16 Kasım 2018 Cuma

SOĞUK SAVAŞ SONRASI ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 4

SOĞUK SAVAŞ SONRASI ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 4


     Diğer taraftan, Suriye’de 26 Ocak 2011’de başlayıp Mart ortalarında 
iyice şiddetlenen ve halen devam eden ayaklanmalarda muhalifler uzun süredir 
direnmelerine rağmen henüz bir netice alamamış, Esad yönetimi göstericilere 
karşı şiddet uygulamış, ABD’nin çabaları ise şiddet eylemlerini durdurma 
konusunda yetersiz görülmüştür (Telatar, 2012: 71-73). Suriye’de, Esad 
yönetiminin baskıları, Amerikan dış politikasının alet çantasına, daha sınırlı bir 
alandaki seçenekleri empoze etmiştir. Rejimi ortadan kaldıracak baskı gücü 
olmadığı için ABD, İran ile ittifakının ve Rusya ve daha dar bir boyutta Çin 
tarafından engellenen BM rotasına ilişkin yönetsel vaatlerinin sonucunda izole 
olmaya çalışmış ve açık bir şekilde ikna edici olmayan ateşkese arabulucuk 
yapma görevini Kofi Annan’a bırakmıştır (Kitchen, 2012: 57). Bu nedenle 
Obama yönetiminin Suriye’deki ayaklanmalara yönelik politikası, diğer 
örneklerden daha büyük eleştiri almıştır. Ayaklanmalar ABD için, Esad 
rejiminin devrilmesi ve Sünni bir yönetimin iş başına gelmesi durumunda İran 
ve Hamas önemli bir müttefikini kaybedeceği için fırsat, yeni yönetim 
döneminde Suriye’nin İran ve Irak’taki Şii yönetimlerle ilişkileri bozulabileceği 
için de risk oluşturmaktaydı. Bu nedenle Obama yönetimi uzun bir süre Esad 
rejiminin devrilmesini destekleme konusunda çekingen davranmış, Esad’ın 
görevden ayrılması çağrısı ise ancak 18 Ağustos’ta gelmiştir. Bu süre içinde 
Suriye’ye göstericilere karşı şiddet kullanılmaması uyarısında bulunmuş ve 
Esad rejimi üzerinde baskı uygulamak için ekonomik yaptırımlar uygulamıştır 
(Telatar, 2012: 73). 

Obama’nın bu adımlarının işe yaramaması Libya’da yapıldığı gibi askeri 
seçeneğin neden gündeme alınmadığı eleştirilerini gündeme getirmiştir. Ancak 
Rusya ve Çin’in muhalefeti nedeniyle BM Güvenlik Konseyi’nin izninin 
mümkün olmaması, Suriye’nin Libya’dan daha güçlü bir orduya sahip olması, 
muhaliflerin yönetime karşı savaşacak yeterli silahlı güce sahip olmaması, Irak 
ve İran gibi Suriye’nin yakın komşularının askeri müdahaleye karşı olmasından 
dolayı yeterli bölgesel destekten yoksun olunması gibi nedenlerle Washington 
askeri müdahalede bulunmaktan kaçınmıştır. Fakat yaptırımların etkili 
olmaması nedeniyle, Obama yönetimi, Esad üzerindeki baskıyı artırmak ve 
görevi bırakmaya zorlamak için Avrupa Birliği, Arap Birliği ve bölge 
ülkeleriyle birlikte çalışmaktadır. Bir yandan da Esad sonrası dönemde Irak’ta 
olduğu gibi bir iç savaş yaşanmaması için muhaliflere birlik olmaları yönünde 
baskı yapmakta, bu nedenle tüm güvenlik sorunlarına rağmen büyükelçisini geri 
çekmemektedir. Görüldüğü üzere Obama yönetimi Suriye halkının demokratik 
taleplerine destek olmak için çaba sarf etmekle birlikte, bu yöndeki adımlarını 
atarken oldukça dikkatli davranmakta ve ülkesini Irak’ta olduğu gibi bir 
çıkmazın içine sokmamaya büyük özen göstermektedir. 

Bütün bunların sonucunda, başkanlığının ilk yılında karşı karşıya kaldığı 
İran, Honduras ve Afganistan’daki anti-demokratik gelişmeler karşısında 
demokrasinin yayılması misyonu açısından başarılı bir performans 
sergileyemeyen Obama yönetiminin Arap Baharı sırasındaki politikasının da 
hegemon olmanın sorumluluklarının yerine getirilmesi açısından çok fazla 
tatmin edici olmadığını söylemek mümkündür. Bunun en önemli nedeni, 

Obama yönetiminin Arap ayaklanmalarına yönelik politikasında demokrasinin 
yayılması misyonundan ziyade Amerikan ulusal çıkarlarını koruma amacının 
daha baskın olmasıdır. Obama her seferinde Ortadoğu halklarının demokratik 
taleplerinin destekçisi olduklarını ifade etmesine rağmen, bu desteğin yerine 
getirilmesi konusunda çok fazla çaba sarf etmemiştir. Mısır ve Yemen’de 
liderlerin görevi bırakmalarını sağlamak için yürüttüğü çabalar, Libya’ya 
düzenlenen askeri müdahalede yer alması, Suriye’deki ayaklanmalarda Esad 
rejiminin devrilmesi için bölge ülkelerinin çabalarını teşvik etmesi Obama 
yönetiminin bu süreçteki somut adımları olarak sayılabilecekken, burada 
öncelikli amaç mevcut krizlerin Amerikan çıkarları açısından mümkünse kazanç 
ile, mümkün olmaması halinde ise en az zarar ile sonuçlanmasının sağlanması 
olmuştur (Telatar, 2012: 73-74). 

Sonuç 

Tarihsel olarak bakıldığında, Ortadoğu bölgesi, I. Dünya Savaşı’ndan 
önceki dönemde, petrolün yaygın bir şekilde keşfi ve kulanım teknolojisinin 
gelişmesine kadar, daha çok stratejik bir geçiş yolu olarak uluslararası 
gündemde önemli bir rol oynamıştır. 1823 yılında kabul ettiği izolasyonist 
Monreo Doktrini dolayısıyla, ABD kendi kabuğuna çekilmiş bir halde 
bulunduğundan, Ortadoğu bölgesi üzerinde hakimiyet mücadelesi veren en 
önemli güçler İngiltere, Fransa ve Rusya’dır. I. Dünya Savaşı dolayısıyla 
Monreo Doktrini’ne ara verip savaşta etkin bir rol oynamışsa da, ABD’nin 
savaşın bitmesini takiben tekrar kabuğuna çekilmesi ve Rus İmparatorluğu’nun 
ise Bolşevik İhtilali nedeniyle kendi iç işleriyle uğraşmaya başlaması nedeniyle, 
bu dönemde bölgedeki en önemli oyuncular İngiltere ve Fransa olmuştur. 
Ancak 1945 yılında II. Dünya Savaşı’nın, ABD ve SSCB’nin başını çektiği, 
aralarında İngiltere ve Fransa’nın da yer aldığı blok tarafından kazanılması 
sonucunda, ABD I. Dünya Savaşı’ndan sonra da olduğu gibi tekrar kabuğuna 
çekilmek istemiştir. Ancak SSCB’nin Avrupa’nın içlerine kadar sokulması 
nedeniyle artan etkisi, Fransa’nın savaş sırasında işgale uğraması nedeniyle 
harap bir halde olması ve İngiltere’nin de ekonomik ve politik olarak savaştan 
bitik bir şekilde çıkması nedeniyle, ne İngiltere ne de Fransa’nın SSCB’nin 
üstünlüğüne karşı duracak hali olmadığı için, ABD bu sefer daha aktif bir halde 
uluslararası siyasetin içerisine dahil olmaya başlamıştır. Savaşta Almanya’nın 
yenilmesi ve Fransa ve İngiltere’nin de yıpranmış bir şekilde savaştan çıkması 
nedeniyle, SSCB ve ABD iki süper-güç olarak dünya sahnesindeki yerlerini 
almaya başlamışlardır. Savaş öncesi dönemde Ortadoğu’ya hakim olan Fransa 
ve İngiltere’nin eski güçlerinden uzak olması nedeniyle, Ortadoğu’da oluşan 
güç boşluğunu SSCB’nin doldurmaması için ABD, birazda mecburen, 
Ortadoğu’ya doğrudan müdahil olmak durumunda kalmıştır. Bu politikanın 
uygulanmasının en önemli örnekleri ise Truman ve Eisenhower Doktrinleridir. 
Ortadoğu’nun stratejik bir geçiş yolu olması özelliğinin yanı sıra, özellikle, I. 
Dünya Savaşı’ndan sonra, bu bölgede zengin petrol yataklarının da 
keşfedilmesi, iki rakip gücün bu bölge üzerindeki mücadelesini daha da 
şiddetlendirmiştir. İki tarafta, bölge ülkelerini kendi saflarına çekmek için sıkı 
bir yarış içerisine girmiş olup, birbirlerinin etki alanlarını kısıtlamaya 
çalışmışlardır. Bu mücadele iki-kutuplu sistemin mantığına da uygun bir 
şekilde, aynı zamanda, ideolojik bir mücadele olarak da cereyan etmiştir. 
Bölgede tıpkı dünya gibi iki-kutuplu bir yapıya bürünmüştür. 

1991 yılına gelindiğinde SSCB’nin dağılması, iki-kutuplu dünya 
düzeninin sonu olmuştur. SSCB’nin dağılması Batı’da tam bir zafer 
sarhoşluğuna neden olmuş ve sürekli barışın hakim olacağı liberal-demokratik 
bir dünya düzeninin kurulacağı beklentisi yaratmıştır. Ancak özellikle 
Yugoslavya’nın dağılması sonucunda çıkan kanlı çatışmalar ve Ruanda’da 
gerçekleşen iç savaş yeni döneme ilişkin ütopik düşüncelerin yerini daha realist 
bir bakış açısına bırakmasına neden olmuştur. Uluslararası sistemin yapısı 
açısından bu dönemin en belirleyici özelliği, SSCB’nin çökmesiyle birlikte, 
ABD’nin tek süper-güç olarak kalmasıyla sistemin yapısının tek-kutuplu bir hal 
almasıdır. Ancak ABD bu dönemde çok-taraflı bir politika uygulamaya özen 
göstermiş olup, bu politikanın bir yansıması olarak, Soğuk Savaş’ın sona 
ermesiyle Ortadoğu’da Irak’ın Kuveyt’i işgali sonucunda patlak veren krize 
müdahale için ABD’nin BM ve pek çok bölge devletinin desteğini alarak Irak’a 
müdahale etmesi gösterilebilir. 

Ancak bu süreçte fazla uzun sürmemiştir. Özellikle 20 Ocak 2001 yılında 
Başkanlığa seçilen George W. Bush ile Amerikan politikası değişme sinyalleri 
vermeye başlamıştır. Bush yönetiminde ağırlığı bulunan neo-muhafazakar 
kanat, askeri müdahaleyi de içerecek şekilde, ABD’nin daha aktif bir dış 
politika izlemesini istemektedir. Bush’un göreve gelmesinin 8. ayında 
gerçekleşen 11 Eylül terörist saldırıları ise bu anlayışı daha da keskinleştirmiş 
olup, ABD 11 Eylül saldırılarına “teröre karşı savaş” stratejisini ilan ederek 
cevap vermiştir. Bu strateji çerçevesinde sadece terör örgütlerine değil, bunlara 
yardım ve yataklı eden ülkelere de doğrudan ABD müdahalesi öngörülmektedir. 

Bu kapsamda Başkan Bush aralarında Afganistan, İran, Irak, Kuzey Kore, 
Suriye ve Libya’nın da yer aldığı bir haydut devletler listesi yayınlamıştır. 
Takiben, ABD, önce 2001 yılında Afganistan’a saldırarak Taliban rejimini kısa 
sürede devirmiş ve 2003 yılında da Irak’a saldırarak, hızlı bir şekilde Saddam’ı 
da devirmeyi başarmıştır. Bunlar görünüşte kolay kazanılan zaferlerdi ancak, 
müdahalelerden sonra bu bölgelerde ABD’ye karşı isyan savaşlarının çıkması, 
anılan bölgelerde köktenci İslamcılığın yayılması ve söz konusu müdahalelerin 
BM kararı olmaksızın tek-taraflı bir şekilde gerçekleştirilmesi dolayısıyla gerek 
müttefikleri arasında gerekse de Müslüman dünyada ABD’ye karşı tepkiler 
oluşması gibi nedenlerle müdahaleler ABD’nin yumuşak gücünün aşınmasına 
neden oldu. 

Söz konusu müdahaleler sonucunda, ABD güçlerinin işgal edilen 
ülkelerde isyan savaşlarıyla karşılaşması, bahsi geçen ülkelerde başlangıçta 
tahmin edilen dönüşümlerin gerçekleştirilememesi nedeniyle işgal süresinin 
uzaması ve bunun ABD’ye ekonomik ve askeri açıdan büyük bir külfet 
yüklemesi ve işgaller dolayısıyla Müslüman ülkelerde ABD’ye karşı artan tepki, 
Bush’u ikinci başkanlık döneminde, az da olsa tek-taraflı politikalarını 
yumuşatmaya itmiştir. Özellikle bu yumuşama, 2009’da Barack Obama’nın 
Başkanlığa seçilmesiyle etkisini daha fazla hissettirmeye başladı. Barack 
Obama, Bush döneminde izlenen politikaların ABD’ye zarar verdiğini görerek, 
bu politikalardan dönüş yapmak istedi. Bu maksatla başkanlığının daha üçüncü 
gününde İsrail-Filistin barış sürecini yeniden başlatmak için eski senatör George 
Mitchell’i Ortadoğu özel temsilcisi olarak atamış, Guantanamo esir kampının 
kapatılması ve Şubat sonunda Amerikan askerlerinin Irak’tan çekilmesi emrini 
vermiş, Mart’ta İran Yeni Yılı nedeniyle bir mesaj göndermiş ve takiben İran’ın 
nükleer sorunu konusunda diplomatik görüşmelere başlanmış, Mayıs’ta İsrail’i 
Yahudi yerleşimlerini durdurmaya çağırmış, Haziran başlarında Kahire’de 
yaptığı konuşmayla İslam dünyası ile ilişkilerini yeni bir çerçeveye oturtmaya 
çalışmış, daha göreve geldiği ilk yıl Rusya ile ilişkileri yeniden düzeltmeye 
uğraşmış, Çin’i ziyaret etmiş, Avrupa’nın güvenini yeniden kazanmak için çaba 
sarfetmiş ve ekonomik iyileşme ve iklim değişikliği ile enerji bağımlılığı gibi 
sorunlara ağırlık vermiştir. 

Görüldüğü gibi ABD, Obama yönetimiyle birlikte daha pragmatik bir 
şekilde çok-kutuplu bir politika uygulamaya başlamıştır. Ayrıca dünyanın yapısı 
da artık tek-kutuplu çehresinden uzaklaşmıştır. Şöyle ki, özellikle Bush 
döneminde izlenen “teröre karşı savaş” stratejisi ABD ekonomisine büyük bir 
zarar vermiş olup, konjektürel olarak da zor durumda olan kapitalist sistem 
nedeniyle ABD özellikle son dönemde önemli ekonomik zorluklar yaşamaya 
başlamıştır, ayrıca 2009 yılında dünyanın en büyük ihracatçısı ve 2010 yılında 
ise dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olan Çin’in yıllık %10’luk büyüme 
hızını devam ettirmesi halinde 2020 yılında ekonomik olarak ABD’yi geçeceği 
tahmin edilmektedir. Diğer taraftan Putin yönetiminin uyguladığı politikalarla 
birlikte toparlanma yoluna giren doğal kaynak zengini Rusya Federasyon’u, 
dünya enerji fiyatlarındaki artışlara da paralel olarak, uluslararası alanda 
yeniden etkili bir aktör haline gelmeye başlamıştır. 

Tüm bu faktörleri göz önünde bulunduran ABD, 2011 yılında Tunus’ta 
fitili ateşlenen Arap Baharı olarak adlandırılan ve özellikle Kuzey Afrika ve 
Ortadoğu bölgesi ülkelerinde etkisini gösteren halk ayaklanmalarına tek-taraflı 
olarak müdahil olmak istememiş, bahsi geçen olaylarda ABD’nin çıkarlarını ön 
planda tutan ve istikrarı önceleyen pragmatik politikalar takip ederek, bölge 
ülkelerine tek taraflı olarak müdahale etmekten kaçınmış, müdahale edilmesi 
zorunluluğu ortaya çıktığında ise, Libya olayında da görüldüğü üzere, BM 
Güvenlik Konseyi kararı çerçevesinde, NATO gibi uluslararası niteliğe sahip bir 
güvenlik örgütü aracılığıyla müdahale edilmesi taraftarı olmuştur. Bu çerçevede 
Arap Baharı’na ABD’nin bakışının, Obama iktidarı ile birlikte şekillenen 
ABD’nin yeni Ortadoğu politikasının izlerini taşıdığı açık bir şekilde görülebilmektedir. 

KAYNAKLAR; 

Akbaş, Zafer (2011), “ABD’nin Ortadoğu Politikalarının Sürdürülebilirliği ve Ortadoğu’da Güç Mücadelesi”, History Studies, Özel Sayı 2011. 
Altunışık, Meliha Benli (2009), “Ortadoğu ve ABD: Yeni Bir Döneme Girilirken”, Ortadoğu Etütleri, 1 (1): 70-81. 
Arıboğan, Deniz Ülke (2013), Büyük Resmi Görmek, 2. Baskı, İstanbul: Timaş Yayınları. 
Armaoğlu, Fahir (2012), 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, 18. Baskı, İstanbul: Alkım Yayınevi. 
Azman, Kübra Dilek (2012), “The Middle East Policy of America After the Cold War”, International Journal of Human Resource Studies, 2 (2): 97-115. 

Brzezinski, Zbigniew (2012), Stratejik Vizyon: Amerika ve Küresel Güç Buhranı, çev. Sezen Yalçın ve Abdullah Taha Orhan, İstanbul: Timaş 
Yayınları. 

Duran, Burhanettin ve Yılmaz, Nuh (2012), “Ortadoğu'da Modellerin Rekabeti: Arap Baharı'ndan Sonra Yeni Güç Dengeleri”, Türk Dış Politikası 
Yıllığı 2011. 

Erol, Hikmet (2010), Geçmişten Günümüze ABD’nin Ortadoğu Politikası, http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/amerika/252-
gecmisten-gunumuze-abdnin-ortadogu-politikasi (19.10.2013). 

Heywood, Andrew (2013), Küresel Siyaset, çev. Nasuh Uslu ve Haluk Özdemir, Ankara: Adres Yayınları. 

Kennedy, Paul (1999), Yirmi Birinci Yüzyıla Hazırlanırken, çev. Fikret Üçcan, 3. Baskı, Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. 
Kitchen, Nicholas (2012), The Contradictions of Hegemony: The United States and the Arab Spring, http://www.lse.ac.uk/IDEAS/publications/reports/ 
pdf/SR011/FINAL_LSE_IDEAS__UnitedStatesAndTheArabSpring_Kitchen.pdf (25 Ekim 2013), 53-58. 
Knutsen, Torbjon L. (2006), Uluslararası İlişkiler Teorisi Tarihi, (Çev. Mehmet Özay), İstanbul: Açılım Kitap. 

Sander, Oral (2000), Siyasi Tarih, 8. Baskı, Ankara: İmge Kitabevi. 
Sönmezoğlu, Faruk (1994), Türk Dış Politikasının Analizi, İstanbul: Der Yayınları. 

Tekin, Segah (2011), İnsani Müdahale Kavramı ve Libya’nın Geleceği, 
https://dosya.sakarya.edu.tr/Dokumanlar/2013/622/819165410_insani_mudahale_kavrami_ve_libya_gelecegi_analiz.pdf (22.07.2013). 
Telatar, Gökhan (2012), “Barack Obama’nın Dış Politikasında Demokrasinin Yayılması Misyonu”, Alternatif Politika, 4 (1): 54-83. 

Ünal Ünsal (2013), “11 Eylül Olayı Ertesinde AKP Dönemi”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, 
Belgeler, Yorumlar (Cilt III: 2001-2012), İstanbul, İletişim Yayınları. 

Ward, Brandon M. (2006), The Shift in United States Foreign Policy in the Middle East Since 1989, Department of Government and International 
Affairs, College of Arts and Sciences, University of South Florida. 


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder