7 Kasım 2018 Çarşamba

ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 7

ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 7



2. EŞREF BİTLİS OLAYI 


IRAN, Irak, Suriye ve Türkiye'nin dışişleri bakanlarının 10 Şubat 1993'de Şam'da biraraya gelmelerinin ardından tam "7 gün" sonra da Orgeneral Eşref Bitlis'in uçağı düştü. Pentagon, Türkiye'nin bölünmesini istemeyen bu savaşın ancak Iran, Suriye ve Türkiye'nin bir ortak paydada biraraya gelerek biteceğini 
düşünen Eşref Bitlis'in ortadan kaldırılmasıyla hem Çekiç Güç'ün önündeki en büyük engeli ortadan kaldırmış, hem de Türk Devleti'ni ABD-iSRAİL ikilisinin bölgedeki en büyük düşmanı olan bu ülkelerle işbirliğine girmesi karşılığında uyarmış oluyordu. Yani bir taşla iki kuş vuruyordu. Çekiç Güç, tıpkı bir 
şeytan üçgeni gibi, karşısında duranları birer birer içine çekiyordu. 

Eşref Bitlis, Kuzey Iraklı liderlerle görüşmeler yapıyor, PKK'nın onların topraklarını kullanmaması konusunda onlara uyarılarda bulunuyordu. Daha da önemlisi Çekiç Güç'ün bölgedeki faaliyetlerinden son derece rahatsızlık duyuyordu. Bu gücün PKK'nın daha da güçlenmesi için elinden geleni yaptığını 
belirtiyor ve bu tür kaygılarını hemen her MGK toplantısında gündeme getiriyordu. Bitlis, Çekiç Güç'ün mutlaka kontrol altına alınması gerektiğini söylerken konu ile ilgili son derece önemli delillere dayanan raporlar da hazırlatıyordu. Çekiç Güç'ün gitmesi gerektiğini hemen her seferinde ifade 
eden Eşref Bitlis, 17 Şubat 1997 tarihinde kısa bir süre sonra sabotaj olduğu anlaşılan sözde "kaza" ile yaşamını yitirecekti. Org. Bitlis ile birlikte uçakta bulunan emir subayı Piyade Albay Fahir Işık, Binbaşı Yaşar Eryan, Piyade Yüzbaşı Tuğrul Sezginler ve Başçavuş Emin Ömer de hayatlarını kaybettiler. Ancak bundan bir yıl önce konuyla ilgili son derece önemli bir başka gelişme daha yaşanmıştı. Eşref Bitlis'in helikopteri Kuzey Irak'a giderken ABD uçakları tarafından taciz edilmişti. Eşref Bitlis'in amacı Kürt liderlere verdikleri sözleri hatırlatmak, onları son bir kez uyarmaktı. 17 Aralık 1992 tarihinde gerçekleşen 
bu taciz olayıyla ilgili AWACS gözlemci subayı Hv. Yer. Kd. Ütğm. Atilla KARA tarafından hazırlanan raporlar taciz olayıyla ilgili son derece somut bir delil teşkil ediyordu: 

HAVA KUVVETLERİ KOMUTANLIĞI GENEL SEKRETERİ KURMAY ALBAY B. ALİ DÖNMEZİN DİKKATİNE 

İlişikteki iki adet rapor, 17 Aralık 1992 tarihinde jn.Gn. K. Org. Eşref Bitlis'i Irak'a (Seladdin) götüren UH-60 helikopterine 2 adet F-15 uçağının taciz olayına dair raporlardır. Birinci rapor Awacs'taki Türk Gözlemci'nin raporudur. İkinci rapor, Awacs ve F-15 mürettebatının sorgulanmasıyla hazırlanan birleştirilmiş rapordur. 

KORKUNÇ TACİZ 

17.12.1992 Roz-Te girildiğinde ve ONSTATİON yapıldığında zaman kayıdı radarda(Mardin) mevcuttur. Awacs (SD)'si bölgede Türk uçaklarının olup olmadığını sordu. Bunun üzerine Mardin radarı ikaz edildi. Bölgeye bir adet Türk helikopterinin gittiği ve Güçlü 11 VIP helikopterinin (J.Gn.K.) Seladdin 
şehrine gittiği bildirildi. Bu durum SD'ye söylendi. Sanırım bir teşhis önlemesi yapıldı. Kendilerine taciz edilmemesi istendi. Daha sonra P. C. uçaklarının Seladdin bölgesinde pasaj geçişi/ alçak geçiş yaptıkları ikaz edildi. Bu 
durum SD'ye tekrar söylendi. Uçmamaları iletildi. Taciz eden uçağın Wolf01 2 x F 15 olduğu sanılmaktadır. 

Ayrıca Seladdin bölgesi 3621 N 4408 E koordinatları ve civarında P.C. uçuşları devam etti. 

Bu bölgede uçan uçakların tipleri şöyledir: 

Wolf01 2 x F 15( Diy. iniş yaptı. Tekrar bölgede görevlendirildi.) SAVVTUTH 162xF.15 RAMBO 11 2 x F. 15 Seladdin bölgesinde ve civarında uçuşlarına devam ettiler. Attilla KARA Mahmut KAÇAR Hv. Yer. Kd. Ütğm Hv. PH. Kur.Alb. Awac Göz.Sb. BGK Türk Kur. Bşk. Aslının Aynıdır /imza Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html

Rapor Değiştiriliyor 

SÖZKONUSU rapordan da anlaşılabileceği gibi olayın izah edilebilir bir yanı yoktu ve tam anlamıyla bir tacizdi. Ancak olaydan kısa bir süre sonra Üsteğmen Atilla KARA'dan raporu yeniden yazması istendi. 
Üsteğmen Atilla KARA bu kez söz konusu olayın bir taciz olduğunu söylüyor, ancak tacizin bir "koordinasyon hatasından" kaynaklandığını ifade ediyordu: 
17 Aralık 1992 günü 0731B'da İNCİRLİK'ten kalkış yapıldı. ADANA üzerinde bir süre uçulduktan sonra ROZ-1 çalışma bölgesine yöneldik. ROZ-1 sahasına saat 0845B'da girmemizle beraber AWACS ON STATİON yaptığını bildirdi. Bu ana kadar herhangi bir Türk uçağının uçuş bilgisi (Kuzey Irak'ta olan) bildirilmedi. 0847B'da Awacs SD'si tarafından Kuzey Irak topraklarında düşük süratli Türk 
uçağının olup olmadığı bana soruldu. Ben 'bilgim yok ama MARDİN radarından öğreneyim' dedim. 

Sonra MARDİN radarına Kuzey IRAK'ta Türk uçağının olup olmadığını sordum. Bana Kuzey IRAK'a giden GÜÇLÜ 72'nin olduğunu ve VİP'nin Aladdin kentine gittiğini ve bunun ABD uçakları tarafından taciz edilmemesini söyledi. 0849B'da bu malumatları alır almaz AWACS SD'sine bölgeye giden bir Türk helikopterinin olduğunu ve VIP olduğunu ve taciz edilmemesini söyledim. Bu arada Aladdin civarında Türk helikopterinin yanında WOLF 01 2X- 15'in iz bilgilerine baktığımda irtifasının alçak olduğunu gördüm. Kendilerine tekrar bu uçağa taciz yapmamalarını ilettim. 0851B Bu malumatlar verilmesine rağmen WOLF 01 2XF-15 bölge üzerinde ABD(PC) uçuşlarının yapıldığı ve alçak geçildiği söylendi. Bu süreler içerisinde ve sonrasında 361N-4408 E koordinatları bölgesinde gün 
boyu ABD (PC) uçuşları devam etti. Kendilerine bu bölge üzerinde alçak geçiş yaptıkları bildirilmesine rağmen bölge uçuşlarına devam ettiler. Bölge üzerinde uçan uçaklar aşağıda olduğu gibidir; SAWTUTUH-16, 2X-111, RAMBO-11, 2XF-15 22 Aralık 1992 günü aynı Türk helikopteri aynı VİP'le birlikte aynı rotayı uygulayarak Kuzey IRAK'ta Aladdin bölgesine gitti. Bu helikoptere ait uçuş bilgisi zamanında bana iletildiğinden gerekli koordine yapıldı ve herhangi bir önleme teşebbüsü yapılmadan görev tamamlanmış oldu. 17 Aralık 1992 günü aynı 
meydana gelen olayın, zamanında koordine yapamamasından kaynaklandığı kanaatindeyim. Arz ederim. 
İMZA 
Atilla KARA 
Hv. Yer Kd. Ütğm. AWACS Cözlemci Subayı 


AYNI kişi tarafından aynı olayla ilgili olarak hazırlanan bu iki rapor taciz olayının üstünün örtülmek istendiği izlenimi uyandırıyordu. Bununla birlikte Türk basınının bilmediği bu olay Eşref Bitlis'in ölümüyle ilgili ipuçları vermesi bakımından da son derece önemliydi. Diğer taraftan o günlerin gazetelerine şöyle bir göz atmak Eşref Bitlis'in neden hedef haline geldiğinin ipuçlarını veriyordu: 

12.11.1992: Jandarma Genel Komutam Eşref Bitlis ile Kürt liderler arasında Silopi'de yapılan görüşmede, sınır güvenliği için anlaşma sağlandı. 
13.11.1992: Eşref Bitlis'in Kürt liderlerle yaptığı görüşmeden bir gün sonra, Kuzey Irak'taki birliklerin ülkeye dönüşü hızlandı. Türk askerinin boşalttığı yerlere peşmergeler yerleşiyor. 
15.11.1992: Jandarma Genel Komutanı Bitlis, peşmergeye teslim olan PKK militanı sayısının 1600 kadar olduğunu açıkladı. Kuzey Irak'taki harekat sırasında Türkiye'ye sızmalar olduğunu da belirten Bitlis, 
"Şimdi içerde büyük bir harekatın hazırlıklarını yapıyoruz" dedi. 
19.11.1992: Orgeneral Eşref Bitlis ile Talabani ve Barzani, Şemdinli Tabur Komutanlığı'nda ikinci kez biraraya gelerek, Kuzey Irak'taki harekat bölgesinin ortak denetlenmesi konusunda karara vardılar. Irak'ın Türk sınırı kesimine sivillerin yerleştirilmesi işlemine devam edilecek. 

10.12.1992: Iraklı Kürtler'e son ihtar. Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, Türkiye'ye verdikleri sözü tutmadıkları için Barzani ile Talabani'ye sert bir uyarı yaptı. Orgeneral Bitlis Kürt liderleri yapılan mutabakata uymaya çağırdı.(Koray Düzgören, Kürt Çıkmazı, V Yayınları) 

17.12.1992 (TACİZ GÜNÜ): Orgeneral Bitlis, Barzani ve Talabani'yle görüştü. Erbil'de gerçekleşen görüşmede, sınır güvenliği konusunun yanısıra, Kuzey Irak'taki PKK militanlarının Türkiye'ye iade edilmesi konusunun da gündeme gelmesi bekleniyor. Eşref Bitlis, anlaşıldığı kadarıyla Türkiye'nin Kuzey Irak politikalarının belirlenmesinde olduğu kadar bunların uygulanmasının takibinde de son derece önemli bir rol oynuyordu. 

17 Şubat 1993 ŞUBAT 1993 günü bütün Türkiye, Eşref Bitlis'in uçağının düştüğü haberiyle sarsıldı. Orgeneral Bitlis ile birlikte uçakta bulunan Emir Subayı Piyade Albay Fahir Işık, Binbaşı Yaşar Eryan, Piyade Yüzbaşı Tuğrul Sezginler ve Başçavuş Emin Ömer de hayatlarını kaybetmişlerdi. 

Kazanın meydana geldiği PTT işletme Merkezi'nde özel güvenlik görevlisi olarak çalışan Akif Üryan, kazayı şöyle anlatıyordu: 
"Uçağın yere doğru alçalmaya başladığını gördüm. Bu sırada arkadaki kulübedeydim. Direkt olarak yere çakıldı. Düşünce ateş aldı. infilak etti ve sürüklenmeye başladı." 

Parçaları yaklaşık 70 metrekare çapında bir alana dağılan uçak düştükten sonra 60 metre kadar sürüklenmişti. İçişleri Bakanı ismet Sezgin, Eşref Bitlis'in önceki gün akşam saat 17.30'da kendisine Diyarbakır'a giderek 3-4 gün süreyle bölgede incelemelerde bulunduktan sonra, hafta sonunda Ankara'ya döneceğini söyleyip vedalaştıklarını söylüyordu.. Olay mahallinde bulunan Başbakan Demirel, "Fevkalade üzgünüz. 

Çok değerli bir komutanımız maalesef ebediyete intikal etti. Milletimize ve Silahlı Kuvvetlerimize başsağlığı diliyorum" diyordu her zamanki bildik üslubuyla. 
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş ise kaza yerinden Güvercinlik'teki Kara Havacılık Okulu'na gidiyor, uçakla yapılan telsiz konuşmalarını dinliyordu. Nitekim kısa bir süre sonra oldukça önemli bazı soruları da beraberinde getiren "buzlanma" sebebini dile getiriyordu Güreş. Bu kadar kısa bir süre içerisinde uçağın düşüş sebebi nasıl bulunabilmişti? Doğan Güreş'in bu acele açıklaması olayla ilgili şüpheleri gidermekten çok, daha da artırıyordu. Nitekim kısa bir süre sonra kaza soruşturmasının gizlendiği, uçağı sigortalayan şirketin hazırladığı raporun açıklanmadığı ve bir gece önce hangarda bazı kişilerin görüldüğünün öğrenilmesi olayla ilgili sabotaj ihtimalini daha da artırıyordu. 

Nitekim kısa bir süre sonra Doğan Güreş'in 'buzlanma' iddiasının arkasında Teknik Başçavuş Mehmet Korkmaz, Teknik Başçavuş Mustafa Şahbaz ve Kara Pilot Yüzbaşı Tayfun Eren'in hazırladığı rapor olduğu anlaşıldı. Kazadan bir kaç saat sonra hazırlanan sözkonusu raporda "muhtemelen motor ve buzlanma te- şekkül ettiği, buzlanmanın pervane balanslarını bozması nedeniyle her iki motorda da sarsıntı meydana geldiği, pilotların da bu balans bozukluğunu gidermek için acil durum usullerini uyguladıkları ancak sarsıntıyı gideremedikleri" belirtiliyordu. Nitekim sözkonusu rapor, olayla ile ilgili olarak açılan davanın takipsizlikle sonuçlanmasına sebep olmuştu. 

Ancak kısa bir süre sonra mahkemenin görevlendirdiği İstanbul Teknik Üniversitesi Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi öğretim üyeleri Prof.Dr. Nuri Yüksel, Prof.Dr. Oğuz Borat, Doç.Dr. Zahit Mecitoğlu tarafından hazırlanan bilirkişi raporunda Eşref Bitlis'in düşen uçağında sabotaj olasılığının tümüyle gözardı edilemeyeceği belirtilerek şu görüşlere yer veriliyordu: 

1. Motor arızası ve sonuç olarak uçağın düşmesinde buzlanmanın etkili olduğunu gösteren yeterli ve tatminkar delil yoktur. 

2. Motor arızası ve düşme olayında pilotaj ve bakım hatası ve kusuru bulunduğuna dair deliller mevcut değildir. Dolayısıyla davacılar murisi 2. pilot Tuğrul Sezginler ile kaptan pilot Yaşar Erlan'ın kusurları yoktur. 

3. Uçağın düşmesine yolaçan motor arızasında davalı firmanın dizayn ve yapım hatası bulunduğuna dair delil yoktur. 

4. Kaza günü öncesindeki gece, hangar civarındaki bir nöbetçi tarafından bildirilen kimliği bilinmeyen kişi ile yukarıdaki isimleri zikredilen motor iç aksanının enkaz mahallinde bulunmaması ve sağlam ve mukavim olan motor zarfının parçalanmamış ve hatta deforme olmamış görüntüsü karşısında sabotaj ihtimali gözden ırak tutulmamalıdır. 
NİTEKİM konuyla ilgili olarak hazırlanan bir başka raporda da olayla ilgili olarak şu ifadelere yer veriliyordu: 

"Hem sol hem de sağ motorlar, dönen kısımlara dairesel temas izleri bırakmıştır. Bu durum çarpma anında yüksek güç geliştiren motorların maksimum menzildeki karakteristiklerindendir. 

Yanma haznesi, silindir gömleği ve kompresör türbin kılavuz (istikamet) kanatçığının durumu, motorun normal ısıda çalıştığını göstermektedir. 
Çarpma öncesi normal motor çalışmasını engelleyecek herhangi bir işlevsel bozukluğa delalet eden bir şey yoktu. Uçuş esnasındaki buz akimülasyonu ve motor hava girişindeki tıkanma veya buz yutma ve kompresöre bir yabancı madde ile verilen hasarlar, kompresör verimliliğinin azalmasına ve hava akımına sebep olacaktır. Yanma sahasına daha az soğutucu hava geldikçe ve benzin gönderimi önceden belirlenen kompresör hızını ayarlayan benzin kontrolü ile sağlandığı için, sıcak kısım bileşenlerine hasar verecek bir aşırı ısı durumu ortaya çıkacaktır. Motorların incelenmesi sonucu sıcak kısım tehlikesine rastlanmadı, fakat çarpma sonucu ortaya çıkan yüksek güç gözlemlendi. Dolayısıyla çarpma anında motor hava girişinin buzla kapanması ve kompresör buz yutma durumu pek muhtemel karşılanmamaktadır." 
4 Ağustos 1995 tarihinde ortaya çıkan bir başka rapor da olayın "buzlanmadan" kaynaklanmadığını belirtiyordu. Türk Kara Kuvvetleri Havacılık Okulu Erkan Başkanı Pilot Albay Erdal Özden, Beechcraft Uçak Anonim Şirketi Uçak Kazası Müfettişi John Ward ve Pratt ve Whitney Kanada Hava Güvenlik Müfettişi Thomas A. Berthe tarafından imzalanan "Ön Analiz Raporu"nda buzlanma olasılığının olmadığı belirtiliyordu. Rapor, olayda sabotaj olasılığını güçlendiriyordu. Uçağı satan Beechcraft şirketinin müfettişi John Ward, dünyanın en ünlü uçak motoru üreticisi Prat ve Whitney şirketinin güvenlik müfettişi Thomas A. 

Berthe, Bitlis'in uçağının düşmesinden hemen sonra Türkiye'ye geldiler. Teknik inceleme, 19-20 Şubat 1993 günlerinde uçak enkazının olduğu kaza bölgesinde ve Türk Kara Havacılık Okulu Güvercinlik tesislerinde yapılmıştı. İncelemeye, Türk Hava Kara Kuvvetleri Havacılık Okulu Erkan Başkanı Pilot Albay Erdal Özden de kendi teşkilatı adına katılmıştı. 

Ancak sabotaj iddiaları, Bitlis'in uçağının düşmesini "Buzlanma" gerekçesine dayandıran Doğan Güreş'i kızdırıyordu. Güreş bilirkişi raporu için "Böyle saçma sapan işlerle beni uğraştırmayın" diyordu. "Bu konuda şimdi konuşmak istemiyorum." 
Eşref Bitlis'le aynı bölgede uzun süre beraber görev yapmış üst düzey bir emniyet yetkilisinin konu ile ilgili olarak söyledikleri ise son derece ilginçti. Emniyet yetkilisinin sözleri, ordu içerisinde birbiriyle çatışan farklı gruplarla ilgili ipuçları verdiği gibi, Eşref Bitlis'in bu çatışmadaki konumunu da anlamamızı sağlıyordu: 

"Eşref Bitlis'i yakından tanırdım. Milliyetçi, dini değerlere son derece saygılı vatansever bir insandı. Çekiç Güç'e karşıydı. Onun ölümüyle birlikte Çekiç Güç'ün önündeki engellerden biri kalktığı gibi, son zamanlarda basma da yansıyan -ki Hasan Celal Güzel bu ekibi daha sonra açıklamıştı- ve REFAH-YOL 
hükümetini deviren oluşumun temelleri de atılmıştı, O yaşasaydı böyle bir oluşuma kesinlikle izin vermezdi." 

Tarık Bitlis: "Babamla Uğur Mumcu'nun Ölümü Arasında Bağlantı Var!" 

EŞREF BİTLİS'İN oğlu Tarık Bitlis, uzunca bir suskunluk döneminden sonra 20 
Ocak 1997 tarihinde Milliyet Gazetesi'nde konu ile ilgili olarak Şule Çizmeci'nin sorularını yanıtlıyordu. 

"Türkiye'de bugüne kadar çok olay olmuştur. Bunlardan iki tanesi, Uğur Mumcu olayı ile Eşref Bitlis olayı ise çok önemlidir, iki olay da Türkiye'nin bağımsızlığını hedef almıştır. Uğur Mumcu'nun doğrultusu ile babamın doğrultusu aynı yerde kesişiyordu. O da birtakım karanlık ilişkileri sorguluyordu. ikisi de hedefe çok yaklaşmıştı, iki olay arasında bağlantı olduğunu düşünüyorum. Biri çözümlendiğinde diğerinin de çözümleneceğine inanıyorum." 

Tarık Bitlis doğru söylüyordu. Her iki olay arasında son derece önemli bir bağlantı bulunuyordu. Birincisi, her ikisi de Türkiye'nin yöneldiği dış politika ile ilgiliydi. Eşref Bitlis, İçişleri Bakanı İsmet Sezgin'in Tahran gezisinden bir hafta sonra, Uğur Mumcu ise Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in Suriye gezisinden 5 gün sonra öldürüldüler. Her ikisi de ABD'nin Kürt devleti projesine muhalefetin "sembolü"ydüler. Her ikisi de ... 

3. UĞUR MUMCU OLAYI 

7 OCAK 1993 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi'ndeki köşesinde Uğur Mumcu birçok kişinin gözünden kaçan yazısında şöyle diyordu: 
"Ortadoğu'nun karanlık bir kuyu olduğu her gün biraz daha anlaşılıyor. Kanıtlanan son ilişki MOSSAD-Barzani ilişkisidir. MOSSAD, İsrail devletinin gizli istihbarat örgütüdür. Bu örgütün, Kürt lideri Molla Mustafa Barzani ile ilişkileri olduğu söylense daha önce kim inanırdı. Barzani'nin CIA ile ilişkisi artık belgelendi. Kimse bu ilişkiye, "Hayır olmadı" diyemiyor. CIA-Barzani ilişkileri biliniyordu da MOSSAD-Barzani ilişkileri bilinmiyordu. 
MOSSAD'ın Barzani ile ilişkileri Londra ve Sidney'de yayınlanan Israel's Secret War's - A History of Israel's İnteligence Services adlı kitapta sergileniyor. Kitap, İngiliz The Guardian gazetesinde 1984 yılından bu yana Tel-Aviv muhabirliğini yapan lan Black ve Washington'daki Brooking Enstitüsü'nde çalışan öğretim üyesi Benny Morris tarafından yazılmış. Kitapta MOSSAD-Barzani ilişkileri, İsrail 
Dışişleri Bakanlığı ve MOSSAD yazışmalarına dayanılarak açıklanıyor. Önsözde, kitabın yayından önce İsrail ordu yetkileri tarafından da incelendiği yazılıyor. 
Kitapta, 1967 Arap-İsrail Savaşı'ndan sonra, MOSSAD'ın Kürtlerle ilişki kurduğu (s.327), Mısırlı ünlü gazeteci Hasan el-Heykel'in İsrailli subayların Kürtler aracılığıyla Irak'tan radyo bağlantıları kurduğunu 1971 yılında açıkladığı anlatılıyor. 1969 yılı mart ayında Kerkük petrollerine yapılan saldırının da İsrail 
tarafından yapıldığı açıklanıyor. 1972 yılında imzalanan Sovyet-Irak Dostluk Anlaşması'ndan sonra Iran Şah'ı ABD Başkanı Nixon ile gizli görüşme yapıyor; bu gizli görüşmeden sonra CIA tarafından "Kürdistan Demokratik Partisi'ne üç yıl içinde 24 milyon dolar gönderiliyor. Barzani'nin Irak rejimine karşı 
ayaklandığı yıllarda, ABD-ÎRAN-İSRAİL üçlüsü bu ayaklanmayı destekliyor. 

Barzani-ABD ilişkileri, 

ABD Dışişleri eski Bakanı Henry Kissinger eliyle yürütülüyor. MOSSAD-Barzani ilişkileri de İsrail'in Tahran'daki askeri ataşesi Yaakov Nimrodi (MOSSAD ajanı) aracılığı ile gerçekleşiyor. Nimrodi'nin üstlendiği görev ilginç; Nimrodi Sovyet silahlarının Barzani'nin eline geçmesinde rol oynuyor.(sh. 328-329) Kitapta, MOSSAD'dan Kürtler'e 50 bin dolar para verildiği, ABD kaynaklarına dayanarak 
açıklanıyor.(sh. 328) 70'li yıllardaki bu ilişkiler bugün sürüyor mu? Kitaba göre sürüyor. "Körfez Savaşı' sırasında Irak'ın attığı Scud füzelerinin Tel-Aviv'e düşmesi üzerine bu ilişkiler yeniden başladı.(sh. 521) Baba Molla Mustafa ile 
kurulan ilişkiler, şimdi de oğul Mesud Barzani ile sürüyor. MOSSAD, Barzani'ye Avrupa kahvelerinde çekler vererek bu desteği sürdürüyor. Kitapta, Mesud Barzani'nin İsrail'e gizlice giderek yardım istediği yazılıyor. Bu ilişkiler sürüyor ve anlaşılıyor ki daha da sürecek...Gizli yollarla sürecek, açık yollarla sürecek.. İlgi belli... İlişki de belli... 

Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa ne işi var CIA ve MOSSAD'ın Kürtler arasında? Yoksa CIA ve MOSSAD, antiemperyalist savaş veriyorlar da dünya bu savaşın farkında değil mi?" 
Uğur Mumcu, MOSSAD-Barzani bağlantısını anlatan bu yazısından 17 gün, Süleyman Demirel'in Suriye gezisinden 5 gün sonra, 24 Ocak 1993 pazar günü arabasının altına konulan C-4 tahrip kalıbının patlaması sonucu olay yerinde hayatını kaybetti. Devletin her biriminden haber alabilen, çeşitli devlet 
organlarından kolayca bilgi alabilen bir gazeteciydi Uğur Mumcu. Görüşleri, Türkiye'nin sorunlarına ilişkin çözüm önerileri biliniyordu. Kimler katılmıştı Uğur Mumcu'nun cenazesine?.. Cumhurbaşkanı Vekili ve TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk, Başbakan Vekili Erdal İnönü, ANAP lideri Mesut Yılmaz, YDP 
Genel Başkanı Hasan Celal Güzel, içişleri Bakanı ismet Sezgin, Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden, dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Halis Burhan, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Vural Beyazıt ve sayısız üst düzey bürokrat... 

Suikastten kısa bir süre sonra gündeme gelen İsrail, Şevket Kazan'ın Adalet Bakanı olması ile birlikte yeniden gündeme gelmişti. Şevket Kazan tarafından açıklanan ve MÎT Müsteşarı Sönmez Koksal imzalı bir belgeye göre 2 Şubat 1993 tarihinde, İsrail'in Türkiye'ye bir suikast timi soktuğu belirtiliyordu. 

Sözkonusu bilgi Başbakanlık'a verilen çok gizli bir belgede belirtilmişti. Kuşkusuz MİT, kısa bir süre sonra, sözkonusu belgenin kendilerine ait olmadığını belirtecekti. Susulması için yeterli bir sebepti çünkü... 

ABD İtiraf Ediyor 

AMERİKAN Genelkurmayının yayın organlarından Joint Forces Quarterly (JFQ) dergisinin Kış 1996-97 tarihli sayısında yayımlanan bir makalede 1995 
Mart'ında gerçekleştirilen Çelik harekât ile ilgili iddialar yer alıyor, harekatla Türkiye'nin Çekiç Güç operasyonuna darbe vurduğu ve operasyonun başarısızlığına neden olduğu belirtiliyordu. Amerikan Hava Kuvvetleri Akademisi öğretim üyelerinden Yüzbaşı Steven R. Drago imzasıyla yayımlanan "Ortak doktrin ve soğuk savaş sonrası askeri müdahale" başlıklı yazıda harekat "bağımsız askeri eylem" olarak nitelendiriliyordu. Çekiç Güç'te görev yapan Drago 'Çelik Harekatı'nı ABD'nin Çekiç Güç aracılığıyla kurmaya çalıştığı Kürt Devletine, Türkiye'nin müdahalesi olarak değerlendiriyor ve bunun Çekiç 
Operasyonu'nun birliğini bozduğunu belirtiyordu. Drago, bu durumun sonucunda resmi adı Provide Comfort (Huzur Sağlama) olan Çekiç Güç'ün bazı Amerikan Birlikleri tarafından "Huzursuzluk Sağlama" diye anılmaya başlandığını belirtiyordu. Yüzbaşı Drago, yazının Çekiç Güç ve Türkiye'ye ilişkin bölümünde şunları savunuyordu: "Provide Comfort (Çekiç Güç) birleşik ve çokuluslu büyük bir başarı olarak başladı fakat daha sonra çok büyük bir başarısızlığa dönüştü. Nisan 1991'de başlayan birleşik operasyonda, 7 ülkenin kuvvetleri, Irak'tan Türkiye'nin Güneydoğu'suna kaçan Kürt sığınmacıları korumak için koordine edilmişti. 3 yıl sonra, Amerikan kuvvetleri Kürtler'i Irak'a karşı korumaya 
çabalarken, Türkiye, Kürt terörizmine karşı askeri bir sefer düzenledi. Bu bağımsız askeri harekat, çokuluslu bir askeri operasyon olan Çekiç Güç'ün birliğini bozdu. Harekat şimdilerde kimi ABD birlikleri tarafından da "Huzursuzluk Operasyonu" adıyla anılmaya başlanan çokuluslu operasyonun başarıyla 
sonuçlanmasını tehdit ediyordu. (Fikret Akfırat, Aydınlık, 25 Mayıs 1997) 
Aynı dergi Türkiye'de ordunun artan ağırlığına dikkat çeken bir başka yazıya 1995 Sonbahar sayısında yer vermişti. Jed C. Synder imzasıyla yayımlanan "Türkiye'nin Daha Büyük Bir Ortadoğu'daki Rolü" başlıklı yazıda Ordu'nun Türkiye-ABD ilişkilerinde, olumsuz rol oynadığı belirtilmişti. Makalede Türk 
Ordusu için şu yorum yapılıyordu: "Politikada etkin rol oynayan askerler ve politik liderlerin artan öfkesi, ABD-Türkiye ilişkilerinin temelini oluşturan, karşılıklı savunma anlaşmalarının yenilenmesi konusundaki ABD çabalarını güçleştireceğe benziyor." 

Kuşkusuz her iki Pentagon yorumcusu da yanılmıyordu. Bununla birlikte Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlanan belgeler Türkiye'nin aslında Çekiç Güç'ten ve Çekiç Güç vasıtasıyla kurulabilecek bir Kürt Devleti'nden kurtulmanın yollarını çok önceleri düşündüğünün ipuçlarını veriyordu. Bu sözler ne anlama geliyordu? 

Türkiye tüm baskı ve dayatma, uyarı ve gözdağına rağmen ABD'nin Kürt devleti projesini bölge ülkeleriyle birlikte engellemişti. Türkiye, ABD'nin uyarılarına cevap verebilmiş miydi? Elimizdeki veriler Türkiye'nin ABD'ye verdiği cevaplarda, ABD'den hiç de geri kalmadığını gösteriyordu. 

Türkiye Cevap Verdi mi? 

DENİZ Kuvvetleri Komutanlığı, 30 Kasım 1995 tarihinde MİT'e l ton C-4 tahrip kalıbı vermişti. Ord. Şb. Md. Dz. Yzb. İbrahim Hürmeydan, ikmal Yzb. Selim Bilgen, Deniz Ordonat Merkezi Komutanı Dz. Kd. Albay Erdal Kurumlu tarafından 30 Kasım 1995 tarihinde MİT'e teslim edilen l ton C-4 tahrip kalıbı nerede kullanılmıştı? Aksiyon Dergisi'nde 13 Temmuz 1997 tarihinde tarafımdan sorulan bu soruya, 16 Temmuz 1997 tarihli Yeni Yüzyıl gazetesinin 4. sayfasının en alt tarafında, herkesin gözünden kaçan küçük bir cevap veriliyordu: 

"Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nın 1995 yılında Milli İstihbarat Teşkilatı'na 1 ton C-4 tahrip kalıbı verdiği öğrenildi. Belgeleriyle ortaya konulan bu işlemde el değiştirilen patlayıcıların bir yurtdışı operasyonunda kullanıldığı belirtilirken, operasyona ilişkin detaylı bilgi edinilemedi." Tüm bunlar şunu açık seçik gösteriyordu ki, Türkiye'deki Kürt devletinin önünde duran, "sivil çözüm" 
sözünü duymaktan bile hoşlanmayan sivil-asker bürokrasisi ile siyasi çevreler mutlak anlamda safdışı bırakılamadan Kürt devletine giden ciddi bir adım atmak mümkün değildi ve ilk adım böylece atıldı. 

4. SUSURLUK VE KÜRT DEVLETİNE GİDEN YOL 

3 KASIM 1996 gecesi, şarjör şakırtıları, makinalı tabancalar, tevkif müzekkere leri, susturucular, özel operasyonlar, sigara dumanından gözün gözü görmediği izbe odalar, yeşil pasaportlar, sahte kimlikler, sahte silah kullanma ruhsatları ve ülküye adanan sevda şiirleri ile geçen bir ömür ansızın ve sorgusuz çıkagelen bir kamyonun ölümü haber veren elleriyle sona erdi. Bu motiflerle dolu koskoca bir yaşam, 3 Kasım akşamı, Balıkesir'in Susurluk ilçesinde noktalandı. Efsane ülkücü Abdullah Çatlı, içlerinde DYP Milletvekili Sedat Bucak, Polis Okulu Müdürü Hüseyin Kocadağ ve Gonca Uz'un da bulunduğu mersedesin benzin istasyonundan ansızın çıkan kamyona çarpmasıyla sona erdi. 

Olayın üstünden yarım saat geçmemişti ki medya Abdullah Çatlı'nın Mehmet Özbay sahte kimliğiyle dolaştığını ve birtakım suçlardan ötürü de arandığını öğrenmiş, bir süredir çatışma halinde olduğu hükümete karşı eline müthiş bir koz geçirmişti. 

Bir iki gazete haricinde bütün gazete ve televizyonlar Abdullah Çatlı'yı İnterpol'ün bile aradığı, azılı bir katliam sanığı olarak duyuruyordu. Kısa bir süre sonra Meclis Araştırma Komisyonu'nda konuyla ilgili bilgilerine başvurulan MİT Kontr-terör Dairesi Başkanı Mehmet Eymür, Abdullah Çatlı'nın MİT tarafından ASALA'ya karşı yürütülen operasyonlarda kullanıldığını kabul ediyor ancak Çatlı'nın daha sonra Emniyet Genel Müdürlüğü'nün kontrolüne girdiğini belirtiyordu. Bu açıklamadan kısa bir süre sonra Emniyet istihbarat Daire Başkanvekili Hanefi Avcı, Abdullah Çatlı'nın sadece Emniyet Genel Müdürlüğü 
tarafından kullanılmadığını, sözkonusu oluşumun içinde, MİT'ten Mehmet Eymür, Jandarma Genel Komutanlığı'ndan Tuğgeneral Veli Küçük, Emniyet Genel Müdürlüğü'nden de Mehmet Ağar'ın bulunduğunu belirtiyordu. Tüm bu isimlerin ortak bir özelliği bulunuyordu, o da, üçünün de "Türk milliyetçiliği lise yıllarına giden ve Kürt sorununa yaklaşım benzerliği olan" isimler oluşuydu ve PKK ile 
mücadele konusunda benzer yaklaşımları benimsemeleriydi. 

Örneğin Mehmet Eymür, Kürt meselesinin "siyasi boyuta taşınmasının" çok daha tehlikeli olduğunu belirtiyordu. Veli Küçük isminin "milliyetçiliği ise lise yıllarına kadar gidiyor, PKK ile mücadelenin neredeyse simgesi haline geliyordu. Mehmet Ağar ise kurdurttuğu 7.000 kişilik "Özel Tim'le PKK'ya karşı silahlı mücadelenin ne şekilde olması gerektiğini yıllardır sürdürdüğü mücadeleyle ortaya koymuştu. 
Susurluk olayı ortaya çıktığında Mehmet Ağar, içişleri Bakanı idi. Tüm bu isimler "PKK" ile mücadele konusunda ortak paydada buluşuyordu. 

Susurluk'la birlikte ortaya çıkan neydi? Sıradan bir polisiye vaka mı, yoksa uluslar ilişkiler kapsamında düşünülmesi gereken, hükümetler deviren, darbeler yapan Gladyo mu? 

Bu soruya 17 Haziran 1997 tarihinde Ankara'da görüştüğüm bir istihbarat yetkilisi şöyle cevap veriyordu: 
"Körfez Savaşı sonrasında Türkiye oldukça rahatsızlık duyduğu bir Kuzey Irak olgusuyla karşılaştı. Bunu bölgede huzuru sağlamak amacıyla Çekiç Güç'ün konuşlanması izledi. Ardından Türk Genelkurmayı, Çekiç Güç'ün bölgede bir Kürt devletinin temellerini atmaya çalıştığını saptadı. Bunu PKK'nın finans kaynaklarının artması, büyümesi, ordulaşması izledi. Bir çok MGK toplantısında bu konu gündeme geliyor ve PKK'ya karşı yeni bir mücadele tarzı belirlenmeye çalışılıyordu. PKK ile asıl mücadeleyi üstlenmesi için özel bir güç oluşturuldu. Bu güç içerisinde her birimden isim bulunuyordu. 
MİT'ten, Jandarma'dan, Özel Harekat timlerinden, kısacası en başarılı personelden korkunç bir güç oluşturuldu. 
Başlarında da Korkut Eken bulunuyordu. Bu fikrin savunucusu aslında Alparslan Türkeş'ti. Bu güç kısa bir süre sonra kendi yöntemleriyle PKK ile mücadele etmeye başladı. PKK'nın finans kaynakları, bakanlara kadar uzanan bağlantıları bir bir tespit ediliyordu. Bildiğim kadarıyla bu konuda Abdullah Çatlı kullanıldığı gibi, Yeşil -ki kendisi çok saygın bir insandı kendisiyle Tunceli'de beraber  çalıştım- son derece profesyonel insanlar da kullanıldı. Abdullah Çatlı Emniyet'le de, MİT'le de, jandarma ile de bağlantılıdır. MİT'ten, Mehmet Eymür ile, Jandarma'dan Veli Küçük Paşa ile, Emniyet'ten de Mehmet Ağar ile bağlantılıydı. Bu doğal bir koordinasyon gereği idi. Ama Susurluk'la birlikte herkes kaçacak bir yer aradı. Kabak tam Mehmet Ağar ve ekibinin başında patlayacaktı ki, Hanefi Avcı Veli Küçük Paşa ve Mehmet Eymür'ün de ismini vererek Mehmet Ağar'ın bu işte yanlız olmadığını kanıtladı. 

Veli Küçük Paşa'yı hem de 7. sıradan general yapan Teoman Koman'dı. Hanefi Avcı'nın Mehmet Ağar'ı suçladığı zannedildi oysa Hanefi Avcı'nın Emniyet istihbaratına gelmesi Mehmet Ağar'a "rağmen" olabilir miydi? 

Mehmet Ağar'ın hedef haline gelmesi "günah keçisi" olarak seçilmesinden kaynaklanıyordu. Bu yüzden Mehmet Ağar Susurluk'tan aylar önce bu ekibin başı gibi gösterilmeye başlandı. Ağar bu arada PKK ile bağlantılı görülen büyük bir sermaye grubunu da karşısına almaya başlamıştı. Bu özel güç Özel Kuvvetler Dairesi'nin kontrolünde olmasına rağmen, sanki Ağar'ın kont-rolündeymiş gibi gözüküyordu. Bu arada bu güç PKK ile PKK'nın yöntemleriyle savaşıyordu. Yapılan her şeyin doğru olduğunu söylemiyorum. Çok kan döküldü. Hukuk devletiyle bağdaşmayacak çok şey .yapıldı. Ama bu savaşın adı zaten 'Gayri Nizami Harp'ti. Yeni konjonktür bu gücün dağıtılmasını dayatıyordu. ABD bu özel güçten çok rahatsızdı. Birincisi, sözde insan hakları gerekçesiyle; ikincisi, eroinin yavaş yavaş kokainin dünya sektöründeki yerini almaya başlamasından. (Dünya kokain sektörü ABD'nin elindedir.) Üçüncüsü, bu kadro Kürt meselesinin 
sivil yöntemlerle çözülmesinin önünde bir engel olarak görülüyordu. 

Uluslararası ilişkilere de paralel olarak son birkaç yıldır devlet içerisinde güçlenen bir başka güç de ideolojik sebeplerle bu gruptan rahatsızdı." 
Yaptığım araştırmalar, farklı kesimlerden insanlarla yaptığım görüşmeler, istihbarat yetkilisinin sözlerini teyid ediyordu, iddialar hiç de yabana atılır gibi değildi. Askeri çevreler bu gücü kuran Korkut Eken'i adeta efsane gibi görüyordu. Kara Harp Oku-lu'nu 1965 yılında bitirmiş, komando ve hava indirme tugaylarında görev yapmıştı. Askerliğinin büyük bir bölümü Özel Harp Dairesi'nde geçmiş, ABD, Almanya, İngiltere'de kurslara katılmıştı. 1981'de gerçekleştirilen bir uçak kaçırma olayında düzenlenen operasyonla adını duyurmuştu. Toplam 75 saniyede gerçekleştirilen bu operasyon GSG-9 ve SAS'ların performansına eşdeğerdi. 

80'li yılların ikinci yansından itibaren Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesindeki Özel Harekat Timleri'nin yetiştirilmesine nezaret etti. O yıllarda TSK'daki özel harekat timlerinin de komutanıydı. 1986 yılında MİT müsteşar yardımcısı Hiram Abas, gece görüş cihazlarının denendiği bir tatbikatta onu MİT'te görev almaya çağırmıştı. Eken, tüm dövüş sporlarını biliyordu. Serbest paraşütçüydü ve bu alanda dereceleri bulunuyordu. Atıcılıktaki rekoru ise ilginçti. 14 saniyede 7 merminin tümünü 12'den vuruyordu. 86'da en büyük askeri operasyonlardan olan Kozluk operasyonunu o yönetmişti. TSK'daki hizmetlerinin her 
aşamasında madalyalarla ödüllendirildi ve Türkiye'de çok az kişiye verilen 'Cesaret ve Feragat 'madalyasını taşıyordu. 

Oysa Susurluk'la birlikte birdenbire adı çete kurma söylentilerine karışıyor, kendisini araştırma komisyonlarında, mahkeme salonlarında buluyordu. 
Acaba Susurluk olayı orduda, MİT'te, poliste gerçekleştirilmek istenen bir tasfiye operasyonu muydu? Böyle ise tasfiyeci güç kimdi? Susurluk kazası kullanılmış mıydı? Konu ile ilgili olarak görüştüğüm Gazeteci-Yazar Enis Berberoğlu bu soruya şöyle cevap veriyordu? 

"Susurluk'un ortaya çıkışı bana sorarsanız kaza ile birlikte olmadı. Ondan iki ay önce Aydınlık dergisinde çıkan MİT raporu ile ortaya çıktı, iki ay önce Aydınlık'a bu raporu kim vermişse, kazadan sonra da Mehmet Özbay'ın Abdullah Çatlı olduğunu basına o duyurmuştur. Bence bu kaza kullanılmıştır." 

8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder