakanı'nı içlerine sindiremediler bazıları. Biz halkız ve onlar bizi aralarında görmek istemiyorlar. Belki de bütün mesele bu. Sarmusak olayında da herkes gördü. Açıkça Emniyet istihbarat yetkililerin görevlerini yaptıklarını ve 'bunun bir sorumlusu varsa o da benim' dedim. Darbeyi önledim demiyorum. Yapılması gereken neyse o 
yapıldı. Batı Çalışma Grubu için "Yasal dayanağı olmayan" ifadesini kullandım; çünkü yoktu. Güven Erkaya bu grubun "İller Kanunu'na göre" oluşturulduğunu söyledi. Bir ilin başında vali bulunur ve her ne hikmetse bu grup "valileri" de izliyor; olmaz böyle şey. Ama ezilmedim. Birçok ölüm tehditi aldım. Hala 
alıyorum. Nedense hiçbiri bizzat beni arayarak tehdit etme cesaretini gösteremedi. Çünkü nasıl cevap vereceğimi çok iyi bilirler. Meral Akşener'i tehdit edebilirsiniz ama içişleri Ba- kanı'nı tehdit edemezsiniz. 

Bunları yaşamamış, gençliğinde bu tür eziyetler görmemiş bir kadın olarak orada olsaydım çok daha büyük zorluklar geçirebilirdim diye düşünüyorum. Açıkça söylüyorum hiç kimseden korkmuyorum. 

Çünkü i-man ve korku aynı kalpte bulunamaz. 

-- Efendim 80 öncesinin rövanşının alındığını söylediniz. Susurluk olayına dikkatli bir gözle bakıldığında devlet içerisinde bir kadronun tasfiye edilmek istendiğini bunda da başarılı olunduğunü gördük. 
Bu tasfiye operasyonu devlet bürokrasisinde olduğu gibi siyasi arenada, sivil toplum kesimlerinde de gerçekleştirilmek isteniyor gibi. Bu doğrultuda Susurluk Olayını nasıl değerlendiriyorsunuz! 

-- Elimizde çok net bilgiler olmasa da, Susurluk Olayı'nın bir kaza olmadığı şüphesini hep taşıdım. Kaza bile olsa söylediğinize katılıyorum, bu kaza kullanılmak istenmiştir. Bu kaza ile birlikte bazı gruplar yanlış bilgilendirilerek bazı siyasi amaçlara ulaşmak istenmiştir. Bürokraside, 'Devlet' dediğimiz bu 
mekanizmada, farklı görüşte olan insanlar bulunuyor -bulunmalıdır da-. Bu çerçeveden baktığımız zaman Basın'da da benzeri bir durum var. 80 öncesinde, gençliklerinde polisle, askerle başı derde girmiş insanların bugün Basın'ın kilit noktalarında olduklarını görüyoruz. Devletle kıyaslandığında, Basın'da sol 
kadrolaşma çok daha fazla. Susurluk'ta kim var?; Abdullah Çatlı var. Abdullah Çatlı kim?; Sivrilmiş bir ülkücü, Bahçelievler olayından sanık. Bunun yanında, geçmişte 'Sosyal Demokrat' bir polis şefi, bir de Güneydoğulu bir milletvekili. Bu çerçeveden baktığınız zaman görüntü insanın ilgisini çekecek kadar farklı 
ve ilginç. Buraya kadar tamam. Sonra Türkiye birdenbire bir paranoya ortamına girdi. Bazı basın-yayın organları biraz önce değindiğim sebeplerden ötürü buna çanak tutarken, bazı milletvekilleri ve partiler de bilerek ya da bilmeyerek buna kol kanat gerdi. Devlet içerisinde bir 'çete' var dendi. Şimdi eğer çete var derseniz bu çok ciddi bir iddiadır, bunu kanıtlamanız gerekir. Mesut Bey bir açıklama yaptı: "Devletin içinde organize olmuş çeteler var" dedi. 

Devletin içinde organize olmuş, illegal işler yapan suç örgütleri, yapılanmalar var derseniz bunu kanıtlamanız gerekir. Çünkü bu devleti yönetenleri zan altında bırakır, devlet denilen mekanizmayı büyük oranda zaafa uğratır. Bu olay İtalya'ya benzemez, İtalya'da ortaya çıkan - dikkatinizi çekerim- bir NATO 
örgütlenmesi olan ve başında P-2 Mason Locası'nın bulunduğu GLADYO'dur. Türkiye'deki durum ise farklı. Türkiye'de yıllardır sürdürülen bir kirli savaş var; Türkiye'nin bir tarafını koparmak isteyen, arkasına yedi düvelin desteğini alan bir grup var. Buradaki insanlarınızı koruyacaksınız, bazı süper güçler gözlerini 
bu bölgeye dikmişken, siz herşeye rağmen direnç göstererek PKK'yı bertaraf edeceksiniz. Türkiye'deki durum budur. Buna rağmen çıkıp devlet içerisinde bir "çete" var diyeceksiniz. 

İşte ilk flûluk böyle başladı. Doğu Perinçek'in iddialarıyla, Mesut Bey'in iddiaları örtüştü. Kısa süre sonra Özel Harekat Timleri sorgulanmaya başlandı, bunlara 'katiller sürüsü' denildi. Bu insanlar Güneydoğu'da PKK'ya karşı savaşacaktı. Tabiki milliyetçilik duyguları yüksek olan insanlar girecek bu timlere; Sosyalist 
herhangi bir arkadaşımız müracaat etti de biz mi almadık? 

Bizim tespit ettiğimiz şu oldu: Aynı merkezden yönetilen bir grup, psikolojik harp taktikleri ile devleti zaafa uğratabilmek için büyük bir mücadeleye girişmiştir. Bazı siyasiler farkında olmadan bu oyuna geldiler. 
Öncelikle şunu söyleyeyim, Türk Milliyetçiliği hiçbir zaman kafatasçı olmamıştır, ırkçı değildir. Bizdeki Milliyetçilik, insanların kafataslarını ölçen, onların kimyasını araştıran bir milliyetçilik değildir. Bizdeki Milliyetçilik, ağırlıklı olarak çok dilin, tarihin, fikrin Türkiye'nin mufahazası, teknolojinin alınması ve Türkiye'nin milli ve bağımsız bir siyasete sahip olmasında odaklanır. Türk milliyetçilerinin iç tehdit olarak değerlendirilmesi çok büyük bir hatadır. Eğer 80 öncesi rövanş alınmak isteniyorsa birileri çok büyük hata yapıyor ve son derece yanlış oynuyor." 
Bununla birlikte Kıbrıs'taki bir tatbikatta Piyade Albay Vural Berkay'ın şehit olmasıyla sonuçlanan hazin olayla ilgili olarak da içişleri eski Bakanı Meral Akşener şunları söylüyordu: Hedef Hüseyin Kıvrıkoğlu muydu? 

ŞİMDİ öncelikle şunu söylemek gerek; Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu çok iyi bir askerdir. Benim eşimin de komutanıydı. Duyduğum kadarıyla da Türk Silahlı Kuvvetleri'nde çok sevilen, sayılan bir komutan. Net olarak bir şey söylemek zor; ancak yapılan araştırmaların gösterdiği olayın bir kaza olmadığı 
yönünde. Söz konusu merminin 1500 metre uzaklıktan atıldığı duyumlarını aldım. Herhangi bir sekme olmadığı gibi Orgeneral Kıvrıkoğlu'nun 15 cm uzağından geçerek Albay'a isabet etmiş. Uzmanların görüşü, hedefin Kıvrıkoğlu olduğu şeklinde. Ancak kesin birşey söylemek yine de çok zor." 

Meral Akşener'in bu açıklamaları ile apar topar yapılan ve kısa bir süre sonra doğru olmadığı anlaşılan 'seken bir kurşun ve kaza' açıklamasının pek tatmin edici olmadığı anlaşılıyordu. Akşener'in bu iddiaları doğru ise Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun neden uyarılmak istendiğini anlamak bize düşüyordu. 
Sözkonusu olaydan bir gün sonra Yeni Şafak gazetesi Başyazarı Ahmet Taşgetiren şöyle yazıyordu: 

"Kıvrıkoğlu'nun bir suikast hedefi olması ise, darbe sürecine karşı çıkması ve İsrail'le ilişkileri ihtiyatla karşılamasıyla izah edilmeye çalışılıyor. İsrail boyutu, bir dış tehditi; darbeci sürece karşı çıkmak ise bir iç tehditi akla getiriyor. Her iki ihtimal de vehamet itibariyle birbirini aratmaz." 

Solcu Cunta, İsrail'le Elele 

25 TEMMUZ 1997 tarihli Yeni Şafak gazetesinin bir Korgeneral'le yapmış olduğu son derece ilginç bir röportaj, bütün taşların yerli yerine oturmasını sağlıyordu, iddialara göre Ordu içerisinde solcu bir cunta bulunuyordu ve bu cunta İsrail'le ilişkilerin başını çektiği gibi, basına sızdırmak istediklerini Doğu Perinçek 
vasıtasıyla gerçekleştiriyorlar ve tasfiye etmek istedikleri isimleri Doğu Perinçek vasıtasıyla safdışı bırakıyorlardı. 

Türkiye'de son zamanlarda darbe tanışmaları gündemden hiç düşmüyor. - Bunun arkaplanıyla ilgili bize somut bilgiler verebilir misiniz? 

KORGENERAL: -Darbe tartışmaları 1980 sonrası özellikle, 1986 ve 1987 dönemlerinden bu yana, hiçbir zaman gündemden düşmedi. Silahlı Kuvvetler içindeki darbe örgütlenmesi iddiaları da, gündemden düşmedi. Bildiğiniz gibi ordu içinde, bir YÖN hareketi tecrübesi yaşandı. Bu ekibin bir kısmı, 1971 

Muhtırası sonrası ordudan tasfiye edilirken, bir kjsmına hiç bir şey olmadı. O zamanlar, teğmen-üsteğmen olanlar, şimdilerde Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kilit noktalarını işgal ediyorlar. Ordu içindeki bu grubun önderliğinde, darbe tartış- malarının ortaya atılması ve ayyuka çıkması, 1994-95 dönemleridir. Özal'ın 
önce yavaş yavaş gücünü yitirmesi, ardından da vefat etmesi ile bu süreç hızlanmıştır. İşte ordu içerisinde birbirine yakın bu insanlar biraraya geldi ve "Ne yapabiliriz'! tartışmaya başladılar. Bu sırada, ele geçirilecek birlikler saptandı. Bu iş belli kişilerin koruması altında, son derece planlı, programlı bir şekilde 
gerçekleştirildi. Bir darbede önemli olan, Türkiye'nin büyük şehirlerindeki bazı birliklerin size bağlı olmasıdır. Bunların da, büyük şehirlerdeki bazı stratejik birlikleri, komuta düzeyinde ele geçirme gayretleri oldu. Çünkü, darbeye niyetlenen herkes bilir ki; buraları ele geçirmeden bir darbenin başarılı olması çok zordur. Bununla birlikte, tasfiye edilecek isimler de tespit edildi. Bunlar, kendilerine tehlike oluşturabilecek isimleri, kimine irticacı, kimine de Amerikancı diyerek tasfiye etme yoluna gittiler. 

- O halde, bu kadro son derece bilinçli, programlı bir şekilde hareket ediyor... 
- Evet. Bu kadro son derece bilinçli hareket ediyor. Hatta, korgeneral, orgeneral seviyesindeki isimleri, tasfiye etmeye kalkıştılar, ettiler, edecekler de. Önce, bu amaç doğrultusunda etkin olabilecekleri bazı mevkileri ele geçirdiler. 
- Peki bunların gerçekleştirilmesi için, komutanlık seviyesinde destek görmesi gerekmiyor mu? 
- Genelkurmay Başkanı'nı ve Bazı Kuvvet Komutanlarını tenzih ederek söylüyorum. Komutanlık seviyesinde örgütlenmiş bu kadronun sekretaryasını, orgeneral rütbesinde bir komutan yapıyor. Bu general, bir parti başkanıyla (Doğu Perinçek) sürekli görüşüyor ve ona belge sızdırıyor. Basına sızdırmak 
istediklerini, bu kişi vasıtasıyla gerçekleştiriyorlar. Kendilerini Ulusalcı-Kemalist diye niteleyen ve Kemalizm'i bir kalkan olarak kullanan bu kadronun ortaya çıkartılması lazım, çünkü bunların kafasındaki Türkiye ile Fidel Castro'nun Küba'sı arasında hiçbir fark yok. 
- Peki bunun yurtdışı ayağı var mı? 
- İttifak kurmak istedikleri ülkelerden anlarsınız bunu. Rusya, Çin, Suriye ve Hindistan ile temas halindeler, İsrail ile ilişkileri bu kapsamda ele almak lazım. 

Görüştüğüm kimi yetkililer sözkonusu iddiaları doğruluyordu. Bununla birlikte sözkonusu oluşum içerisinde yer almayan isimler de tasfiye edilmek isteniyordu. Örneğin bir çok analiste göre l .Ordu Komutanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu söz konusu oluşum içerisinde yeralmıyor ve kimi basın yayın organları tarafından farklı iddialarla yıpratılmak isteniyordu. Kara Kuvvetleri'ne gelebilecek en şanslı aday olmasına rağmen gazete haberlerinde emekli edileceğine ilişkin haberler yeralıyordu. 

Hanefi Avcı: "İsrail'le İlişkilerin Başını Bu Cunta Çekiyor! Amaç, İran'la Savaş" 
DENİZ Kuvvetleri Komutanlığı'ndan "darbe" hazırlığına iliş-in belgelerin ele geçirilmesini sağlayan "Köstebek" operasyonu ile basının ilgi odağı haline gelmiş Emniyet istihbarat Daire Başkan Vekili Hanefi Avcı ile 22 Temmuz Salı günü, saat 14.00'da, İstanbul'da yapmış olduğum son derece özel bir söyleşi 
sırasında şöyle diyordu: 

"Bu cunta şaşırtıcı bir şekilde İsrail'le ilişkilerin de başını çekiyordu.. ABD her ne kadar desteklemiyor gibi gözükse de bal gibi destekliyordu bu grubu." 
Hanefi Avcı söz konusu grubun Kürt sorunu konusunda da farklı düşündüğünü ekliyordu sözlerine... En son sözü de oldukça ilginçti: Bunların niyeti belli: Türkiye ile İran'ı savaştırmak istiyorlar! 
Londra'da yayınlanan "Impact International" adlı aylık siyasi derginin Mart 1997 sayısında geçen ifadeler konunun mantığını anlamak bakımından son derece önemliydi. Muhammed Han Kayani'nin tercüme edip köşesinde duyurduğu yazı aynen şöyleydi: 

"Türkiye Suriyeleşiyor mu?" 

27 ŞUBAT 1997'de Karadayı İsrail ziyaretinden döndü ve ertesi gün yani 28 
Şubat'ta MGK toplandı. Türk ve Batı basınına göre ordu Erbakan'ı uyarmıştı; ya köktencilikten vazgeçerdi ya da... 

Erbakan'ı yola getirmek amacıyla bütün kaba metodları kullanmalarına ve provoke etmeye çalışmalarına rağmen, onu iktidardan edememenin telaşına düşmüşlerdi. Şimdilik yumuşak bir müdahalede bulunuyorlardı, ama eğer gerekirse silah da kullanmaktan çekinmeyeceklerdi. 

Karadayı'nın yardımcısı Çevik Bir, irticanın PKK'dan daha tehlikeli olduğunu ilan etmiştir. Ona göre, Müslümanlar PKK'dan daha tehlikelidir. Türkiye'de bazıları Çevik Bir'in "dönme" olduğuna inanmaktadır. Dolayısıyla onun Müslümanlar hakkındaki değerlendirmesi tabii olabilir. Türkiye'deki bazı generaller tıpkı 
Irak'taki Saddam Paşa gibi, bazı güçlerin gözüne girmek için İran ile takışmak işitiyorlar. Eğer bunu yaparlarsa, Türkiye'nin bir defa daha parçalanması kaçınılmaz hale gelir ve bölgede bir Kürdistan devletinin kurulması önlenemez. Çünkü tarihi Şark Meselesi bütün tehlikeleriyle tekrar Batı'nın gündemine 
girmiştir. 

Bu generaller müdahale ederlerse Çevik Bir'in Başbakan adayı Emre Gönensay olacaktır. Gönensay'ın da dönme olduğu iddia edilmektedir. 
Maalesef Türkiye'nin cuntacıları kendi ülkelerinin tarihini pek iyi bilmiyorlar. Onlar Refah Partisi'ni kapatarak veya Erbakan'ı iktidardan uzaklaştırarak Türkiye'nin İslami kimliğini değiştirebileceklerini sanıyorlar. Anlamıyorlar ki, Türkiye'de İslam, Erbakan veya Refah Partisi ile başlamadı. İslam'ın gücü, 
Erbakan'ı, Refah Partisi'ni meydana getirmiştir. Bu gerçeği göremedikleri için Türk milleti çok ağır fatura ödemeye devam ediyor. Cuntacılar hâlâ Post- Hıristiyan laikliğe sıkı sıkıya yapıştıkları için, bu asrın başında bir cihan devleti olan Türkiye, yetmiş beş yılda Avrupa'nın paryası durumuna düşmüştür." 

Hasan Celal Güzel Neyi Açıkladı? 

NİTEKİM YDP Başkanı Hasan Celal Güzel, sözkonusu cunta ile ilgili elindeki bütün belgeleri açıklayınca kıyamet kopmuştu. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nda oluşturulan Batı Çalışma Grubu'nun çalışma şemasını kullanarak bir basın toplantısı yapan Hasan Celal Güzel, Ordu içerisinde darbe yapma hazırlığında olan bir 'Solcu-mezhepçi bir Cunta' olduğunun altını çiziyordu. Amacı bu cuntayı duyurup yetkililerden gerekli tedbirlerin alınmasını sağlamaktı. Ama kısa kısa bir süre sonra gazetelerde yayınlanan çarşaf çarşaf belgeler birden devlet sırrı haline gelmeye başladı. 4 Ağustos günü partiye gelen Güzel, apar topar gözaltına alındı. Güzel şöyle diyordu: 

"Kamuoyuna açıkladığım belgeler devlet sırrı değil, Cunta sırrıdır." 
İSRAİL ile sözkonusu cunta arasında bir ilişki olabilir miydi? Strateji uzmanı Soli Özel'le yapmış olduğum bir söyleşi konu ile ilgili son derece ilginç bazı ipuçları veriyordu: 

- 1967 Arap-İsrail savaşları sırasında Hafız Esat Milli Savunma Bakanı ve Hava Kuvvetleri Komutanı idi. İsrail'in Golan tepelerini alması ile ve kısa süre sonra da Nusayri Hafız Esat'ın bir darbe yaparak iktidarı ele geçirmesi arasında bir ilişki kurulabilir mi? 

- İlginç! Dediğiniz gibi Hafız Esat o sırada Milli Savunma Bakanı ve Hava Kuvvetleri Komutanı idi. O sırada Suriye'nin en önemli birlikleri Şam çevresinde rejimi korumak için görevlendirilmiş, şaşırtıcı bir 
biçimde. Golan'ı o yüzden tutamıyorlar, ilginç olan bin başka nokta daha var. 20 yıl önce yapılmış bir röportajda Moşe Dayan 'Bizim Golan'ı almak gibi bir niyetimiz yoktu' diyordu. Hava Kuvvetleriniz zaten 
yok olmuş durumda. Mısır iki günde tarumar olmuş. En iyi birliklerinizi de Golan'ı savunmak yerine rejimi savunmak için Şam'da tutarsanız, Golan'ı elbette kaptırırsınız. 

- Yani 67'de yenen bu darbe ile Hafız Esat'ın iktidara gelmesi arasında bir ilişki var öyle mi? 

- Hafız, 66'da darbeyi yapan ekibin en akıllısı ve en az radikal olanıydı. Etrafındaki adamları bir 
düşünün-: Salah Cedit gibi radyolarda Yahudilerin kellesini almaktan, Yahudileri denize dökmekten bahseden adamlar. Bu olay Hafız Esad'a etrafındaki radikal olan bu ekibi tasfiye etmesi için bir imkan sağladı. Ama bu olay İsrail'in Hafız Esad'ı çok sevmesinden kaynaklanmıyor. Hafız Esat Cuntasını iyi kurdu, darbeyi iyi yaptı ve 27 yıldır Suriye'yi bir de bir iç savaş atlatarak yönetmeye devam ediyor..." 
PEKİ şimdi ne olacak; herşey bitti mi? Hayır, görünen o ki, Türkiye, önümüzdeki yıllarda çok daha çetin bir döneme girecektir. Türkiye, acaba, 5 Ocak 1998 tarihinde ABD ve İsrail ile yaptığı ortak tatbikatla Armagedon'a giden yolda oldukça tehlikeli bir sürece mi giriyor? Sözkonusu tatbikattan iki gün sonra 
İran'dan, Irak'tan, Suriye'den, Mısır, Rusya ve Çin'den yoğun tepkiler gelmesi ve bu doğrultuda aynı bölgede kontr-tatbikatta bulunacakları duyumlarının alınması konunun önemini daha da artırıyor. Bu tatbikattan tam bir hafta önce Amerika'da yayınlanan 'Büyük Ortadoğu Savaşı' isimli raporda da tarafların 
açıkça belirtilmesi, Türkiye'nin nereye götürülmek istendiğini daha net bir şekilde ortaya koyuyor. Ancak bu mücadeleden kazançlı çıkacağını düşünenler, bunun için sürekli plan ve programlar yapanlar 
unutmasınlar ki: 
"(Onlar) tuzak kurdular; Allah da onların tuzaklarını bozdu. Allah, tuzak kuranların hayırlısıdır." (Âl-i İmran Sûresi, 54) 

Son Söz Yerine 

ÜST DÜZEY BİR ASKERÎ YETKİLİNİN KONUŞMASI 

1990 yılından itibaren ülkemizdeki gelişme ve değişmeler dış dünyadaki değişmelerle paralel olarak değerlendirilmeli. (Kısaca, Sovyetler Birliği'nin dağılması, yerine BDT'nin kurulması, Varşova ve Komekon Paktı'nın dağılması, Balkanlar'daki son beş yıldaki değişmeler, olaylar, AB'nin genişleme çalışmaları, Avrupa ülkelerinde Gladio'nun ortaya çıkması, NATO'nun hedef ve tehdit değerlendirmesinde kuzeyden güneye, kırmızıdan yeşile kuvvet kaydırması, hilal ve haç mücadelesinin yeniden hızlanması, 21. yüzyılda din ve kültür mücadelesi olacağı, bunun da bilim ve teknoloji ile, telekomünikasyon ile olacağı, 
kenar kuşak teorisi yerine kara saha hakimiyeti teorisine geçilmesi (deniz ve hava sahası hakimiyeti ile desteklenmesi) bütün bu olayların 1989 Kasım ayında Malta adasındaki ABD-SSCB heyetlerinin görüşmeleri sonucunda başlamasında dikkat edilmeli. 1948 Yalta görüşmelerinden sonraki önemli görüşme. Akabinde Körfez Harbi'nin olması. 

Kısaca yukarıda sayılan olaylar yeni dünya düzeni adına bu işin öncülüğünü yapanlar tarafından başlatılmış ve sürdürülmektedir. Şimdi aşağıda kısaca açıklanacak olan olaylar da dış dünyadaki olaylarla paralel olarak yeni dünya düzeni adına ülkemizde olması gereken olaylar olarak değerlendirilmesi yerinde 
olacaktır.
 (Ayrıca savunma doktrini, lojistik sistemi, kuvvetlerin indirimi ve kontrolü antlaşması, kuvvet kaydırma çalışmaları da aynı başlıkta değerlendirilmeli.) 
2. Ülke içinde milli güvenlik siyaseti belgesinin ve millî askerî strateji konseptinin değişmesi. Yani iç ve dış düşman değerlendirilmesinde değişikliğe gidilmesi. 
1997 yılı içinde 1984'den beri sürdürülen düşük yoğunluktaki örtülü gayri nizami harp artık gündemden çıkarılmaya, kontrollü yakılan ateşin söndürülme- sine karar verilmiştir. Ancak söndürme sırasında ateşin kontrolden çıkıp beklenmeyen yerlerde, beklenmeyen şekillerde yangına dönüşme tehlikesi vardır. 

Yukarıda adı zikredilen iki belgedeki değişikliklerden sonra ülke için birinci öncelikli tehdit irtica, fundamentalist, dinci oluşumlardır. Bu arada '%99'u müslümandır' denen ülke halkının ürkütülmemesi, reaksiyona geçirilmeme-. si için geçici olarak "ILIMLI İSLAM", "ÇAĞDAŞ DİN ADAMLARI" yardımcı olacaklardır. Yönetime, iktidara sahip olanların rahatsız oldukları konular: 

A. Türban meselesinin kamuoyuna mal edilerek sürekli gündemde tutulması. (Üniversitelerden sonra devlet dairelerinde aynı sorunun başlaması. Bazı amir- lerin ve idarecilerin müsamahalı davranmaları.) 

B. TSK'ne sızmaların olması. Emir komuta zincirinin şimdilik zafiyete uğraması, ilerde tehlikeye düşmesi. Teşkilat, personel, bina, evrak güvenliğinin zafiyete uğraması. TSK'lerinin kendi bünyesindeki bu en önemli tehdit ve tehlikenin bertaraf edilmesi için çok geniş çalışmalara başlanmıştır. 

C. Devlet kadrolarına sakıncalı, şüpheli şahısların sızması. İrticai, köktendinci kadrolaşmanın olması. Yurtdışına öğretime gönderilen yüksek öğrenim öğrencilerin %70'inin irticai faaliyetlerde bulunması, destek vermesi, sempati duyması, bu personelin ülkeye dönüşlerinde devlet kadrolarında görev alacağı 
dikkate alınarak bunun önlenmesi. TSK Akademisi ve Milli Güvenlik Akademisi'nin bürokrat yetiştirilmesinde daha etkin olması, kurs ve eğitim çalışmalarının artırılması. 

D. 1991 yılında Doğu ve Güneydoğu'da PKK'ya destek veren işadamı, ticari kuruluş ve şirketlerin tesbit edilerek devlet ihalelerine alınmaması, ticari faaliyetlerinin ve hesaplarının kontrol altına alınması irticai faaliyetlerde bulunan, destek veren, sempati duyan işadamı, şirket, kuruluş, dernek ve vakıfların tespit edilmesi, ticari faaliyetlerinin kontrol altına alınması, ordu pazarları, askerî kantinler ve askerî personelin ticari ilişkilerde bulunmaması, TSK'nın 10 yıllık tedarik planı çerçevesinde (OYTP) yerli savunma sanayiine önem ve öncelik verileceği dikkate alınarak bu kişi ve kuruluşlara hiçbir proje ihale verilmemesi. 

E. İmam-Hatip okullarının sayılarının dondurulması, orta kısımlarının kapatılması, yüksek öğrenimde sadece mesleğe yönelik ilahiyat fakültesine imkan tanınması, hukuk, siyasal, basın-yayın gibi okullara girişin durdurulması. 

F. Sadece Diyanet'in açtığı Kuran kurslarına müsaade edilmesi, özel açılan vakıf, dernek, cemaatlere ait Kuran kurslarının kapatılması. Vakıf, dernek, cemaatlere ait finanse ettikleri özel kolejlerin kontrol altına alınması, uzun vadede kapatılması. 

G. Cami sayısının yerleşim birimi ve nüfusa oranla sınırlandırılması. Yakın mesafede yapılmasına müsaade edilmemesi, apartman ve işyeri altlarındaki mescitlerin kapatılması. Diyanet İşleri Başkanlığı'nca hazırlatılacak mimari plan dışındaki projelere müsaade edilmemesi. 

H. Sokaklarda da kılık kıyafet şapka kanununun uygulanması, uymayanlar hakkında cezai kanun uygulanması. 

I. Bugüne kadar YAŞ kararlarıyla TSK'nden ilişiği kesilen personelin adres tesbitinin yapılması. Hangi kamu kurum ve kuruluşlarında, hangi şirketlerde, hangi kadroyla ne zamandan beri çalıştığı tespit edilmesi, kamu kurum ve kuruluşlarında çalışmalarına imkan verilmemesi. 

İ. Ülke içine girişlerin ve çıkışların sıkı kontrol altına alınması, ülkeye giren yabancıların ne amaçla, kime ve nereye geldiği, ne kadar kaldığı, ne yaptığının tespit edilmesi. Ülke dışına çıkan sakıncalı, şüpheli şahısların takip edilmesi, nereye ne amaçla, ne süreyle gittiği tespit edilmeli, gerekli hallerde çıkışına 
müsaade edilmemesi. 

J. Anayasanın temel niteliklerine, kanunlara ve nizamlara aykırı, rejim aleyhinde bulunan siyasal parti, dernek, vakıf ve şirketlerin kapatılması. 

K. TSK'lerinin manevi şahsına ve mensuplarına yönelik saldırıların cevapsız bırakılmaması, mahkemelerin, kanunların çalıştırılması. Bunun yanında menfi propagandalara karşı "Ordu İslama karşı" imajının doğmaması için karşı propaganda ve psikolojik harp esas ve unsurlarının uygulanması. 
Ordu-Halk kaynaşmasına önem verilmesi, medya desteğinin devam etmesi. Bu amaçla tanıtıcı, bilgilendirici toplantı ve gösterilerin planlanması. Belirli özel günlerin, milli-dini bayramların bu çerçevede kutlanması. 

L. MGK'nın bugüne kadar yaptığı gibi bundan sonra da üniversiteler, YÖK, DPT, DİE, TSE, bakanlık ve daireler, özel strateji araştırma ve kamuoyu kuruluşları, dernek, vakıf, MİT, Genelkurmay ile karşılıklı işbirliği ve koordine çalışmalar yapmalı, bilgi aktarımında bulunulmalı. Raporlar hazırlanmalı, Genelkurmay 
bünyesinde oluşturulan 15 izleme komitesiyle koordineli müşterek raporlar hazırlanması. Yukarıdaki açıklamalar doğrultusunda "müslüman insanın, toplumun" 24 saatinin mercek altında olacağı değerlendirilmeli. Bilgi-kültür seviyesi, morali, sağlığı, aile yaşantısı, hayat standardı, planları, hedefleri, 
ekonomik sanayi ve ticaretteki yeri, gücü, değeri, mesleklere göre dağılımları, seçmen olarak gücü, potansiyeli, giyimi, yemesi-içmesi, nüfus dağılımı vs. (Kısaca 2000 yılına kadar ve ondan sonra 2005, 2010 yılları mücadele zemininde çok çetin olacağa benziyor.) 

Buna karşı tedbir ve çalışmaları, yapılanmanın, teşkilatlanmanın olması gerekir. Kısaca bu güç mücadelesi, iktidara sahip olma mücadelesidir. 

M. TSK personel sicil ve değerlendirme sisteminin değişmesi sonucu sakıncalı- şüpheli personelin YAŞ kararı ile ilişiğinin kesilmesinin ardından kamuoyunda tartışmalara ve TSK hakkında menfi propagandaya sebep olmaktadır. 
Bu değişiklik ile ilişiği kesilecek personel YAŞ gündemine gelmeyecek, her kuvvet kendi değerlendirme kurulunu oluşturup bu kurullarda ilişik kesme işlemi yapılacaktır. 
(Sicil formundaki birinci bölümde anayasanın temel nitelikleri yer almaktadır. Bu kısımda Benimsemez-Benimser hanesi vardır. Anayasayı ve rejimi benimsemez kanaati hasıl olunca derhal ilişik kesilir. İkinci bölümün 15 ve 17 nolu haneleri kılık-kıyafet ve sosyal faaliyet-yaşantı hakkında olup olumsuz kanaat ilişik kesmeye yeterlidir. Son bölümde sicil amirlerinin kanaatlerinin değerlendirilmesi vardır.

Bu değerlendirme sınırsız olup her türlü değerlendirme ye açıktır. 

Ayrıca lüzumu halinde zamanı beklenmeden sicil doldurulabilmekte dir. Yeni sicil sistemi iyice incelenip artısı eksisi çıkarılıp ona göre gerekirse yeni hareket  stratejisi belirlenmeli.). 


***

ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 7

ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 7



2. EŞREF BİTLİS OLAYI 


IRAN, Irak, Suriye ve Türkiye'nin dışişleri bakanlarının 10 Şubat 1993'de Şam'da biraraya gelmelerinin ardından tam "7 gün" sonra da Orgeneral Eşref Bitlis'in uçağı düştü. Pentagon, Türkiye'nin bölünmesini istemeyen bu savaşın ancak Iran, Suriye ve Türkiye'nin bir ortak paydada biraraya gelerek biteceğini 
düşünen Eşref Bitlis'in ortadan kaldırılmasıyla hem Çekiç Güç'ün önündeki en büyük engeli ortadan kaldırmış, hem de Türk Devleti'ni ABD-iSRAİL ikilisinin bölgedeki en büyük düşmanı olan bu ülkelerle işbirliğine girmesi karşılığında uyarmış oluyordu. Yani bir taşla iki kuş vuruyordu. Çekiç Güç, tıpkı bir 
şeytan üçgeni gibi, karşısında duranları birer birer içine çekiyordu. 

Eşref Bitlis, Kuzey Iraklı liderlerle görüşmeler yapıyor, PKK'nın onların topraklarını kullanmaması konusunda onlara uyarılarda bulunuyordu. Daha da önemlisi Çekiç Güç'ün bölgedeki faaliyetlerinden son derece rahatsızlık duyuyordu. Bu gücün PKK'nın daha da güçlenmesi için elinden geleni yaptığını 
belirtiyor ve bu tür kaygılarını hemen her MGK toplantısında gündeme getiriyordu. Bitlis, Çekiç Güç'ün mutlaka kontrol altına alınması gerektiğini söylerken konu ile ilgili son derece önemli delillere dayanan raporlar da hazırlatıyordu. Çekiç Güç'ün gitmesi gerektiğini hemen her seferinde ifade 
eden Eşref Bitlis, 17 Şubat 1997 tarihinde kısa bir süre sonra sabotaj olduğu anlaşılan sözde "kaza" ile yaşamını yitirecekti. Org. Bitlis ile birlikte uçakta bulunan emir subayı Piyade Albay Fahir Işık, Binbaşı Yaşar Eryan, Piyade Yüzbaşı Tuğrul Sezginler ve Başçavuş Emin Ömer de hayatlarını kaybettiler. Ancak bundan bir yıl önce konuyla ilgili son derece önemli bir başka gelişme daha yaşanmıştı. Eşref Bitlis'in helikopteri Kuzey Irak'a giderken ABD uçakları tarafından taciz edilmişti. Eşref Bitlis'in amacı Kürt liderlere verdikleri sözleri hatırlatmak, onları son bir kez uyarmaktı. 17 Aralık 1992 tarihinde gerçekleşen 
bu taciz olayıyla ilgili AWACS gözlemci subayı Hv. Yer. Kd. Ütğm. Atilla KARA tarafından hazırlanan raporlar taciz olayıyla ilgili son derece somut bir delil teşkil ediyordu: 

HAVA KUVVETLERİ KOMUTANLIĞI GENEL SEKRETERİ KURMAY ALBAY B. ALİ DÖNMEZİN DİKKATİNE 

İlişikteki iki adet rapor, 17 Aralık 1992 tarihinde jn.Gn. K. Org. Eşref Bitlis'i Irak'a (Seladdin) götüren UH-60 helikopterine 2 adet F-15 uçağının taciz olayına dair raporlardır. Birinci rapor Awacs'taki Türk Gözlemci'nin raporudur. İkinci rapor, Awacs ve F-15 mürettebatının sorgulanmasıyla hazırlanan birleştirilmiş rapordur. 

KORKUNÇ TACİZ 

17.12.1992 Roz-Te girildiğinde ve ONSTATİON yapıldığında zaman kayıdı radarda(Mardin) mevcuttur. Awacs (SD)'si bölgede Türk uçaklarının olup olmadığını sordu. Bunun üzerine Mardin radarı ikaz edildi. Bölgeye bir adet Türk helikopterinin gittiği ve Güçlü 11 VIP helikopterinin (J.Gn.K.) Seladdin 
şehrine gittiği bildirildi. Bu durum SD'ye söylendi. Sanırım bir teşhis önlemesi yapıldı. Kendilerine taciz edilmemesi istendi. Daha sonra P. C. uçaklarının Seladdin bölgesinde pasaj geçişi/ alçak geçiş yaptıkları ikaz edildi. Bu 
durum SD'ye tekrar söylendi. Uçmamaları iletildi. Taciz eden uçağın Wolf01 2 x F 15 olduğu sanılmaktadır. 

Ayrıca Seladdin bölgesi 3621 N 4408 E koordinatları ve civarında P.C. uçuşları devam etti. 

Bu bölgede uçan uçakların tipleri şöyledir: 

Wolf01 2 x F 15( Diy. iniş yaptı. Tekrar bölgede görevlendirildi.) SAVVTUTH 162xF.15 RAMBO 11 2 x F. 15 Seladdin bölgesinde ve civarında uçuşlarına devam ettiler. Attilla KARA Mahmut KAÇAR Hv. Yer. Kd. Ütğm Hv. PH. Kur.Alb. Awac Göz.Sb. BGK Türk Kur. Bşk. Aslının Aynıdır /imza Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html

Rapor Değiştiriliyor 

SÖZKONUSU rapordan da anlaşılabileceği gibi olayın izah edilebilir bir yanı yoktu ve tam anlamıyla bir tacizdi. Ancak olaydan kısa bir süre sonra Üsteğmen Atilla KARA'dan raporu yeniden yazması istendi. 
Üsteğmen Atilla KARA bu kez söz konusu olayın bir taciz olduğunu söylüyor, ancak tacizin bir "koordinasyon hatasından" kaynaklandığını ifade ediyordu: 
17 Aralık 1992 günü 0731B'da İNCİRLİK'ten kalkış yapıldı. ADANA üzerinde bir süre uçulduktan sonra ROZ-1 çalışma bölgesine yöneldik. ROZ-1 sahasına saat 0845B'da girmemizle beraber AWACS ON STATİON yaptığını bildirdi. Bu ana kadar herhangi bir Türk uçağının uçuş bilgisi (Kuzey Irak'ta olan) bildirilmedi. 0847B'da Awacs SD'si tarafından Kuzey Irak topraklarında düşük süratli Türk 
uçağının olup olmadığı bana soruldu. Ben 'bilgim yok ama MARDİN radarından öğreneyim' dedim. 

Sonra MARDİN radarına Kuzey IRAK'ta Türk uçağının olup olmadığını sordum. Bana Kuzey IRAK'a giden GÜÇLÜ 72'nin olduğunu ve VİP'nin Aladdin kentine gittiğini ve bunun ABD uçakları tarafından taciz edilmemesini söyledi. 0849B'da bu malumatları alır almaz AWACS SD'sine bölgeye giden bir Türk helikopterinin olduğunu ve VIP olduğunu ve taciz edilmemesini söyledim. Bu arada Aladdin civarında Türk helikopterinin yanında WOLF 01 2X- 15'in iz bilgilerine baktığımda irtifasının alçak olduğunu gördüm. Kendilerine tekrar bu uçağa taciz yapmamalarını ilettim. 0851B Bu malumatlar verilmesine rağmen WOLF 01 2XF-15 bölge üzerinde ABD(PC) uçuşlarının yapıldığı ve alçak geçildiği söylendi. Bu süreler içerisinde ve sonrasında 361N-4408 E koordinatları bölgesinde gün 
boyu ABD (PC) uçuşları devam etti. Kendilerine bu bölge üzerinde alçak geçiş yaptıkları bildirilmesine rağmen bölge uçuşlarına devam ettiler. Bölge üzerinde uçan uçaklar aşağıda olduğu gibidir; SAWTUTUH-16, 2X-111, RAMBO-11, 2XF-15 22 Aralık 1992 günü aynı Türk helikopteri aynı VİP'le birlikte aynı rotayı uygulayarak Kuzey IRAK'ta Aladdin bölgesine gitti. Bu helikoptere ait uçuş bilgisi zamanında bana iletildiğinden gerekli koordine yapıldı ve herhangi bir önleme teşebbüsü yapılmadan görev tamamlanmış oldu. 17 Aralık 1992 günü aynı 
meydana gelen olayın, zamanında koordine yapamamasından kaynaklandığı kanaatindeyim. Arz ederim. 
İMZA 
Atilla KARA 
Hv. Yer Kd. Ütğm. AWACS Cözlemci Subayı 


AYNI kişi tarafından aynı olayla ilgili olarak hazırlanan bu iki rapor taciz olayının üstünün örtülmek istendiği izlenimi uyandırıyordu. Bununla birlikte Türk basınının bilmediği bu olay Eşref Bitlis'in ölümüyle ilgili ipuçları vermesi bakımından da son derece önemliydi. Diğer taraftan o günlerin gazetelerine şöyle bir göz atmak Eşref Bitlis'in neden hedef haline geldiğinin ipuçlarını veriyordu: 

12.11.1992: Jandarma Genel Komutam Eşref Bitlis ile Kürt liderler arasında Silopi'de yapılan görüşmede, sınır güvenliği için anlaşma sağlandı. 
13.11.1992: Eşref Bitlis'in Kürt liderlerle yaptığı görüşmeden bir gün sonra, Kuzey Irak'taki birliklerin ülkeye dönüşü hızlandı. Türk askerinin boşalttığı yerlere peşmergeler yerleşiyor. 
15.11.1992: Jandarma Genel Komutanı Bitlis, peşmergeye teslim olan PKK militanı sayısının 1600 kadar olduğunu açıkladı. Kuzey Irak'taki harekat sırasında Türkiye'ye sızmalar olduğunu da belirten Bitlis, 
"Şimdi içerde büyük bir harekatın hazırlıklarını yapıyoruz" dedi. 
19.11.1992: Orgeneral Eşref Bitlis ile Talabani ve Barzani, Şemdinli Tabur Komutanlığı'nda ikinci kez biraraya gelerek, Kuzey Irak'taki harekat bölgesinin ortak denetlenmesi konusunda karara vardılar. Irak'ın Türk sınırı kesimine sivillerin yerleştirilmesi işlemine devam edilecek. 

10.12.1992: Iraklı Kürtler'e son ihtar. Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, Türkiye'ye verdikleri sözü tutmadıkları için Barzani ile Talabani'ye sert bir uyarı yaptı. Orgeneral Bitlis Kürt liderleri yapılan mutabakata uymaya çağırdı.(Koray Düzgören, Kürt Çıkmazı, V Yayınları) 

17.12.1992 (TACİZ GÜNÜ): Orgeneral Bitlis, Barzani ve Talabani'yle görüştü. Erbil'de gerçekleşen görüşmede, sınır güvenliği konusunun yanısıra, Kuzey Irak'taki PKK militanlarının Türkiye'ye iade edilmesi konusunun da gündeme gelmesi bekleniyor. Eşref Bitlis, anlaşıldığı kadarıyla Türkiye'nin Kuzey Irak politikalarının belirlenmesinde olduğu kadar bunların uygulanmasının takibinde de son derece önemli bir rol oynuyordu. 

17 Şubat 1993 ŞUBAT 1993 günü bütün Türkiye, Eşref Bitlis'in uçağının düştüğü haberiyle sarsıldı. Orgeneral Bitlis ile birlikte uçakta bulunan Emir Subayı Piyade Albay Fahir Işık, Binbaşı Yaşar Eryan, Piyade Yüzbaşı Tuğrul Sezginler ve Başçavuş Emin Ömer de hayatlarını kaybetmişlerdi. 

Kazanın meydana geldiği PTT işletme Merkezi'nde özel güvenlik görevlisi olarak çalışan Akif Üryan, kazayı şöyle anlatıyordu: 
"Uçağın yere doğru alçalmaya başladığını gördüm. Bu sırada arkadaki kulübedeydim. Direkt olarak yere çakıldı. Düşünce ateş aldı. infilak etti ve sürüklenmeye başladı." 

Parçaları yaklaşık 70 metrekare çapında bir alana dağılan uçak düştükten sonra 60 metre kadar sürüklenmişti. İçişleri Bakanı ismet Sezgin, Eşref Bitlis'in önceki gün akşam saat 17.30'da kendisine Diyarbakır'a giderek 3-4 gün süreyle bölgede incelemelerde bulunduktan sonra, hafta sonunda Ankara'ya döneceğini söyleyip vedalaştıklarını söylüyordu.. Olay mahallinde bulunan Başbakan Demirel, "Fevkalade üzgünüz. 

Çok değerli bir komutanımız maalesef ebediyete intikal etti. Milletimize ve Silahlı Kuvvetlerimize başsağlığı diliyorum" diyordu her zamanki bildik üslubuyla. 
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş ise kaza yerinden Güvercinlik'teki Kara Havacılık Okulu'na gidiyor, uçakla yapılan telsiz konuşmalarını dinliyordu. Nitekim kısa bir süre sonra oldukça önemli bazı soruları da beraberinde getiren "buzlanma" sebebini dile getiriyordu Güreş. Bu kadar kısa bir süre içerisinde uçağın düşüş sebebi nasıl bulunabilmişti? Doğan Güreş'in bu acele açıklaması olayla ilgili şüpheleri gidermekten çok, daha da artırıyordu. Nitekim kısa bir süre sonra kaza soruşturmasının gizlendiği, uçağı sigortalayan şirketin hazırladığı raporun açıklanmadığı ve bir gece önce hangarda bazı kişilerin görüldüğünün öğrenilmesi olayla ilgili sabotaj ihtimalini daha da artırıyordu. 

Nitekim kısa bir süre sonra Doğan Güreş'in 'buzlanma' iddiasının arkasında Teknik Başçavuş Mehmet Korkmaz, Teknik Başçavuş Mustafa Şahbaz ve Kara Pilot Yüzbaşı Tayfun Eren'in hazırladığı rapor olduğu anlaşıldı. Kazadan bir kaç saat sonra hazırlanan sözkonusu raporda "muhtemelen motor ve buzlanma te- şekkül ettiği, buzlanmanın pervane balanslarını bozması nedeniyle her iki motorda da sarsıntı meydana geldiği, pilotların da bu balans bozukluğunu gidermek için acil durum usullerini uyguladıkları ancak sarsıntıyı gideremedikleri" belirtiliyordu. Nitekim sözkonusu rapor, olayla ile ilgili olarak açılan davanın takipsizlikle sonuçlanmasına sebep olmuştu. 

Ancak kısa bir süre sonra mahkemenin görevlendirdiği İstanbul Teknik Üniversitesi Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi öğretim üyeleri Prof.Dr. Nuri Yüksel, Prof.Dr. Oğuz Borat, Doç.Dr. Zahit Mecitoğlu tarafından hazırlanan bilirkişi raporunda Eşref Bitlis'in düşen uçağında sabotaj olasılığının tümüyle gözardı edilemeyeceği belirtilerek şu görüşlere yer veriliyordu: 

1. Motor arızası ve sonuç olarak uçağın düşmesinde buzlanmanın etkili olduğunu gösteren yeterli ve tatminkar delil yoktur. 

2. Motor arızası ve düşme olayında pilotaj ve bakım hatası ve kusuru bulunduğuna dair deliller mevcut değildir. Dolayısıyla davacılar murisi 2. pilot Tuğrul Sezginler ile kaptan pilot Yaşar Erlan'ın kusurları yoktur. 

3. Uçağın düşmesine yolaçan motor arızasında davalı firmanın dizayn ve yapım hatası bulunduğuna dair delil yoktur. 

4. Kaza günü öncesindeki gece, hangar civarındaki bir nöbetçi tarafından bildirilen kimliği bilinmeyen kişi ile yukarıdaki isimleri zikredilen motor iç aksanının enkaz mahallinde bulunmaması ve sağlam ve mukavim olan motor zarfının parçalanmamış ve hatta deforme olmamış görüntüsü karşısında sabotaj ihtimali gözden ırak tutulmamalıdır. 
NİTEKİM konuyla ilgili olarak hazırlanan bir başka raporda da olayla ilgili olarak şu ifadelere yer veriliyordu: 

"Hem sol hem de sağ motorlar, dönen kısımlara dairesel temas izleri bırakmıştır. Bu durum çarpma anında yüksek güç geliştiren motorların maksimum menzildeki karakteristiklerindendir. 

Yanma haznesi, silindir gömleği ve kompresör türbin kılavuz (istikamet) kanatçığının durumu, motorun normal ısıda çalıştığını göstermektedir. 
Çarpma öncesi normal motor çalışmasını engelleyecek herhangi bir işlevsel bozukluğa delalet eden bir şey yoktu. Uçuş esnasındaki buz akimülasyonu ve motor hava girişindeki tıkanma veya buz yutma ve kompresöre bir yabancı madde ile verilen hasarlar, kompresör verimliliğinin azalmasına ve hava akımına sebep olacaktır. Yanma sahasına daha az soğutucu hava geldikçe ve benzin gönderimi önceden belirlenen kompresör hızını ayarlayan benzin kontrolü ile sağlandığı için, sıcak kısım bileşenlerine hasar verecek bir aşırı ısı durumu ortaya çıkacaktır. Motorların incelenmesi sonucu sıcak kısım tehlikesine rastlanmadı, fakat çarpma sonucu ortaya çıkan yüksek güç gözlemlendi. Dolayısıyla çarpma anında motor hava girişinin buzla kapanması ve kompresör buz yutma durumu pek muhtemel karşılanmamaktadır." 
4 Ağustos 1995 tarihinde ortaya çıkan bir başka rapor da olayın "buzlanmadan" kaynaklanmadığını belirtiyordu. Türk Kara Kuvvetleri Havacılık Okulu Erkan Başkanı Pilot Albay Erdal Özden, Beechcraft Uçak Anonim Şirketi Uçak Kazası Müfettişi John Ward ve Pratt ve Whitney Kanada Hava Güvenlik Müfettişi Thomas A. Berthe tarafından imzalanan "Ön Analiz Raporu"nda buzlanma olasılığının olmadığı belirtiliyordu. Rapor, olayda sabotaj olasılığını güçlendiriyordu. Uçağı satan Beechcraft şirketinin müfettişi John Ward, dünyanın en ünlü uçak motoru üreticisi Prat ve Whitney şirketinin güvenlik müfettişi Thomas A. 

Berthe, Bitlis'in uçağının düşmesinden hemen sonra Türkiye'ye geldiler. Teknik inceleme, 19-20 Şubat 1993 günlerinde uçak enkazının olduğu kaza bölgesinde ve Türk Kara Havacılık Okulu Güvercinlik tesislerinde yapılmıştı. İncelemeye, Türk Hava Kara Kuvvetleri Havacılık Okulu Erkan Başkanı Pilot Albay Erdal Özden de kendi teşkilatı adına katılmıştı. 

Ancak sabotaj iddiaları, Bitlis'in uçağının düşmesini "Buzlanma" gerekçesine dayandıran Doğan Güreş'i kızdırıyordu. Güreş bilirkişi raporu için "Böyle saçma sapan işlerle beni uğraştırmayın" diyordu. "Bu konuda şimdi konuşmak istemiyorum." 
Eşref Bitlis'le aynı bölgede uzun süre beraber görev yapmış üst düzey bir emniyet yetkilisinin konu ile ilgili olarak söyledikleri ise son derece ilginçti. Emniyet yetkilisinin sözleri, ordu içerisinde birbiriyle çatışan farklı gruplarla ilgili ipuçları verdiği gibi, Eşref Bitlis'in bu çatışmadaki konumunu da anlamamızı sağlıyordu: 

"Eşref Bitlis'i yakından tanırdım. Milliyetçi, dini değerlere son derece saygılı vatansever bir insandı. Çekiç Güç'e karşıydı. Onun ölümüyle birlikte Çekiç Güç'ün önündeki engellerden biri kalktığı gibi, son zamanlarda basma da yansıyan -ki Hasan Celal Güzel bu ekibi daha sonra açıklamıştı- ve REFAH-YOL 
hükümetini deviren oluşumun temelleri de atılmıştı, O yaşasaydı böyle bir oluşuma kesinlikle izin vermezdi." 

Tarık Bitlis: "Babamla Uğur Mumcu'nun Ölümü Arasında Bağlantı Var!" 

EŞREF BİTLİS'İN oğlu Tarık Bitlis, uzunca bir suskunluk döneminden sonra 20 
Ocak 1997 tarihinde Milliyet Gazetesi'nde konu ile ilgili olarak Şule Çizmeci'nin sorularını yanıtlıyordu. 

"Türkiye'de bugüne kadar çok olay olmuştur. Bunlardan iki tanesi, Uğur Mumcu olayı ile Eşref Bitlis olayı ise çok önemlidir, iki olay da Türkiye'nin bağımsızlığını hedef almıştır. Uğur Mumcu'nun doğrultusu ile babamın doğrultusu aynı yerde kesişiyordu. O da birtakım karanlık ilişkileri sorguluyordu. ikisi de hedefe çok yaklaşmıştı, iki olay arasında bağlantı olduğunu düşünüyorum. Biri çözümlendiğinde diğerinin de çözümleneceğine inanıyorum." 

Tarık Bitlis doğru söylüyordu. Her iki olay arasında son derece önemli bir bağlantı bulunuyordu. Birincisi, her ikisi de Türkiye'nin yöneldiği dış politika ile ilgiliydi. Eşref Bitlis, İçişleri Bakanı İsmet Sezgin'in Tahran gezisinden bir hafta sonra, Uğur Mumcu ise Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in Suriye gezisinden 5 gün sonra öldürüldüler. Her ikisi de ABD'nin Kürt devleti projesine muhalefetin "sembolü"ydüler. Her ikisi de ... 

3. UĞUR MUMCU OLAYI 

7 OCAK 1993 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi'ndeki köşesinde Uğur Mumcu birçok kişinin gözünden kaçan yazısında şöyle diyordu: 
"Ortadoğu'nun karanlık bir kuyu olduğu her gün biraz daha anlaşılıyor. Kanıtlanan son ilişki MOSSAD-Barzani ilişkisidir. MOSSAD, İsrail devletinin gizli istihbarat örgütüdür. Bu örgütün, Kürt lideri Molla Mustafa Barzani ile ilişkileri olduğu söylense daha önce kim inanırdı. Barzani'nin CIA ile ilişkisi artık belgelendi. Kimse bu ilişkiye, "Hayır olmadı" diyemiyor. CIA-Barzani ilişkileri biliniyordu da MOSSAD-Barzani ilişkileri bilinmiyordu. 
MOSSAD'ın Barzani ile ilişkileri Londra ve Sidney'de yayınlanan Israel's Secret War's - A History of Israel's İnteligence Services adlı kitapta sergileniyor. Kitap, İngiliz The Guardian gazetesinde 1984 yılından bu yana Tel-Aviv muhabirliğini yapan lan Black ve Washington'daki Brooking Enstitüsü'nde çalışan öğretim üyesi Benny Morris tarafından yazılmış. Kitapta MOSSAD-Barzani ilişkileri, İsrail 
Dışişleri Bakanlığı ve MOSSAD yazışmalarına dayanılarak açıklanıyor. Önsözde, kitabın yayından önce İsrail ordu yetkileri tarafından da incelendiği yazılıyor. 
Kitapta, 1967 Arap-İsrail Savaşı'ndan sonra, MOSSAD'ın Kürtlerle ilişki kurduğu (s.327), Mısırlı ünlü gazeteci Hasan el-Heykel'in İsrailli subayların Kürtler aracılığıyla Irak'tan radyo bağlantıları kurduğunu 1971 yılında açıkladığı anlatılıyor. 1969 yılı mart ayında Kerkük petrollerine yapılan saldırının da İsrail 
tarafından yapıldığı açıklanıyor. 1972 yılında imzalanan Sovyet-Irak Dostluk Anlaşması'ndan sonra Iran Şah'ı ABD Başkanı Nixon ile gizli görüşme yapıyor; bu gizli görüşmeden sonra CIA tarafından "Kürdistan Demokratik Partisi'ne üç yıl içinde 24 milyon dolar gönderiliyor. Barzani'nin Irak rejimine karşı 
ayaklandığı yıllarda, ABD-ÎRAN-İSRAİL üçlüsü bu ayaklanmayı destekliyor. 

Barzani-ABD ilişkileri, 

ABD Dışişleri eski Bakanı Henry Kissinger eliyle yürütülüyor. MOSSAD-Barzani ilişkileri de İsrail'in Tahran'daki askeri ataşesi Yaakov Nimrodi (MOSSAD ajanı) aracılığı ile gerçekleşiyor. Nimrodi'nin üstlendiği görev ilginç; Nimrodi Sovyet silahlarının Barzani'nin eline geçmesinde rol oynuyor.(sh. 328-329) Kitapta, MOSSAD'dan Kürtler'e 50 bin dolar para verildiği, ABD kaynaklarına dayanarak 
açıklanıyor.(sh. 328) 70'li yıllardaki bu ilişkiler bugün sürüyor mu? Kitaba göre sürüyor. "Körfez Savaşı' sırasında Irak'ın attığı Scud füzelerinin Tel-Aviv'e düşmesi üzerine bu ilişkiler yeniden başladı.(sh. 521) Baba Molla Mustafa ile 
kurulan ilişkiler, şimdi de oğul Mesud Barzani ile sürüyor. MOSSAD, Barzani'ye Avrupa kahvelerinde çekler vererek bu desteği sürdürüyor. Kitapta, Mesud Barzani'nin İsrail'e gizlice giderek yardım istediği yazılıyor. Bu ilişkiler sürüyor ve anlaşılıyor ki daha da sürecek...Gizli yollarla sürecek, açık yollarla sürecek.. İlgi belli... İlişki de belli... 

Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa ne işi var CIA ve MOSSAD'ın Kürtler arasında? Yoksa CIA ve MOSSAD, antiemperyalist savaş veriyorlar da dünya bu savaşın farkında değil mi?" 
Uğur Mumcu, MOSSAD-Barzani bağlantısını anlatan bu yazısından 17 gün, Süleyman Demirel'in Suriye gezisinden 5 gün sonra, 24 Ocak 1993 pazar günü arabasının altına konulan C-4 tahrip kalıbının patlaması sonucu olay yerinde hayatını kaybetti. Devletin her biriminden haber alabilen, çeşitli devlet 
organlarından kolayca bilgi alabilen bir gazeteciydi Uğur Mumcu. Görüşleri, Türkiye'nin sorunlarına ilişkin çözüm önerileri biliniyordu. Kimler katılmıştı Uğur Mumcu'nun cenazesine?.. Cumhurbaşkanı Vekili ve TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk, Başbakan Vekili Erdal İnönü, ANAP lideri Mesut Yılmaz, YDP 
Genel Başkanı Hasan Celal Güzel, içişleri Bakanı ismet Sezgin, Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden, dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Halis Burhan, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Vural Beyazıt ve sayısız üst düzey bürokrat... 

Suikastten kısa bir süre sonra gündeme gelen İsrail, Şevket Kazan'ın Adalet Bakanı olması ile birlikte yeniden gündeme gelmişti. Şevket Kazan tarafından açıklanan ve MÎT Müsteşarı Sönmez Koksal imzalı bir belgeye göre 2 Şubat 1993 tarihinde, İsrail'in Türkiye'ye bir suikast timi soktuğu belirtiliyordu. 

Sözkonusu bilgi Başbakanlık'a verilen çok gizli bir belgede belirtilmişti. Kuşkusuz MİT, kısa bir süre sonra, sözkonusu belgenin kendilerine ait olmadığını belirtecekti. Susulması için yeterli bir sebepti çünkü... 

ABD İtiraf Ediyor 

AMERİKAN Genelkurmayının yayın organlarından Joint Forces Quarterly (JFQ) dergisinin Kış 1996-97 tarihli sayısında yayımlanan bir makalede 1995 
Mart'ında gerçekleştirilen Çelik harekât ile ilgili iddialar yer alıyor, harekatla Türkiye'nin Çekiç Güç operasyonuna darbe vurduğu ve operasyonun başarısızlığına neden olduğu belirtiliyordu. Amerikan Hava Kuvvetleri Akademisi öğretim üyelerinden Yüzbaşı Steven R. Drago imzasıyla yayımlanan "Ortak doktrin ve soğuk savaş sonrası askeri müdahale" başlıklı yazıda harekat "bağımsız askeri eylem" olarak nitelendiriliyordu. Çekiç Güç'te görev yapan Drago 'Çelik Harekatı'nı ABD'nin Çekiç Güç aracılığıyla kurmaya çalıştığı Kürt Devletine, Türkiye'nin müdahalesi olarak değerlendiriyor ve bunun Çekiç 
Operasyonu'nun birliğini bozduğunu belirtiyordu. Drago, bu durumun sonucunda resmi adı Provide Comfort (Huzur Sağlama) olan Çekiç Güç'ün bazı Amerikan Birlikleri tarafından "Huzursuzluk Sağlama" diye anılmaya başlandığını belirtiyordu. Yüzbaşı Drago, yazının Çekiç Güç ve Türkiye'ye ilişkin bölümünde şunları savunuyordu: "Provide Comfort (Çekiç Güç) birleşik ve çokuluslu büyük bir başarı olarak başladı fakat daha sonra çok büyük bir başarısızlığa dönüştü. Nisan 1991'de başlayan birleşik operasyonda, 7 ülkenin kuvvetleri, Irak'tan Türkiye'nin Güneydoğu'suna kaçan Kürt sığınmacıları korumak için koordine edilmişti. 3 yıl sonra, Amerikan kuvvetleri Kürtler'i Irak'a karşı korumaya 
çabalarken, Türkiye, Kürt terörizmine karşı askeri bir sefer düzenledi. Bu bağımsız askeri harekat, çokuluslu bir askeri operasyon olan Çekiç Güç'ün birliğini bozdu. Harekat şimdilerde kimi ABD birlikleri tarafından da "Huzursuzluk Operasyonu" adıyla anılmaya başlanan çokuluslu operasyonun başarıyla 
sonuçlanmasını tehdit ediyordu. (Fikret Akfırat, Aydınlık, 25 Mayıs 1997) 
Aynı dergi Türkiye'de ordunun artan ağırlığına dikkat çeken bir başka yazıya 1995 Sonbahar sayısında yer vermişti. Jed C. Synder imzasıyla yayımlanan "Türkiye'nin Daha Büyük Bir Ortadoğu'daki Rolü" başlıklı yazıda Ordu'nun Türkiye-ABD ilişkilerinde, olumsuz rol oynadığı belirtilmişti. Makalede Türk 
Ordusu için şu yorum yapılıyordu: "Politikada etkin rol oynayan askerler ve politik liderlerin artan öfkesi, ABD-Türkiye ilişkilerinin temelini oluşturan, karşılıklı savunma anlaşmalarının yenilenmesi konusundaki ABD çabalarını güçleştireceğe benziyor." 

Kuşkusuz her iki Pentagon yorumcusu da yanılmıyordu. Bununla birlikte Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlanan belgeler Türkiye'nin aslında Çekiç Güç'ten ve Çekiç Güç vasıtasıyla kurulabilecek bir Kürt Devleti'nden kurtulmanın yollarını çok önceleri düşündüğünün ipuçlarını veriyordu. Bu sözler ne anlama geliyordu? 

Türkiye tüm baskı ve dayatma, uyarı ve gözdağına rağmen ABD'nin Kürt devleti projesini bölge ülkeleriyle birlikte engellemişti. Türkiye, ABD'nin uyarılarına cevap verebilmiş miydi? Elimizdeki veriler Türkiye'nin ABD'ye verdiği cevaplarda, ABD'den hiç de geri kalmadığını gösteriyordu. 

Türkiye Cevap Verdi mi? 

DENİZ Kuvvetleri Komutanlığı, 30 Kasım 1995 tarihinde MİT'e l ton C-4 tahrip kalıbı vermişti. Ord. Şb. Md. Dz. Yzb. İbrahim Hürmeydan, ikmal Yzb. Selim Bilgen, Deniz Ordonat Merkezi Komutanı Dz. Kd. Albay Erdal Kurumlu tarafından 30 Kasım 1995 tarihinde MİT'e teslim edilen l ton C-4 tahrip kalıbı nerede kullanılmıştı? Aksiyon Dergisi'nde 13 Temmuz 1997 tarihinde tarafımdan sorulan bu soruya, 16 Temmuz 1997 tarihli Yeni Yüzyıl gazetesinin 4. sayfasının en alt tarafında, herkesin gözünden kaçan küçük bir cevap veriliyordu: 

"Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nın 1995 yılında Milli İstihbarat Teşkilatı'na 1 ton C-4 tahrip kalıbı verdiği öğrenildi. Belgeleriyle ortaya konulan bu işlemde el değiştirilen patlayıcıların bir yurtdışı operasyonunda kullanıldığı belirtilirken, operasyona ilişkin detaylı bilgi edinilemedi." Tüm bunlar şunu açık seçik gösteriyordu ki, Türkiye'deki Kürt devletinin önünde duran, "sivil çözüm" 
sözünü duymaktan bile hoşlanmayan sivil-asker bürokrasisi ile siyasi çevreler mutlak anlamda safdışı bırakılamadan Kürt devletine giden ciddi bir adım atmak mümkün değildi ve ilk adım böylece atıldı. 

4. SUSURLUK VE KÜRT DEVLETİNE GİDEN YOL 

3 KASIM 1996 gecesi, şarjör şakırtıları, makinalı tabancalar, tevkif müzekkere leri, susturucular, özel operasyonlar, sigara dumanından gözün gözü görmediği izbe odalar, yeşil pasaportlar, sahte kimlikler, sahte silah kullanma ruhsatları ve ülküye adanan sevda şiirleri ile geçen bir ömür ansızın ve sorgusuz çıkagelen bir kamyonun ölümü haber veren elleriyle sona erdi. Bu motiflerle dolu koskoca bir yaşam, 3 Kasım akşamı, Balıkesir'in Susurluk ilçesinde noktalandı. Efsane ülkücü Abdullah Çatlı, içlerinde DYP Milletvekili Sedat Bucak, Polis Okulu Müdürü Hüseyin Kocadağ ve Gonca Uz'un da bulunduğu mersedesin benzin istasyonundan ansızın çıkan kamyona çarpmasıyla sona erdi. 

Olayın üstünden yarım saat geçmemişti ki medya Abdullah Çatlı'nın Mehmet Özbay sahte kimliğiyle dolaştığını ve birtakım suçlardan ötürü de arandığını öğrenmiş, bir süredir çatışma halinde olduğu hükümete karşı eline müthiş bir koz geçirmişti. 

Bir iki gazete haricinde bütün gazete ve televizyonlar Abdullah Çatlı'yı İnterpol'ün bile aradığı, azılı bir katliam sanığı olarak duyuruyordu. Kısa bir süre sonra Meclis Araştırma Komisyonu'nda konuyla ilgili bilgilerine başvurulan MİT Kontr-terör Dairesi Başkanı Mehmet Eymür, Abdullah Çatlı'nın MİT tarafından ASALA'ya karşı yürütülen operasyonlarda kullanıldığını kabul ediyor ancak Çatlı'nın daha sonra Emniyet Genel Müdürlüğü'nün kontrolüne girdiğini belirtiyordu. Bu açıklamadan kısa bir süre sonra Emniyet istihbarat Daire Başkanvekili Hanefi Avcı, Abdullah Çatlı'nın sadece Emniyet Genel Müdürlüğü 
tarafından kullanılmadığını, sözkonusu oluşumun içinde, MİT'ten Mehmet Eymür, Jandarma Genel Komutanlığı'ndan Tuğgeneral Veli Küçük, Emniyet Genel Müdürlüğü'nden de Mehmet Ağar'ın bulunduğunu belirtiyordu. Tüm bu isimlerin ortak bir özelliği bulunuyordu, o da, üçünün de "Türk milliyetçiliği lise yıllarına giden ve Kürt sorununa yaklaşım benzerliği olan" isimler oluşuydu ve PKK ile 
mücadele konusunda benzer yaklaşımları benimsemeleriydi. 

Örneğin Mehmet Eymür, Kürt meselesinin "siyasi boyuta taşınmasının" çok daha tehlikeli olduğunu belirtiyordu. Veli Küçük isminin "milliyetçiliği ise lise yıllarına kadar gidiyor, PKK ile mücadelenin neredeyse simgesi haline geliyordu. Mehmet Ağar ise kurdurttuğu 7.000 kişilik "Özel Tim'le PKK'ya karşı silahlı mücadelenin ne şekilde olması gerektiğini yıllardır sürdürdüğü mücadeleyle ortaya koymuştu. 
Susurluk olayı ortaya çıktığında Mehmet Ağar, içişleri Bakanı idi. Tüm bu isimler "PKK" ile mücadele konusunda ortak paydada buluşuyordu. 

Susurluk'la birlikte ortaya çıkan neydi? Sıradan bir polisiye vaka mı, yoksa uluslar ilişkiler kapsamında düşünülmesi gereken, hükümetler deviren, darbeler yapan Gladyo mu? 

Bu soruya 17 Haziran 1997 tarihinde Ankara'da görüştüğüm bir istihbarat yetkilisi şöyle cevap veriyordu: 
"Körfez Savaşı sonrasında Türkiye oldukça rahatsızlık duyduğu bir Kuzey Irak olgusuyla karşılaştı. Bunu bölgede huzuru sağlamak amacıyla Çekiç Güç'ün konuşlanması izledi. Ardından Türk Genelkurmayı, Çekiç Güç'ün bölgede bir Kürt devletinin temellerini atmaya çalıştığını saptadı. Bunu PKK'nın finans kaynaklarının artması, büyümesi, ordulaşması izledi. Bir çok MGK toplantısında bu konu gündeme geliyor ve PKK'ya karşı yeni bir mücadele tarzı belirlenmeye çalışılıyordu. PKK ile asıl mücadeleyi üstlenmesi için özel bir güç oluşturuldu. Bu güç içerisinde her birimden isim bulunuyordu. 
MİT'ten, Jandarma'dan, Özel Harekat timlerinden, kısacası en başarılı personelden korkunç bir güç oluşturuldu. 
Başlarında da Korkut Eken bulunuyordu. Bu fikrin savunucusu aslında Alparslan Türkeş'ti. Bu güç kısa bir süre sonra kendi yöntemleriyle PKK ile mücadele etmeye başladı. PKK'nın finans kaynakları, bakanlara kadar uzanan bağlantıları bir bir tespit ediliyordu. Bildiğim kadarıyla bu konuda Abdullah Çatlı kullanıldığı gibi, Yeşil -ki kendisi çok saygın bir insandı kendisiyle Tunceli'de beraber  çalıştım- son derece profesyonel insanlar da kullanıldı. Abdullah Çatlı Emniyet'le de, MİT'le de, jandarma ile de bağlantılıdır. MİT'ten, Mehmet Eymür ile, Jandarma'dan Veli Küçük Paşa ile, Emniyet'ten de Mehmet Ağar ile bağlantılıydı. Bu doğal bir koordinasyon gereği idi. Ama Susurluk'la birlikte herkes kaçacak bir yer aradı. Kabak tam Mehmet Ağar ve ekibinin başında patlayacaktı ki, Hanefi Avcı Veli Küçük Paşa ve Mehmet Eymür'ün de ismini vererek Mehmet Ağar'ın bu işte yanlız olmadığını kanıtladı. 

Veli Küçük Paşa'yı hem de 7. sıradan general yapan Teoman Koman'dı. Hanefi Avcı'nın Mehmet Ağar'ı suçladığı zannedildi oysa Hanefi Avcı'nın Emniyet istihbaratına gelmesi Mehmet Ağar'a "rağmen" olabilir miydi? 

Mehmet Ağar'ın hedef haline gelmesi "günah keçisi" olarak seçilmesinden kaynaklanıyordu. Bu yüzden Mehmet Ağar Susurluk'tan aylar önce bu ekibin başı gibi gösterilmeye başlandı. Ağar bu arada PKK ile bağlantılı görülen büyük bir sermaye grubunu da karşısına almaya başlamıştı. Bu özel güç Özel Kuvvetler Dairesi'nin kontrolünde olmasına rağmen, sanki Ağar'ın kont-rolündeymiş gibi gözüküyordu. Bu arada bu güç PKK ile PKK'nın yöntemleriyle savaşıyordu. Yapılan her şeyin doğru olduğunu söylemiyorum. Çok kan döküldü. Hukuk devletiyle bağdaşmayacak çok şey .yapıldı. Ama bu savaşın adı zaten 'Gayri Nizami Harp'ti. Yeni konjonktür bu gücün dağıtılmasını dayatıyordu. ABD bu özel güçten çok rahatsızdı. Birincisi, sözde insan hakları gerekçesiyle; ikincisi, eroinin yavaş yavaş kokainin dünya sektöründeki yerini almaya başlamasından. (Dünya kokain sektörü ABD'nin elindedir.) Üçüncüsü, bu kadro Kürt meselesinin 
sivil yöntemlerle çözülmesinin önünde bir engel olarak görülüyordu. 

Uluslararası ilişkilere de paralel olarak son birkaç yıldır devlet içerisinde güçlenen bir başka güç de ideolojik sebeplerle bu gruptan rahatsızdı." 
Yaptığım araştırmalar, farklı kesimlerden insanlarla yaptığım görüşmeler, istihbarat yetkilisinin sözlerini teyid ediyordu, iddialar hiç de yabana atılır gibi değildi. Askeri çevreler bu gücü kuran Korkut Eken'i adeta efsane gibi görüyordu. Kara Harp Oku-lu'nu 1965 yılında bitirmiş, komando ve hava indirme tugaylarında görev yapmıştı. Askerliğinin büyük bir bölümü Özel Harp Dairesi'nde geçmiş, ABD, Almanya, İngiltere'de kurslara katılmıştı. 1981'de gerçekleştirilen bir uçak kaçırma olayında düzenlenen operasyonla adını duyurmuştu. Toplam 75 saniyede gerçekleştirilen bu operasyon GSG-9 ve SAS'ların performansına eşdeğerdi. 

80'li yılların ikinci yansından itibaren Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesindeki Özel Harekat Timleri'nin yetiştirilmesine nezaret etti. O yıllarda TSK'daki özel harekat timlerinin de komutanıydı. 1986 yılında MİT müsteşar yardımcısı Hiram Abas, gece görüş cihazlarının denendiği bir tatbikatta onu MİT'te görev almaya çağırmıştı. Eken, tüm dövüş sporlarını biliyordu. Serbest paraşütçüydü ve bu alanda dereceleri bulunuyordu. Atıcılıktaki rekoru ise ilginçti. 14 saniyede 7 merminin tümünü 12'den vuruyordu. 86'da en büyük askeri operasyonlardan olan Kozluk operasyonunu o yönetmişti. TSK'daki hizmetlerinin her 
aşamasında madalyalarla ödüllendirildi ve Türkiye'de çok az kişiye verilen 'Cesaret ve Feragat 'madalyasını taşıyordu. 

Oysa Susurluk'la birlikte birdenbire adı çete kurma söylentilerine karışıyor, kendisini araştırma komisyonlarında, mahkeme salonlarında buluyordu. 
Acaba Susurluk olayı orduda, MİT'te, poliste gerçekleştirilmek istenen bir tasfiye operasyonu muydu? Böyle ise tasfiyeci güç kimdi? Susurluk kazası kullanılmış mıydı? Konu ile ilgili olarak görüştüğüm Gazeteci-Yazar Enis Berberoğlu bu soruya şöyle cevap veriyordu? 

"Susurluk'un ortaya çıkışı bana sorarsanız kaza ile birlikte olmadı. Ondan iki ay önce Aydınlık dergisinde çıkan MİT raporu ile ortaya çıktı, iki ay önce Aydınlık'a bu raporu kim vermişse, kazadan sonra da Mehmet Özbay'ın Abdullah Çatlı olduğunu basına o duyurmuştur. Bence bu kaza kullanılmıştır." 

8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

3 Ekim 2017 Salı

ADKF ve TÜRKSOLU'ndan Açıklama - Atatürkçü Gençlere Büyük Tezgah BÖLÜM 2


ADKF ve TÜRKSOLU'ndan Açıklama - Atatürkçü Gençlere Büyük Tezgah BÖLÜM 2


Kontrgerilla Geri mi Döndü?

Sorulara verilecek cevaplar, saldırının bir öğrenci örgütlenmesi boyutunu çok çok aştığını ortaya koymaktadır. Tüm terör örgütleri bir şekilde biraraya getirilmiş, ellerine satırlar verilmiş, saldırı gerçekleşsin diye okulda kimlik kontrolleri kesilmiş, belli okul yöneticileri olayı görmüş ve sadece izlemiştir.

Yani olayın planlayıcısı, hem bu terör örgütlerine hakimdir, hem de üniversitelerde gücü bulunmaktadır. Hatta saldırganlar serbest bırakılmıştır. Demek ki o güç emniyet ve yargı içinde dahi güçlüdür.

Şimdi Türkiye bu karanlık gücü ortaya çıkartmak göreviyle karşı karşıyadır.

Bu büyük organizasyonu tertipleyenler kimlerdir?

Bu karanlık gücün, devlet içinde bir uzantısı var mıdır?

Yetkililer bu soruları yanıtlamalıdır, çünkü olay kontrgerillanın yeniden işbaşına döndüğünü düşündürtecek kadar büyük bir organizasyondur.

10 terör örgütü saldırıyı üstlenen ortak bildiri dağıttı

Şimdi bu karanlık gücü ortaya çıkartmaya yarayacak soruları soralım.

Saldırıdan hemen sonra üniversitelerde altında 10 tane terör örgütünün ortak imzası bulunan bir bildiri dağıtılmıştır. Bildiride ilk imzacı PKK’dır. Bildiride üniversitelerdeki Atatürkçü öğrenciler Ordu’yu savunmakla, YÖK’ü savunmakla ve Kemalist olmakla suçlanmaktadır. Bu suçlamadan sonra ise MGK uzantısı ADKF’yi okula almayacakları belirtilmektedir.

O halde saldırganların hedefi üniversitelerde Atatürk’ü, Türk ordusunu ve YÖK’ü savunan Atatürkçü öğrencilerdir. Ya da Atatürkçü öğrencilerin hedef alınmasının sebebi budur.

Bu Ülkede 15 yıldır Atatürkçüler öldürülüyor

Olaya bu çerçeveden bakınca, yaşanan saldırının gerçek boyutu ortaya çıkar.

Türkiye’de çeşitli etnik bölücü ve dinsel bölücü terör örgütleri 1990’lardan beri terör saldırıları düzenlemektedir. Bu saldırıların başlangıcı Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucusu Prof. Dr. Muammer Aksoy’un öldürülmesiydi. Daha sonra Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı öldürüldü. En son geçtiğimiz yıl Dr. Necip Hablemitoğlu öldürüldü. Arada saymadığımız isimleri de buna ekleyelim.

Ve soralım; burası nasıl bir ülkedir ki bu ülkede Atatürkçüler onbeş yıldır teker teker öldürülmektedir?

Bu ülkede neden sadece Atatürkçüler öldürülmektedir?

Türk devletinin direnç noktalarına planlı saldırı

Sorunun cevabı basittir. Öldürülenlerin kimliği tektir, hepsi Atatürkçü, hepsi bölücülüğe karşı, hepsi Türkiye’nin ulusal birlik ve bütünlüğünden yana insanlardır. Hepsi emperyalizme karşıdır ve hepsi emperyalizmin çeşitli terör örgütlerini kullanarak Türkiye’yi bölmeye çalıştığını düşünmekte ve buna karşı çıkmaktadır.

Yani hedef doğru seçilmektedir. Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü savunan bir Atatürkçü aydın kuşak vardır ve bunlar toplumda çok etkilidir. Bunlar o nedenle ortadan kaldırılmalıdır. Ve kaldırılmıştır da. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’ni savunacak kaç aydınımız kaldı ki geriye?

Bu terör saldırılarına bir önemli saldırıyı daha ekleyelim: Eşref Bitlis suikasti. Bilindiği gibi Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis de PKK’yı bitirecek bir plan üzerinde harekete geçeceği sırada uçağı düşürülerek öldürülmüştü.

Dikkat edilirse Türk devletinin direnç noktalarına yönelik bir planlı saldırı sözkonusudur. Bu saldırının hedefi Atatürkçüler ve Jandarma Genel Komutanı’nın şahsında Türk ordusudur. Saldırılar Türk devletini savunmasız bırakma amaçlıdır. Nitekim Türk devletini savunan etkili isimler öldürülerek ortadan kaldırılmaktadır.

Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Eşref Bitlis ve en son Necip Hablemitoğlu...

Terörist örgütler tarafından katledilen Atatürkçü aydınlardan sonra sıra Atatürkçü gençlere mi geldi?

Yeni Hedef Atatürkçü Gençler

En son PKK bildirisi, bu suikastlerin yeni hedefini göstermektedir: Atatürkçü gençler.

Türkiye’nin Atatürkçü aydınları öldürülmüş ve sıra Atatürkçü gençlerine gelmiştir. Çünkü bu Atatürkçü gençler tıpkı öldürülen Atatürkçü aydınlar gibi Türk devletini savunmaktadır. Üstelik üniversitelerde çoğunluk olmuştur bu gençlik. Durum o kadar vahimdir ki neredeyse terör örgütleri okularda iş yapamaz duruma gelecektir. Bunlar terör örgütlerinin bildirisinde yazanlar. Ve ekliyorlar bu Kemalist baskıyı kıracağız!

Şimdi Türk aydını ve Türk milleti büyük bir sorumluluk altındadır. Türkiye Atatürkçü aydınlarına sahip çıkamamış ve onları terör örgütlerine yem etmiştir. Sırada Atatürkçü gençler durmaktadır, onlar da yem olursa, bu devleti savunacak hiçkimse kalmayacaktır!

Tarih, ders alınacak olayları ortaya koymaktadır. Oyun büyüktür, Türkiye’yi dayanıksız bırakma tezgahıdır, bu oyun için irili ufaklı terör örgütlerinin kullanılıyor olması olayın büyüklüğünü gözlerden kaçırmamalıdır. Nitekim Türkiye tarihinde olmayan tüm terör örgütlerini birleştiren güç, gerçekten çok kudretli olmalıdır.

Barbaros Bulvarı’nda elinde satır ve döner bıçağıyla Atatürkçü gence saldıran o maskeli terörün ardındaki güç, dün Muammer Aksoy’u, Uğur Mumcu’yu, Eşref Bitlis’i öldüren güçtür!

Hedef Türk devletidir, saldırgan maskeli terör örgütüdür ama maskenin ardında Türk devletini güçsüz düşürmek isteyen büyük devletler vardır. Bu organizasyonun hangi büyük emperyalist devletin eseri olduğunu ortaya çıkartmak da Türk devletinin görevidir.

Atatürkçü gençleri basın yoluyla öldürme girişimi

Peki organizasyon başarılı olabilmiş midir? Hayır! Çünkü öldürülmek istenen ve bu ölümden sonra dağılması planlanan Atatürkçü gençler, direnmiş ve ölmemiştir.

Dahası Atatürkçü gençleri, çatışma ortamına çekme ve gençliği terörize etme çabası da sonuç vermemiştir. Atatürkçü gençler büyük bir olgunlukla, bu oyuna gelmeyeceklerini açıklamışlardır.

İşte bu nedenle ölmeyen Atatürkçü gençleri basın yoluyla öldürme görevi başta Hürriyet gazetesi olmak üzere medyaya devredilmiştir.

Son 15 günün gazeteleri ve televizyonları birer belgedir. Bunca yıldır mücadele eden, Türkiye’nin en çok okunan fikir dergisini çıkartan Atatürkçü gençler ilk defa basına girebilmiştir, hem de manşetlerden! Basının saldırıyı veriş tarzı anlamlıdır, saldırıya uğrayan Atatürkçü gençler ismi cismiyle anılmakta ama saldırganın kimliği gizlenmektedir. Yani terör örgütü PKK’nın Barbaros Bulvarı’nda başaramadığı linç girişimi gazete sayfalarına taşınmıştır.

Saldırının Başında Hürriyet gazetesi var

Saldırının başını Hürriyet gazetesi ve Ertuğrul Özkök çekmektedir. Özkök bizzat kendisi iki yazı yazarak Atatürkçü gençleri karalamaya çalışmıştır. Önerisi ise Atatürkçülerin Mustafa Kemal’in kalpağına sahip çıkmaktan vazgeçmesidir. Ona göre Atatürkçüler kalpağı sahiplenmekten vazgeçirilmelidir. Çünkü kalpak doğrudan emperyalizmi hedef alan bir Kuvayı Milliye sembolüdür.

Saldırıyı bölücü örgütün gazetesi devam ettirmektedir. Onlara göre Atatürkçü öğrencilerin tavrı ile Türk Ordusu’nun tavrı aynıdır. Türk Devleti “gerillaya” operasyon düzenlerken okullarda da Atatürkçü öğrencileri PKK’nın üzerine sürmektedir.

Şeriatçı gazeteler de saldırıya katılmaktadır. Onlara göre saldıran PKK değil Atatürkçülerdir. Atatürkçü öğrenciler okullardan uzaklaştırılmalıdır.

Türk milleti Atatürkçü evlatlarına sahip çıktı

Tüm bu yayınların amacı, toplumun gözbebeği Atatürkçü gençleri, çatışan bir taraf olarak gözden düşürmektir.

Ancak bu oyun tutmamıştır. Çünkü insanımız medyanın sandığı gibi aptal değildir. Türk milleti bu saldırının kendi evlatlarına karşı olduğunu görmüş ve Atatürkçü gençlere sahip çıkmıştır.

Bunun ufak bir kanıtı TÜRKSOLU’nun son sayısında yayınlanan destek mesajlarıdır. Türkiye’nin dörtbir yanından binlerce yurttaşımız saldırıyı duyar duymaz Atatürkçülerin yanına koşmuş onlara siper olmuştur.

Bunun böyle olması da gayet doğaldır. Çünkü bu millet nice değerli evladını teröre şehit vermiştir ve daha fazlasını vermek niyetinde değildir. Türkiye’nin en önemli gerçeği belki de şudur: Türk milleti basına hiç inanmamaktadır ve onun yazdığının tam tersinin doğru olduğunu bilmektedir. O nedenle basın saldırısı Atatürkçü gençlerin haklılığını ortaya koyan yeni bir kanıt olmaktan öte bir işe yaramamıştır.

Son Tezgah: Ceviz Kabuğu

    Medya saldırısı da püskürtüldükten sonra yeni ve pis bir tezgah daha kurulmuştur. Ceviz Kabuğu Programı yapımcısı Hulki Cevizoğlu kullanılarak saldırı karşısında bölücü teröre karşı tekvücut olan Atatürkçüler arasında bir çatışma yaratılmak istenmiştir.

Program organizatörü TÜRKSOLU’nu arayarak bizimle program yapmak istediklerini söylemiş ve bizim dışımızda hiçbir konuğun olmayacağını söylemiştir. Biz istiyorlarsa karşımıza PKK’lıları çıkartabileceklerini ve onlara karşı kendimizi savunabileceğimizi belirttik. Onlar sadece bizim fikirlerimizle ilgilendiklerini, bu fikirleri tartışmak istediklerini hatta yaşanan saldırıyı bile konuşmak istemediklerini söylediler. Bunun üzerine programa katılma kararı aldık.

Program günü ADD Genel Başkanı sayın Halil İbrahim Şahin’in de programa konuk olacağını öğrendik. Buna itiraz etmedik, çünkü kamuoyu önüne ADD ile birlikte çıkmak ve Atatürkçülüğü birlikte savunmak çok iyi bir fırsattı.

Hulki Cevizoğlu Atatürkçüleri birbirine düşürmeye çalıştı,

Programın hemen öncesinde Hulki Cevizoğlu’na Atatürkçüler arasında bir çatışma yaratmak niyetinde ise buna katılmayacağımızı ve böyle bir durumda programı terk edeceğimizi belirttik. Sayın Halil İbrahim Şahin’e de böyle bir durumda bu tür saldırılara cevap vermeyeceğimizi ADD Genel Başkanı olarak sözü kendisine bırakacağımızı söyledik.

Fakat programın ilk dakikalarından itibaren bir tezgahla karşı karşıya olduğumuzu anladık. Çünkü Hulki Cevizoğlu, ADD Genel Başkanı’nın TÜRKSOLU ve ADKF’yi niye desteklediğini sorgulamaya başlayarak, sayın Halil İbrahim Şahin’den alehimizde söz almaya çalıştı. Şahin, Cevizoğlu’nun bu oyununa gelmedi. Bunun üzerine Cevizoğlu, ADD Diyarbakır Şubesi’nin TÜRKSOLU ve ADKF’yi karalayan bir faksını okuyarak şu görüntüyü yaratmaya çalıştı: ADD Genel Başkanı TÜRKSOLU ve ADKF’yi desteklemektedir ama ADD şubeleri karşıdır.

Bunun üzerine biz bu tartışmaya taraf olmayacağımızı belirttik. Halil İbrahim Şahin ise herkesin iddiasını ispatlamak zorunda olduğunu, ispatlanmayan iddialara ise kimsenin ve ADD Yönetimi’nin de prim vermeyeceğini belirtti.

Olayın bununla kapanması gerekirken, Hulki Cevizoğlu, tam bir saat ADD Başkanı’nın örgütüne hakim olmadığının, ADD’nin bölündüğünün propagandasını yaparak Halil İbrahim Şahin’i sıkıştırmaya çalıştı.

Programı neden terkettik?

Biz ise kamuoyu önünde Atatürkçüler birbiri ile çatışıyor görüntüsü yaratmak niyetinde olmadığımızı, bize karşı çıkan başka Atatürkçüler var ise bunlarla kendi aramızda konuşarak sorunlarımızı halledebileceğimizi söyleyerek programı terk ettik.

Programı terketmemizin ne kadar doğru olduğu hemen ortaya çıktı. ADKF düşmanlığından başka söyleyecek tek kelime bulamayan iki kişi çıkarak ADKF alehinde yarım saat propaganda yaptı, bu yetmiyormuş gibi Hulki Cevizoğlu alehimizde propaganda yaptı.

Bu son program, tüm Atatürkçülerin de gördüğü gibi tam bir tezgahtı. Önce ADD Genel Başkanı ile ADKF ve TÜRKSOLU karşı karşıya getirilmeye çalışıldı, bu tutmayınca, ADD’nin bir şubesi kullanılarak ADD içinde çatışma var görüntüsü yaratılmaya çalışıldı. Kendimizi savunmaktan vazgeçmek pahasına bu oyuna dahil olmayarak gerek ADD’ye gerek Atatürkçülere karşı sorumlu davrandığımızı düşünüyoruz.

PKK’nın Yanında Atatürkçülere saldıranlar

Fakat burada da cevaplanması gereken sorular olduğu ortadadır.

Öncelikle PKK ve diğer terör örgütlerinin Atatürkçü gençlere saldırısının hemen ardından, yaralananların Atatürkçü insanlar olduğunu göre göre, bir geçmiş olsun bile demeden sevinen ve ADKF’ye saldırı bildirisi yayınlayacak kadar saldırganlaşan bir takım insanlar olduğu ortaya çıktı.

Tüm Atatürkçüler PKK’nın yanında ADKF’ye saldırmanın ne büyük bir insanlık suçu olduğunu görmelidir. Atatürkçülerle PKK’lılar arasındaki mücadelede PKK’nın yanında açıktan yer alan bir anlayış daha ne kadar kendini Atatürkçü olarak sunabilecek?

Kaldı ki bu küçük grubun tüm iddiaları şeriatçı Vakit ve Zaman gazeteleri tarafından bir hafta boyunca tam sayfa verilmiştir. Vakit’in yazdıkları ile bu grupçuğun yazdıkları kelimesi kelimesine aynıdır. Vakit’in haber kaynağı olmak bir Atatürkçü’nün işi midir?

Aynı grupçuk, ADD Diyarbakır şubesini öne sürerek, ADD Genel Merkezi’ni kamuoyu önünde zor durumda bırakmaktan da geri kalmamıştır. Kendi derneğini televizyon önünde karalamaya çalışan bir anlayış, ADD içinde daha ne kadar barındırılacak?

Hulki Cevizoğlu’nun Atatürkçülere tezgah kurmasının şu veya bu şekilde aktörü ya da figüranı olmak, Atatürkçülerin yapacağı bir şey olabilir mi?

İçimizdeki hainler

Televizyonları izleyen herkes, küçük bir grubun, tek bir ADD şubesini kullanarak, hem ADD Genel Merkezi’ne, hem de ADKF ve TÜRKSOLU’na savaş açtığını gördü. Dahası bu oyunun, bu tezgahın kurulmasının bu grupçuğun eseri olduğu da ortaya çıkmış oldu. Yani Cevizoğlu’nun arkasına saklanarak Atatürkçülüğü yıpratmaya çalışanların kimliği bizzat televizyon ekranlarından apaçık ortaya çıktı.

Anlaşılan bu grupçuk, ADD Yönetimi’nde bir kişi ile, ADD Gençliğinde bir kişi ile ve ADD Diyarbakır şubesi ile, derneğin genel tavrının aksine bir örgütlenme içine girmiştir. Girmekle kalmamış dernek içinde tartışmaya açmadıkları iddialarını basına yollamaktadırlar. Bu, bir derneğin, hele hele Atatürkçü bir derneğin kabul edebileceği bir ahlaki davranış olabilir mi?

Bilindiği gibi Atatürk gerek Bağımsızlık Savaşı’nı verirken gerek Devrimleri yaparken, nasıl olmuşsa onun etrafına yerleşmiş bir kısım hainler, onu yıpratmaya çalışmış, onun kuyusunu kazmaya çalışmıştı. Yıllar sonra Atatürk’ün adını yaşatan bir dernekte aynı hain zihniyetin ortaya çıkması Atatürkçülerin içlerine sindirebileceği, görmezden gelebileceği bir ihanet olabilir mi?

Atatürkçüler teröre karşı vatanını savunur

O grupçuğun sözcüsü, bizzat televizyondan üniversitede ilk defa terör örgütlerinin Atatürkçülerin alehinde çalıştığını ve ilk defa Atatürkçülerin terör örgütlerine hodri meydan dediğini söyleyerek suçlamaya kalkışmıştır. Bu nasıl bir zihniyettir ki Atatürkçüler terör örgütleri ile mücadele ederken terör örgütlerini değil Atatürkçüleri suçlayabilmektedir?

Yıllar sonra terör örgütleri bize saldırıyorsa, bu Atatürkçüler güçlendiği içindir. Nitekim terör örgütleri bunu söylemektedir. Onlar Atatürk’ün ve Atatürkçülerin olmadığı bir üniversite istiyorlar ve bize o nedenle saldırıyorlar. Bizler de Atatürkçü gençler olarak, canımızdan başka verecek bir şeyimiz yok o da Atatürk’e feda olsun diyoruz!

Bu ülkenin bölünmez bütünlüğünü savunmak en başta Atatürkçü öğrencilerin görevidir. Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi ortada, Bursa Nutku ortada! Hem Atatürkçü olacağım hem de teröre karşı mücadele etmeyeceğim demek olabilir mi?

Hadi diyelim siz korkuyorsunuz, bırakın bari korkusuz Atatürkçüler mücadele etsin. Terörle mücadele etmemiz sizi niçin bu kadar rahatsız ediyor?  

....

Atatürkçülere Akıl vermeye Cüret eden
Kemal Yavuz 
kimdir?

Atatürkçü gençlik sokağa dökülmez..Demiş..,

Karamehmet’in kendisine lütfettiği köşeden Atatürkçü gençlere Atatürkçülük öğretme cüretini gösteren Kemal Yavuz, emekli bir askerdir. Her nasılsa Ordu içinde Orgeneralliğe kadar yükselebilmiştir. Emekli olduktan sonra ise onlarcasını CNN-TURK türü kanallarda gördüğümüz general eskileri ne yaptıysa o da onu yapmıştır.

Apoletlerini söker sökmez bir holdingin maiyetine girmiş, Rahmi Koç’un vasiyeti üzerine Maret’in yönetim kuruluna kabul edilmiştir. Boş zamanlarında Müdafaa-i Hukuk adlı Atatürkçü dergiye yazılar yazmış, onun kadrosuna katılmıştır.

Patronu Rahmi Koç’un Yunanistan’la kurduğu garip ilişkiler Müdafaa-i Hukuk’ta haber olarak yer alınca istifa etmiştir. İstifa metninde bir zamanlar yazı yazdığı dergiyi servet düşmanlığıyla suçlamıştır.

Türkiye general eskilerini özellikle Irak savaşından dolayı çok yakından tanıyor. Bunlar emekli olur olmaz kapağı bir holdinge atarlar, ardından da televizyonlara çıkıp Amerikancı yorumlar yaparlar. Kemal Yavuz da Irak’a saldırı boyunca televizyonlarda Amerikalılara akıl hocalığı yapmıştır.

PKK’lılar Atatürkçülere saldırırken Türk Ordusu’nda bir dönem generallik yapmış birisi tutup Atatürkçülere saldırırsa bu Türk ordusu açısından son derece üzücü bir durumdur.

Ancak Türkiye Kenan Evren gibi Atatürkçüleri nasıl dikkate almıyorsa Onu da almıyor. O nedenle gazetemizde ona bu kadarcık bir kutu açmakla yetindik. 
Kendi propagandasını, Apo’ya gül vermekle tanınan dergiden okuyabilir. Kendisne hayatta başarılar diliyoruz... Dilerse beşinci sayfamızdaki Atatürk’ün Bursa Nutku’nu  okuyabilir.

Atatürkçü gençlik sokağa dökülür..,

Aynı tür iddiayı bir gazetemizde emekli general Kemal Yavuz da öne sürdü. Ona göre Atatürkçüler sokağa dökülmezmiş! Emekli generalimiz belki bilmiyordur ama Atatürk’ün gençliğe emridir gerekirse sokağa dökülmek. Nitekim 27 Mayıs Devrimi Atatürkçü gençler sokağa döküldükten sonra oldu. Gençlerin sloganı Ordu-Gençlik eleleydi, ordunun sloganı da!

Hadi diyelim tarih bilgisi kıt, ya 28 Şubat’ı da mı unuttu? O gün televizyonda gördüğü gençlerin, 28 Şubat öncesi okullarda şeriatçı teröre karşı duran gençlik olduğunu bilmiyor mu?

Şimdi ordudan emekli olmuş bir eski general bize kızıyor. Niye kızıyor anlamadık. Bölücü örgüte karşı çıkan, o örgütün satırlı saldırısına uğrayan Atatürkçü gençlere saldırmak, Türk ordusunda görev yapmış birinin işi olmamalıydı, Türk ordu tarihi bu yazıyı kara bir leke olarak kaydedecektir.

ADD’ye düşen görev

Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Merkezi ve Genel Başkanı sayın Halil İbrahim Şahin ve ADD’nin burada adını sayamayacağımız onlarca şubesi, bu saldırı sırasında gereken Atatürkçü tavrı ortaya koymuş ve bizi desteklemiştir.

Bizlerin bugüne kadar hiçbir grup ya da kişi alehinde, kötü bir söz bile söylemediğini binlerce ADD’li çok iyi bilir.

Ve yine bizim ADD’nin tüm faaliyetlerine yardımcı olmak için çaba gösterdiğimiz, bunun karşılığını beklemediğimiz, hele hele ADD içinde bir örgütlenme yürütmediğimiz, hiçbir yerde yönetici görevlere talip olmadığımız çok iyi biliniyor.

Atatürkçü gençlik, üniversitelerde Atatürkçülüğün yayılması için mücadele etmektedir. Bunun dışında ADD ile omuz omuza mücadele etmektedir.

Bizler ADD içinde hizip örgütlemek, yönetim içinde çatlaklar yaratmak, ADD yöneticilerini birbirine çekiştirmek gibi küçük oyunlarla uğraşmamaktayız. Bu son tezgah, bu tür küçük hesap peşinde koşanların gerçek niyetini ortaya koymuştur. Bundan sonra bu grupçuğa daha fazla müsamaha gösterip göstermeyeceği ADD yönetimine kalmış birşey.

Fakat bu grupçuğun okullarda terör örgütleri ile ADKF alehinde yaptığı işbirliğinin, şeriatçı gazetelere jurnallerinin hesabını da en başta Atatürkçü kamuoyunun vicdanı verecektir. Buna da güvenimiz tamdır.

Atatürkçü gençliği savunmak vatanı savunmaktır

Sonuç olarak tüm Türk milletini ve özellikle Atatürkçü yurttaşlarımızı, oynanan oyun konusunda uyanık olmaya çağırıyoruz. Oyun Türkiye’miz üzerinde oynanmaktadır. Adı Sevr’dir.

Atatürkçü gençlik bu plana karşı engel haline geldiği için saldırıya uğramaktadır.

Bugün Atatürkçü gençliği savunmak o nedenle vatanı savunmaktır. Nitekim Atatürkçü gençlerin yaptığı tek şey de vatan savunmasıdır.

Atatürk gençliğini ne terör örgütlerinin satırlı saldırıları, ne basının tezgahları durdurabilir.

Atatürkçü gençlik bu saldırılardan çok geçmiştir.
Bu tezgahlara karşı da uyanıktır.
Bizi durdurabilecek ne bir terörist saldırı ne de tezgah olabilir.


http://www.turksolu.org/31/aciklama31.htm

***