SOĞUK SAVAŞ SONRASI ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 1
Selim KURT.
Öğr. Göevlisi.,
Giresun Üniversitesi, Keşap Meslek Yüksekokulu
Özet
Ortadoğu bölgesi gerek jeo-politik konumu gerekse de zengin fosil enerji kaynakları nedeniyle her zaman için dünyadaki büyük devletlerin güç mücadelesinin merkezinde yer almıştır. I. Dünya Savaşı öncesinde ve iki savaş arası dönemde bölge, büyük ölçüde, dönemin önde gelen güçleri olan İngiltere ve Fransa’nın etkisindeydi. II. Dünya Savaşı’ndan bu ülkelerin tükenmiş bir şekilde çıkmaları ve Sovyet Rusya’nın anılan ülkelerin bıraktığı boşluğu doldurmak için harekete geçmesi gibi nedenlerle o döneme kadar izolasyonist bir politika uygulamakta olan ABD bölgeye doğrudan müdahil olmaya başlamıştır. Özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle dünyadaki tek süper güç haline gelen ABD bölgenin de en önemli aktörü olmuştur. Yürüttüğü politikalarla da bölge siyasetinin temel belirleyicisi konumundadır.
Giriş
Ortadoğu ifadesi coğrafi bir tanımlamadan daha çok, siyasi bir tanımlama niteliğinde olup, büyük ölçüde bölge dışındaki büyük güçler tarafından
oluşturulmuştur. Esasen Ortadoğu bölgesinin sınırları da I. Dünya Savaşı’ndan sonra dönemin egemen güçleri olan İngiltere ve Fransa tarafından çizilmiştir.
ABD’nin Ortadoğu bölgesine yönelik ilgisi bölgenin zengin petrol yataklarına sahip olduğunun keşfedildiği 1920’li yılları kadar geri götürülebilirse de, bu
dönemdeki ilgi esasen, ABD’li petrol şirketlerinin bölge petrollerinden pay almaya yönelik çabalarından ibarettir. Bu nedenle ABD’nin ülke olarak
Ortadoğu’ya yönelik bir politika oluşturması II. Dünya Savaşı’ndan sonraki döneme rastlamaktadır. II. Dünya Savaşı’nı takiben dünyanın SSCB ve
ABD’nin önderliğinde ideolojik temelli iki kutuplu bir hal alması ve savaş sonrasında SSCB’nin Ortadoğu bölgesindeki ağırlığını artırmaya başlaması ve
iki savaş arası dönemde bölgenin esas oyuncuları olan İngiltere ve Fransa’nın II. Dünya Savaşı’ndan zayıflayarak çıkmaları dolayısıyla bölgede güç boşluğunun
oluşması gibi nedenler, birazda kendiliğinden, ABD’yi Ortadoğu politikasının içerisine çekmiştir. Ortadoğu’nun dünya petrol rezervlerinin % 60’dan fazlasına
ve doğalgaz rezervlerinin ise yaklaşık olarak % 35’ine sahip stratejik bir bölge olması, blok liderleri olan SSCB ve ABD’nin bölge üzerinde hakimiyet yarışına
girişmesinin temel gerekçesidir. Bölge üzerindeki mücadele Soğuk Savaş sonrası dönemde, SSCB’nin dağılıp, ABD’nin dünyadaki tek süper güç olarak kalmasın dan sonra da devam etmiştir. SSCB’nin dağıldığı 1991 sonu ile 11 Eylül olaylarının gerçekleştiği 2001 yılına kadar ABD, tek süper güç olarak kalmasına da paralel olarak, özellikle Irak’ın Kuveyt’i işgalinde de görüldüğü üzere, bölgede önemli bir hegemonya kurmuştur, ancak bölgedeki aktivitelerinde şeklen de olsa, bölge devletleri ile uluslararası örgütlerin desteğini almaya özen göstermiş tir. Diğer taraftan 11 Eylül olayları, ABD’nin bölgeye yönelik politikasını sertleştirmiş ve özelikle 2003 yılında Irak’ın işgalinde de görülebileceği üzere, ABD tek taraflı olarak (bölge ülkelerinin ya da uluslararası örgütlerin desteğini aramadan) bölgedeki olaylara müdahale etmiş ve terörizmin kaynağı olarak gördüğü bölgedeki otoriter rejimleri gerekirse zor kullanarak demokratikleştirme politikası gütmüştür. Ancak uygulanan bu politikanın bölgede ABD’nin inandırıcılığını azaltması (yani yumuşak gücünü aşındırması), ABD’ye ekonomik ve askeri olarak zarar vermesi, dünya sahnesine Rusya, Çin vb. gibi büyük güçlerin çıkmaya başlaması ve demokrasinin güç yoluyla promosyonu politikasının Ortadoğu’da köktenci akımları tetiklemesi gibi nedenlerle ABD bu politikasından, özellikle 2009 yılında Başkanlığa Barack Obama’nın seçilmesiyle, vazgeçti. Başkan Obama, Bush döneminde uygulanan politikaların neden olduğu (yukarıda da sayılan) sakıncalar nedeniyle, bölgede ABD’nin yumuşak gücünü aşındıran ve köktenci akımları güçlendiren demokrasinin promosyonu politikasından vazgeçerek, ABD’nin güvenliğini önceleyecek daha pragmatik ve çok-taraflı istikrar politikalarını uygulamaya koymuştur.
Bu çerçevede, çalışmamızda, bölgeye yönelik ABD politikası, sırasıyla Ortadoğu’nun Jeopolitik Konumu ve Soğuk Savaş Öncesi Ortadoğu’daki Genel
Durum, Soğuk Savaş ve Soğuk Savaş Sonrası Dönemde ABD’nin Ortadoğu Politikası, 11 Eylül Sonrası ABD’nin Ortadoğu Politikası ile Obama ve Arap
Baharı başlıkları altında incelenmeye çalışılacaktır.
1. Ortadoğu’nun Jeopolitik Konumu ve SSCB’nin Dağılmasından Önce Ortadoğu’daki Genel Durum
Ortadoğu her şeyden önce yalnızca bir bölgenin değil, aynı zamanda o bölgede süre giden düzenin de adıdır. Bu isim ona dışarıdan bakan birileri tarafından konulmuş ve bu coğrafya, bölgedeki müesses nizamın ana referans noktası olan Avrupa’ya belirli bir mesafede konumlandırılmıştır. Ortadoğu bölgesi ve Ortadoğu düzeni Batılı olmadığı gibi, tam Doğulu olarak da kabul edilmemekte dir. Aralarda bir yerde, sanki Batı’nın kıyısına doğru üretilmiş bir “münhasır bölge” statüsündedir. Kendi hukuku ve özgün işleyiş mekanizmaları vardır.
Bu düzenin çerçevesi 20. yüzyılda çizilmiş ve içi o dönemin koşullarında
doldurulmuştur (Arıboğan, 2013: 81).
Günümüzde ‘Ortadoğu’ olarak adlandırılan coğrafya; Türk-İran havzası (Türkiye, İran, Afganistan) Arap Yarımadası (Suudi Arabistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Umman, Katar, Yemen) Bereketli Hilal diye tabir edilen bölge (Irak, İsrail, Ürdün, Lübnan, Suriye) ve Afrika kıtasındaki Mısır’dan müteşekkil dir. Ortadoğu, oldukça geniş bir alana sahip ve barındırdığı petrol rezervleri sebebiyle büyük devletlerin ilgisini daima üzerine çekmiş bir bölgedir. Yaklaşık olarak 15 milyon km² alana ve 450 milyon nüfusa sahiptir. Ortadoğu adeta medeniyetlerin beşiği durumunda olup başta İslam dini olmak üzere Hıristiyanlığın, Yahudiliğin ortaya çıktığı ve yayıldığı bir bölgedir. Deniz havzası bakımından dünyada çok önemli geçiş yollarının bulunduğu (Süveyş, boğazlar, Basra körfezi vb..) önemli bir alandır. Ayrıca bölge, bu özellikleri yanında, ekonomik anlamda da son derece hayati bir öneme sahiptir.
Dünya petrol rezervlerinin % 60’ından fazlası, doğalgaz rezervlerinin ise yaklaşık %35’i bölgede bulunmaktadır.
Çok uzun bir süre Osmanlı yönetimi altında kalan Ortadoğu, Osmanlı’nın
yıkılış sürecinde Batılı emperyalist güçlerin eline geçmeye başlamış, I. Dünya
Savaşı sonunda da tamamen Batı kontrolüne girmiştir. Osmanlı'yı bu bölgeden
sürmek ve kendi egemenliklerini bölgeye yaymak isteyen İngiltere ve Fransa,
özellikle Ortadoğu'nun dünyanın en zengin petrol yataklarını barındırdığının
fark edilmesiyle birlikte, bölgeyi paylaşma yarışına giriştiler. Bölge üzerinde
benzeri hayalleri olan Almanya ve Rusya'yı I. Dünya Savaşı ile diskalifiye
ettikten sonra da bölgeyi gerçekten paylaştılar. 20. yüzyılda bölgeye üçüncü bir
güç daha girmiştir: Siyonizm, yani Filistin'de bir Yahudi Devleti kurma
hedefindeki radikal Yahudi milliyetçiliği. Siyonistler Ortadoğu'ya henüz Sultan
Abdülhamit zamanında girmek istemişler, ama Sultan'ın sert tepkisi nedeniyle
beklemek zorunda kalmışlardır. Bölgenin Osmanlı İmparatorluğu'nun
egemenliğinden çıkması, onlar için altın bir fırsat olmuştur. O dönemde,
Ortadoğu’da, özellikle Ortadoğu’nun doğusunda hâkim güç İngiltere’dir.
Ancak II. Dünya Savaşı’nın sonunda, İngiltere İmparatorluğunu tasfiye ederken, yavaş da olsa terk ettiği bölgelerden birisi de Ortadoğu’dur (Erol, 2010).
ABD, dünya sahnesine her ne kadar I. Dünya Savaşı’nda çıkmışsa da
etkili bir aktör olarak rol üstlenmesi, II. Dünya Savaşı ve sonrasında olmuştur.
ABD’nin Ortadoğu’ya girişi konjonktürel gelişmelerin de etkisiyle olmuştur
denilebilir. İngiltere, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde bölgeden çekilmeye
başlarken; bölgede Amerikan etkisi artmaya başlamıştır (Akbaş, 2011: 2).
ABD’nin Ortadoğu bölgesinde kendisinin de bulunması gerektiğini anlaması II. Dünya Savaşı sonrasına rastlar. Bunun en önemli nedeni, Soğuk Savaşın getirdiği algılama sonucu ABD’nin, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) bölgeye inmesini önlemek istemesidir. Neticede iki-kutuplu dünya sisteminde kutbun birini oluşturan ABD, bu özelliğine uygun bir rolü uluslar arası arenada oynamak zorundadır, bunun için de enerji kaynaklarına ya sahip olmalı ya da yakın olmalıdır. Kısaca bu kaynakları kontrol etmeli ya da en azından kutbun diğer ucunun stratejik hedeflerini gerçekleştirmesine mani olmalıdır. II. Dünya Savaşı sona ermesiyle, dünya sistem olarak iki-kutuplu bir yapı alırken, Soğuk Savaş yılları başlamış ve dünya yeni bir şekle bürünmeye
hazırlanmıştır (Erol, 2010).
Rus Çarları’nın yeni topraklara karşı besledikleri arzular ve Batılı güçlerin, Çarların bu isteklerine verdikleri karşılıklar Soğuk Savaş’ın habercisi
olmuştur. XIX. yüzyılda Batılı güçler birliği, Avrupa’da Rus yayılmacılığını
engellemiş ve bu arada Japonlar da aynı işi Asya’da gerçekleştirmiştir. II.
Dünya Savaşı, Almanların ve Japonların güçlerine son vererek Fransa ve
İngiltere’yi zayıflatmıştır. Böylece Rus yayılmacılığının önündeki bu geleneksel
engeller de ortadan kalkmış ve daha da önemlisi, savaşın sona ermesiyle, XIX.
yüzyıldan beri, Yunanistan’dan Türkiye’ye ve İran üzerinden Afganistan’a
kadar oluşturulan güvenlik kuşağıyla Ortadoğu ve Yakın Doğu’da Rus yayılmacılığını engellemiş olan İngiltere, ‘Büyük Oyunu’ devam ettirebilecek
güçten yoksundur (Knutsen, 2006: 308).
Bu çerçevede, SSCB’nin önünde yayılmasını engelleyebilecek bir güç kalmadığı ve geleneksel Batılı güçlerin gerilemesini takiben, ABD, bir bakıma mecburen, bu güçlerin boşluğunu doldurmak için dünya meselelerine daha çok müdahil olmaya başladığı için, II. Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile uluslararası sistemin güç yapısı ABD ve SSCB’nin dengeleyici gücü ile iki-kutuplu bir sisteme dönüşmüş ve bu iki devlet II. Dünya Savaşı sonrası dönemde güç için mücadele etmeye başlamıştır. ABD ve SSCB arasındaki mücadele iki zıt ideoloji arasındaki bir mücadele ile etkileme üzerinde bir savaş olmuş ve bu mücadele ve savaş, Soğuk Savaşı hızlandırmıştır. Hasım süper-güçler arasındaki stratejik etki alanlarından biri ise Ortadoğu’dur (Ward, 2006: 1).
Ortadoğu’nun stratejik önemi, Soğuk Savaş döneminde SSCB’nin yayılmacı bir siyaset takip etmesinden dolayı sürekli artmaya başlamıştır.
Bunun nedeni de Batılı Devletlerin Sovyetler’in bu yayılmacı politikasını
önlemek istemeleridir. ABD’nin liderliğini üstlendiği Batı dünyasının yeni
strateji planlarında Türkiye, Yunanistan ve İran, Yakın Doğu’da Sovyet
yayılmacılığını önleme politikasında “bir kalkan” olarak görülüyordu. Arap
ülkelerinin ve İsrail’in Avrupa, Asya ve Afrika arasında “doğal bir köprü” teşkil
etmelerinden dolayı, bu ülkelerin uluslararası komünizmin eline düşmemeleri
gerekiyordu (Sönmezoğlu, 1994: 89-90). Bu çerçevede, Amerika’nın II. Dünya
Savaşı sonrası güvenlik politikasını SSCB’nin çevrelenmesi stratejisi oluşturdu.
1980 yıllarda dağılma emareleri göstermeye başlayan ve Gorbaçov’un
iktidara gelmesiyle bu süreci tersine çevirmek için çeşitli reform programları
uygulamaya koyan SSCB, tüm bu tedbirlere karşın, 1991 yılı sonunda resmen
dağıldı. SSCB’nin dağılmasıyla çift kutuplu sistem de sona ermiş ve tek-kutuplu
sistemin başlaması bütün dünyada istikrarsızlıklara yol açmıştır. Ortadoğu
bölgesi, ABD’nin Soğuk Savaş sonrasında en çok sorunla karşı karşıya kaldığı
ancak hayati çıkarlarını da korumak zorunda olduğu bir bölgedir. Soğuk
Savaş’ın sona ermesi ile ABD’nin Ortadoğu’daki durumu ve Ortadoğu’daki
sorunları yeni bir hal almıştır (Erol, 2010).
2. Soğuk Savaş Sonrası Dönem ve ABD’nin Ortadoğu Politikası
1991’de Sovyetler Birliği’nin çökmesi bir dönüm noktasıdır. Bu çöküş, yoğun ideolojik rekabetin damgasını vurduğu uzun dönemi kapamış ve devletle rarası ilişkilerin yeniden düzenlenmesini gündeme getirmiştir. Eski devletler arası yapıların yıkılması benzer jeopolitik yapıları da çözdü. Kitle iletişiminin yeni aygıtlarıyla dikkatleri üzerine çekilen dünya çapındaki belirsizlikleri körükledi ve toptan üretiminin küresel araçları kadar dünyadaki kitle imha araçlarının gelişimini de derinden etkiledi.
Öncü güç olarak Birleşik Devletler’in yer aldığı Batı, bu mücadelenin
galibiydi. Pek çok Batılı, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Soğuk Savaş’ın sona
ermesini büyük bir sevinçle karşıladı. 1990’da uluslararası gelişmeleri izleyen
Batılı gözlemciler, liberal-demokratik Batı’nın zaferini ilan ederek silahların
önemli ölçüde azaltılacağı, barış ve refah dönemi yolunun açıldığı iddiasında
bulundular ve ütopyacı teorileri gündeme getirdiler. Bu çerçevede Birleşik
Devletler dünyadaki gelişmelerde daha bencilce bir rol oynamaya başladı.
Irak’ın Kuveyt’i işgali, Yugoslavya’nın şiddetli bir şekilde çözülüşü, Kafkasya ve Ruanda’da kaos ve savaşların patlak vermesi, Soğuk Savaş sonrası iyimser cenahta yer alanları düş kırıklığına ve belirsizliğe sevk etti. Bu gelişmeler acı veren sürprizlerdi ve Soğuk Savaş sonrası siyaseti, sahip olduğu ütopik fikirlerden arındırdı. Söz konusu gelişmeler, Birleşik Devletler’in, hala
dünyadaki gelişmelerde öncü bir rol oynadığını kanıtladı ve Soğuk Savaş
sonrası dünyasında düzenin sağlanmasında Amerikan liderliğine ihtiyaç
duyulduğunu gösterdi.
Bu itiraf, Amerika’nın eski etkisini yitirmekte olduğu yolundaki görüşleri
boşa çıkardı ki bu görüşler, 1970’lerin ortalarından beri pek çok uluslararası
ilişkiler uzmanınca dillendiriliyordu. Bu durum, barış, demokrasi ve insan
hakları adına uluslararası işbirliği ve Birleşmiş Milletler’in müdahalelerinin
(Kamboçya, Somali ve Bosna’da) lehine işleyen yeni bir siyasi ortamın var
olduğunu ileri süren yeni bir siyasal duyarlılık oluşturdu (Knutsen, 2006: 349-352).
Haziran 1992’deki bir konuşmasında Başkan Bush, Yeni Dünya Düzeni’nden şu şekilde bahsetmekteydi: “dünya şimdiye kadar iki askeri kamptan oluşuyordu, bununla birlikte, şimdiden itibaren dünya üzerinde tek bir süper-güç olacaktır. Dünya, bu durumu kesin bir şekilde, kalbinde herhangi bir korku olmaksızın, kabul edecektir, çünkü bize inanıyorlar ve haklılar. Onlar adaletli ve makul olduğumuza inanıyorlar. Onlar her zaman doğru neyse onu yapacağımıza inanıyorlar.”
Daha önce de belirtildiği üzere Soğuk Savaş döneminde ABD’nin dış
politikası Komünizm’e karşı savaşmaktı. Komünizm tehlikesinin ortadan
kalkmasını takiben ABD’nin, Ortadoğu ülkelerinin tehditlerinden ülkeleri
korumayı ve onlara karşı savaşmayı dış politikasındaki temel öncelik haline
getirdiği açık bir şekilde görülebilir. Benzer şekilde, Irak, İran ve benzeri
devletler Ortadoğu’daki istikrara yönelik tehdit edici faktörler olarak
tanımlanmış tır. ABD bu devletleri, kitle imha silahları üreten, şiddeti tetikleyen
ve terörizmi destekleyen devletler şeklinde tanımlamakta olup, ayrıca bu
devletler “Haydut Devletler” olarak da adlandırılmaktadır. Amerikan yönetiminin birincil amacı yardımsever bir hegemon olmak ve bu pozisyonunu sürdürmek için gerekli mali, politik, askeri ve coğrafi ihtiyaçları karşılamaktır (Azman, 2012: 97).
Şüphesiz Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile başlayan yeni dünya düzenin en
önemli olayı, Irak’ın Kuveyt’i işgali olmuştur. İran-Irak Savaşı bittikten iki yıl
sonra, 1 Ağustos 1990’da, Saddam, Kuveyt’in tarihsel olarak Irak’ın bir eyaleti
olduğu ve kaçak olarak Irak petrolünü çıkardığı gerekçeleriyle bu devleti işgal
etti. Saddam’ı harekete geçiren asıl etken Körfez petrollerine egemen olmaktı
ve 1990 yılına gelindiğinde Körfez, saldırısına her zamankinden daha açıktı.
Üstelik Saddam, İran’a karşı başarısından cesaretlenmişti ve o başarının dış
destekle sağlanan sığ bir zafer olduğunu düşünecek kafa yapısına da sahip değildi.
Irak’ın Kuveyt’i işgali ABD Başkanı Bush’u ve başta Suudi Arabistan
olmak üzere bölgedeki müttefiklerini harekete geçirdi. Bosna-Hersek
bunalımınkinden farklı olmak üzere, Kuveyt’in işgali yalnız bölgeyi değil,
petrol kaynaklarının denetimi dolayısıyla tüm uluslararası sitemi tehdit
etmekteydi. ABD hiç zaman kaybetmeksizin, NATO ve çeşitli Arap
devletlerinin katıldığı çokuluslu bir ittifak kurdu ve bölgede askeri yığınak
yapılmaya başlandı. Birlemiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi, aldığı bir
kararla, 15 Ocak 1991 tarihine kadar Kuveyt’ten çekilmediği taktirde Irak’a
karşı silahlı harekata girişileceğini açıkladı. Saddam ültimatoma uymayı
reddedip Kuveyt’ten birliklerini çekmeyince, 17 Ocak’ta savaş başladı. 23
Şubatta Kuveyt’i kurtarmaya yönelik kara harekatı başlatıldı ve önemli bir
direnme göstermeyen Irak, 4 gün içinde yenildi ve 27 Şubatta ateşkes
anlaşmasına varıldı (Sander, 2000: 508-510).
Körfez Savaşı’nın önemli sonuçlarından biri, şüphesiz, Irak’ın esaslı bir
şekilde ezilerek, bölgede sivrilmek ve başkaldırmak isteyen diğer devletler için
bir “örnek” haline getirilmesidir. Tabii, aynı zamanda, Amerika’nın
Ortadoğu’da fakat özellikle petrol kaynağı olan Basra Körfezi’nde tam ve
tartışmasız bir kontrol kurmasıdır. Sovyetler Birliği dağılmamış olsaydı,
Amerika Basra Körfezi’nde bu üstünlüğü ele geçirebilir veya devam ettirebilir
miydi, tabii çok tartışılabilir.
Körfez Savaşı’nın sonunda Amerika’nın bölgede kazandığı üstünlüğün
bir diğer belirtisi de, şimdi Amerika’nın Ortadoğu’ya yeni bir düzen getirmek
istemesiydi. Başkan Bush, 6 Mart 1991 günü, Amerikan Kongresi’nin ortak
toplantısında yaptığı konuşmada, Ortadoğu’nun barış ve istikrarı için şu dört
ilkeyi ortaya attı:
i) Amerika’nın hayati çıkarlarının müstakar ve güvenlikli bir Körfez’e
bağlı olması dolayısıyla, Ortadoğu’da bir güvenlik sisteminin kurulması. Bu
güvenlik sistemi bölge ülkeleri tarafından gerçekleştirilmeli fakat Amerika da
buna yardımcı olmalıdır.
ii) Bölgede kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesi ve buna önce
Irak’tan başlanması.
iii) Ortadoğu’nun istikrarı bakımından, İsrail ile komşuları arasında, 242
ve 338 sayılı kararlara dayanan kapsamlı bir barışın gerçekleştirilmesi.
iv) Ortadoğu doğal kaynaklar bakımından zengindir. Bu zenginlik (yani
petrol ve su) bütün bölge ülkelerinin refahı için kullanılmalıdır.
Diğer taraftan, Amerikan Savunma Bakanı Dick Cheney de 1991
Nisan’ında yaptığı bir konuşmada, Ortadoğu’nun, petrol kaynaklarının,
Amerikan çıkarlarına ters düşen herhangi bir devletin kontrolü altında olmasına,
Amerika’nın izin vermeyeceğini söylemiştir.
Görülüyor ki, Körfez Savaşı ile Amerika ağırlığını Ortadoğu’ya koyarken, ortaya attığı ilkelerle de, Ortadoğu yeni bir yapılanmada yol almaya
başlıyordu (Armaoğlu, 2012: 1054-1055).
Körfez Savaşı aynı zamanda Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD’nin
dünya üzerindeki hegemon gücünün de bir kanıtıdır. Şöyle ki; Amerika,
dünyanın stratejik olarak önemi bulunan her tarafındaki donanmaları, hava
üsleri ve kara kuvvetleriyle yer kürenin her yerine gerçekten “erişebilme”
kapasitesine; ayrıca da acil bir tehlike durumu karşısında bu pozisyonları
takviye edebilme yeteneğine sahip olan tek ülkedir. 1990’da Irak’ın Kuveyt’i
işgaline verdiği karşılık bu yeteneklerinin esnekliğini ve kapsamını ortaya
koymuştur; birkaç ay zarfında Suudi Arabistan’a 1.500 uçak ile 500.000 asker
(ağır zırhlı birlikler dahil) gönderip, Akdeniz’i Basra Körfezi’ni ve Hint
Okyanusu’nu uçak gemileriyle doldurarak bu son zamanlarda eşi emsali
görülmemiş bir askeri güç sergilemiştir (Kennedy, 1999: 377).
Körfez Savaşı’nın en önemli ve uzun vadeli sonuçlarından bir diğeri ise
tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da köktenci akımların güçlenmesidir. Bölgede
1945’den beri üzerinde en çok konuşulan ve tüm siyasal partilerin
programlarının başında yer verdikleri konu olan Arap Birliği büyük bir darbe
yemiştir. Körfez Savaşı’nda Arapların ayrı ayrı saflarda kümelenmeleri ve kendi
ulusal devletlerinin olduğu kadar Batı’nın çıkarlarını da korumak için aralarında
savaşmaları, Arap Birliği düşüncesini de ortadan kaldırdı.
Ayrıca Körfez Savaşı, bölgenin kabileler, mezhepler ve yerel asiler
arasındaki çatışmalara ve yeni yeni bölünmelere ve kaosa sürüklenmesi
olasılığını da artırdı. Bölgede “ulus-devlete” ortak ve tam bir bağlılık hemen
hemen yok gibidir. Üstelik bölge devletlerinin çoğunun sınırları yerel
dinamikler, etnik ve dinsel yapı dikkate alınmaksızın, emperyalist devletler
tarafından ve onların geçici çıkarları doğrultusunda çizilmiştir. Dolayısıyla
Irak’ın Kuveyt’i işgali ve büyük ölçüde bölge dışı güçler tarafından yenilgiye
uğratılması, bu “Lübnanlaşma” sürecini hızlandırıcı bir etki yapmıştır.
Savaşın bir başka önemli sonucu ise, İran’ın bölgede kazandığı yeni
ağırlıktır. Her şeyden önce, Körfez’in en güçlü iki devletinden birinin 1991’de
uğradığı ağır yenilgi ve sonrasında Irak’a uygulanan ekonomik ambargo, ötekini
göreli olarak üstün duruma getirmiştir (Sander, 2000: 512-513).
Körfez Savaşı nedeniyle bölgeye yönelik ABD müdahalesinin, özellikle,
bölgedeki kökten dinciliği, Amerikan karşıtlığını desteklemesiyle birlikte adım
adım 11 Eylül olaylarına gelinirken Clinton'la beraber başlayan barış içinde bir
dünya atmosferi beklentisi George W. Bush dönemiyle birlikte tarihe karıştı.
IRA silah bırakmaya girişirken, Barak-Arafat görüşmesinin ucunda Nobel Barış
Ödülü beklenmeye başlanmışken önce İsrail’deki seçimlerde Şaron’un
kazanması ve hemen onu takip eden 11 Eylül şoku ABD'nin bütün savunma
algısını değiştirmiştir (Erol, 2010).
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR., ;
***