Selim KURT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Selim KURT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Kasım 2018 Cuma

SOĞUK SAVAŞ SONRASI ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 4

SOĞUK SAVAŞ SONRASI ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 4


     Diğer taraftan, Suriye’de 26 Ocak 2011’de başlayıp Mart ortalarında 
iyice şiddetlenen ve halen devam eden ayaklanmalarda muhalifler uzun süredir 
direnmelerine rağmen henüz bir netice alamamış, Esad yönetimi göstericilere 
karşı şiddet uygulamış, ABD’nin çabaları ise şiddet eylemlerini durdurma 
konusunda yetersiz görülmüştür (Telatar, 2012: 71-73). Suriye’de, Esad 
yönetiminin baskıları, Amerikan dış politikasının alet çantasına, daha sınırlı bir 
alandaki seçenekleri empoze etmiştir. Rejimi ortadan kaldıracak baskı gücü 
olmadığı için ABD, İran ile ittifakının ve Rusya ve daha dar bir boyutta Çin 
tarafından engellenen BM rotasına ilişkin yönetsel vaatlerinin sonucunda izole 
olmaya çalışmış ve açık bir şekilde ikna edici olmayan ateşkese arabulucuk 
yapma görevini Kofi Annan’a bırakmıştır (Kitchen, 2012: 57). Bu nedenle 
Obama yönetiminin Suriye’deki ayaklanmalara yönelik politikası, diğer 
örneklerden daha büyük eleştiri almıştır. Ayaklanmalar ABD için, Esad 
rejiminin devrilmesi ve Sünni bir yönetimin iş başına gelmesi durumunda İran 
ve Hamas önemli bir müttefikini kaybedeceği için fırsat, yeni yönetim 
döneminde Suriye’nin İran ve Irak’taki Şii yönetimlerle ilişkileri bozulabileceği 
için de risk oluşturmaktaydı. Bu nedenle Obama yönetimi uzun bir süre Esad 
rejiminin devrilmesini destekleme konusunda çekingen davranmış, Esad’ın 
görevden ayrılması çağrısı ise ancak 18 Ağustos’ta gelmiştir. Bu süre içinde 
Suriye’ye göstericilere karşı şiddet kullanılmaması uyarısında bulunmuş ve 
Esad rejimi üzerinde baskı uygulamak için ekonomik yaptırımlar uygulamıştır 
(Telatar, 2012: 73). 

Obama’nın bu adımlarının işe yaramaması Libya’da yapıldığı gibi askeri 
seçeneğin neden gündeme alınmadığı eleştirilerini gündeme getirmiştir. Ancak 
Rusya ve Çin’in muhalefeti nedeniyle BM Güvenlik Konseyi’nin izninin 
mümkün olmaması, Suriye’nin Libya’dan daha güçlü bir orduya sahip olması, 
muhaliflerin yönetime karşı savaşacak yeterli silahlı güce sahip olmaması, Irak 
ve İran gibi Suriye’nin yakın komşularının askeri müdahaleye karşı olmasından 
dolayı yeterli bölgesel destekten yoksun olunması gibi nedenlerle Washington 
askeri müdahalede bulunmaktan kaçınmıştır. Fakat yaptırımların etkili 
olmaması nedeniyle, Obama yönetimi, Esad üzerindeki baskıyı artırmak ve 
görevi bırakmaya zorlamak için Avrupa Birliği, Arap Birliği ve bölge 
ülkeleriyle birlikte çalışmaktadır. Bir yandan da Esad sonrası dönemde Irak’ta 
olduğu gibi bir iç savaş yaşanmaması için muhaliflere birlik olmaları yönünde 
baskı yapmakta, bu nedenle tüm güvenlik sorunlarına rağmen büyükelçisini geri 
çekmemektedir. Görüldüğü üzere Obama yönetimi Suriye halkının demokratik 
taleplerine destek olmak için çaba sarf etmekle birlikte, bu yöndeki adımlarını 
atarken oldukça dikkatli davranmakta ve ülkesini Irak’ta olduğu gibi bir 
çıkmazın içine sokmamaya büyük özen göstermektedir. 

Bütün bunların sonucunda, başkanlığının ilk yılında karşı karşıya kaldığı 
İran, Honduras ve Afganistan’daki anti-demokratik gelişmeler karşısında 
demokrasinin yayılması misyonu açısından başarılı bir performans 
sergileyemeyen Obama yönetiminin Arap Baharı sırasındaki politikasının da 
hegemon olmanın sorumluluklarının yerine getirilmesi açısından çok fazla 
tatmin edici olmadığını söylemek mümkündür. Bunun en önemli nedeni, 

Obama yönetiminin Arap ayaklanmalarına yönelik politikasında demokrasinin 
yayılması misyonundan ziyade Amerikan ulusal çıkarlarını koruma amacının 
daha baskın olmasıdır. Obama her seferinde Ortadoğu halklarının demokratik 
taleplerinin destekçisi olduklarını ifade etmesine rağmen, bu desteğin yerine 
getirilmesi konusunda çok fazla çaba sarf etmemiştir. Mısır ve Yemen’de 
liderlerin görevi bırakmalarını sağlamak için yürüttüğü çabalar, Libya’ya 
düzenlenen askeri müdahalede yer alması, Suriye’deki ayaklanmalarda Esad 
rejiminin devrilmesi için bölge ülkelerinin çabalarını teşvik etmesi Obama 
yönetiminin bu süreçteki somut adımları olarak sayılabilecekken, burada 
öncelikli amaç mevcut krizlerin Amerikan çıkarları açısından mümkünse kazanç 
ile, mümkün olmaması halinde ise en az zarar ile sonuçlanmasının sağlanması 
olmuştur (Telatar, 2012: 73-74). 

Sonuç 

Tarihsel olarak bakıldığında, Ortadoğu bölgesi, I. Dünya Savaşı’ndan 
önceki dönemde, petrolün yaygın bir şekilde keşfi ve kulanım teknolojisinin 
gelişmesine kadar, daha çok stratejik bir geçiş yolu olarak uluslararası 
gündemde önemli bir rol oynamıştır. 1823 yılında kabul ettiği izolasyonist 
Monreo Doktrini dolayısıyla, ABD kendi kabuğuna çekilmiş bir halde 
bulunduğundan, Ortadoğu bölgesi üzerinde hakimiyet mücadelesi veren en 
önemli güçler İngiltere, Fransa ve Rusya’dır. I. Dünya Savaşı dolayısıyla 
Monreo Doktrini’ne ara verip savaşta etkin bir rol oynamışsa da, ABD’nin 
savaşın bitmesini takiben tekrar kabuğuna çekilmesi ve Rus İmparatorluğu’nun 
ise Bolşevik İhtilali nedeniyle kendi iç işleriyle uğraşmaya başlaması nedeniyle, 
bu dönemde bölgedeki en önemli oyuncular İngiltere ve Fransa olmuştur. 
Ancak 1945 yılında II. Dünya Savaşı’nın, ABD ve SSCB’nin başını çektiği, 
aralarında İngiltere ve Fransa’nın da yer aldığı blok tarafından kazanılması 
sonucunda, ABD I. Dünya Savaşı’ndan sonra da olduğu gibi tekrar kabuğuna 
çekilmek istemiştir. Ancak SSCB’nin Avrupa’nın içlerine kadar sokulması 
nedeniyle artan etkisi, Fransa’nın savaş sırasında işgale uğraması nedeniyle 
harap bir halde olması ve İngiltere’nin de ekonomik ve politik olarak savaştan 
bitik bir şekilde çıkması nedeniyle, ne İngiltere ne de Fransa’nın SSCB’nin 
üstünlüğüne karşı duracak hali olmadığı için, ABD bu sefer daha aktif bir halde 
uluslararası siyasetin içerisine dahil olmaya başlamıştır. Savaşta Almanya’nın 
yenilmesi ve Fransa ve İngiltere’nin de yıpranmış bir şekilde savaştan çıkması 
nedeniyle, SSCB ve ABD iki süper-güç olarak dünya sahnesindeki yerlerini 
almaya başlamışlardır. Savaş öncesi dönemde Ortadoğu’ya hakim olan Fransa 
ve İngiltere’nin eski güçlerinden uzak olması nedeniyle, Ortadoğu’da oluşan 
güç boşluğunu SSCB’nin doldurmaması için ABD, birazda mecburen, 
Ortadoğu’ya doğrudan müdahil olmak durumunda kalmıştır. Bu politikanın 
uygulanmasının en önemli örnekleri ise Truman ve Eisenhower Doktrinleridir. 
Ortadoğu’nun stratejik bir geçiş yolu olması özelliğinin yanı sıra, özellikle, I. 
Dünya Savaşı’ndan sonra, bu bölgede zengin petrol yataklarının da 
keşfedilmesi, iki rakip gücün bu bölge üzerindeki mücadelesini daha da 
şiddetlendirmiştir. İki tarafta, bölge ülkelerini kendi saflarına çekmek için sıkı 
bir yarış içerisine girmiş olup, birbirlerinin etki alanlarını kısıtlamaya 
çalışmışlardır. Bu mücadele iki-kutuplu sistemin mantığına da uygun bir 
şekilde, aynı zamanda, ideolojik bir mücadele olarak da cereyan etmiştir. 
Bölgede tıpkı dünya gibi iki-kutuplu bir yapıya bürünmüştür. 

1991 yılına gelindiğinde SSCB’nin dağılması, iki-kutuplu dünya 
düzeninin sonu olmuştur. SSCB’nin dağılması Batı’da tam bir zafer 
sarhoşluğuna neden olmuş ve sürekli barışın hakim olacağı liberal-demokratik 
bir dünya düzeninin kurulacağı beklentisi yaratmıştır. Ancak özellikle 
Yugoslavya’nın dağılması sonucunda çıkan kanlı çatışmalar ve Ruanda’da 
gerçekleşen iç savaş yeni döneme ilişkin ütopik düşüncelerin yerini daha realist 
bir bakış açısına bırakmasına neden olmuştur. Uluslararası sistemin yapısı 
açısından bu dönemin en belirleyici özelliği, SSCB’nin çökmesiyle birlikte, 
ABD’nin tek süper-güç olarak kalmasıyla sistemin yapısının tek-kutuplu bir hal 
almasıdır. Ancak ABD bu dönemde çok-taraflı bir politika uygulamaya özen 
göstermiş olup, bu politikanın bir yansıması olarak, Soğuk Savaş’ın sona 
ermesiyle Ortadoğu’da Irak’ın Kuveyt’i işgali sonucunda patlak veren krize 
müdahale için ABD’nin BM ve pek çok bölge devletinin desteğini alarak Irak’a 
müdahale etmesi gösterilebilir. 

Ancak bu süreçte fazla uzun sürmemiştir. Özellikle 20 Ocak 2001 yılında 
Başkanlığa seçilen George W. Bush ile Amerikan politikası değişme sinyalleri 
vermeye başlamıştır. Bush yönetiminde ağırlığı bulunan neo-muhafazakar 
kanat, askeri müdahaleyi de içerecek şekilde, ABD’nin daha aktif bir dış 
politika izlemesini istemektedir. Bush’un göreve gelmesinin 8. ayında 
gerçekleşen 11 Eylül terörist saldırıları ise bu anlayışı daha da keskinleştirmiş 
olup, ABD 11 Eylül saldırılarına “teröre karşı savaş” stratejisini ilan ederek 
cevap vermiştir. Bu strateji çerçevesinde sadece terör örgütlerine değil, bunlara 
yardım ve yataklı eden ülkelere de doğrudan ABD müdahalesi öngörülmektedir. 

Bu kapsamda Başkan Bush aralarında Afganistan, İran, Irak, Kuzey Kore, 
Suriye ve Libya’nın da yer aldığı bir haydut devletler listesi yayınlamıştır. 
Takiben, ABD, önce 2001 yılında Afganistan’a saldırarak Taliban rejimini kısa 
sürede devirmiş ve 2003 yılında da Irak’a saldırarak, hızlı bir şekilde Saddam’ı 
da devirmeyi başarmıştır. Bunlar görünüşte kolay kazanılan zaferlerdi ancak, 
müdahalelerden sonra bu bölgelerde ABD’ye karşı isyan savaşlarının çıkması, 
anılan bölgelerde köktenci İslamcılığın yayılması ve söz konusu müdahalelerin 
BM kararı olmaksızın tek-taraflı bir şekilde gerçekleştirilmesi dolayısıyla gerek 
müttefikleri arasında gerekse de Müslüman dünyada ABD’ye karşı tepkiler 
oluşması gibi nedenlerle müdahaleler ABD’nin yumuşak gücünün aşınmasına 
neden oldu. 

Söz konusu müdahaleler sonucunda, ABD güçlerinin işgal edilen 
ülkelerde isyan savaşlarıyla karşılaşması, bahsi geçen ülkelerde başlangıçta 
tahmin edilen dönüşümlerin gerçekleştirilememesi nedeniyle işgal süresinin 
uzaması ve bunun ABD’ye ekonomik ve askeri açıdan büyük bir külfet 
yüklemesi ve işgaller dolayısıyla Müslüman ülkelerde ABD’ye karşı artan tepki, 
Bush’u ikinci başkanlık döneminde, az da olsa tek-taraflı politikalarını 
yumuşatmaya itmiştir. Özellikle bu yumuşama, 2009’da Barack Obama’nın 
Başkanlığa seçilmesiyle etkisini daha fazla hissettirmeye başladı. Barack 
Obama, Bush döneminde izlenen politikaların ABD’ye zarar verdiğini görerek, 
bu politikalardan dönüş yapmak istedi. Bu maksatla başkanlığının daha üçüncü 
gününde İsrail-Filistin barış sürecini yeniden başlatmak için eski senatör George 
Mitchell’i Ortadoğu özel temsilcisi olarak atamış, Guantanamo esir kampının 
kapatılması ve Şubat sonunda Amerikan askerlerinin Irak’tan çekilmesi emrini 
vermiş, Mart’ta İran Yeni Yılı nedeniyle bir mesaj göndermiş ve takiben İran’ın 
nükleer sorunu konusunda diplomatik görüşmelere başlanmış, Mayıs’ta İsrail’i 
Yahudi yerleşimlerini durdurmaya çağırmış, Haziran başlarında Kahire’de 
yaptığı konuşmayla İslam dünyası ile ilişkilerini yeni bir çerçeveye oturtmaya 
çalışmış, daha göreve geldiği ilk yıl Rusya ile ilişkileri yeniden düzeltmeye 
uğraşmış, Çin’i ziyaret etmiş, Avrupa’nın güvenini yeniden kazanmak için çaba 
sarfetmiş ve ekonomik iyileşme ve iklim değişikliği ile enerji bağımlılığı gibi 
sorunlara ağırlık vermiştir. 

Görüldüğü gibi ABD, Obama yönetimiyle birlikte daha pragmatik bir 
şekilde çok-kutuplu bir politika uygulamaya başlamıştır. Ayrıca dünyanın yapısı 
da artık tek-kutuplu çehresinden uzaklaşmıştır. Şöyle ki, özellikle Bush 
döneminde izlenen “teröre karşı savaş” stratejisi ABD ekonomisine büyük bir 
zarar vermiş olup, konjektürel olarak da zor durumda olan kapitalist sistem 
nedeniyle ABD özellikle son dönemde önemli ekonomik zorluklar yaşamaya 
başlamıştır, ayrıca 2009 yılında dünyanın en büyük ihracatçısı ve 2010 yılında 
ise dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olan Çin’in yıllık %10’luk büyüme 
hızını devam ettirmesi halinde 2020 yılında ekonomik olarak ABD’yi geçeceği 
tahmin edilmektedir. Diğer taraftan Putin yönetiminin uyguladığı politikalarla 
birlikte toparlanma yoluna giren doğal kaynak zengini Rusya Federasyon’u, 
dünya enerji fiyatlarındaki artışlara da paralel olarak, uluslararası alanda 
yeniden etkili bir aktör haline gelmeye başlamıştır. 

Tüm bu faktörleri göz önünde bulunduran ABD, 2011 yılında Tunus’ta 
fitili ateşlenen Arap Baharı olarak adlandırılan ve özellikle Kuzey Afrika ve 
Ortadoğu bölgesi ülkelerinde etkisini gösteren halk ayaklanmalarına tek-taraflı 
olarak müdahil olmak istememiş, bahsi geçen olaylarda ABD’nin çıkarlarını ön 
planda tutan ve istikrarı önceleyen pragmatik politikalar takip ederek, bölge 
ülkelerine tek taraflı olarak müdahale etmekten kaçınmış, müdahale edilmesi 
zorunluluğu ortaya çıktığında ise, Libya olayında da görüldüğü üzere, BM 
Güvenlik Konseyi kararı çerçevesinde, NATO gibi uluslararası niteliğe sahip bir 
güvenlik örgütü aracılığıyla müdahale edilmesi taraftarı olmuştur. Bu çerçevede 
Arap Baharı’na ABD’nin bakışının, Obama iktidarı ile birlikte şekillenen 
ABD’nin yeni Ortadoğu politikasının izlerini taşıdığı açık bir şekilde görülebilmektedir. 

KAYNAKLAR; 

Akbaş, Zafer (2011), “ABD’nin Ortadoğu Politikalarının Sürdürülebilirliği ve Ortadoğu’da Güç Mücadelesi”, History Studies, Özel Sayı 2011. 
Altunışık, Meliha Benli (2009), “Ortadoğu ve ABD: Yeni Bir Döneme Girilirken”, Ortadoğu Etütleri, 1 (1): 70-81. 
Arıboğan, Deniz Ülke (2013), Büyük Resmi Görmek, 2. Baskı, İstanbul: Timaş Yayınları. 
Armaoğlu, Fahir (2012), 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, 18. Baskı, İstanbul: Alkım Yayınevi. 
Azman, Kübra Dilek (2012), “The Middle East Policy of America After the Cold War”, International Journal of Human Resource Studies, 2 (2): 97-115. 

Brzezinski, Zbigniew (2012), Stratejik Vizyon: Amerika ve Küresel Güç Buhranı, çev. Sezen Yalçın ve Abdullah Taha Orhan, İstanbul: Timaş 
Yayınları. 

Duran, Burhanettin ve Yılmaz, Nuh (2012), “Ortadoğu'da Modellerin Rekabeti: Arap Baharı'ndan Sonra Yeni Güç Dengeleri”, Türk Dış Politikası 
Yıllığı 2011. 

Erol, Hikmet (2010), Geçmişten Günümüze ABD’nin Ortadoğu Politikası, http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/amerika/252-
gecmisten-gunumuze-abdnin-ortadogu-politikasi (19.10.2013). 

Heywood, Andrew (2013), Küresel Siyaset, çev. Nasuh Uslu ve Haluk Özdemir, Ankara: Adres Yayınları. 

Kennedy, Paul (1999), Yirmi Birinci Yüzyıla Hazırlanırken, çev. Fikret Üçcan, 3. Baskı, Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. 
Kitchen, Nicholas (2012), The Contradictions of Hegemony: The United States and the Arab Spring, http://www.lse.ac.uk/IDEAS/publications/reports/ 
pdf/SR011/FINAL_LSE_IDEAS__UnitedStatesAndTheArabSpring_Kitchen.pdf (25 Ekim 2013), 53-58. 
Knutsen, Torbjon L. (2006), Uluslararası İlişkiler Teorisi Tarihi, (Çev. Mehmet Özay), İstanbul: Açılım Kitap. 

Sander, Oral (2000), Siyasi Tarih, 8. Baskı, Ankara: İmge Kitabevi. 
Sönmezoğlu, Faruk (1994), Türk Dış Politikasının Analizi, İstanbul: Der Yayınları. 

Tekin, Segah (2011), İnsani Müdahale Kavramı ve Libya’nın Geleceği, 
https://dosya.sakarya.edu.tr/Dokumanlar/2013/622/819165410_insani_mudahale_kavrami_ve_libya_gelecegi_analiz.pdf (22.07.2013). 
Telatar, Gökhan (2012), “Barack Obama’nın Dış Politikasında Demokrasinin Yayılması Misyonu”, Alternatif Politika, 4 (1): 54-83. 

Ünal Ünsal (2013), “11 Eylül Olayı Ertesinde AKP Dönemi”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, 
Belgeler, Yorumlar (Cilt III: 2001-2012), İstanbul, İletişim Yayınları. 

Ward, Brandon M. (2006), The Shift in United States Foreign Policy in the Middle East Since 1989, Department of Government and International 
Affairs, College of Arts and Sciences, University of South Florida. 


***

SOĞUK SAVAŞ SONRASI ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 3

SOĞUK SAVAŞ SONRASI ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 3



     Obama yönetiminin demokrasinin yayılması konusundaki yaklaşımının 
ikinci unsuru, model oluşturma görüşüne öncelik verilmesidir. Demokrasinin 
hiçbir ulusa dışarıdan empoze edilemeyeceğini açıkça ifade ederek ve her 
toplumun kendisi için en iyi olan ve kendi kültüründe ve geleneklerinde yer alan 
yolu izlemesi gerektiğini belirterek Bush dönemindeki aktivist korumacı 
yaklaşımı eleştiren Obama, Amerikan demokratik modelinin güçlendirilmesinin 
demokrasinin yayılmasındaki öneminden bahsederek model oluşturma görüşüne 
verdiği önemi ortaya koymuştur. 

Üçüncüsü, Bush’tan farklı olarak, Obama’nın demokrasi konusunu daha az tartışmalı olan insan hakları konusunun içine yerleştirmesidir. Nitekim 2010 
yılındaki stratejide demokrasi ve insan haklarının yayılması aynı başlık içinde 
yer almış ve bu başlık altında da daha çok insan haklarına ağırlık verilmiştir. 
Stratejide düşünceleri ifade etme, toplantı yapma, ibadet etme, liderleri seçme 
özgürlükleri ile insan onuru, hoşgörü, eşitlik, adalet gibi Amerikan ulusunun 
üzerine kurulu olduğu değerlerin aynı zamanda evrensel olduğuna inandıkları, 
bu değerleri benimseyen ulusların daha başarılı ve ABD’ye karşı daha barışçı 
oldukları, ABD’nin de bu değerler üzerine kurulduğu ve bu değerleri dünya 
genelinde yaymak için çalışacakları ifade edilmiştir. 

 Dördüncü ise, Obama yönetiminin demokrasinin yayılması çabalarını 
kalkınma konusundaki çabalar ile ilişkilendirmesidir. Buna göre, savunuculuğu 
yapılan demokratik değerlerin dünyada kabul görmesi için halkların günlük 
yaşamlarında ilerlemeler olması gerekmekte, zira dünya nüfusunun yarısı 
ekonomik, siyasal, yasal ve sosyal açıdan baskı altında bulunup marjinalleşme  ye maruz kalıyorsa demokrasiyi geliştirmenin de tehlikeye girmesi söz konusu olmaktaydı. Böylece Obama, yönetiminin demokrasinin yayılması konusundaki yaklaşımını oldukça geniş bir çerçeveye oturtarak insan hakları ve kalkınma ile birlikte değerlendirmiş, bunların birbirlerini güçlendireceğine inanmıştır (Telatar, 2012: 63-66). 

Obama yönetiminin demokrasinin yayılmasına yönelik yaklaşımını daha 
iyi analiz edebilmek için dünya genelinde demokratikleşme bağlamında yaşanan 
gelişmeler karşısında nasıl bir tepki verdiğine bakmak gerekmektedir. 

Obama’nın demokrasinin yayılmasına ilişkin politikası, başkanlığının ilk 
yılında üç önemli gelişme ile sınanmıştır. Öncelikle, İran’da 12 Haziran 
2009’da gerçekleşen tartışmalı seçimlerden sonra Tahran ve diğer büyük 
şehirlerde başlayan protesto hareketleri ve yönetimin bunları sert müdahalelerle 
bastırması karşısında temkinli bir politika izlemiş ve İran muhalefetinin 
seçimlerin demokratik niteliği konusundaki iddialarını kabul etmekte isteksiz 
davranmıştır. İran’a karşı izlediği angajman politikası çerçevesinde Tahran ile 
iletişim kanallarını açık tutmaya ve bu ülkenin iç işlerine karışmamaya özen 
gösteren Obama yönetimi ise, seçimleri eleştirmesi ve muhalif aday Hüseyin 
Musevi’yi desteklemesinin İran’da radikallerin güç kazanmasını sağlayacağını, 
ABD hakkındaki olumsuz imajı güçlendireceğini ve bu ülkenin nükleer 
faaliyetlerine yönelik olarak yürütülen diplomatik çabaları olumsuz etkileyeceği ni düşünmüş, dolayısıyla İran’ın nükleer programı konusunda bir çözüme varılmasını demokratikleşme konusundan daha ivedi bir sorun olarak 
görerek pragmatist bir politika izlemiştir. 

 Obama yönetiminin karşılaştığı bir diğer gelişme, Honduras’ta seçimlerle iş başına gelen Devlet Başkanı Manuel Zeleya’ya karşı 28 Haziran 2009’da gerçekleştirilen askeri darbe olmuştur. Darbeye verilen uluslararası tepkinin büyük olmasına rağmen, Obama yönetiminin darbeyi kınaması ve Zeleya’nın görevine dönmesi çağrısında bulunması oldukça geç olmuştur. 

Bunun da ötesinde, Amerikan Devletleri Örgütü’nün Honduras’a ekonomik 
yaptırım uygulanmasına ve Zeleya’nın ülkeye dönmesi için hazırlanan plana, 
istikrarsızlığa neden olacağı gerekçesiyle karşı çıkmıştır. Darbe yönetiminin 
anti-demokratik uygulamalarına ve insan hakları ihlallerine de oldukça geç ve 
zayıf bir tepki veren Obama yönetimi, darbe yönetimine ekonomik yaptırım 
uygulamaya sıcak bakmamıştır. 29 Kasım 2009’da Porfirio Lobo’nun 
galibiyetiyle sonuçlanan ve pek çok insan hakları ihlallerinin gölgesinde 
gerçekleşen seçimler çoğu Latin Amerika ülkesi tarafından tanınmamasına 
rağmen, Obama yönetimi seçimleri ileriye yönelik bir adım olarak 
tanımlamıştır. 

Obama yönetimi ayrıca, Afganistan’da 20 Ağustos 2009’da gerçekleşen 
tartışmalı devlet başkanlığı ve 2010’da gerçekleşen parlamento seçimlerinden 
sonra da, bu ülkede istikrarın sağlanmasında Hamit Karzai’nin işbirliğine 
duyduğu ihtiyaç nedeniyle, yüksek sesle eleştiride bulunmayı tercih etmemiştir. 
Washington’un Karzai yönetimine kapalı kapılar ardında baskı yaptığı yönünde 
haberler gelmiş, fakat ne Obama’dan ne de üst düzey bir yetkili tarafından 
yaşananları kınayan bir açıklama gelmemiştir. Obama yönetiminin bu tavrı, 
Bush’un Afganistan’ın demokratikleştirilmesi amacını terk ederek ABD’nin bu 
ülkeye yönelik politikasının hedefini güvenliğin sağlanması olarak 
sınırlandırmasından kaynaklanmaktadır. 

Obama, başkanlığının daha ilk yılında karşı karşıya kaldığı bu üç gelişmeye yönelik politikalarında demokratikleşmeden ziyade güvenlik ve istikrara öncelik vermesi nedeniyle pek çok çevreden eleştiri almıştır. Bu politikalar Obama’nın dış politika söyleminde demokrasinin yayılmasının merkezi konumunu zayıflatması ile birlikte değerlendirilmiş ve ABD’nin demokrasinin yayılması misyonuna eskisi kadar önem vermediği iddialarının ortaya atılmasına neden olmuştur. Dolayısıyla demokrasinin yayılmasına yeterince önem vermediği eleştirilerini boşa çıkarmak için çaba sarf eden Obama’nın bu demokrasi sınavlarında başarılı bir performans gösterememesi, 
bu çabalarını sonuçsuz bırakmıştır. 

Obama yönetiminin demokrasinin yayılmasına yönelik politikasının test 
edildiği asıl gelişme ise “Arap Baharı” olarak nitelendirilen ve pek çok 
Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkesini etkisi altına alan halk ayaklanmaları 
olmuştur (Telatar, 2012: 68-70). 2011 yılının ilk aylarında Kuzey Afrika ve 
Orta Doğu’da gerçekleşen bu halk ayaklanmaları, muhalif “genç nüfus 
şişkinliğinin” iletişim teknolojisi araçlarına daha fazla ulaşabilmesiyle 
gerçekleşen hızlı siyasi uyanışın canlı birer örneğidir. Bu ayaklanmalar bozuk 
ve sorumsuz ulusal yönetimlere karşı duyulan kızgınlıkla ortaya çıktı. İşsizlik, 
siyasi hakların tanınmaması ve süresi uzatılan “olağanüstü” yasalardan 
kaynaklanan yereldeki öfke ve hüsran, ayaklanmaları hazırlayan itici gücü 
sağladı. On yıllar boyunca süren iktidarlarında güvende olan liderler, bir anda 
kendilerini emperyal dönemin sona ermesinden bu yana Orta Doğu’da 
başlamakta olan siyasi uyanışla karşı karşıya buldular (Brzezinski, 2012: 42). 

Obama yönetiminin 17 Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan ve daha sonra 
pek çok ülkeye sıçrayarak Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’de liderlerin 
devrilmesine neden olan halk ayaklanmaları karşısındaki politikasını 
netleştirmesi oldukça zor olmuştur. Zira Obama yönetimi, selefinin 
demokrasinin yayılması misyonu üzerinde bıraktığı olumsuz imajı düzeltmek ile 
Arap dünyasında yaşanan demokratik ayaklanmalara ABD’nin tarihsel 
misyonunun bilincinde olarak destek vermek gibi bir ikilemle karşı karşıya 
kalmıştır. Ayrıca bazı ülkelerde ABD’nin müttefiki olan liderlere yönelik 
gösterilerin düzenlenmesi Obama yönetiminin pozisyonunun netleştirmesini 
daha da zorlaştırdı. Obama yönetiminin ayaklanmalar karşısındaki 
politikalarında, karşı karşıya bulunduğu bu çıkmazın neden olduğu kafa 
karışıklığının izlerini görmek mümkündür (Telatar, 2012: 70). 

Tunus’ta Muhammed bin Buazizi’nin 17 Aralık 2010’da kendini benzin 
dökerek canına kıymasıyla başlayan halk hareketi, Zeynel Abidin Bin Ali’nin 
eşiyle 14 Ocak 2011’de Suudi Arabistan’a kaçmasıyla 23 yıllık iktidarını 
“kansız” bir şekilde sonlandırdı (Tekin, 2011). 

Bu ayaklanmalara tüm dünya gibi ABD de hazırlıksız yakalanmıştı. Ayaklanmalar tüm Tunus’a yayılırken, Obama yönetimi Bin Ali’nin ülkesini terk etmesine kadar oldukça sessiz kalmıştır. Tunus yönetiminin göstericilere yönelik aşırı güç kullanması ancak 11 Ocak’ta Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklama ile eleştirilmiş, Obama ise bu konu hakkında ilk kez 14 Ocak 2011’de konuşmuştur. Oysa Bin Ali aynı gün, bu konuşmadan önce ülkesini terk etmişti. Obama’nın ayaklanmanın bu aşamasına kadar sessiz kalması ABD’nin bölgede bir kez daha istikrarı demokrasiye tercih ettiği yorumlarına neden olmuştur. 

Ayaklanmalar bölgede İran’a karşı ABD’nin desteklediği Sünni ılımlı İslam ittifakının en güçlü üyelerinden biri olan, İsrail ile yakın ilişkileri bulunan, bu nedenle de Amerikan yardımlarını en fazla alan ikinci ülke olan Mısır’a sıçrayınca Obama yönetiminin pozisyonunu netleştirmesi daha da zorlaşmıştır. Özellikle Irak savaşından sonra Amerikan karşıtlığının arttığı Ortadoğu’da demokratik yollardan seçilecek yönetimlerin geçmiş politikaları devam ettirmesinin oldukça zor olması nedeniyle Obama yönetimi Mısır’da 25 Ocak 2011’de başlayan ayaklanmalar karşısında oldukça yavaş hareket etmiştir (Telatar, 2012: 70). İlaveten ABD yönetimi, Arap Baharı’nda, ‘oyunun başını çeken’ olmak istemezken, gelişmeleri şekillendirmek için de bölgedeki uzun süreli ilişkilerini kullanmıştır. Bu durum, ABD’nin on yıllar boyunca finanse ettiği ordunun zenginleştirdiği generalleri ve askeri üst yönetimin, muhtemelen, 

Mübarek yönetiminin iç çemberindeki diğer ilişkilerinden daha çok  Washington’un hamiliğine ihtiyaç duyduğu Mısır’da daha açıktır. Tahrir 
meydanındaki protestolar sırasında ABD diplomasisi dikkate alındığında, 
Amerika’nın ilişkileri çerçevesinde, tüm seviyelerde gerçekleştirilen temaslarla 
-Beyaz Saray’daki Joe Biden’dan Pentagon’daki orta-seviyeli bir subaya kadar- 
Mısır ordusunun uyguladığı sürekli şiddetin bir resmi çizilmiş olup, bu resim, 
Mısır güçlerinin hiçbir koşul altında protestoculara ateş açılmaması hususunda 
ısrarcı olunmasına yönelik diplomatik niyeti güçlendirmiştir. Mübarek ile iyi 
koordine edilmeyen temaslar ve Beyaz Saray’ın karmaşık sinyalleri, Mısır 
Başkanlığı’nın, protestoculara reform hususunda belirsiz vaatlerde bulunarak 
gücü elde tutmasına ilişkin artan şekildeki garip çabalarına neredeyse tamamen 
katkıda bulunmuştur (Kitchen, 2012: 56). Ancak muhaliflerin bu seçeneği kabul 
etmemesi üzerine, Mübarek’in 9 ay sonra yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı 
seçimlerine aday olmaktan vazgeçmesi için ikna çabaları yürütülmüştür. Ne 
muhaliflerin ne de Mübarek’in bunu kabul etmemesi üzerine Mısır’da yönetim 
değişikliğinin engellenmesi iyice zorlaşmıştır. 

 Obama yönetimi de bu durumu fırsata dönüştürmek için çaba sarf etmiş, 
Arap halkından yana bir tutum alarak ülkesinin bölgedeki imajını düzeltmeye 
çalışmıştır. Bu bağlamda Mübarek’in gitmesini sağlamak için Mısır ordusu ile 
işbirliği yapmış ve Mübarek sonrası geçiş sürecini ordu aracılığıyla kontrol 
etmeye çalışmıştır. Mısır’daki ayrıcalıklı konumunu kaybetmemek için siyasi 
süreci kontrolünde tutmak isteyen ordu da Mübarek’e verdiği desteği geri 
çekmiş, bunun üzerine Mübarek 11 Şubat’ta istifa etmek zorunda kalmıştır. 
Mısır’da yaşanan olaylarda öncelikli amacı halkın demokratik taleplerinin 
desteklenmesinden ziyade mevcut rejimin korunması olan ABD bunu önce 
Mübarek’in de koltuğunu koruyacağı bir şekilde sağlamaya çalışmış, bu 
mümkün olmayınca da Mısır’da rejimin temelini oluşturan ve Washington’un 
ülkedeki asıl müttefiki olan ordu aracılığıyla bu amacını gerçekleştirmiştir. 

Ayaklanmalar uzun zaman geçmeden Libya’ya da sıçramış, Muammer 
Kaddafi’nin 15 Şubat 2011’de başlayan gösterileri güç kullanarak bastırmaya 
çalışması karşısında pek çok ülkeden tepki gelirken politikasını belirlemekte 
zorlanan Obama yönetimi belli bir süre hareketsiz kalmıştır. İlk etapta öncelikli 
amacını Amerikan vatandaşlarını korumak ve güvenli bir şekilde tahliye etmek 
olarak belirleyen ve Libya’daki insan hakları ihlallerini ise kınamakla yetinen 
Obama yönetiminden Kaddafi’nin görevi bırakması gerektiğine ilişkin ilk 
açıklama ise 26 Şubat’ta gelmiştir. Muhaliflerin kararlı mücadelesi ve 
koltuğunu bırakmamakta ısrarcı olan Kaddafi’nin güç kullanmaya devam etmesi 
üzerine krizin siyasal yollarla çözümü imkânsız hale gelmiş, dolayısıyla askeri 
müdahale seçeneğinin gündeme alınması gerekmiştir. Ancak Irak’ta yaşanan 
olumsuz tecrübe nedeniyle Obama yönetimi herhangi bir İslam ülkesine karşı 
bir askeri müdahalede bulunmaktan yana değildi. Bu durumda en iyi alternatif, 
gerçekleştirilecek müdahalenin uluslararası bir müdahale olduğu görüntüsü 
yaratmak ve operasyonda sınırlı bir rol alarak ABD’yi geri planda tutmaktı 
(Telatar, 2012: 71). 

Nitekim, BM Güvenlik Konseyi, 26 Şubat 2011’de Libya’ya ambargo 
uygulanmasına dair 15 üye ülkenin oybirliğiyle aldığı 1970 sayılı kararına 
Libya lideri Muammer Kaddafi rejiminin isyancı sivilleri katletmeye devam 
ederek uymaması sonucu yeni bir adım attı. Konsey, Libya’daki gelişmelerin 
uluslararası barış ve güvenliği tehdit ettiği gerekçesiyle on üye ülkenin kabul ve 
beş üye ülkenin de çekimser oy kullandığı 17 Mart 2011’deki 1973 sayılı 
kararında “acil ateşkes” talep ederken Libya üzerinde “uçuşa yasak bölge” (no-
fly zone) oluşturulmasını onayladı. 1973 sayılı kararda BM Güvenlik Konseyi 
üyelerinin Libya’daki sivillerin korunması için gerekli tüm önlemleri alabileceği 
ile her türlü yabancı işgal gücünün ülke topraklarında bulunmayacağı özellikle 
vurgulandı (Tekin, 2011). Güvenlik Konseyi’nin 1973 sayılı kararının ardından 
19 Mart’ta başlatılan “Şafak Yolculuğu” operasyonunda ilk bombayı Fransa 
atmış, Washington operasyonun komutasını çabucak (31 Mart’ta) NATO’ya 
devrederek askeri operasyonun ABD’nin öncülüğünde yürütüldüğü görüntüsü 
oluşmasını engellemek istemiştir. Bunda büyük ölçüde başarılı da olmuş, hem 
ABD’nin Libya halkının demokratik mücadelesine destek olduğu imajı yaratmış 
hem de bu askeri müdahale iç ve uluslararası kamuoyundan fazla tepki 
çekmemiştir. ABD’nin Kaddafi rejimi ile uzun yıllar oldukça kötü olan ilişkileri 
2003 sonlarından itibaren belli ölçüde düzelmiş olsa da, Kaddafi gibi istikrarsız 
bir liderin devrilmesinin Amerikan çıkarları açısından faydalı olacağının 
düşünülmesi Obama’nın operasyona destek vermesinde etkili olmuştur. Ayrıca 
Fransa’nın başı çektiği Avrupa ülkeleri ile Ortadoğu ülkelerinin büyük desteği 
söz konusu olmasaydı Obama’nın Libya halkının demokratik taleplerine destek 
vermekte muhtemelen bu kadar istekli davranmayacağı da söylenebilir. 

Arap dünyasını etkisi altına alan ayaklanmalar 27 Ocak 2011’de, El-
Kaide’nin Ortadoğu’da en güçlü olduğu ülkelerden biri olan Yemen’de de 
başlamıştır. Obama, ayaklanmalar sonucunda Ali Abdullah Salih’in devrilmesi 
halinde bu ülkenin Washington’un El-Kaide ile mücadelesine verdiği desteğin 
kesilebileceği endişesiyle, olası bir rejim değişikliğini engellemek için büyük 
çaba sarfetmiştir. Ayaklanmalar giderek şiddetlendikçe ve El-Kaide bu 
durumdan avantaj sağladıkça Obama yönetimi kendi kontrolünde gerçekleşecek 
bir lider değişikliğinin en iyi çözüm olacağını düşünmüş, bu bağlamda Körfez 
İşbirliği Konseyi’nin anlaşma çabalarını desteklemiştir. Nitekim aylar süren 
çabaların sonunda, 23 Kasım 2011’de Salih, yönetimi, yardımcısı Abed Rabbo 
Mansour Hadi’ye devretmesini öngören anlaşmayı imzalamıştır. Yemen’de 
Salih’ten bağımsız olarak hareket edebilecek kamu kurumları bulunmadığı için 
rejimin devrilmesi durumunda anarşi ortamının oluşacağı ve El-Kaide’nin 
bundan fayda sağlayacağı endişesiyle, Obama yönetimi rejimin korunup 
muhalefeti yatıştırmak için sadece devlet başkanının değiştirilmesine yönelik bir 
politika izlemiştir. 

Nüfusunun %70’ini Şiiler oluşturmakla birlikte yönetimin Sünni olduğu 
Bahreyn’de 14 Şubat 2011’de başlayan ayaklanmalar ise, Obama’yı, ABD’nin 
Ortadoğu’daki deniz kuvvetlerine ev sahipliği yapan ülkede Şii bir yönetimin 
başa gelmesi durumunda bu işbirliğinin ortadan kalkacağı ve bölgedeki güç 
dengesinin İran lehine değişeceği endişesine sokmuştur. Bu nedenle rejim ile 
muhalifler arasındaki iplerin kopmasının engellenmesi için büyük çaba sarfeden 
Obama, ayaklanmaları güç kullanarak bastırmaya çalışan Bahreyn yönetimini 
eleştirerek şiddete başvurmaması için baskı uygulamış, Körfez İşbirliği 
Konseyi’nin askeri yardım göndermesini eleştirmiştir. Nitekim Washington’un 
büyük teşvikiyle, Kral Hamad bin Isa Al Khalifah Temmuz ayında ulusal 
diyalog çağrısı yapmış, gösteriler sırasında yaşananları araştırmak için 
komisyon kurmuştur. Dolayısıyla Bahreyn’de yaşanan ayaklanmalarda öncelikli 
amacı statükonun bozulmasına izin verilmemesi olan Obama, Manama’ya 
yaptırım uygulamamış, Al Khalifah’a görevi bırakma çağrısında bulunmamış, 
hatta Bahreyn’e silah satışına devam etmiştir. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR., ;

***

SOĞUK SAVAŞ SONRASI ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 2

SOĞUK SAVAŞ SONRASI ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 2


3. 11 Eylül Sonrası ABD’nin Ortadoğu Politikası 

Batı dünyası 20. yüzyılın sonuna, Sovyet Blokunun dağılmasının yarattığı 
bir öforya, yani aşırı bir iyimserlik ve kendinden hoşnutluk duygusu içinde 
girmişti. Artık Batı sistemi rakipsiz bir biçimde dünyaya hakim olacak ve 
çatışmaları sona erdirecekti. Oysa bunun hemen ardından, her sistemin bir 
“öteki” sayesinde ayak durması kuralına uygun olarak, komünizm biçimdeki 
eski öteki, yerini dinsel bir öteki’ye bıraktı. Artık mücadele Batı (Hıristiyan) 
medeniyeti ile İslam medeniyeti arasındaydı. Bu tez özellikle, 11 Eylül 2001’de 
İkiz Kulelere yapılan saldırıyla resmileşti (Ünsal, 2013: 14). Genellikle 11 Eylül 
2001, dünya düzeninin oluşumunda 1945 veya 1990’a eşdeğerde belirleyici bir 
nokta olarak ele alınır. Gerçekten de bazı yorumcular, 11 Eylül’ün, Soğuk Savaş 
sonrası dönemin gerçek doğasının ortaya çıktığı, eşi görülmemiş küresel 
karışıklıklar ve istikrarsızlıklar döneminin başlangıcı olan bir nokta olduğunu 
savunmaktadır (Heywood, 2013: 271). 

Ocak 2001 tarihinde göreve başlayan George W. Bush yönetimi, başarısız 
olarak gördüğü Clinton yönetiminin Ortadoğu politikasını kökten değiştirme 
iddiası ile iktidara gelmişti. Yeni yönetimin Ortadoğu politikası bölgeye ilişkin 
özellikler de taşımakla birlikte genel olarak yeni yönetimin küresel siyaset ve 
ABD’nin liderliğini tesis etme projesinden de büyük ölçüde etkilendi. Bush 
yönetiminde etkin görevlere gelen yeni-muhafazakârların ideolojisi özellikle ilk 
döneminde büyük ölçüde Bush yönetiminin politikalarına yön verdi. Amerikan 
küresel liderliğinin hem Amerika için, hem de dünya için iyi olduğuna inanan 
yeni-muhafazakârlar, Amerika’nın liderliğini kurmak ve güçlendirmek için 
gerektiğinde büyük askeri gücünü kullanmasından yanaydılar. Clinton yönetimi  nin politikalarını eleştiren yeni muhafazakârlar “Amerika’nın küresel 
liderliğini desteklemek” amacıyla 1997’de kurdukları Yeni Amerikan Yüzyılı 
Projesi adlı düşünce kuruluşu çerçevesinde yayınladıkları raporlarla ABD’nin 
tekrar Ronald Reagan döneminde olduğu gibi “askeri güç ve ahlaki açıklık” 
politikası gütmesi gerektiğini savunuyorlardı. Bu ideolojiyi savunanlar 11 Eylül 
saldırılarından sonra hem Bush yönetimi içindeki ağırlıklarını arttırdılar, hem de 
politikalarına kamu desteği sağlamaları kolaylaştı. Böylece 2002’de geliştirilen 
yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi, Bush yönetiminin yeni politikasının ilkelerini 
ortaya koydu. Amerikan hegemonyasının tesisi için ABD artık “kuşatma” 
politikası değil, “önleyici savaş” doktrinini geliştiriyordu. Bu tür savaşlara 
girişirken de BM gibi uluslararası kuruluşların desteğine illa da ihtiyacı yoktu. 

Bush yönetiminin yeni dış politika ve güvenlik anlayışı ve politikaları 
açısından Ortadoğu bölgesi özel bir önem arz ediyordu. Bunun başlıca üç 
nedeni vardı: Birincisi, dünya petrol rezervlerinin yüzde 60’ından fazlasını 
barındıran bu bölge daha önce olduğu gibi ABD’nin küresel hegemonyası için 
kilit önemdeydi. Üstelik ABD’nin buradaki etkinliği daha önceleri özellikle 
Avrupa ve Japonya’nın Ortadoğu petrollerine olan aşırı bağımlılığı için gerekli 
idiyse, şimdi buna bir de ABD’nin bu bölgeye artan bir şekilde bağımlı olacağı 
öngörüsü eklenmişti. İkincisi, Bush yönetimi ABD’nin hegemonya projesine 
temel direnişin Arap/Müslüman dünyasından geldiğine inanıyordu. Bu 
bağlamda yeni yönetim Samuel Huntington tarafından ortaya atılan 
“Uygarlıklar Savaşı” tezinin parametreleri içinde hareket ediyor görünüyordu. 
11 Eylül saldırıları bu tezleri güçlendirmişti. Öte yandan Irak ve İran gibi 
ülkelerin politikaları ABD’nin Ortadoğu’yu yeniden tasarlama projelerini 
sekteye uğratıyordu. Gerçekten de Soğuk Savaş sonrası ABD önderliğinde 
kurulmaya çalışılan yeni Ortadoğu düzeni sorunlarla karşı karşıyaydı. Yukarıda 
anlatıldığı gibi Arap-İsrail Barış Süreci sona ermiş, Irak ve İran konularında 
ABD politikalarına meydan okumalar artmıştı. Son olarak, yeni-muhafazakârlar 
için İsrail’in güvenliği özel bir önem taşıyordu. Yeni-muhafazakârlar içindeki 
Hıristiyan sağı ve Likud yanlısı Yahudileri temsil edenler açısından bölgede 
İsrail’in güvenliğine olan tehditlerin ortadan kaldırılması ve bölgenin yeniden 
yapılandırılması bu açıdan da elzemdi. 

Bu genel çerçeve içinde oluşturulan yeni ABD politikası aşağıdaki unsurları içeriyordu: Öncelikle Ortadoğu’da zayıflamakta olduğu düşünülen Amerikan liderliğinin yeniden tesisi ve yeni Ortadoğu düzenine karşı direnişin kırılması gerekiyordu. Bush yönetimi başından itibaren Clinton yönetiminin politikalarının Amerika’yı zayıf gösterdiğini, hem Irak’ta hem de İran’da başarısız olunduğunu iddia ediyordu. Bu çerçevede yeni politika oluşturma çabalarına girişen yönetim Ortadoğu’da istikrarsızlık kaynağı olarak gördüğü bu ülkelere karşı politikasını sertleştirmekten yanaydı. Yukarıda da belirtildiği gibi bu görüş yönetim içindeki yeni-muhafazakârlarca da zaten desteklenmekteydi. 
11 Eylül 2001 saldırıları bu görüşleri güçlendirdi, yönetim içindeki farklılıkları 
törpüledi ve kamuoyu desteği sağladı (Altunışık, 2009: 74-76). 

Bu çerçevede, Dünya Ticaret Merkezi kulelerine, Pentagon’a ve Pensilvanya’ya yapılan terör saldırıları Bush yönetiminin dış politikasına yeni öncelikler kazandırdı. 11 Eylül 2001 terör saldırılarının dış politika çıktısı “teröre karşı savaş”tı. Bush yönetiminin, 11 Eylül 2001 sonrası dünyadaki ilk hedefi Afganistan ve Osema Bin Ladin’i avlamaktı. Taliban yönetimindeki Afganistan “Bin Ladin’e ve Kaide teröristlerinin eğitim kamplarına güvenli bir 
liman sağlıyordu” (Ward, 2006: 79). Bu çerçeve de, ilk hareket, Ekim 2001’de 
ABD liderliğinde Afganistan’a yönelik ve Taliban rejimini haftalar içerisinde 
deviren askeri saldırı oldu. Ocak 2002’de Başkan Bush, Irak, İran ve Kuzey 
Kore’yi “şer ekseninin” bir parçası olarak tanımladı ve daha sonra bunu Küba, 
Suriye ve daha sonradan listeden çıkarılmış olsa da Libya’yı içerecek şekilde 
genişletti (Heywood, 2013: 272). 

Bush yönetimin politikasının bir diğer özelliği, yine Clinton döneminin aksine, Arap-İsrail uyuşmazlığının çözümünü bölgesel güvenlik ve istikrar açısından önemli görmemesiydi. Bush yönetimi İsrail’deki Sharon hükümetinin Filistin sorununu büyük ölçüde bir terör sorunu olarak gören yaklaşımını kabul 
etti. Bu çerçevede ağırlığı Filistin’de reform ve İsrail’in güvenliği konularına 
verdi. Öte yandan Clinton döneminden farklı olarak Barış Süreci’nin İsrail-
Suriye ayağını yeniden canlandırmak için hiç çaba göstermedi. Tam tersine 
yukarıda da değinildiği gibi Suriye’yi izole etme politikası güttü. Suriye 
rejimini terörist örgüt olarak nitelediği Hizbullah ve Hamas’ı desteklemekle, 
Irak’ta direnişçilere destek olmakla suçladı. ABD Suriye’nin Lübnan’daki 
vesayetine daha önce göz yumarken, Bush döneminde Suriye’nin Lübnan’dan 
çekilmesi için baskı yaptı. 

Bush yönetiminin Ortadoğu politikasının son ayağını Büyük Ortadoğu 
Projesi olarak adlandırılan Ortadoğu’da gerekirse askeri güç kullanarak 
demokratikleşme ve ekonomik reformları gerçekleştirme oluşturdu (Altunışık, 
2009: 76). Bu amaçla, Bush’un paradigmasında Arap yarımadasını, Kuzey 
Afrika’yı ve Pakistan’a kadar uzanan hattı bir bütün olarak ele almak ve 
mecburi demokratikleştirme sürecine sokmak bir hedef olarak belirmişti. BOP, 
GOP, GOKAP gibi kısaltılmış isimlerle tanımlanan projenin hedefi, bölgeyi 
demokratikleştirme yoluyla güvenli hale getirmek ve teröre kaynaklık eder 
durumdan çıkarmaktı (Arıboğan, 2013, s.81-82). 

Esasen Clinton döneminde de siyasi ve ekonomik reformların desteklenmesi fikri mevcuttu. Aslında bu politikanın temelleri 1980’lerde uluslararası sistemde başat hale gelen liberal söylemle bir devamlılık arz ediyordu. Uluslararası barış ve refah için liberal demokrasinin ve serbest piyasa ekonomisinin yaygınlaşması gerektiğine inanan liberal uluslararası siyaset anlayışı özellikle SSCB’nin zayıflaması ve daha sonra iki-kutuplu dünyanın sona ermesi ile liberal müdahalecilik doktrinini de geliştirmişti. Bu dönemde uluslararası kuruluşlara da hâkim olan bu anlayış otoriter ve totaliter rejimlerin ezdiği bireyi korumak için “insani müdahalenin” meşru ve haklı olduğu fikrini ileri sürmüştü. Bush yönetimi bu söylemi daha da geliştirdi ve 11 Eylül’den sonra başlatılan “terörle savaş” stratejisinin bir parçası haline getirdi. Böylece Bush yönetiminde yeni-muhafazakârlık ve liberal müdahalecilik ideolojileri bir araya geldi. Bu doktrin Ortadoğu’da ABD’nin yıllarca istikrarı demokratikleşmenin önünde tutmasını eleştiriyor ve bu politika yüzünden bölgede güçlenen otoriter rejimlerden zarar gören halkların ve sosyal hareketlerin ABD karşıtlığının oluştuğu iddia ediliyordu. Bu görüş demokrasi ve özgürlüklerin terörizmin panzehiri olduğu fikrine inanıyor, dolayısıyla Ortadoğu’da rejim değişikliğini savunuyordu. 

Bush yönetiminin yeni Ortadoğu stratejisinin ilk ve en önemli uygulama 
alanı Irak oldu. Gerçekten Irak’a savaş açmak Bush yönetiminin yukarıda 
tartışılan temel Ortadoğu politikalarını gerçekleştirmek açısından anlamlı 
görünüyordu. ABD bir taraftan Irak üzerinden Ortadoğu’da zayıflayan itibarını 
onaracak, gücünü ve azmini dosta düşmana gösterecek ve başat rolünü yeniden tesis edecekti. Öte yandan Saddam sonrası oluşacak “özgür ve demokratik Irak” tüm Ortadoğu’ya örnek teşkil edecek ve bir domino etkisi yaratılacak, dünyada yaşanan liberal dönüşüme en dirençli bölge olan Ortadoğu’da dönüşümün fitilini ateşleyecekti (Altunışık, 2009: 74-76). 

Bunun sonucunda, ABD ve “gönüllüler koalisyonu” tarafından yürütülen 
2003 Irak Savaşı çıktı. Irak Savaşı’nı tartışmalı yapan şey, Afganistan’a 
saldırının genel olarak bir meşru müdafaa şeklinde yorumlanmasına (Afganistan 
El Kaide’ye ülkesel bir üs sağlamıştı ve El Kaide’yle Taliban arasında güçlü 
siyasal ve ideolojik bağlantılar vardı) rağmen Irak’a karşı savaşın önleyici 
saldırı doktrini çerçevesinde gerçekleştirilmesiydi. Bush yönetimi, Saddam 
rejimiyle El Kaide arasında bağlantılar bulunduğunu (somutlaştırmadan) ifade 
etmesine ve (daha önceki kanıtlarla çelişen bir biçimde) Irak’ın kitle imha 
silahlarına sahip olduğunu iddia etmesine rağmen, temel gerekçe, Saddam’ınki 
gibi ‘haydut’ rejimlerin aktif bir biçimde kitle imha silahları arayışı içerisinde 
olması veya halihazırda elde etmiş olmasının 21. yüzyılda hoş görülemez 
olmasıdır. 

Başlangıçtaki etkileyici başarıya (Taliban ve Saddam’ın Baas rejiminin 
devrilmesi) rağmen ABD ve müttefikleri, hem Afganistan hem de Irak’ta, 
kendilerini beklediklerinden daha sorunlu ve uzun olduğu ortaya çıkan 
savaşların içinde buldular. Her iki savaş da, gerilla savaşı, terörizm ve intihar 
bombalaması taktikleri kullanan düşmanlara karşı karmaşık bir karşı isyan 
savaşlarına dönüştü ve üstün Amerikan gücünün sınırlarına dikkat çekti. 
“Teröre karşı savaşın” yürütülüş temelleri, taktik başarısızlıklar ve stratejik 
zorluklarla oyuldu (Heywood, 2013: 272-273). 

Bu çerçeveden bakılınca Bush yönetiminin politikalarının, Clinton dönemindeki ler gibi, ABD açısından büyük ölçüde başarısızlıkla sonuçlandığı söylenebilir. 

Başka bir deyişle bu politikalar ne Bush yönetiminin amaçladığı gibi bölgede ABD’nin başat pozisyonunu sağlamlaştırmış, ne İran’ı etkisizleştirmiş, ne de bölgede ABD’nin istediği dönüşümü sağlamıştır. ABD açısından tek başarı amaçlandığı şekilde Irak’ta Saddam rejiminin yıkılması olmuştur. Ancak bu başarı da çok büyük bedeller karşılığında elde edilmiştir (Altunışık, 2009: 77). Öncelikle Irak’ta savaş bittikten sonra ABD, denetimi tamamen elinden kaçırarak aciz kaldı. Başta Şiiler tarafından olmak üzere yapılan bitmez tükenmez saldırılar, ABD/Koalisyon ordusunu tam anlamıyla acizleştirdi. Bu ordu Irak’ı işgal etti, fakat Bağdat’ı bile denetim altına alamadı. Tek yapabildiği, ABD askerlerinden ziyade, “Irak sivil yönetimi” asker ve polislerinin ölmesine yol açmak oldu. Bütün bunların etkisiyle, 2004’e gelindiğinde, yani işgalden bir yıl sonra, ABD’nin koalisyon ortakları sembolik kontenjanlarını çekmeye başladılar. Ovalık Irak, ormanlık Vietnam’ın veya dağlık Afganistan’ın istisnai örnekler olmadığını göstererek, hegemon gücün prestijine büyük bir darbe indirmiş oldu. BBC’ye demeç veren BM Genel Sekreteri Kofi Annan, Irak işgalini, “BM antlaşmasını ihlal eden gayrimeşru bir eylem” olarak nitelendirdi. Ayrıca, ABD, işkence yapan ve hukuku/uluslararası hukuku tanımayan bir ülke olarak tescil edildi. Ebu Gureyb cezaevinde patlayan ve seksüel aşırılıklarıyla iyice ayağa düşen işkence ortamının simgelediği, ama orada da kalmayan skandallar, ABD’nin uluslararası prestijini dibe vurdurdu. 

Küba’daki ABD askeri üssü Guantanamo’da yapılanlar, Ebu Gureyb’i fazlasıyla 
aştı. Diğer taraftan işgal özellikle ham petrol fiyatlarının hiç hesapta olmayan 
bir biçimde 77 Dolar’ı aşmasıyla, ABD’ye ekonomik olarak da yansıdı. 

Amerikan bütçe açığı baş edilemez bir hal aldı. İlaveten, belki de en önemlisi, 
anti-Amerikanizm bütün dünyada, özellikle Arap ve Müslüman ülkelerinde bir 
tsunami gibi yükseldi ve muhtemelen, terörün gelecek kuşaklarda artarak devam etmesinin beşiğini hazırladı. İşgalden en kazançlı çıkan taraf Iraklı Kürtler oldu. 

ABD’ye dayanan bir Kürdistan, hukuken olmasa bile fiilen kuruldu. Kürtlerin 
yanı sıra İran da kazançlı çıktı. Şii İran dünyası ile Sünni Arap dünyası arasında 
tampon görev yapan Irak üzerinde İran etkisi arttı, ülke, İran ve molla etkisine 
açık hale geldi. Sonuçta, Şii-Sünni gerginliği ve Şiiliğin genel yükselişi 
hızlandı. Arap ülkelerinde Filistin sorununda yaşanan çıkmaz nedeniyle 
tırmanan ABD düşmanlığı körüklendi (Ünsal, 2013: 25-26). 

Yukarıda bahsi geçen nedenlerle, demokratikleşme projesi kısa sürede 
rafa kaldırıldı. Irak’ta yaşanan sorunlar bu ülkenin Bush yönetiminin iddia ettiği 
gibi demokratikleşmesinin önündeki zorlukları ortaya koyarken, bir kez daha 
istikrarın öncelenmesine yol açtı. Diğer Arap ülkelerindeki bir demokratik 
açılımın siyasi İslamcı partileri iktidara taşıyacağının bir kez daha anlaşılması 
ile Bush yönetimi özellikle ikinci döneminde demokratikleşme söyleminden 
tamamen uzaklaştı (Altunışık, 2009: 77-78). 

4. Obama Dönemi ve Arap Baharı 

ABD son derece farklı etnik gruplardan oluşan bir halka sahip olmasına 
rağmen, demokratikleşmenin dünya genelinde desteklenmesi konusunda ülke 
içinde bir konsensüs mevcuttur. Bunun nedeni, dünyada demokrasinin 
yayılması düşüncesinin Amerikan ulusal kimliğinin şekillenme aşamalarına 
kadar geri gitmesi ve Amerikan dış politikasında yerine getirilmesi gereken bir 
misyon olarak görülmesidir. Kapitalizm, bireysel özgürlük ve insan ilerlemesi 
bu siyasal kültürün temel özelliklerini oluşturmaktadır. Amerikalılar bu 
değerleri evrensel olarak görmekte ve tüm dünyanın benimsemesi gerektiğine 
inanmaktadır. Dolayısıyla demokrasinin yayılması misyonu, Amerikan halkının 
tüm insanlık için iyi olduğuna inanılan liberal demokratik ilkeleri ve insanlık 
tarihi boyunca denenmiş en iyi yönetim biçimi olan liberal demokrasiyi tüm 
dünyaya yaymak ve böylece dünyadaki diğer ulusları kurtarmak için Tanrı 
tarafından seçilmiş bir ulus olduğu yönündeki güçlü inanca dayanmaktadır. 
Bu inanç günümüze kadar varlığını korumuş ve Amerikan dış politikası üzerinde 
etkili olmuştur (Telatar, 2012: 55). 

Özellikle 11 Eylül sonrası Bush Yönetimi altında demokrasi promosyonu 
özel bir şekil almıştır. Demokrasi promosyonu geleneğindeki bu tarzı Bush 
yönetimi “Özgürlük Gündemi” olarak adlandırmış ve ABD’nin büyük 
stratejisini yeniden şekillendirmiştir. Demokrasiyi getirmek için askeri 
müdahalenin gerektiğinde agresif olarak kullanılabileceği tezine dayanan bir 
“zorlayıcı” yaklaşımdır. Bu yaklaşımın neden ve nasıl geliştiği konusunda 
tartışmalar olsa da, Bush yönetiminin iktidara gelmesinden 11 Eylül 
saldırılarına kadar olan dönemde bu tarz bir zorlayıcı demokrasi promosyonu 
görülmez. Bush’un zorlayıcı politikaya geçmesi bir yandan 11 Eylül saldırıları 
ile bir yandan da ABD’nin maddi kabiliyetlerinin gelişmesi ve içeride yeni-
muhafazakar bir milliyetçi politikanın hakim olmasıyla ilişkilidir. Buna göre, 
eğer Ortadoğu’da diktatörlükler yıkılır da yerine demokrasiler kurulursa, 
bölgedeki ABD karşıtlığı sona erer, El Kaide gibi örgütlerle de köklü bir 
mücadele mümkün olabilirdi. Bu şekilde ortaya çıkan Bush doktrini 
çerçevesinde ABD Ortadoğu’daki demokrasi projelerine eşi görülmemiş 
miktarlarda kaynak ayırarak, otoriter rejimleri devirmek için yola koyuldu. İki 
temel eksene dayanan bu yaklaşıma göre, liberal/seküler ya da Bush 
yönetiminin deyimiyle demokrasi-yanlısı unsurlar desteklenecekti. Böylece 
kurulacak yeni yönetimle İslamcılar marjinal konuma düşürülüp tasfiye edilecek 
ve ABD’ye tehdit oluşturan İslamcı hareketler de sona erecekti (Duran ve 
Yılmaz, 2012: 28). Bu amaçla, aktif bir politika izleyen ve pek çok resmi 
insiyatife girişen Bush yönetimi, Irak’ta askeri müdahale yoluyla Saddam 
Hüseyin rejimini devirmiş, İran ve Suriye gibi devletler üzerinde büyük bir 
baskı uygulamaya başlamış, Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan’daki halk 
ayaklanmaları sonucu gerçekleşen rejim değişikliklerine dolaylı olarak destek 
vermiştir. 

Ancak bu amaçla gerçekleştirilen rejim değişiklikleri, özellikle de 2003 
yılındaki Irak Savaşı, uluslararası toplumun büyük tepkisini çekmiş, bu 
misyonun imajı üzerinde derin hasarlara neden olmuştur. Bu durumu telafi etme görevi ise yeni başkana, yani Barack Obama’ya kalmıştır. Selefinden oldukça olumsuz bir miras devralan Obama, dış politikasını ABD’nin uluslararası 
imajını düzeltmek ve Bush yönetiminin politikalarının neden olduğu sorunları 
çözmek üzerine oturtmuştur (Telatar, 2012: 56-57). 

ABD’nin küresel liderliğini yeniden canlandırmak amacıyla aktif bir dış 
politika izlenmesinden yana olan Obama’ya göre, bu amaçla yapılması gereken, 
dünyanın ortak güvenliği paylaştığı anlayışına dayalı bir küresel liderlik 
sergilenmesiydi. Obama, Amerikan liderliğini yenilemek için Irak savaşının 
sonlandırılması ve dikkatlerin Ortadoğu ve İslam dünyasındaki diğer sorunlar 
üzerine yoğunlaştırılması, nükleer silahların yayılmasının engellenmesi, 
terörizme karşı daha etkili bir küresel strateji geliştirilmesi, ortak tehditlerle 
mücadele etmek ve ortak güvenliği sağlamak için ittifakların, işbirliklerinin ve 
kurumların yeniden inşa edilmesi, adil, güvenli ve demokratik toplumların 
desteklenmesi gerektiğini vurgulamıştır. Görüldüğü gibi Obama yönetiminin dış 
politika gündeminde çoğunluğu Bush döneminden miras kalan pek çok sorun ve 
konu vardı. Dolayısıyla Obama, göreve gelir gelmez bu konularla meşgul 
olmaya başladı (Telatar, 2012: 58-59). 

Obama, Haziran 2009’daki Kahire’deki bir açılış konuşmasında, “hiçbir 
yönetim sisteminin, başkaları tarafından bir ulusa dayatılmaması gerektiği ve 
dayatılamayacağına” dikkat çekerek, ABD ve dünya Müslümanları arasında 
“yeni bir başlangıç” çağrısı yaptı. Mart ayında, İran yılbaşına denk gelen bir 
tarihte Farsça altyazılı bir video yayınlayarak ABD’nin İran ile ilişkilerinde 
(özellikle nükleer silah elde etmeye çalıştığı iddiaları doğrultusunda neo-con’lar 
İran’a bilhassa düşmanca davrandı) onlarca yıldır süren gerilimlerin sona 
erdirilmesini istediğini ilan etti ve Tahran’ı saldırgan anti-Amerikan söylemlerini yumuşatmaya çağırdı. Müslüman dünyaya ulaşmak ve daha kapsamlı bir kültürler arasında anlayış oluşturma yönündeki bu çabalar, ABD’nin “teröre karşı savaşı” yürütme biçimini değiştirmeye yönelik diğer girişimlerle bağlantılıydı. Özellikle işkenceye başvurulmasını yasaklayan bir düzenleme imzalandı ve Guantanamo’daki gözaltı kampının kapatılması (fakat Obama’nın görevdeki ilk yılında yerine getirmeyi vaat ettiği bu sözden kısa sürede vazgeçildi) sözü verildi. Filistin sorununda ilerleme kaydedilmesi konusuna da daha fazla vurgu yapıldı (Heywood, 2013: 274). Böylece Obama pragmatik bir dış politika izlemeye çalıştı. 

Böyle bir pragmatist dış politikada demokrasinin yayılmasının yerinin 
Bush dönemi ile benzerlik arz etmesi beklenemezdi. Nitekim Obama, Bush 
yönetiminin iddialı özgürlük gündemini benimsemekten kaçınmıştır. Bush 11 
Eylül sonrası dönemden itibaren dış politikasını dünyada, özellikle de 
Ortadoğu’da, zorba yönetimleri sona erdirmek üzerine oturtmuştu. Ancak Irak 
savaşı demokrasinin yayılması misyonunu hem ülke içinde hem de uluslararası 
alanda tartışmalı hale getirmişti. Dış politikaya bakışını pragmatist olarak 
nitelendiren Obama ise, ideoloji tarafından yönlendirilen bir dış politika izlemek 
istemediğini, İslam dünyasına yönelik Amerikan ulusal çıkarlarını temel alan 
realist bir politika izlenmesi gerektiğini belirtmiştir. 
Dolayısıyla Obama’nın başkanlığı devralmasıyla artık terörizmin kaynağının kurutulması için toplumların dönüştürülmesi ve demokratik ulusların inşa edilmesi yerine, El-Kaide’nin ve diğer radikal ve terörist örgütlerin bu ülkelerde yeniden güç kazanmasının ve ABD’ye karşı yeni saldırılar düzenlemesinin önlenmesine ağırlık verilmiştir (Telatar, 2012: 59). 

Demokrasinin yayılmasının Amerikan dış politikasındaki yerini yeniden 
tanımlayan Obama’nın bu konudaki yaklaşımının temel unsurları dört noktada 
özetlenebilir. Öncelikle, Obama yönetiminin demokrasinin yayılmasına ilişkin 
politikasını genel olarak dış politikasında benimsediği dünya ile yeniden 
angajman ve işbirliği çabaları çerçevesinde değerlendirmek gerekmektedir. 
Anti-demokratik rejimlere karşı “sınırlı angajman” politikası izlemeye başlayan 
ve Bush yönetiminin bu devletleri nitelendirmek için sık sık kullandığı “haydut 
devlet” ya da “şer ekseni” gibi uluslararası toplumun tepkisini çeken kavramları 
terk eden Obama yönetimine göre, bir yandan terörizmle mücadele, kitle imha 
silahlarının yayılmasının engellenmesi ya da ekonomik bağların güçlendirilmesi 
gibi çıkarlar üzerinde yoğunlaşılırken bir yandan da bireysel hakların ve 
fırsatların genişletilmesine çalışılacak, yani bu rejimlerle bu çıkarlar konusunda 
yürütülen siyasi diyalog insan haklarını geliştirmek için de kullanılacaktı. 
Dolayısıyla Obama yönetimi demokrasinin yayılması çerçevesindeki 
politikaların bu sorunların çözümüne yönelik insiyatiflere ve küresel işbirliği 
çabalarına zarar vermemesine çalışmıştır. 


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR., ;

***

SOĞUK SAVAŞ SONRASI ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 1

 SOĞUK SAVAŞ SONRASI ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 1




Selim KURT. 
Öğr. Göevlisi.,
Giresun Üniversitesi, Keşap Meslek Yüksekokulu 

Özet 

Ortadoğu bölgesi gerek jeo-politik konumu gerekse de zengin fosil enerji kaynakları nedeniyle her zaman için dünyadaki büyük devletlerin güç mücadelesinin merkezinde yer almıştır. I. Dünya Savaşı öncesinde ve iki savaş arası dönemde bölge, büyük ölçüde, dönemin önde gelen güçleri olan İngiltere ve Fransa’nın etkisindeydi. II. Dünya Savaşı’ndan bu ülkelerin tükenmiş bir şekilde çıkmaları ve Sovyet Rusya’nın anılan ülkelerin bıraktığı boşluğu doldurmak için harekete geçmesi gibi nedenlerle o döneme kadar izolasyonist bir politika uygulamakta olan ABD bölgeye doğrudan müdahil olmaya başlamıştır. Özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle dünyadaki tek süper güç haline gelen ABD bölgenin de en önemli aktörü olmuştur. Yürüttüğü politikalarla da bölge siyasetinin temel belirleyicisi konumundadır. 

Giriş 

Ortadoğu ifadesi coğrafi bir tanımlamadan daha çok, siyasi bir tanımlama niteliğinde olup, büyük ölçüde bölge dışındaki büyük güçler tarafından 
oluşturulmuştur. Esasen Ortadoğu bölgesinin sınırları da I. Dünya Savaşı’ndan sonra dönemin egemen güçleri olan İngiltere ve Fransa tarafından çizilmiştir. 
ABD’nin Ortadoğu bölgesine yönelik ilgisi bölgenin zengin petrol yataklarına sahip olduğunun keşfedildiği 1920’li yılları kadar geri götürülebilirse de, bu 
dönemdeki ilgi esasen, ABD’li petrol şirketlerinin bölge petrollerinden pay almaya yönelik çabalarından ibarettir. Bu nedenle ABD’nin ülke olarak 
Ortadoğu’ya yönelik bir politika oluşturması II. Dünya Savaşı’ndan sonraki döneme rastlamaktadır. II. Dünya Savaşı’nı takiben dünyanın SSCB ve 
ABD’nin önderliğinde ideolojik temelli iki kutuplu bir hal alması ve savaş sonrasında SSCB’nin Ortadoğu bölgesindeki ağırlığını artırmaya başlaması ve 
iki savaş arası dönemde bölgenin esas oyuncuları olan İngiltere ve Fransa’nın II. Dünya Savaşı’ndan zayıflayarak çıkmaları dolayısıyla bölgede güç boşluğunun 
oluşması gibi nedenler, birazda kendiliğinden, ABD’yi Ortadoğu politikasının içerisine çekmiştir. Ortadoğu’nun dünya petrol rezervlerinin % 60’dan fazlasına 
ve doğalgaz rezervlerinin ise yaklaşık olarak % 35’ine sahip stratejik bir bölge olması, blok liderleri olan SSCB ve ABD’nin bölge üzerinde hakimiyet yarışına 
girişmesinin temel gerekçesidir. Bölge üzerindeki mücadele Soğuk Savaş sonrası dönemde, SSCB’nin dağılıp, ABD’nin dünyadaki tek süper güç olarak kalmasın  dan sonra da devam etmiştir. SSCB’nin dağıldığı 1991 sonu ile 11 Eylül olaylarının gerçekleştiği 2001 yılına kadar ABD, tek süper güç olarak kalmasına da paralel olarak, özellikle Irak’ın Kuveyt’i işgalinde de görüldüğü üzere, bölgede önemli bir hegemonya kurmuştur, ancak bölgedeki aktivitelerinde şeklen de olsa, bölge devletleri ile uluslararası örgütlerin desteğini almaya özen göstermiş tir. Diğer taraftan 11 Eylül olayları, ABD’nin bölgeye yönelik politikasını sertleştirmiş ve özelikle 2003 yılında Irak’ın işgalinde de görülebileceği üzere, ABD tek taraflı olarak (bölge ülkelerinin ya da uluslararası örgütlerin desteğini aramadan) bölgedeki olaylara müdahale etmiş ve terörizmin kaynağı olarak gördüğü bölgedeki otoriter rejimleri gerekirse zor kullanarak demokratikleştirme politikası gütmüştür. Ancak uygulanan bu politikanın bölgede ABD’nin inandırıcılığını azaltması (yani yumuşak gücünü aşındırması), ABD’ye ekonomik ve askeri olarak zarar vermesi, dünya sahnesine Rusya, Çin vb. gibi büyük güçlerin çıkmaya başlaması ve demokrasinin güç yoluyla promosyonu politikasının Ortadoğu’da köktenci akımları tetiklemesi gibi nedenlerle ABD bu politikasından, özellikle 2009 yılında Başkanlığa Barack Obama’nın seçilmesiyle, vazgeçti. Başkan Obama, Bush döneminde uygulanan politikaların neden olduğu (yukarıda da sayılan) sakıncalar nedeniyle, bölgede ABD’nin yumuşak gücünü aşındıran ve köktenci akımları güçlendiren demokrasinin promosyonu politikasından vazgeçerek, ABD’nin güvenliğini önceleyecek daha pragmatik ve çok-taraflı istikrar politikalarını uygulamaya koymuştur. 

Bu çerçevede, çalışmamızda, bölgeye yönelik ABD politikası, sırasıyla Ortadoğu’nun Jeopolitik Konumu ve Soğuk Savaş Öncesi Ortadoğu’daki Genel 
Durum, Soğuk Savaş ve Soğuk Savaş Sonrası Dönemde ABD’nin Ortadoğu Politikası, 11 Eylül Sonrası ABD’nin Ortadoğu Politikası ile Obama ve Arap 
Baharı başlıkları altında incelenmeye çalışılacaktır. 

1. Ortadoğu’nun Jeopolitik Konumu ve SSCB’nin Dağılmasından Önce Ortadoğu’daki Genel Durum 

Ortadoğu her şeyden önce yalnızca bir bölgenin değil, aynı zamanda o bölgede süre giden düzenin de adıdır. Bu isim ona dışarıdan bakan birileri tarafından konulmuş ve bu coğrafya, bölgedeki müesses nizamın ana referans noktası olan Avrupa’ya belirli bir mesafede konumlandırılmıştır. Ortadoğu bölgesi ve Ortadoğu düzeni Batılı olmadığı gibi, tam Doğulu olarak da kabul edilmemekte dir. Aralarda bir yerde, sanki Batı’nın kıyısına doğru üretilmiş bir “münhasır bölge” statüsündedir. Kendi hukuku ve özgün işleyiş mekanizmaları vardır. 
Bu düzenin çerçevesi 20. yüzyılda çizilmiş ve içi o dönemin koşullarında 
doldurulmuştur (Arıboğan, 2013: 81). 

Günümüzde ‘Ortadoğu’ olarak adlandırılan coğrafya; Türk-İran havzası (Türkiye, İran, Afganistan) Arap Yarımadası (Suudi Arabistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Umman, Katar, Yemen) Bereketli Hilal diye tabir edilen bölge (Irak, İsrail, Ürdün, Lübnan, Suriye) ve Afrika kıtasındaki Mısır’dan müteşekkil dir. Ortadoğu, oldukça geniş bir alana sahip ve barındırdığı petrol rezervleri sebebiyle büyük devletlerin ilgisini daima üzerine çekmiş bir bölgedir. Yaklaşık olarak 15 milyon km² alana ve 450 milyon nüfusa sahiptir. Ortadoğu adeta medeniyetlerin beşiği durumunda olup başta İslam dini olmak üzere Hıristiyanlığın, Yahudiliğin ortaya çıktığı ve yayıldığı bir bölgedir. Deniz havzası bakımından dünyada çok önemli geçiş yollarının bulunduğu (Süveyş, boğazlar, Basra körfezi vb..) önemli bir alandır. Ayrıca bölge, bu özellikleri yanında, ekonomik anlamda da son derece hayati bir öneme sahiptir. 

Dünya petrol rezervlerinin % 60’ından fazlası, doğalgaz rezervlerinin ise yaklaşık %35’i bölgede bulunmaktadır. 

Çok uzun bir süre Osmanlı yönetimi altında kalan Ortadoğu, Osmanlı’nın 
yıkılış sürecinde Batılı emperyalist güçlerin eline geçmeye başlamış, I. Dünya 
Savaşı sonunda da tamamen Batı kontrolüne girmiştir. Osmanlı'yı bu bölgeden 
sürmek ve kendi egemenliklerini bölgeye yaymak isteyen İngiltere ve Fransa, 
özellikle Ortadoğu'nun dünyanın en zengin petrol yataklarını barındırdığının 
fark edilmesiyle birlikte, bölgeyi paylaşma yarışına giriştiler. Bölge üzerinde 
benzeri hayalleri olan Almanya ve Rusya'yı I. Dünya Savaşı ile diskalifiye 
ettikten sonra da bölgeyi gerçekten paylaştılar. 20. yüzyılda bölgeye üçüncü bir 
güç daha girmiştir: Siyonizm, yani Filistin'de bir Yahudi Devleti kurma 
hedefindeki radikal Yahudi milliyetçiliği. Siyonistler Ortadoğu'ya henüz Sultan 
Abdülhamit zamanında girmek istemişler, ama Sultan'ın sert tepkisi nedeniyle 
beklemek zorunda kalmışlardır. Bölgenin Osmanlı İmparatorluğu'nun 
egemenliğinden çıkması, onlar için altın bir fırsat olmuştur. O dönemde, 
Ortadoğu’da, özellikle Ortadoğu’nun doğusunda hâkim güç İngiltere’dir. 

Ancak II. Dünya Savaşı’nın sonunda, İngiltere İmparatorluğunu tasfiye ederken, yavaş da olsa terk ettiği bölgelerden birisi de Ortadoğu’dur (Erol, 2010). 

ABD, dünya sahnesine her ne kadar I. Dünya Savaşı’nda çıkmışsa da 
etkili bir aktör olarak rol üstlenmesi, II. Dünya Savaşı ve sonrasında olmuştur. 
ABD’nin Ortadoğu’ya girişi konjonktürel gelişmelerin de etkisiyle olmuştur 
denilebilir. İngiltere, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde bölgeden çekilmeye 
başlarken; bölgede Amerikan etkisi artmaya başlamıştır (Akbaş, 2011: 2). 

ABD’nin Ortadoğu bölgesinde kendisinin de bulunması gerektiğini anlaması II. Dünya Savaşı sonrasına rastlar. Bunun en önemli nedeni, Soğuk Savaşın getirdiği algılama sonucu ABD’nin, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) bölgeye inmesini önlemek istemesidir. Neticede iki-kutuplu dünya sisteminde kutbun birini oluşturan ABD, bu özelliğine uygun bir rolü uluslar arası arenada oynamak zorundadır, bunun için de enerji kaynaklarına ya sahip olmalı ya da yakın olmalıdır. Kısaca bu kaynakları kontrol etmeli ya da en azından kutbun diğer ucunun stratejik hedeflerini gerçekleştirmesine mani olmalıdır. II. Dünya Savaşı sona ermesiyle, dünya sistem olarak iki-kutuplu bir yapı alırken, Soğuk Savaş yılları başlamış ve dünya yeni bir şekle bürünmeye 
hazırlanmıştır (Erol, 2010). 

Rus Çarları’nın yeni topraklara karşı besledikleri arzular ve Batılı güçlerin, Çarların bu isteklerine verdikleri karşılıklar Soğuk Savaş’ın habercisi 
olmuştur. XIX. yüzyılda Batılı güçler birliği, Avrupa’da Rus yayılmacılığını 
engellemiş ve bu arada Japonlar da aynı işi Asya’da gerçekleştirmiştir. II. 
Dünya Savaşı, Almanların ve Japonların güçlerine son vererek Fransa ve 
İngiltere’yi zayıflatmıştır. Böylece Rus yayılmacılığının önündeki bu geleneksel 
engeller de ortadan kalkmış ve daha da önemlisi, savaşın sona ermesiyle, XIX. 
yüzyıldan beri, Yunanistan’dan Türkiye’ye ve İran üzerinden Afganistan’a 
kadar oluşturulan güvenlik kuşağıyla Ortadoğu ve Yakın Doğu’da Rus  yayılmacılığını engellemiş olan İngiltere, ‘Büyük Oyunu’ devam ettirebilecek 
güçten yoksundur (Knutsen, 2006: 308). 

Bu çerçevede, SSCB’nin önünde yayılmasını engelleyebilecek bir güç kalmadığı ve geleneksel Batılı güçlerin gerilemesini takiben, ABD, bir bakıma mecburen, bu güçlerin boşluğunu doldurmak için dünya meselelerine daha çok müdahil olmaya başladığı için, II. Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile uluslararası sistemin güç yapısı ABD ve SSCB’nin dengeleyici gücü ile iki-kutuplu bir sisteme dönüşmüş ve bu iki devlet II. Dünya Savaşı sonrası dönemde güç için mücadele etmeye başlamıştır. ABD ve SSCB arasındaki mücadele iki zıt ideoloji arasındaki bir mücadele ile etkileme üzerinde bir savaş olmuş ve bu mücadele ve savaş, Soğuk Savaşı hızlandırmıştır. Hasım süper-güçler arasındaki stratejik etki alanlarından biri ise Ortadoğu’dur (Ward, 2006: 1). 

Ortadoğu’nun stratejik önemi, Soğuk Savaş döneminde SSCB’nin yayılmacı bir siyaset takip etmesinden dolayı sürekli artmaya başlamıştır. 

Bunun nedeni de Batılı Devletlerin Sovyetler’in bu yayılmacı politikasını 
önlemek istemeleridir. ABD’nin liderliğini üstlendiği Batı dünyasının yeni 
strateji planlarında Türkiye, Yunanistan ve İran, Yakın Doğu’da Sovyet 
yayılmacılığını önleme politikasında “bir kalkan” olarak görülüyordu. Arap 
ülkelerinin ve İsrail’in Avrupa, Asya ve Afrika arasında “doğal bir köprü” teşkil 
etmelerinden dolayı, bu ülkelerin uluslararası komünizmin eline düşmemeleri 
gerekiyordu (Sönmezoğlu, 1994: 89-90). Bu çerçevede, Amerika’nın II. Dünya 
Savaşı sonrası güvenlik politikasını SSCB’nin çevrelenmesi stratejisi oluşturdu. 

1980 yıllarda dağılma emareleri göstermeye başlayan ve Gorbaçov’un 
iktidara gelmesiyle bu süreci tersine çevirmek için çeşitli reform programları 
uygulamaya koyan SSCB, tüm bu tedbirlere karşın, 1991 yılı sonunda resmen 
dağıldı. SSCB’nin dağılmasıyla çift kutuplu sistem de sona ermiş ve tek-kutuplu 
sistemin başlaması bütün dünyada istikrarsızlıklara yol açmıştır. Ortadoğu 
bölgesi, ABD’nin Soğuk Savaş sonrasında en çok sorunla karşı karşıya kaldığı 
ancak hayati çıkarlarını da korumak zorunda olduğu bir bölgedir. Soğuk 
Savaş’ın sona ermesi ile ABD’nin Ortadoğu’daki durumu ve Ortadoğu’daki 
sorunları yeni bir hal almıştır (Erol, 2010). 

2. Soğuk Savaş Sonrası Dönem ve ABD’nin Ortadoğu Politikası 

1991’de Sovyetler Birliği’nin çökmesi bir dönüm noktasıdır. Bu çöküş, yoğun ideolojik rekabetin damgasını vurduğu uzun dönemi kapamış ve devletle rarası ilişkilerin yeniden düzenlenmesini gündeme getirmiştir. Eski devletler arası yapıların yıkılması benzer jeopolitik yapıları da çözdü. Kitle iletişiminin yeni aygıtlarıyla dikkatleri üzerine çekilen dünya çapındaki belirsizlikleri körükledi ve toptan üretiminin küresel araçları kadar dünyadaki kitle imha araçlarının gelişimini de derinden etkiledi. 

Öncü güç olarak Birleşik Devletler’in yer aldığı Batı, bu mücadelenin 
galibiydi. Pek çok Batılı, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Soğuk Savaş’ın sona 
ermesini büyük bir sevinçle karşıladı. 1990’da uluslararası gelişmeleri izleyen 
Batılı gözlemciler, liberal-demokratik Batı’nın zaferini ilan ederek silahların 
önemli ölçüde azaltılacağı, barış ve refah dönemi yolunun açıldığı iddiasında 
bulundular ve ütopyacı teorileri gündeme getirdiler. Bu çerçevede Birleşik 
Devletler dünyadaki gelişmelerde daha bencilce bir rol oynamaya başladı. 

Irak’ın Kuveyt’i işgali, Yugoslavya’nın şiddetli bir şekilde çözülüşü, Kafkasya ve Ruanda’da kaos ve savaşların patlak vermesi, Soğuk Savaş sonrası iyimser cenahta yer alanları düş kırıklığına ve belirsizliğe sevk etti. Bu gelişmeler acı veren sürprizlerdi ve Soğuk Savaş sonrası siyaseti, sahip olduğu ütopik fikirlerden arındırdı. Söz konusu gelişmeler, Birleşik Devletler’in, hala 
dünyadaki gelişmelerde öncü bir rol oynadığını kanıtladı ve Soğuk Savaş 
sonrası dünyasında düzenin sağlanmasında Amerikan liderliğine ihtiyaç 
duyulduğunu gösterdi. 

Bu itiraf, Amerika’nın eski etkisini yitirmekte olduğu yolundaki görüşleri 
boşa çıkardı ki bu görüşler, 1970’lerin ortalarından beri pek çok uluslararası 
ilişkiler uzmanınca dillendiriliyordu. Bu durum, barış, demokrasi ve insan 
hakları adına uluslararası işbirliği ve Birleşmiş Milletler’in müdahalelerinin 
(Kamboçya, Somali ve Bosna’da) lehine işleyen yeni bir siyasi ortamın var 
olduğunu ileri süren yeni bir siyasal duyarlılık oluşturdu (Knutsen, 2006: 349-352). 

Haziran 1992’deki bir konuşmasında Başkan Bush, Yeni Dünya Düzeni’nden şu şekilde bahsetmekteydi: “dünya şimdiye kadar iki askeri kamptan oluşuyordu, bununla birlikte, şimdiden itibaren dünya üzerinde tek bir süper-güç olacaktır. Dünya, bu durumu kesin bir şekilde, kalbinde herhangi bir korku olmaksızın, kabul edecektir, çünkü bize inanıyorlar ve haklılar. Onlar adaletli ve makul olduğumuza inanıyorlar. Onlar her zaman doğru neyse onu yapacağımıza inanıyorlar.” 

 Daha önce de belirtildiği üzere Soğuk Savaş döneminde ABD’nin dış 
politikası Komünizm’e karşı savaşmaktı. Komünizm tehlikesinin ortadan 
kalkmasını takiben ABD’nin, Ortadoğu ülkelerinin tehditlerinden ülkeleri 
korumayı ve onlara karşı savaşmayı dış politikasındaki temel öncelik haline 
getirdiği açık bir şekilde görülebilir. Benzer şekilde, Irak, İran ve benzeri 
devletler Ortadoğu’daki istikrara yönelik tehdit edici faktörler olarak 
tanımlanmış tır. ABD bu devletleri, kitle imha silahları üreten, şiddeti tetikleyen 
ve terörizmi destekleyen devletler şeklinde tanımlamakta olup, ayrıca bu 
devletler “Haydut Devletler” olarak da adlandırılmaktadır. Amerikan yönetiminin birincil amacı yardımsever bir hegemon olmak ve bu pozisyonunu sürdürmek için gerekli mali, politik, askeri ve coğrafi ihtiyaçları karşılamaktır (Azman, 2012: 97). 

Şüphesiz Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile başlayan yeni dünya düzenin en 
önemli olayı, Irak’ın Kuveyt’i işgali olmuştur. İran-Irak Savaşı bittikten iki yıl 
sonra, 1 Ağustos 1990’da, Saddam, Kuveyt’in tarihsel olarak Irak’ın bir eyaleti 
olduğu ve kaçak olarak Irak petrolünü çıkardığı gerekçeleriyle bu devleti işgal 
etti. Saddam’ı harekete geçiren asıl etken Körfez petrollerine egemen olmaktı 
ve 1990 yılına gelindiğinde Körfez, saldırısına her zamankinden daha açıktı. 
Üstelik Saddam, İran’a karşı başarısından cesaretlenmişti ve o başarının dış 
destekle sağlanan sığ bir zafer olduğunu düşünecek kafa yapısına da sahip değildi. 

Irak’ın Kuveyt’i işgali ABD Başkanı Bush’u ve başta Suudi Arabistan 
olmak üzere bölgedeki müttefiklerini harekete geçirdi. Bosna-Hersek 
bunalımınkinden farklı olmak üzere, Kuveyt’in işgali yalnız bölgeyi değil, 
petrol kaynaklarının denetimi dolayısıyla tüm uluslararası sitemi tehdit 
etmekteydi. ABD hiç zaman kaybetmeksizin, NATO ve çeşitli Arap 
devletlerinin katıldığı çokuluslu bir ittifak kurdu ve bölgede askeri yığınak 
yapılmaya başlandı. Birlemiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi, aldığı bir 
kararla, 15 Ocak 1991 tarihine kadar Kuveyt’ten çekilmediği taktirde Irak’a 
karşı silahlı harekata girişileceğini açıkladı. Saddam ültimatoma uymayı 
reddedip Kuveyt’ten birliklerini çekmeyince, 17 Ocak’ta savaş başladı. 23 
Şubatta Kuveyt’i kurtarmaya yönelik kara harekatı başlatıldı ve önemli bir 
direnme göstermeyen Irak, 4 gün içinde yenildi ve 27 Şubatta ateşkes 
anlaşmasına varıldı (Sander, 2000: 508-510). 

Körfez Savaşı’nın önemli sonuçlarından biri, şüphesiz, Irak’ın esaslı bir 
şekilde ezilerek, bölgede sivrilmek ve başkaldırmak isteyen diğer devletler için 
bir “örnek” haline getirilmesidir. Tabii, aynı zamanda, Amerika’nın 
Ortadoğu’da fakat özellikle petrol kaynağı olan Basra Körfezi’nde tam ve 
tartışmasız bir kontrol kurmasıdır. Sovyetler Birliği dağılmamış olsaydı, 
Amerika Basra Körfezi’nde bu üstünlüğü ele geçirebilir veya devam ettirebilir 
miydi, tabii çok tartışılabilir. 

Körfez Savaşı’nın sonunda Amerika’nın bölgede kazandığı üstünlüğün 
bir diğer belirtisi de, şimdi Amerika’nın Ortadoğu’ya yeni bir düzen getirmek 
istemesiydi. Başkan Bush, 6 Mart 1991 günü, Amerikan Kongresi’nin ortak 
toplantısında yaptığı konuşmada, Ortadoğu’nun barış ve istikrarı için şu dört 
ilkeyi ortaya attı: 

i) Amerika’nın hayati çıkarlarının müstakar ve güvenlikli bir Körfez’e 
bağlı olması dolayısıyla, Ortadoğu’da bir güvenlik sisteminin kurulması. Bu 
güvenlik sistemi bölge ülkeleri tarafından gerçekleştirilmeli fakat Amerika da 
buna yardımcı olmalıdır. 

ii) Bölgede kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesi ve buna önce 
Irak’tan başlanması. 

iii) Ortadoğu’nun istikrarı bakımından, İsrail ile komşuları arasında, 242 
ve 338 sayılı kararlara dayanan kapsamlı bir barışın gerçekleştirilmesi. 

iv) Ortadoğu doğal kaynaklar bakımından zengindir. Bu zenginlik (yani 
petrol ve su) bütün bölge ülkelerinin refahı için kullanılmalıdır. 

Diğer taraftan, Amerikan Savunma Bakanı Dick Cheney de 1991 
Nisan’ında yaptığı bir konuşmada, Ortadoğu’nun, petrol kaynaklarının, 
Amerikan çıkarlarına ters düşen herhangi bir devletin kontrolü altında olmasına, 
Amerika’nın izin vermeyeceğini söylemiştir. 

Görülüyor ki, Körfez Savaşı ile Amerika ağırlığını Ortadoğu’ya koyarken, ortaya attığı ilkelerle de, Ortadoğu yeni bir yapılanmada yol almaya 
başlıyordu (Armaoğlu, 2012: 1054-1055). 

Körfez Savaşı aynı zamanda Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD’nin 
dünya üzerindeki hegemon gücünün de bir kanıtıdır. Şöyle ki; Amerika, 
dünyanın stratejik olarak önemi bulunan her tarafındaki donanmaları, hava 
üsleri ve kara kuvvetleriyle yer kürenin her yerine gerçekten “erişebilme” 
kapasitesine; ayrıca da acil bir tehlike durumu karşısında bu pozisyonları 
takviye edebilme yeteneğine sahip olan tek ülkedir. 1990’da Irak’ın Kuveyt’i 
işgaline verdiği karşılık bu yeteneklerinin esnekliğini ve kapsamını ortaya 
koymuştur; birkaç ay zarfında Suudi Arabistan’a 1.500 uçak ile 500.000 asker 
(ağır zırhlı birlikler dahil) gönderip, Akdeniz’i Basra Körfezi’ni ve Hint 
Okyanusu’nu uçak gemileriyle doldurarak bu son zamanlarda eşi emsali 
görülmemiş bir askeri güç sergilemiştir (Kennedy, 1999: 377). 

Körfez Savaşı’nın en önemli ve uzun vadeli sonuçlarından bir diğeri ise 
tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da köktenci akımların güçlenmesidir. Bölgede 
1945’den beri üzerinde en çok konuşulan ve tüm siyasal partilerin 
programlarının başında yer verdikleri konu olan Arap Birliği büyük bir darbe 
yemiştir. Körfez Savaşı’nda Arapların ayrı ayrı saflarda kümelenmeleri ve kendi 
ulusal devletlerinin olduğu kadar Batı’nın çıkarlarını da korumak için aralarında 
savaşmaları, Arap Birliği düşüncesini de ortadan kaldırdı. 

Ayrıca Körfez Savaşı, bölgenin kabileler, mezhepler ve yerel asiler 
arasındaki çatışmalara ve yeni yeni bölünmelere ve kaosa sürüklenmesi 
olasılığını da artırdı. Bölgede “ulus-devlete” ortak ve tam bir bağlılık hemen 
hemen yok gibidir. Üstelik bölge devletlerinin çoğunun sınırları yerel 
dinamikler, etnik ve dinsel yapı dikkate alınmaksızın, emperyalist devletler 
tarafından ve onların geçici çıkarları doğrultusunda çizilmiştir. Dolayısıyla 
Irak’ın Kuveyt’i işgali ve büyük ölçüde bölge dışı güçler tarafından yenilgiye 
uğratılması, bu “Lübnanlaşma” sürecini hızlandırıcı bir etki yapmıştır. 

Savaşın bir başka önemli sonucu ise, İran’ın bölgede kazandığı yeni 
ağırlıktır. Her şeyden önce, Körfez’in en güçlü iki devletinden birinin 1991’de 
uğradığı ağır yenilgi ve sonrasında Irak’a uygulanan ekonomik ambargo, ötekini 
göreli olarak üstün duruma getirmiştir (Sander, 2000: 512-513). 

Körfez Savaşı nedeniyle bölgeye yönelik ABD müdahalesinin, özellikle, 
bölgedeki kökten dinciliği, Amerikan karşıtlığını desteklemesiyle birlikte adım 
adım 11 Eylül olaylarına gelinirken Clinton'la beraber başlayan barış içinde bir 
dünya atmosferi beklentisi George W. Bush dönemiyle birlikte tarihe karıştı. 
IRA silah bırakmaya girişirken, Barak-Arafat görüşmesinin ucunda Nobel Barış 
Ödülü beklenmeye başlanmışken önce İsrail’deki seçimlerde Şaron’un 
kazanması ve hemen onu takip eden 11 Eylül şoku ABD'nin bütün savunma 
algısını değiştirmiştir (Erol, 2010). 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR., ;

***

23 Ekim 2018 Salı

SOĞUK SAVAŞ SONRASI ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 2

SOĞUK SAVAŞ SONRASI ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 2


4. Obama Dönemi ve Arap Baharı 

ABD son derece farklı etnik gruplardan oluşan bir halka sahip olmasına 
rağmen, demokratikleşmenin dünya genelinde desteklenmesi konusunda ülke 
içinde bir konsensüs mevcuttur. Bunun nedeni, dünyada demokrasinin 
yayılması düşüncesinin Amerikan ulusal kimliğinin şekillenme aşamalarına 
kadar geri gitmesi ve Amerikan dış politikasında yerine getirilmesi gereken bir 
misyon olarak görülmesidir. Kapitalizm, bireysel özgürlük ve insan ilerlemesi 
bu siyasal kültürün temel özelliklerini oluşturmaktadır. Amerikalılar bu 
değerleri evrensel olarak görmekte ve tüm dünyanın benimsemesi gerektiğine 
inanmaktadır. Dolayısıyla demokrasinin yayılması misyonu, Amerikan halkının 
tüm insanlık için iyi olduğuna inanılan liberal demokratik ilkeleri ve insanlık 
tarihi boyunca denenmiş en iyi yönetim biçimi olan liberal demokrasiyi tüm 
dünyaya yaymak ve böylece dünyadaki diğer ulusları kurtarmak için Tanrı 
tarafından seçilmiş bir ulus olduğu yönündeki güçlü inanca dayanmaktadır. Bu 
inanç günümüze kadar varlığını korumuş ve Amerikan dış politikası üzerinde 
etkili olmuştur (Telatar, 2012: 55). 

Özellikle 11 Eylül sonrası Bush Yönetimi altında demokrasi promosyonu 
özel bir şekil almıştır. Demokrasi promosyonu geleneğindeki bu tarzı Bush 
yönetimi “Özgürlük Gündemi” olarak adlandırmış ve ABD’nin büyük 
stratejisini yeniden şekillendirmiştir. Demokrasiyi getirmek için askeri 
müdahalenin gerektiğinde agresif olarak kullanılabileceği tezine dayanan bir 
“zorlayıcı” yaklaşımdır. Bu yaklaşımın neden ve nasıl geliştiği konusunda 
tartışmalar olsa da, Bush yönetiminin iktidara gelmesinden 11 Eylül 
saldırılarına kadar olan dönemde bu tarz bir zorlayıcı demokrasi promosyonu 
görülmez. Bush’un zorlayıcı politikaya geçmesi bir yandan 11 Eylül saldırıları 
ile bir yandan da ABD’nin maddi kabiliyetlerinin gelişmesi ve içeride yeni-
muhafazakar bir milliyetçi politikanın hakim olmasıyla ilişkilidir. Buna göre, 
eğer Ortadoğu’da diktatörlükler yıkılır da yerine demokrasiler kurulursa, 
bölgedeki ABD karşıtlığı sona erer, El Kaide gibi örgütlerle de köklü bir 
mücadele mümkün olabilirdi. Bu şekilde ortaya çıkan Bush doktrini 
çerçevesinde ABD Ortadoğu’daki demokrasi projelerine eşi görülmemiş 
miktarlarda kaynak ayırarak, otoriter rejimleri devirmek için yola koyuldu. İki 
temel eksene dayanan bu yaklaşıma göre, liberal/seküler ya da Bush 
yönetiminin deyimiyle demokrasi-yanlısı unsurlar desteklenecekti. Böylece 
kurulacak yeni yönetimle İslamcılar marjinal konuma düşürülüp tasfiye edilecek 
ve ABD’ye tehdit oluşturan İslamcı hareketler de sona erecekti (Duran ve 
Yılmaz, 2012: 28). Bu amaçla, aktif bir politika izleyen ve pek çok resmi 
insiyatife girişen Bush yönetimi, Irak’ta askeri müdahale yoluyla Saddam 
Hüseyin rejimini devirmiş, İran ve Suriye gibi devletler üzerinde büyük bir 
baskı uygulamaya başlamış, Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan’daki halk 
ayaklanmaları sonucu gerçekleşen rejim değişikliklerine dolaylı olarak destek 
vermiştir. 

Ancak bu amaçla gerçekleştirilen rejim değişiklikleri, özellikle de 2003 
yılındaki Irak Savaşı, uluslararası toplumun büyük tepkisini çekmiş, bu 
misyonun imajı üzerinde derin hasarlara neden olmuştur. Bu durumu telafi etme görevi ise yeni başkana, yani Barack Obama’ya kalmıştır. Selefinden oldukça olumsuz bir miras devralan Obama, dış politikasını ABD’nin uluslararası 
imajını düzeltmek ve Bush yönetiminin politikalarının neden olduğu sorunları 
çözmek üzerine oturtmuştur (Telatar, 2012: 56-57). 

ABD’nin küresel liderliğini yeniden canlandırmak amacıyla aktif bir dış 
politika izlenmesinden yana olan Obama’ya göre, bu amaçla yapılması gereken, 
dünyanın ortak güvenliği paylaştığı anlayışına dayalı bir küresel liderlik 
sergilenmesiydi. Obama, Amerikan liderliğini yenilemek için Irak savaşının 
sonlandırılması ve dikkatlerin Ortadoğu ve İslam dünyasındaki diğer sorunlar 
üzerine yoğunlaştırılması, nükleer silahların yayılmasının engellenmesi, 
terörizme karşı daha etkili bir küresel strateji geliştirilmesi, ortak tehditlerle 
mücadele etmek ve ortak güvenliği sağlamak için ittifakların, işbirliklerinin ve 
kurumların yeniden inşa edilmesi, adil, güvenli ve demokratik toplumların 
desteklenmesi gerektiğini vurgulamıştır. Görüldüğü gibi Obama yönetiminin dış 
politika gündeminde çoğunluğu Bush döneminden miras kalan pek çok sorun ve 
konu vardı. Dolayısıyla Obama, göreve gelir gelmez bu konularla meşgul 
olmaya başladı (Telatar, 2012: 58-59). 

Obama, Haziran 2009’daki Kahire’deki bir açılış konuşmasında, “hiçbir 
yönetim sisteminin, başkaları tarafından bir ulusa dayatılmaması gerektiği ve 
dayatılamayacağına” dikkat çekerek, ABD ve dünya Müslümanları arasında 
“yeni bir başlangıç” çağrısı yaptı. Mart ayında, İran yılbaşına denk gelen bir 
tarihte Farsça altyazılı bir video yayınlayarak ABD’nin İran ile ilişkilerinde 
(özellikle nükleer silah elde etmeye çalıştığı iddiaları doğrultusunda neo-con’lar 
İran’a bilhassa düşmanca davrandı) onlarca yıldır süren gerilimlerin sona 
erdirilmesini istediğini ilan etti ve Tahran’ı saldırgan anti-Amerikan 
söylemlerini yumuşatmaya çağırdı. Müslüman dünyaya ulaşmak ve daha 
kapsamlı bir kültürler arasında anlayış oluşturma yönündeki bu çabalar, 
ABD’nin “teröre karşı savaşı” yürütme biçimini değiştirmeye yönelik diğer 
girişimlerle bağlantılıydı. Özellikle işkenceye başvurulmasını yasaklayan bir 
düzenleme imzalandı ve Guantanamo’daki gözaltı kampının kapatılması (fakat 
Obama’nın görevdeki ilk yılında yerine getirmeyi vaat ettiği bu sözden kısa 
sürede vazgeçildi) sözü verildi. Filistin sorununda ilerleme kaydedilmesi 
konusuna da daha fazla vurgu yapıldı (Heywood, 2013: 274). Böylece Obama 
pragmatik bir dış politika izlemeye çalıştı. 

Böyle bir pragmatist dış politikada demokrasinin yayılmasının yerinin 
Bush dönemi ile benzerlik arz etmesi beklenemezdi. Nitekim Obama, Bush 
yönetiminin iddialı özgürlük gündemini benimsemekten kaçınmıştır. Bush 11 
Eylül sonrası dönemden itibaren dış politikasını dünyada, özellikle de 
Ortadoğu’da, zorba yönetimleri sona erdirmek üzerine oturtmuştu. Ancak Irak 
savaşı demokrasinin yayılması misyonunu hem ülke içinde hem de uluslararası 
alanda tartışmalı hale getirmişti. Dış politikaya bakışını pragmatist olarak 
nitelendiren Obama ise, ideoloji tarafından yönlendirilen bir dış politika izlemek 
istemediğini, İslam dünyasına yönelik Amerikan ulusal çıkarlarını temel alan 
realist bir politika izlenmesi gerektiğini belirtmiştir. Dolayısıyla Obama’nın 
başkanlığı devralmasıyla artık terörizmin kaynağının kurutulması için 
toplumların dönüştürülmesi ve demokratik ulusların inşa edilmesi yerine, El-
Kaide’nin ve diğer radikal ve terörist örgütlerin bu ülkelerde yeniden güç 
kazanmasının ve ABD’ye karşı yeni saldırılar düzenlemesinin önlenmesine 
ağırlık verilmiştir (Telatar, 2012: 59). 

Demokrasinin yayılmasının Amerikan dış politikasındaki yerini yeniden 
tanımlayan Obama’nın bu konudaki yaklaşımının temel unsurları dört noktada 
özetlenebilir. Öncelikle, Obama yönetiminin demokrasinin yayılmasına ilişkin 
politikasını genel olarak dış politikasında benimsediği dünya ile yeniden 
angajman ve işbirliği çabaları çerçevesinde değerlendirmek gerekmektedir. 
Anti-demokratik rejimlere karşı “sınırlı angajman” politikası izlemeye başlayan 
ve Bush yönetiminin bu devletleri nitelendirmek için sık sık kullandığı “haydut 
devlet” ya da “şer ekseni” gibi uluslararası toplumun tepkisini çeken kavramları 
terk eden Obama yönetimine göre, bir yandan terörizmle mücadele, kitle imha 
silahlarının yayılmasının engellenmesi ya da ekonomik bağların güçlendirilmesi 
gibi çıkarlar üzerinde yoğunlaşılırken bir yandan da bireysel hakların ve 
fırsatların genişletilmesine çalışılacak, yani bu rejimlerle bu çıkarlar konusunda 
yürütülen siyasi diyalog insan haklarını geliştirmek için de kullanılacaktı. 
Dolayısıyla Obama yönetimi demokrasinin yayılması çerçevesindeki 
politikaların bu sorunların çözümüne yönelik insiyatiflere ve küresel işbirliği 
çabalarına zarar vermemesine çalışmıştır. 

Obama yönetiminin demokrasinin yayılması konusundaki yaklaşımının 
ikinci unsuru, model oluşturma görüşüne öncelik verilmesidir. Demokrasinin 
hiçbir ulusa dışarıdan empoze edilemeyeceğini açıkça ifade ederek ve her 
toplumun kendisi için en iyi olan ve kendi kültüründe ve geleneklerinde yer alan 
yolu izlemesi gerektiğini belirterek Bush dönemindeki aktivist korumacı 
yaklaşımı eleştiren Obama, Amerikan demokratik modelinin güçlendirilmesinin 
demokrasinin yayılmasındaki öneminden bahsederek model oluşturma görüşüne 
verdiği önemi ortaya koymuştur. 

Üçüncüsü, Bush’tan farklı olarak, Obama’nın demokrasi konusunu daha 
az tartışmalı olan insan hakları konusunun içine yerleştirmesidir. Nitekim 2010 
yılındaki stratejide demokrasi ve insan haklarının yayılması aynı başlık içinde 
yer almış ve bu başlık altında da daha çok insan haklarına ağırlık verilmiştir. 
Stratejide düşünceleri ifade etme, toplantı yapma, ibadet etme, liderleri seçme 
özgürlükleri ile insan onuru, hoşgörü, eşitlik, adalet gibi Amerikan ulusunun 
üzerine kurulu olduğu değerlerin aynı zamanda evrensel olduğuna inandıkları, 
bu değerleri benimseyen ulusların daha başarılı ve ABD’ye karşı daha barışçı 
oldukları, ABD’nin de bu değerler üzerine kurulduğu ve bu değerleri dünya 
genelinde yaymak için çalışacakları ifade edilmiştir. 

 Dördüncü ise, Obama yönetiminin demokrasinin yayılması çabalarını 
kalkınma konusundaki çabalar ile ilişkilendirmesidir. Buna göre, savunuculuğu 
yapılan demokratik değerlerin dünyada kabul görmesi için halkların günlük 
yaşamlarında ilerlemeler olması gerekmekte, zira dünya nüfusunun yarısı 
ekonomik, siyasal, yasal ve sosyal açıdan baskı altında bulunup 
marjinalleşmeye maruz kalıyorsa demokrasiyi geliştirmenin de tehlikeye 
girmesi söz konusu olmaktaydı. Böylece Obama, yönetiminin demokrasinin 
yayılması konusundaki yaklaşımını oldukça geniş bir çerçeveye oturtarak insan 
hakları ve kalkınma ile birlikte değerlendirmiş, bunların birbirlerini 
güçlendireceğine inanmıştır (Telatar, 2012: 63-66). 

Obama yönetiminin demokrasinin yayılmasına yönelik yaklaşımını daha 
iyi analiz edebilmek için dünya genelinde demokratikleşme bağlamında yaşanan 
gelişmeler karşısında nasıl bir tepki verdiğine bakmak gerekmektedir. 

Obama’nın demokrasinin yayılmasına ilişkin politikası, başkanlığının ilk 
yılında üç önemli gelişme ile sınanmıştır. Öncelikle, İran’da 12 Haziran 
2009’da gerçekleşen tartışmalı seçimlerden sonra Tahran ve diğer büyük 
şehirlerde başlayan protesto hareketleri ve yönetimin bunları sert müdahalelerle 
bastırması karşısında temkinli bir politika izlemiş ve İran muhalefetinin 
seçimlerin demokratik niteliği konusundaki iddialarını kabul etmekte isteksiz 
davranmıştır. İran’a karşı izlediği angajman politikası çerçevesinde Tahran ile 
iletişim kanallarını açık tutmaya ve bu ülkenin iç işlerine karışmamaya özen 
gösteren Obama yönetimi ise, seçimleri eleştirmesi ve muhalif aday Hüseyin 
Musevi’yi desteklemesinin İran’da radikallerin güç kazanmasını sağlayacağını, 
ABD hakkındaki olumsuz imajı güçlendireceğini ve bu ülkenin nükleer 
faaliyetlerine yönelik olarak yürütülen diplomatik çabaları olumsuz 
etkileyeceğini düşünmüş, dolayısıyla İran’ın nükleer programı konusunda bir 
çözüme varılmasını demokratikleşme konusundan daha ivedi bir sorun olarak 
görerek pragmatist bir politika izlemiştir. 

 Obama yönetiminin karşılaştığı bir diğer gelişme, Honduras’ta 
seçimlerle iş başına gelen Devlet Başkanı Manuel Zeleya’ya karşı 28 Haziran 
2009’da gerçekleştirilen askeri darbe olmuştur. Darbeye verilen uluslararası 
tepkinin büyük olmasına rağmen, Obama yönetiminin darbeyi kınaması ve 
Zeleya’nın görevine dönmesi çağrısında bulunması oldukça geç olmuştur. 
Bunun da ötesinde, Amerikan Devletleri Örgütü’nün Honduras’a ekonomik 
yaptırım uygulanmasına ve Zeleya’nın ülkeye dönmesi için hazırlanan plana, 
istikrarsızlığa neden olacağı gerekçesiyle karşı çıkmıştır. Darbe yönetiminin 
anti-demokratik uygulamalarına ve insan hakları ihlallerine de oldukça geç ve 
zayıf bir tepki veren Obama yönetimi, darbe yönetimine ekonomik yaptırım 
uygulamaya sıcak bakmamıştır. 29 Kasım 2009’da Porfirio Lobo’nun 
galibiyetiyle sonuçlanan ve pek çok insan hakları ihlallerinin gölgesinde 
gerçekleşen seçimler çoğu Latin Amerika ülkesi tarafından tanınmamasına 
rağmen, Obama yönetimi seçimleri ileriye yönelik bir adım olarak 
tanımlamıştır. 

Obama yönetimi ayrıca, Afganistan’da 20 Ağustos 2009’da gerçekleşen 
tartışmalı devlet başkanlığı ve 2010’da gerçekleşen parlamento seçimlerinden 
sonra da, bu ülkede istikrarın sağlanmasında Hamit Karzai’nin işbirliğine 
duyduğu ihtiyaç nedeniyle, yüksek sesle eleştiride bulunmayı tercih etmemiştir. 
Washington’un Karzai yönetimine kapalı kapılar ardında baskı yaptığı yönünde 
haberler gelmiş, fakat ne Obama’dan ne de üst düzey bir yetkili tarafından 
yaşananları kınayan bir açıklama gelmemiştir. Obama yönetiminin bu tavrı, 
Bush’un Afganistan’ın demokratikleştirilmesi amacını terk ederek ABD’nin bu 
ülkeye yönelik politikasının hedefini güvenliğin sağlanması olarak 
sınırlandırmasından kaynaklanmaktadır. 

Obama, başkanlığının daha ilk yılında karşı karşıya kaldığı bu üç 
gelişmeye yönelik politikalarında demokratikleşmeden ziyade güvenlik ve 
istikrara öncelik vermesi nedeniyle pek çok çevreden eleştiri almıştır. Bu 
politikalar Obama’nın dış politika söyleminde demokrasinin yayılmasının 
merkezi konumunu zayıflatması ile birlikte değerlendirilmiş ve ABD’nin 
demokrasinin yayılması misyonuna eskisi kadar önem vermediği iddialarının 
ortaya atılmasına neden olmuştur. Dolayısıyla demokrasinin yayılmasına 
yeterince önem vermediği eleştirilerini boşa çıkarmak için çaba sarf eden 
Obama’nın bu demokrasi sınavlarında başarılı bir performans gösterememesi, 
bu çabalarını sonuçsuz bırakmıştır. 

Obama yönetiminin demokrasinin yayılmasına yönelik politikasının test 
edildiği asıl gelişme ise “Arap Baharı” olarak nitelendirilen ve pek çok 
Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkesini etkisi altına alan halk ayaklanmaları 
olmuştur (Telatar, 2012: 68-70). 2011 yılının ilk aylarında Kuzey Afrika ve 
Orta Doğu’da gerçekleşen bu halk ayaklanmaları, muhalif “genç nüfus 
şişkinliğinin” iletişim teknolojisi araçlarına daha fazla ulaşabilmesiyle 
gerçekleşen hızlı siyasi uyanışın canlı birer örneğidir. Bu ayaklanmalar bozuk 
ve sorumsuz ulusal yönetimlere karşı duyulan kızgınlıkla ortaya çıktı. İşsizlik, 
siyasi hakların tanınmaması ve süresi uzatılan “olağanüstü” yasalardan 
kaynaklanan yereldeki öfke ve hüsran, ayaklanmaları hazırlayan itici gücü 
sağladı. On yıllar boyunca süren iktidarlarında güvende olan liderler, bir anda 
kendilerini emperyal dönemin sona ermesinden bu yana Orta Doğu’da 
başlamakta olan siyasi uyanışla karşı karşıya buldular (Brzezinski, 2012: 42). 

 Obama yönetiminin 17 Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan ve daha sonra 
pek çok ülkeye sıçrayarak Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’de liderlerin 
devrilmesine neden olan halk ayaklanmaları karşısındaki politikasını 
netleştirmesi oldukça zor olmuştur. Zira Obama yönetimi, selefinin 
demokrasinin yayılması misyonu üzerinde bıraktığı olumsuz imajı düzeltmek ile 
Arap dünyasında yaşanan demokratik ayaklanmalara ABD’nin tarihsel 
misyonunun bilincinde olarak destek vermek gibi bir ikilemle karşı karşıya 
kalmıştır. Ayrıca bazı ülkelerde ABD’nin müttefiki olan liderlere yönelik 
gösterilerin düzenlenmesi Obama yönetiminin pozisyonunun netleştirmesini 
daha da zorlaştırdı. Obama yönetiminin ayaklanmalar karşısındaki 
politikalarında, karşı karşıya bulunduğu bu çıkmazın neden olduğu kafa 
karışıklığının izlerini görmek mümkündür (Telatar, 2012: 70). 

Tunus’ta Muhammed bin Buazizi’nin 17 Aralık 2010’da kendini benzin 
dökerek canına kıymasıyla başlayan halk hareketi, Zeynel Abidin Bin Ali’nin 
eşiyle 14 Ocak 2011’de Suudi Arabistan’a kaçmasıyla 23 yıllık iktidarını 
“kansız” bir şekilde sonlandırdı (Tekin, 2011). Bu ayaklanmalara tüm dünya 
gibi ABD de hazırlıksız yakalanmıştı. Ayaklanmalar tüm Tunus’a yayılırken, 
Obama yönetimi Bin Ali’nin ülkesini terk etmesine kadar oldukça sessiz 
kalmıştır. Tunus yönetiminin göstericilere yönelik aşırı güç kullanması ancak 11 
Ocak’ta Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklama ile eleştirilmiş, Obama 
ise bu konu hakkında ilk kez 14 Ocak 2011’de konuşmuştur. Oysa Bin Ali aynı 
gün, bu konuşmadan önce ülkesini terk etmişti. Obama’nın ayaklanmanın bu 
aşamasına kadar sessiz kalması ABD’nin bölgede bir kez daha istikrarı 
demokrasiye tercih ettiği yorumlarına neden olmuştur. 

Ayaklanmalar bölgede İran’a karşı ABD’nin desteklediği Sünni ılımlı 
İslam ittifakının en güçlü üyelerinden biri olan, İsrail ile yakın ilişkileri 
bulunan, bu nedenle de Amerikan yardımlarını en fazla alan ikinci ülke olan 
Mısır’a sıçrayınca Obama yönetiminin pozisyonunu netleştirmesi daha da 
zorlaşmıştır. Özellikle Irak savaşından sonra Amerikan karşıtlığının arttığı 
Ortadoğu’da demokratik yollardan seçilecek yönetimlerin geçmiş politikaları 
devam ettirmesinin oldukça zor olması nedeniyle Obama yönetimi Mısır’da 25 
Ocak 2011’de başlayan ayaklanmalar karşısında oldukça yavaş hareket etmiştir 
(Telatar, 2012: 70). İlaveten ABD yönetimi, Arap Baharı’nda, ‘oyunun başını 
çeken’ olmak istemezken, gelişmeleri şekillendirmek için de bölgedeki uzun 
süreli ilişkilerini kullanmıştır. Bu durum, ABD’nin on yıllar boyunca finanse 
ettiği ordunun zenginleştirdiği generalleri ve askeri üst yönetimin, muhtemelen, 

Mübarek yönetiminin iç çemberindeki diğer ilişkilerinden daha çok 
Washington’un hamiliğine ihtiyaç duyduğu Mısır’da daha açıktır. Tahrir 
meydanındaki protestolar sırasında ABD diplomasisi dikkate alındığında, 
Amerika’nın ilişkileri çerçevesinde, tüm seviyelerde gerçekleştirilen temaslarla 
-Beyaz Saray’daki Joe Biden’dan Pentagon’daki orta-seviyeli bir subaya kadar- 
Mısır ordusunun uyguladığı sürekli şiddetin bir resmi çizilmiş olup, bu resim, 
Mısır güçlerinin hiçbir koşul altında protestoculara ateş açılmaması hususunda 
ısrarcı olunmasına yönelik diplomatik niyeti güçlendirmiştir. Mübarek ile iyi 
koordine edilmeyen temaslar ve Beyaz Saray’ın karmaşık sinyalleri, Mısır 
Başkanlığı’nın, protestoculara reform hususunda belirsiz vaatlerde bulunarak 
gücü elde tutmasına ilişkin artan şekildeki garip çabalarına neredeyse tamamen 
katkıda bulunmuştur (Kitchen, 2012: 56). Ancak muhaliflerin bu seçeneği kabul 
etmemesi üzerine, Mübarek’in 9 ay sonra yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı 
seçimlerine aday olmaktan vazgeçmesi için ikna çabaları yürütülmüştür. Ne 
muhaliflerin ne de Mübarek’in bunu kabul etmemesi üzerine Mısır’da yönetim 
değişikliğinin engellenmesi iyice zorlaşmıştır. 

 Obama yönetimi de bu durumu fırsata dönüştürmek için çaba sarf etmiş, 
Arap halkından yana bir tutum alarak ülkesinin bölgedeki imajını düzeltmeye 
çalışmıştır. Bu bağlamda Mübarek’in gitmesini sağlamak için Mısır ordusu ile 
işbirliği yapmış ve Mübarek sonrası geçiş sürecini ordu aracılığıyla kontrol 
etmeye çalışmıştır. Mısır’daki ayrıcalıklı konumunu kaybetmemek için siyasi 
süreci kontrolünde tutmak isteyen ordu da Mübarek’e verdiği desteği geri 
çekmiş, bunun üzerine Mübarek 11 Şubat’ta istifa etmek zorunda kalmıştır. 
Mısır’da yaşanan olaylarda öncelikli amacı halkın demokratik taleplerinin 
desteklenmesinden ziyade mevcut rejimin korunması olan ABD bunu önce 
Mübarek’in de koltuğunu koruyacağı bir şekilde sağlamaya çalışmış, bu 
mümkün olmayınca da Mısır’da rejimin temelini oluşturan ve Washington’un 
ülkedeki asıl müttefiki olan ordu aracılığıyla bu amacını gerçekleştirmiştir. 

Ayaklanmalar uzun zaman geçmeden Libya’ya da sıçramış, Muammer 
Kaddafi’nin 15 Şubat 2011’de başlayan gösterileri güç kullanarak bastırmaya 
çalışması karşısında pek çok ülkeden tepki gelirken politikasını belirlemekte 
zorlanan Obama yönetimi belli bir süre hareketsiz kalmıştır. İlk etapta öncelikli 
amacını Amerikan vatandaşlarını korumak ve güvenli bir şekilde tahliye etmek 
olarak belirleyen ve Libya’daki insan hakları ihlallerini ise kınamakla yetinen 
Obama yönetiminden Kaddafi’nin görevi bırakması gerektiğine ilişkin ilk 
açıklama ise 26 Şubat’ta gelmiştir. Muhaliflerin kararlı mücadelesi ve 
koltuğunu bırakmamakta ısrarcı olan Kaddafi’nin güç kullanmaya devam etmesi 
üzerine krizin siyasal yollarla çözümü imkânsız hale gelmiş, dolayısıyla askeri 
müdahale seçeneğinin gündeme alınması gerekmiştir. Ancak Irak’ta yaşanan 
olumsuz tecrübe nedeniyle Obama yönetimi herhangi bir İslam ülkesine karşı 
bir askeri müdahalede bulunmaktan yana değildi. Bu durumda en iyi alternatif, 
gerçekleştirilecek müdahalenin uluslararası bir müdahale olduğu görüntüsü 
yaratmak ve operasyonda sınırlı bir rol alarak ABD’yi geri planda tutmaktı 
(Telatar, 2012: 71). 

Nitekim, BM Güvenlik Konseyi, 26 Şubat 2011’de Libya’ya ambargo 
uygulanmasına dair 15 üye ülkenin oybirliğiyle aldığı 1970 sayılı kararına 
Libya lideri Muammer Kaddafi rejiminin isyancı sivilleri katletmeye devam 
ederek uymaması sonucu yeni bir adım attı. Konsey, Libya’daki gelişmelerin 
uluslararası barış ve güvenliği tehdit ettiği gerekçesiyle on üye ülkenin kabul ve 
beş üye ülkenin de çekimser oy kullandığı 17 Mart 2011’deki 1973 sayılı 
kararında “acil ateşkes” talep ederken Libya üzerinde “uçuşa yasak bölge” (no-
fly zone) oluşturulmasını onayladı. 1973 sayılı kararda BM Güvenlik Konseyi 
üyelerinin Libya’daki sivillerin korunması için gerekli tüm önlemleri alabileceği 
ile her türlü yabancı işgal gücünün ülke topraklarında bulunmayacağı özellikle 
vurgulandı (Tekin, 2011). Güvenlik Konseyi’nin 1973 sayılı kararının ardından 
19 Mart’ta başlatılan “Şafak Yolculuğu” operasyonunda ilk bombayı Fransa 
atmış, Washington operasyonun komutasını çabucak (31 Mart’ta) NATO’ya 
devrederek askeri operasyonun ABD’nin öncülüğünde yürütüldüğü görüntüsü 
oluşmasını engellemek istemiştir. Bunda büyük ölçüde başarılı da olmuş, hem 
ABD’nin Libya halkının demokratik mücadelesine destek olduğu imajı yaratmış 
hem de bu askeri müdahale iç ve uluslararası kamuoyundan fazla tepki 
çekmemiştir. ABD’nin Kaddafi rejimi ile uzun yıllar oldukça kötü olan ilişkileri 
2003 sonlarından itibaren belli ölçüde düzelmiş olsa da, Kaddafi gibi istikrarsız 
bir liderin devrilmesinin Amerikan çıkarları açısından faydalı olacağının 
düşünülmesi Obama’nın operasyona destek vermesinde etkili olmuştur. Ayrıca 
Fransa’nın başı çektiği Avrupa ülkeleri ile Ortadoğu ülkelerinin büyük desteği 
söz konusu olmasaydı Obama’nın Libya halkının demokratik taleplerine destek 
vermekte muhtemelen bu kadar istekli davranmayacağı da söylenebilir. 

Arap dünyasını etkisi altına alan ayaklanmalar 27 Ocak 2011’de, El-
Kaide’nin Ortadoğu’da en güçlü olduğu ülkelerden biri olan Yemen’de de 
başlamıştır. Obama, ayaklanmalar sonucunda Ali Abdullah Salih’in devrilmesi 
halinde bu ülkenin Washington’un El-Kaide ile mücadelesine verdiği desteğin 
kesilebileceği endişesiyle, olası bir rejim değişikliğini engellemek için büyük 
çaba sarfetmiştir. Ayaklanmalar giderek şiddetlendikçe ve El-Kaide bu 
durumdan avantaj sağladıkça Obama yönetimi kendi kontrolünde gerçekleşecek 
bir lider değişikliğinin en iyi çözüm olacağını düşünmüş, bu bağlamda Körfez 
İşbirliği Konseyi’nin anlaşma çabalarını desteklemiştir. Nitekim aylar süren 
çabaların sonunda, 23 Kasım 2011’de Salih, yönetimi, yardımcısı Abed Rabbo 
Mansour Hadi’ye devretmesini öngören anlaşmayı imzalamıştır. Yemen’de 
Salih’ten bağımsız olarak hareket edebilecek kamu kurumları bulunmadığı için 
rejimin devrilmesi durumunda anarşi ortamının oluşacağı ve El-Kaide’nin 
bundan fayda sağlayacağı endişesiyle, Obama yönetimi rejimin korunup 
muhalefeti yatıştırmak için sadece devlet başkanının değiştirilmesine yönelik bir 
politika izlemiştir. 

Nüfusunun %70’ini Şiiler oluşturmakla birlikte yönetimin Sünni olduğu 
Bahreyn’de 14 Şubat 2011’de başlayan ayaklanmalar ise, Obama’yı, ABD’nin 
Ortadoğu’daki deniz kuvvetlerine ev sahipliği yapan ülkede Şii bir yönetimin 
başa gelmesi durumunda bu işbirliğinin ortadan kalkacağı ve bölgedeki güç 
dengesinin İran lehine değişeceği endişesine sokmuştur. Bu nedenle rejim ile 
muhalifler arasındaki iplerin kopmasının engellenmesi için büyük çaba sarfeden 
Obama, ayaklanmaları güç kullanarak bastırmaya çalışan Bahreyn yönetimini 
eleştirerek şiddete başvurmaması için baskı uygulamış, Körfez İşbirliği 
Konseyi’nin askeri yardım göndermesini eleştirmiştir. Nitekim Washington’un 
büyük teşvikiyle, Kral Hamad bin Isa Al Khalifah Temmuz ayında ulusal 
diyalog çağrısı yapmış, gösteriler sırasında yaşananları araştırmak için 
komisyon kurmuştur. Dolayısıyla Bahreyn’de yaşanan ayaklanmalarda öncelikli 
amacı statükonun bozulmasına izin verilmemesi olan Obama, Manama’ya 
yaptırım uygulamamış, Al Khalifah’a görevi bırakma çağrısında bulunmamış, 
hatta Bahreyn’e silah satışına devam etmiştir. 

Diğer taraftan, Suriye’de 26 Ocak 2011’de başlayıp Mart ortalarında 
iyice şiddetlenen ve halen devam eden ayaklanmalarda muhalifler uzun süredir 
direnmelerine rağmen henüz bir netice alamamış, Esad yönetimi göstericilere 
karşı şiddet uygulamış, ABD’nin çabaları ise şiddet eylemlerini durdurma 
konusunda yetersiz görülmüştür (Telatar, 2012: 71-73). Suriye’de, Esad 
yönetiminin baskıları, Amerikan dış politikasının alet çantasına, daha sınırlı bir 
alandaki seçenekleri empoze etmiştir. Rejimi ortadan kaldıracak baskı gücü 
olmadığı için ABD, İran ile ittifakının ve Rusya ve daha dar bir boyutta Çin 
tarafından engellenen BM rotasına ilişkin yönetsel vaatlerinin sonucunda izole 
olmaya çalışmış ve açık bir şekilde ikna edici olmayan ateşkese arabulucuk 
yapma görevini Kofi Annan’a bırakmıştır (Kitchen, 2012: 57). Bu nedenle 
Obama yönetiminin Suriye’deki ayaklanmalara yönelik politikası, diğer 
örneklerden daha büyük eleştiri almıştır. Ayaklanmalar ABD için, Esad 
rejiminin devrilmesi ve Sünni bir yönetimin iş başına gelmesi durumunda İran 
ve Hamas önemli bir müttefikini kaybedeceği için fırsat, yeni yönetim 
döneminde Suriye’nin İran ve Irak’taki Şii yönetimlerle ilişkileri bozulabileceği 
için de risk oluşturmaktaydı. Bu nedenle Obama yönetimi uzun bir süre Esad 
rejiminin devrilmesini destekleme konusunda çekingen davranmış, Esad’ın 
görevden ayrılması çağrısı ise ancak 18 Ağustos’ta gelmiştir. Bu süre içinde 
Suriye’ye göstericilere karşı şiddet kullanılmaması uyarısında bulunmuş ve 
Esad rejimi üzerinde baskı uygulamak için ekonomik yaptırımlar uygulamıştır 
(Telatar, 2012: 73). 

Obama’nın bu adımlarının işe yaramaması Libya’da yapıldığı gibi askeri 
seçeneğin neden gündeme alınmadığı eleştirilerini gündeme getirmiştir. Ancak 
Rusya ve Çin’in muhalefeti nedeniyle BM Güvenlik Konseyi’nin izninin 
mümkün olmaması, Suriye’nin Libya’dan daha güçlü bir orduya sahip olması, 
muhaliflerin yönetime karşı savaşacak yeterli silahlı güce sahip olmaması, Irak 
ve İran gibi Suriye’nin yakın komşularının askeri müdahaleye karşı olmasından 
dolayı yeterli bölgesel destekten yoksun olunması gibi nedenlerle Washington 
askeri müdahalede bulunmaktan kaçınmıştır. Fakat yaptırımların etkili 
olmaması nedeniyle, Obama yönetimi, Esad üzerindeki baskıyı artırmak ve 
görevi bırakmaya zorlamak için Avrupa Birliği, Arap Birliği ve bölge 
ülkeleriyle birlikte çalışmaktadır. Bir yandan da Esad sonrası dönemde Irak’ta 
olduğu gibi bir iç savaş yaşanmaması için muhaliflere birlik olmaları yönünde 
baskı yapmakta, bu nedenle tüm güvenlik sorunlarına rağmen büyükelçisini geri 
çekmemektedir. Görüldüğü üzere Obama yönetimi Suriye halkının demokratik 
taleplerine destek olmak için çaba sarf etmekle birlikte, bu yöndeki adımlarını 
atarken oldukça dikkatli davranmakta ve ülkesini Irak’ta olduğu gibi bir 
çıkmazın içine sokmamaya büyük özen göstermektedir. 

Bütün bunların sonucunda, başkanlığının ilk yılında karşı karşıya kaldığı 
İran, Honduras ve Afganistan’daki anti-demokratik gelişmeler karşısında 
demokrasinin yayılması misyonu açısından başarılı bir performans 
sergileyemeyen Obama yönetiminin Arap Baharı sırasındaki politikasının da 
hegemon olmanın sorumluluklarının yerine getirilmesi açısından çok fazla 
tatmin edici olmadığını söylemek mümkündür. Bunun en önemli nedeni, 

Obama yönetiminin Arap ayaklanmalarına yönelik politikasında demokrasinin 
yayılması misyonundan ziyade Amerikan ulusal çıkarlarını koruma amacının 
daha baskın olmasıdır. Obama her seferinde Ortadoğu halklarının demokratik 
taleplerinin destekçisi olduklarını ifade etmesine rağmen, bu desteğin yerine 
getirilmesi konusunda çok fazla çaba sarf etmemiştir. Mısır ve Yemen’de 
liderlerin görevi bırakmalarını sağlamak için yürüttüğü çabalar, Libya’ya 
düzenlenen askeri müdahalede yer alması, Suriye’deki ayaklanmalarda Esad 
rejiminin devrilmesi için bölge ülkelerinin çabalarını teşvik etmesi Obama 
yönetiminin bu süreçteki somut adımları olarak sayılabilecekken, burada 
öncelikli amaç mevcut krizlerin Amerikan çıkarları açısından mümkünse kazanç 
ile, mümkün olmaması halinde ise en az zarar ile sonuçlanmasının sağlanması 
olmuştur (Telatar, 2012: 73-74). 


Sonuç 

Tarihsel olarak bakıldığında, Ortadoğu bölgesi, I. Dünya Savaşı’ndan 
önceki dönemde, petrolün yaygın bir şekilde keşfi ve kulanım teknolojisinin 
gelişmesine kadar, daha çok stratejik bir geçiş yolu olarak uluslararası 
gündemde önemli bir rol oynamıştır. 1823 yılında kabul ettiği izolasyonist 
Monreo Doktrini dolayısıyla, ABD kendi kabuğuna çekilmiş bir halde 
bulunduğundan, Ortadoğu bölgesi üzerinde hakimiyet mücadelesi veren en 
önemli güçler İngiltere, Fransa ve Rusya’dır. I. Dünya Savaşı dolayısıyla 
Monreo Doktrini’ne ara verip savaşta etkin bir rol oynamışsa da, ABD’nin 
savaşın bitmesini takiben tekrar kabuğuna çekilmesi ve Rus İmparatorluğu’nun 
ise Bolşevik İhtilali nedeniyle kendi iç işleriyle uğraşmaya başlaması nedeniyle, 
bu dönemde bölgedeki en önemli oyuncular İngiltere ve Fransa olmuştur. 
Ancak 1945 yılında II. Dünya Savaşı’nın, ABD ve SSCB’nin başını çektiği, 
aralarında İngiltere ve Fransa’nın da yer aldığı blok tarafından kazanılması 
sonucunda, ABD I. Dünya Savaşı’ndan sonra da olduğu gibi tekrar kabuğuna 
çekilmek istemiştir. Ancak SSCB’nin Avrupa’nın içlerine kadar sokulması 
nedeniyle artan etkisi, Fransa’nın savaş sırasında işgale uğraması nedeniyle 
harap bir halde olması ve İngiltere’nin de ekonomik ve politik olarak savaştan 
bitik bir şekilde çıkması nedeniyle, ne İngiltere ne de Fransa’nın SSCB’nin 
üstünlüğüne karşı duracak hali olmadığı için, ABD bu sefer daha aktif bir halde 
uluslararası siyasetin içerisine dahil olmaya başlamıştır. Savaşta Almanya’nın 
yenilmesi ve Fransa ve İngiltere’nin de yıpranmış bir şekilde savaştan çıkması 
nedeniyle, SSCB ve ABD iki süper-güç olarak dünya sahnesindeki yerlerini 
almaya başlamışlardır. Savaş öncesi dönemde Ortadoğu’ya hakim olan Fransa 
ve İngiltere’nin eski güçlerinden uzak olması nedeniyle, Ortadoğu’da oluşan 
güç boşluğunu SSCB’nin doldurmaması için ABD, birazda mecburen, 
Ortadoğu’ya doğrudan müdahil olmak durumunda kalmıştır. Bu politikanın 
uygulanmasının en önemli örnekleri ise Truman ve Eisenhower Doktrinleridir. 
Ortadoğu’nun stratejik bir geçiş yolu olması özelliğinin yanı sıra, özellikle, I. 
Dünya Savaşı’ndan sonra, bu bölgede zengin petrol yataklarının da 
keşfedilmesi, iki rakip gücün bu bölge üzerindeki mücadelesini daha da 
şiddetlendirmiştir. İki tarafta, bölge ülkelerini kendi saflarına çekmek için sıkı 
bir yarış içerisine girmiş olup, birbirlerinin etki alanlarını kısıtlamaya 
çalışmışlardır. Bu mücadele iki-kutuplu sistemin mantığına da uygun bir 
şekilde, aynı zamanda, ideolojik bir mücadele olarak da cereyan etmiştir. 
Bölgede tıpkı dünya gibi iki-kutuplu bir yapıya bürünmüştür. 

1991 yılına gelindiğinde SSCB’nin dağılması, iki-kutuplu dünya 
düzeninin sonu olmuştur. SSCB’nin dağılması Batı’da tam bir zafer 
sarhoşluğuna neden olmuş ve sürekli barışın hakim olacağı liberal-demokratik 
bir dünya düzeninin kurulacağı beklentisi yaratmıştır. Ancak özellikle 
Yugoslavya’nın dağılması sonucunda çıkan kanlı çatışmalar ve Ruanda’da 
gerçekleşen iç savaş yeni döneme ilişkin ütopik düşüncelerin yerini daha realist 
bir bakış açısına bırakmasına neden olmuştur. Uluslararası sistemin yapısı 
açısından bu dönemin en belirleyici özelliği, SSCB’nin çökmesiyle birlikte, 
ABD’nin tek süper-güç olarak kalmasıyla sistemin yapısının tek-kutuplu bir hal 
almasıdır. Ancak ABD bu dönemde çok-taraflı bir politika uygulamaya özen 
göstermiş olup, bu politikanın bir yansıması olarak, Soğuk Savaş’ın sona 
ermesiyle Ortadoğu’da Irak’ın Kuveyt’i işgali sonucunda patlak veren krize 
müdahale için ABD’nin BM ve pek çok bölge devletinin desteğini alarak Irak’a 
müdahale etmesi gösterilebilir. 

Ancak bu süreçte fazla uzun sürmemiştir. Özellikle 20 Ocak 2001 yılında 
Başkanlığa seçilen George W. Bush ile Amerikan politikası değişme sinyalleri 
vermeye başlamıştır. Bush yönetiminde ağırlığı bulunan neo-muhafazakar 
kanat, askeri müdahaleyi de içerecek şekilde, ABD’nin daha aktif bir dış 
politika izlemesini istemektedir. Bush’un göreve gelmesinin 8. ayında 
gerçekleşen 11 Eylül terörist saldırıları ise bu anlayışı daha da keskinleştirmiş 
olup, ABD 11 Eylül saldırılarına “teröre karşı savaş” stratejisini ilan ederek 
cevap vermiştir. Bu strateji çerçevesinde sadece terör örgütlerine değil, bunlara 
yardım ve yataklı eden ülkelere de doğrudan ABD müdahalesi öngörülmektedir. 

Bu kapsamda Başkan Bush aralarında Afganistan, İran, Irak, Kuzey Kore, 
Suriye ve Libya’nın da yer aldığı bir haydut devletler listesi yayınlamıştır. 
Takiben, ABD, önce 2001 yılında Afganistan’a saldırarak Taliban rejimini kısa 
sürede devirmiş ve 2003 yılında da Irak’a saldırarak, hızlı bir şekilde Saddam’ı 
da devirmeyi başarmıştır. Bunlar görünüşte kolay kazanılan zaferlerdi ancak, 
müdahalelerden sonra bu bölgelerde ABD’ye karşı isyan savaşlarının çıkması, 
anılan bölgelerde köktenci İslamcılığın yayılması ve söz konusu müdahalelerin 
BM kararı olmaksızın tek-taraflı bir şekilde gerçekleştirilmesi dolayısıyla gerek 
müttefikleri arasında gerekse de Müslüman dünyada ABD’ye karşı tepkiler 
oluşması gibi nedenlerle müdahaleler ABD’nin yumuşak gücünün aşınmasına 
neden oldu. 

Söz konusu müdahaleler sonucunda, ABD güçlerinin işgal edilen 
ülkelerde isyan savaşlarıyla karşılaşması, bahsi geçen ülkelerde başlangıçta 
tahmin edilen dönüşümlerin gerçekleştirilememesi nedeniyle işgal süresinin 
uzaması ve bunun ABD’ye ekonomik ve askeri açıdan büyük bir külfet 
yüklemesi ve işgaller dolayısıyla Müslüman ülkelerde ABD’ye karşı artan tepki, 
Bush’u ikinci başkanlık döneminde, az da olsa tek-taraflı politikalarını 
yumuşatmaya itmiştir. Özellikle bu yumuşama, 2009’da Barack Obama’nın 
Başkanlığa seçilmesiyle etkisini daha fazla hissettirmeye başladı. Barack 
Obama, Bush döneminde izlenen politikaların ABD’ye zarar verdiğini görerek, 
bu politikalardan dönüş yapmak istedi. Bu maksatla başkanlığının daha üçüncü 
gününde İsrail-Filistin barış sürecini yeniden başlatmak için eski senatör George 
Mitchell’i Ortadoğu özel temsilcisi olarak atamış, Guantanamo esir kampının 
kapatılması ve Şubat sonunda Amerikan askerlerinin Irak’tan çekilmesi emrini 
vermiş, Mart’ta İran Yeni Yılı nedeniyle bir mesaj göndermiş ve takiben İran’ın 
nükleer sorunu konusunda diplomatik görüşmelere başlanmış, Mayıs’ta İsrail’i 
Yahudi yerleşimlerini durdurmaya çağırmış, Haziran başlarında Kahire’de 
yaptığı konuşmayla İslam dünyası ile ilişkilerini yeni bir çerçeveye oturtmaya 
çalışmış, daha göreve geldiği ilk yıl Rusya ile ilişkileri yeniden düzeltmeye 
uğraşmış, Çin’i ziyaret etmiş, Avrupa’nın güvenini yeniden kazanmak için çaba 
sarfetmiş ve ekonomik iyileşme ve iklim değişikliği ile enerji bağımlılığı gibi 
sorunlara ağırlık vermiştir. 

Görüldüğü gibi ABD, Obama yönetimiyle birlikte daha pragmatik bir 
şekilde çok-kutuplu bir politika uygulamaya başlamıştır. Ayrıca dünyanın yapısı 
da artık tek-kutuplu çehresinden uzaklaşmıştır. Şöyle ki, özellikle Bush 
döneminde izlenen “teröre karşı savaş” stratejisi ABD ekonomisine büyük bir 
zarar vermiş olup, konjektürel olarak da zor durumda olan kapitalist sistem 
nedeniyle ABD özellikle son dönemde önemli ekonomik zorluklar yaşamaya 
başlamıştır, ayrıca 2009 yılında dünyanın en büyük ihracatçısı ve 2010 yılında 
ise dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olan Çin’in yıllık %10’luk büyüme 
hızını devam ettirmesi halinde 2020 yılında ekonomik olarak ABD’yi geçeceği 
tahmin edilmektedir. Diğer taraftan Putin yönetiminin uyguladığı politikalarla 
birlikte toparlanma yoluna giren doğal kaynak zengini Rusya Federasyon’u, 
dünya enerji fiyatlarındaki artışlara da paralel olarak, uluslararası alanda 
yeniden etkili bir aktör haline gelmeye başlamıştır. 

Tüm bu faktörleri göz önünde bulunduran ABD, 2011 yılında Tunus’ta 
fitili ateşlenen Arap Baharı olarak adlandırılan ve özellikle Kuzey Afrika ve 
Ortadoğu bölgesi ülkelerinde etkisini gösteren halk ayaklanmalarına tek-taraflı 
olarak müdahil olmak istememiş, bahsi geçen olaylarda ABD’nin çıkarlarını ön 
planda tutan ve istikrarı önceleyen pragmatik politikalar takip ederek, bölge 
ülkelerine tek taraflı olarak müdahale etmekten kaçınmış, müdahale edilmesi 
zorunluluğu ortaya çıktığında ise, Libya olayında da görüldüğü üzere, BM 
Güvenlik Konseyi kararı çerçevesinde, NATO gibi uluslararası niteliğe sahip bir 
güvenlik örgütü aracılığıyla müdahale edilmesi taraftarı olmuştur. Bu çerçevede 
Arap Baharı’na ABD’nin bakışının, Obama iktidarı ile birlikte şekillenen 
ABD’nin yeni Ortadoğu politikasının izlerini taşıdığı açık bir şekilde görülebilmektedir. 


KAYNAKLAR 

Akbaş, Zafer (2011), “ABD’nin Ortadoğu Politikalarının Sürdürülebilirliği ve Ortadoğu’da Güç Mücadelesi”, History Studies, Özel Sayı 2011. 
Altunışık, Meliha Benli (2009), “Ortadoğu ve ABD: Yeni Bir Döneme Girilirken”, Ortadoğu Etütleri, 1 (1): 70-81. 
Arıboğan, Deniz Ülke (2013), Büyük Resmi Görmek, 2. Baskı, İstanbul: Timaş Yayınları. 
Armaoğlu, Fahir (2012), 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, 18. Baskı, İstanbul: Alkım Yayınevi. 
Azman, Kübra Dilek (2012), “The Middle East Policy of America After the Cold War”, International Journal of Human Resource Studies, 2 (2): 97-115. 
Brzezinski, Zbigniew (2012), Stratejik Vizyon: Amerika ve Küresel Güç Buhranı, çev. Sezen Yalçın ve Abdullah Taha Orhan, İstanbul: Timaş Yayınları. 
Duran, Burhanettin ve Yılmaz, Nuh (2012), “Ortadoğu'da Modellerin Rekabeti: Arap Baharı'ndan Sonra Yeni Güç Dengeleri”, Türk Dış Politikası Yıllığı 2011. 
Erol, Hikmet (2010), Geçmişten Günümüze ABD’nin Ortadoğu Politikası, 
http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/amerika/252-gecmisten-gunumuze-abdnin-ortadogu-politikasi (19.10.2013). 
Heywood, Andrew (2013), Küresel Siyaset, çev. Nasuh Uslu ve Haluk Özdemir, Ankara: Adres Yayınları. 
Kennedy, Paul (1999), Yirmi Birinci Yüzyıla Hazırlanırken, çev. Fikret Üçcan, 3. Baskı, Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. 
Kitchen, Nicholas (2012), The Contradictions of Hegemony: The United States and the Arab Spring, 
http://www.lse.ac.uk/IDEAS/publications/reports/pdf/SR011/FINAL_LSE_IDEAS__UnitedStatesAndTheArabSpring_Kitchen.pdf (25 Ekim 2013), 53-58. 
Knutsen, Torbjon L. (2006), Uluslararası İlişkiler Teorisi Tarihi, (Çev. Mehmet Özay), İstanbul: Açılım Kitap. 
Sander, Oral (2000), Siyasi Tarih, 8. Baskı, Ankara: İmge Kitabevi. 
Sönmezoğlu, Faruk (1994), Türk Dış Politikasının Analizi, İstanbul: Der Yayınları. 
Tekin, Segah (2011), İnsani Müdahale Kavramı ve Libya’nın Geleceği, 
https://dosya.sakarya.edu.tr/Dokumanlar/2013/622/819165410_insani_mudahale_kavrami_ve_libya_gelecegi_analiz.pdf (22.07.2013). 
Telatar, Gökhan (2012), “Barack Obama’nın Dış Politikasında Demokrasinin Yayılması Misyonu”, Alternatif Politika, 4 (1): 54-83. 
Ünal Ünsal (2013), “11 Eylül Olayı Ertesinde AKP Dönemi”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, 
Belgeler, Yorumlar (Cilt III: 2001-2012), İstanbul, İletişim Yayınları. 
Ward, Brandon M. (2006), The Shift in United States Foreign Policy in 
the Middle East Since 1989, Department of Government and International 
Affairs, College of Arts and Sciences, University of South Florida. 


***