23 Ekim 2018 Salı

SOĞUK SAVAŞ SONRASI ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 1

 SOĞUK SAVAŞ SONRASI ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 1



Selim KURT. 
Öğr. Gör., Giresun Üniversitesi, Keşap Meslek Yüksekokulu 


Özet 

Ortadoğu bölgesi gerek jeo-politik konumu gerekse de zengin fosil enerji kaynakları nedeniyle her zaman için dünyadaki büyük devletlerin güç mücadelesinin merkezinde yer almıştır. I. Dünya Savaşı öncesinde ve iki savaş arası dönemde bölge, büyük ölçüde, dönemin önde gelen güçleri olan İngiltere ve Fransa’nın etkisindeydi. 

II. Dünya Savaşı’ndan bu ülkelerin tükenmiş bir şekilde çıkmaları ve Sovyet Rusya’nın anılan ülkelerin bıraktığı boşluğu doldurmak için harekete geçmesi gibi nedenlerle o döneme kadar izolasyonist bir politika uygulamakta olan ABD bölgeye doğrudan müdahil olmaya başlamıştır. Özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle dünyadaki tek süper güç haline gelen ABD bölgenin de en önemli aktörü olmuştur. Yürüttüğü politikalarla da bölge siyasetinin temel belirleyicisi konumundadır. 

Giriş 

Ortadoğu ifadesi coğrafi bir tanımlamadan daha çok, siyasi bir tanımlama niteliğinde olup, büyük ölçüde bölge dışındaki büyük güçler tarafından 
oluşturulmuştur. Esasen Ortadoğu bölgesinin sınırları da I. Dünya Savaşı’ndan sonra dönemin egemen güçleri olan İngiltere ve Fransa tarafından çizilmiştir. 
ABD’nin Ortadoğu bölgesine yönelik ilgisi bölgenin zengin petrol yataklarına sahip olduğunun keşfedildiği 1920’li yılları kadar geri götürülebilirse de, bu 
dönemdeki ilgi esasen, ABD’li petrol şirketlerinin bölge petrollerinden pay almaya yönelik çabalarından ibarettir. Bu nedenle ABD’nin ülke olarak 
Ortadoğu’ya yönelik bir politika oluşturması II. Dünya Savaşı’ndan sonraki döneme rastlamaktadır. II. Dünya Savaşı’nı takiben dünyanın SSCB ve 
ABD’nin önderliğinde ideolojik temelli iki kutuplu bir hal alması ve savaş sonrasında SSCB’nin Ortadoğu bölgesindeki ağırlığını artırmaya başlaması ve 
iki savaş arası dönemde bölgenin esas oyuncuları olan İngiltere ve Fransa’nın II. Dünya Savaşı’ndan zayıflayarak çıkmaları dolayısıyla bölgede güç boşluğunun 
oluşması gibi nedenler, birazda kendiliğinden, ABD’yi Ortadoğu politikasının içerisine çekmiştir. Ortadoğu’nun dünya petrol rezervlerinin % 60’dan fazlasına 
ve doğalgaz rezervlerinin ise yaklaşık olarak % 35’ine sahip stratejik bir bölge olması, blok liderleri olan SSCB ve ABD’nin bölge üzerinde hakimiyet yarışına 
girişmesinin temel gerekçesidir. Bölge üzerindeki mücadele Soğuk Savaş sonrası dönemde, SSCB’nin dağılıp, ABD’nin dünyadaki tek süper güç olarak 
kalmasından sonra da devam etmiştir. SSCB’nin dağıldığı 1991 sonu ile 11 Eylül olaylarının gerçekleştiği 2001 yılına kadar ABD, tek süper güç olarak 
kalmasına da paralel olarak, özellikle Irak’ın Kuveyt’i işgalinde de görüldüğü üzere, bölgede önemli bir hegemonya kurmuştur, ancak bölgedeki 
aktivitelerinde şeklen de olsa, bölge devletleri ile uluslararası örgütlerin desteğini almaya özen göstermiştir. Diğer taraftan 11 Eylül olayları, ABD’nin 
bölgeye yönelik politikasını sertleştirmiş ve özelikle 2003 yılında Irak’ın işgalinde de görülebileceği üzere, ABD tek taraflı olarak (bölge ülkelerinin ya 
da uluslararası örgütlerin desteğini aramadan) bölgedeki olaylara müdahale etmiş ve terörizmin kaynağı olarak gördüğü bölgedeki otoriter rejimleri 
gerekirse zor kullanarak demokratikleştirme politikası gütmüştür. Ancak uygulanan bu politikanın bölgede ABD’nin inandırıcılığını azaltması (yani 
yumuşak gücünü aşındırması), ABD’ye ekonomik ve askeri olarak zarar vermesi, dünya sahnesine Rusya, Çin vb. gibi büyük güçlerin çıkmaya 
başlaması ve demokrasinin güç yoluyla promosyonu politikasının Ortadoğu’da köktenci akımları tetiklemesi gibi nedenlerle ABD bu politikasından, özellikle 
2009 yılında Başkanlığa Barack Obama’nın seçilmesiyle, vazgeçti. Başkan Obama, Bush döneminde uygulanan politikaların neden olduğu (yukarıda da 
sayılan) sakıncalar nedeniyle, bölgede ABD’nin yumuşak gücünü aşındıran ve köktenci akımları güçlendiren demokrasinin promosyonu politikasından 
vazgeçerek, ABD’nin güvenliğini önceleyecek daha pragmatik ve çok-taraflı istikrar politikalarını uygulamaya koymuştur. 

Bu çerçevede, çalışmamızda, bölgeye yönelik ABD politikası, sırasıyla Ortadoğu’nun Jeopolitik Konumu ve Soğuk Savaş Öncesi Ortadoğu’daki Genel 
Durum, Soğuk Savaş ve Soğuk Savaş Sonrası Dönemde ABD’nin Ortadoğu Politikası, 11 Eylül Sonrası ABD’nin Ortadoğu Politikası ile Obama ve Arap 
Baharı başlıkları altında incelenmeye çalışılacaktır. 

1. Ortadoğu’nun Jeopolitik Konumu ve SSCB’nin Dağılmasından Önce Ortadoğu’daki Genel Durum 

Ortadoğu her şeyden önce yalnızca bir bölgenin değil, aynı zamanda o bölgede süre giden düzenin de adıdır. Bu isim ona dışarıdan bakan birileri 
tarafından konulmuş ve bu coğrafya, bölgedeki müesses nizamın ana referans noktası olan Avrupa’ya belirli bir mesafede konumlandırılmıştır. Ortadoğu 
bölgesi ve Ortadoğu düzeni Batılı olmadığı gibi, tam Doğulu olarak da kabul edilmemektedir. Aralarda bir yerde, sanki Batı’nın kıyısına doğru üretilmiş bir 
“münhasır bölge” statüsündedir. Kendi hukuku ve özgün işleyiş mekanizmaları vardır. Bu düzenin çerçevesi 20. yüzyılda çizilmiş ve içi o dönemin koşullarında 
doldurulmuştur (Arıboğan, 2013: 81). 

Günümüzde ‘Ortadoğu’ olarak adlandırılan coğrafya; Türk-İran havzası (Türkiye, İran, Afganistan) Arap Yarımadası (Suudi Arabistan, Bahreyn, 
Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Umman, Katar, Yemen) Bereketli Hilal diye tabir edilen bölge (Irak, İsrail, Ürdün, Lübnan, Suriye) ve Afrika kıtasındaki 
Mısır’dan müteşekkildir. Ortadoğu, oldukça geniş bir alana sahip ve barındırdığı petrol rezervleri sebebiyle büyük devletlerin ilgisini daima üzerine 
çekmiş bir bölgedir. Yaklaşık olarak 15 milyon km² alana ve 450 milyon nüfusa sahiptir. Ortadoğu adeta medeniyetlerin beşiği durumunda olup başta İslam dini 
olmak üzere Hıristiyanlığın, Yahudiliğin ortaya çıktığı ve yayıldığı bir bölgedir. Deniz havzası bakımından dünyada çok önemli geçiş yollarının bulunduğu 
(Süveyş, boğazlar, Basra körfezi vb..) önemli bir alandır. Ayrıca bölge, bu özellikleri yanında, ekonomik anlamda da son derece hayati bir öneme sahiptir. 
Dünya petrol rezervlerinin % 60’ından fazlası, doğalgaz rezervlerinin ise yaklaşık %35’i bölgede bulunmaktadır. 

Çok uzun bir süre Osmanlı yönetimi altında kalan Ortadoğu, Osmanlı’nın yıkılış sürecinde Batılı emperyalist güçlerin eline geçmeye başlamış, I. Dünya 
Savaşı sonunda da tamamen Batı kontrolüne girmiştir. Osmanlı'yı bu bölgeden sürmek ve kendi egemenliklerini bölgeye yaymak isteyen İngiltere ve Fransa, 
özellikle Ortadoğu'nun dünyanın en zengin petrol yataklarını barındırdığının fark edilmesiyle birlikte, bölgeyi paylaşma yarışına giriştiler. Bölge üzerinde 
benzeri hayalleri olan Almanya ve Rusya'yı I. Dünya Savaşı ile diskalifiye ettikten sonra da bölgeyi gerçekten paylaştılar. 20. yüzyılda bölgeye üçüncü bir 
güç daha girmiştir: Siyonizm, yani Filistin'de bir Yahudi Devleti kurma hedefindeki radikal Yahudi milliyetçiliği. Siyonistler Ortadoğu'ya henüz Sultan 
Abdülhamit zamanında girmek istemişler, ama Sultan'ın sert tepkisi nedeniyle beklemek zorunda kalmışlardır. Bölgenin Osmanlı İmparatorluğu'nun 
egemenliğinden çıkması, onlar için altın bir fırsat olmuştur. O dönemde, Ortadoğu’da, özellikle Ortadoğu’nun doğusunda hâkim güç İngiltere’dir. Ancak 
II. Dünya Savaşı’nın sonunda, İngiltere İmparatorluğunu tasfiye ederken, yavaş da olsa terk ettiği bölgelerden birisi de Ortadoğu’dur (Erol, 2010). 

ABD, dünya sahnesine her ne kadar I. Dünya Savaşı’nda çıkmışsa da etkili bir aktör olarak rol üstlenmesi, II. Dünya Savaşı ve sonrasında olmuştur. 
ABD’nin Ortadoğu’ya girişi konjonktürel gelişmelerin de etkisiyle olmuştur denilebilir. İngiltere, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde bölgeden çekilmeye 
başlarken; bölgede Amerikan etkisi artmaya başlamıştır (Akbaş, 2011: 2). 

ABD’nin Ortadoğu bölgesinde kendisinin de bulunması gerektiğini anlaması II. Dünya Savaşı sonrasına rastlar. Bunun en önemli nedeni, Soğuk 
Savaşın getirdiği algılama sonucu ABD’nin, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) bölgeye inmesini önlemek istemesidir. Neticede iki-kutuplu 
dünya sisteminde kutbun birini oluşturan ABD, bu özelliğine uygun bir rolü uluslararası arenada oynamak zorundadır, bunun için de enerji kaynaklarına ya 
sahip olmalı ya da yakın olmalıdır. Kısaca bu kaynakları kontrol etmeli ya da en azından kutbun diğer ucunun stratejik hedeflerini gerçekleştirmesine mani 
olmalıdır. II. Dünya Savaşı sona ermesiyle, dünya sistem olarak iki-kutuplu bir yapı alırken, Soğuk Savaş yılları başlamış ve dünya yeni bir şekle bürünmeye 
hazırlanmıştır (Erol, 2010). 

Rus Çarları’nın yeni topraklara karşı besledikleri arzular ve Batılı güçlerin, Çarların bu isteklerine verdikleri karşılıklar Soğuk Savaş’ın habercisi 
olmuştur. XIX. yüzyılda Batılı güçler birliği, Avrupa’da Rus yayılmacılığını engellemiş ve bu arada Japonlar da aynı işi Asya’da gerçekleştirmiştir. II. 
Dünya Savaşı, Almanların ve Japonların güçlerine son vererek Fransa ve İngiltere’yi zayıflatmıştır. Böylece Rus yayılmacılığının önündeki bu geleneksel 
engeller de ortadan kalkmış ve daha da önemlisi, savaşın sona ermesiyle, XIX. yüzyıldan beri, Yunanistan’dan Türkiye’ye ve İran üzerinden Afganistan’a 
kadar oluşturulan güvenlik kuşağıyla Ortadoğu ve Yakın Doğu’da Rus yayılmacılığını engellemiş olan İngiltere, ‘Büyük Oyunu’ devam ettirebilecek 
güçten yoksundur (Knutsen, 2006: 308). 

Bu çerçevede, SSCB’nin önünde yayılmasını engelleyebilecek bir güç 
kalmadığı ve geleneksel Batılı güçlerin gerilemesini takiben, ABD, bir bakıma 
mecburen, bu güçlerin boşluğunu doldurmak için dünya meselelerine daha çok 
müdahil olmaya başladığı için, II. Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile uluslararası 
sistemin güç yapısı ABD ve SSCB’nin dengeleyici gücü ile iki-kutuplu bir 
sisteme dönüşmüş ve bu iki devlet II. Dünya Savaşı sonrası dönemde güç için 
mücadele etmeye başlamıştır. ABD ve SSCB arasındaki mücadele iki zıt 
ideoloji arasındaki bir mücadele ile etkileme üzerinde bir savaş olmuş ve bu 
mücadele ve savaş, Soğuk Savaşı hızlandırmıştır. Hasım süper-güçler arasındaki stratejik etki alanlarından biri ise Ortadoğu’dur (Ward, 2006: 1). 

Ortadoğu’nun stratejik önemi, Soğuk Savaş döneminde SSCB’nin 
yayılmacı bir siyaset takip etmesinden dolayı sürekli artmaya başlamıştır. 
Bunun nedeni de Batılı Devletlerin Sovyetler’in bu yayılmacı politikasını 
önlemek istemeleridir. ABD’nin liderliğini üstlendiği Batı dünyasının yeni 
strateji planlarında Türkiye, Yunanistan ve İran, Yakın Doğu’da Sovyet 
yayılmacılığını önleme politikasında “bir kalkan” olarak görülüyordu. Arap 
ülkelerinin ve İsrail’in Avrupa, Asya ve Afrika arasında “doğal bir köprü” teşkil 
etmelerinden dolayı, bu ülkelerin uluslararası komünizmin eline düşmemeleri 
gerekiyordu (Sönmezoğlu, 1994: 89-90). Bu çerçevede, Amerika’nın II. Dünya 
Savaşı sonrası güvenlik politikasını SSCB’nin çevrelenmesi stratejisi oluşturdu. 

1980 yıllarda dağılma emareleri göstermeye başlayan ve Gorbaçov’un 
iktidara gelmesiyle bu süreci tersine çevirmek için çeşitli reform programları 
uygulamaya koyan SSCB, tüm bu tedbirlere karşın, 1991 yılı sonunda resmen 
dağıldı. SSCB’nin dağılmasıyla çift kutuplu sistem de sona ermiş ve tek-kutuplu 
sistemin başlaması bütün dünyada istikrarsızlıklara yol açmıştır. Ortadoğu 
bölgesi, ABD’nin Soğuk Savaş sonrasında en çok sorunla karşı karşıya kaldığı 
ancak hayati çıkarlarını da korumak zorunda olduğu bir bölgedir. Soğuk 
Savaş’ın sona ermesi ile ABD’nin Ortadoğu’daki durumu ve Ortadoğu’daki 
sorunları yeni bir hal almıştır (Erol, 2010). 

2. Soğuk Savaş Sonrası Dönem ve ABD’nin Ortadoğu Politikası 

1991’de Sovyetler Birliği’nin çökmesi bir dönüm noktasıdır. Bu çöküş, 
yoğun ideolojik rekabetin damgasını vurduğu uzun dönemi kapamış ve 
devletlerarası ilişkilerin yeniden düzenlenmesini gündeme getirmiştir. Eski 
devletlerarası yapıların yıkılması benzer jeopolitik yapıları da çözdü. Kitle 
iletişiminin yeni aygıtlarıyla dikkatleri üzerine çekilen dünya çapındaki 
belirsizlikleri körükledi ve toptan üretiminin küresel araçları kadar dünyadaki 
kitle imha araçlarının gelişimini de derinden etkiledi. 

Öncü güç olarak Birleşik Devletler’in yer aldığı Batı, bu mücadelenin galibiydi. Pek çok Batılı, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Soğuk Savaş’ın sona ermesini büyük bir sevinçle karşıladı. 1990’da uluslararası gelişmeleri izleyen Batılı gözlemciler, liberal-demokratik Batı’nın zaferini ilan ederek silahların 
önemli ölçüde azaltılacağı, barış ve refah dönemi yolunun açıldığı iddiasında 
bulundular ve ütopyacı teorileri gündeme getirdiler. Bu çerçevede Birleşik 
Devletler dünyadaki gelişmelerde daha bencilce bir rol oynamaya başladı. 

Irak’ın Kuveyt’i işgali, Yugoslavya’nın şiddetli bir şekilde çözülüşü, Kafkasya ve Ruanda’da kaos ve savaşların patlak vermesi, Soğuk Savaş sonrası iyimser cenahta yer alanları düş kırıklığına ve belirsizliğe sevk etti. Bu gelişmeler acı veren sürprizlerdi ve Soğuk Savaş sonrası siyaseti, sahip olduğu ütopik fikirlerden arındırdı. Söz konusu gelişmeler, Birleşik Devletler’in, hala 
dünyadaki gelişmelerde öncü bir rol oynadığını kanıtladı ve Soğuk Savaş 
sonrası dünyasında düzenin sağlanmasında Amerikan liderliğine ihtiyaç 
duyulduğunu gösterdi. 

Bu itiraf, Amerika’nın eski etkisini yitirmekte olduğu yolundaki görüşleri 
boşa çıkardı ki bu görüşler, 1970’lerin ortalarından beri pek çok uluslararası 
ilişkiler uzmanınca dillendiriliyordu. Bu durum, barış, demokrasi ve insan 
hakları adına uluslararası işbirliği ve Birleşmiş Milletler’in müdahalelerinin 
(Kamboçya, Somali ve Bosna’da) lehine işleyen yeni bir siyasi ortamın var 
olduğunu ileri süren yeni bir siyasal duyarlılık oluşturdu (Knutsen, 2006: 349-352). 

Haziran 1992’deki bir konuşmasında Başkan Bush, Yeni Dünya 
Düzeni’nden şu şekilde bahsetmekteydi: “dünya şimdiye kadar iki askeri 
kamptan oluşuyordu, bununla birlikte, şimdiden itibaren dünya üzerinde tek bir 
süper-güç olacaktır. Dünya, bu durumu kesin bir şekilde, kalbinde herhangi bir 
korku olmaksızın, kabul edecektir, çünkü bize inanıyorlar ve haklılar. Onlar 
adaletli ve makul olduğumuza inanıyorlar. Onlar her zaman doğru neyse onu 
yapacağımıza inanıyorlar.” 

 Daha önce de belirtildiği üzere Soğuk Savaş döneminde ABD’nin dış 
politikası Komünizm’e karşı savaşmaktı. Komünizm tehlikesinin ortadan 
kalkmasını takiben ABD’nin, Ortadoğu ülkelerinin tehditlerinden ülkeleri 
korumayı ve onlara karşı savaşmayı dış politikasındaki temel öncelik haline 
getirdiği açık bir şekilde görülebilir. Benzer şekilde, Irak, İran ve benzeri 
devletler Ortadoğu’daki istikrara yönelik tehdit edici faktörler olarak 
tanımlanmıştır. ABD bu devletleri, kitle imha silahları üreten, şiddeti tetikleyen 
ve terörizmi destekleyen devletler şeklinde tanımlamakta olup, ayrıca bu 
devletler “Haydut Devletler” olarak da adlandırılmaktadır. Amerikan 
yönetiminin birincil amacı yardımsever bir hegemon olmak ve bu pozisyonunu 
sürdürmek için gerekli mali, politik, askeri ve coğrafi ihtiyaçları karşılamaktır 
(Azman, 2012: 97). 

Şüphesiz Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile başlayan yeni dünya düzenin en 
önemli olayı, Irak’ın Kuveyt’i işgali olmuştur. İran-Irak Savaşı bittikten iki yıl 
sonra, 1 Ağustos 1990’da, Saddam, Kuveyt’in tarihsel olarak Irak’ın bir eyaleti 
olduğu ve kaçak olarak Irak petrolünü çıkardığı gerekçeleriyle bu devleti işgal 
etti. Saddam’ı harekete geçiren asıl etken Körfez petrollerine egemen olmaktı 
ve 1990 yılına gelindiğinde Körfez, saldırısına her zamankinden daha açıktı. 
Üstelik Saddam, İran’a karşı başarısından cesaretlenmişti ve o başarının dış 
destekle sağlanan sığ bir zafer olduğunu düşünecek kafa yapısına da sahip 
değildi. 

Irak’ın Kuveyt’i işgali ABD Başkanı Bush’u ve başta Suudi Arabistan 
olmak üzere bölgedeki müttefiklerini harekete geçirdi. Bosna-Hersek 
bunalımınkinden farklı olmak üzere, Kuveyt’in işgali yalnız bölgeyi değil, 
petrol kaynaklarının denetimi dolayısıyla tüm uluslararası sitemi tehdit 
etmekteydi. ABD hiç zaman kaybetmeksizin, NATO ve çeşitli Arap 
devletlerinin katıldığı çokuluslu bir ittifak kurdu ve bölgede askeri yığınak 
yapılmaya başlandı. Birlemiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi, aldığı bir 
kararla, 15 Ocak 1991 tarihine kadar Kuveyt’ten çekilmediği taktirde Irak’a 
karşı silahlı harekata girişileceğini açıkladı. Saddam ültimatoma uymayı 
reddedip Kuveyt’ten birliklerini çekmeyince, 17 Ocak’ta savaş başladı. 23 
Şubatta Kuveyt’i kurtarmaya yönelik kara harekatı başlatıldı ve önemli bir 
direnme göstermeyen Irak, 4 gün içinde yenildi ve 27 Şubatta ateşkes 
anlaşmasına varıldı (Sander, 2000: 508-510). 

Körfez Savaşı’nın önemli sonuçlarından biri, şüphesiz, Irak’ın esaslı bir 
şekilde ezilerek, bölgede sivrilmek ve başkaldırmak isteyen diğer devletler için 
bir “örnek” haline getirilmesidir. Tabii, aynı zamanda, Amerika’nın Ortadoğu ’da fakat özellikle petrol kaynağı olan Basra Körfezi’nde tam ve tartışmasız bir kontrol kurmasıdır. Sovyetler Birliği dağılmamış olsaydı, Amerika Basra Körfezi’nde bu üstünlüğü ele geçirebilir veya devam ettirebilirmiydi, tabii çok tartışılabilir. 

Körfez Savaşı’nın sonunda Amerika’nın bölgede kazandığı üstünlüğün 
bir diğer belirtisi de, şimdi Amerika’nın Ortadoğu’ya yeni bir düzen getirmek 
istemesiydi. Başkan Bush, 6 Mart 1991 günü, Amerikan Kongresi’nin ortak 
toplantısında yaptığı konuşmada, Ortadoğu’nun barış ve istikrarı için şu dört 
ilkeyi ortaya attı: 

i) Amerika’nın hayati çıkarlarının müstakar ve güvenlikli bir Körfez’e 
bağlı olması dolayısıyla, Ortadoğu’da bir güvenlik sisteminin kurulması. 
Bu güvenlik sistemi bölge ülkeleri tarafından gerçekleştirilmeli fakat Amerika da 
buna yardımcı olmalıdır. 

ii) Bölgede kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesi ve buna önce 
Irak’tan başlanması. 

iii) Ortadoğu’nun istikrarı bakımından, İsrail ile komşuları arasında, 242 
ve 338 sayılı kararlara dayanan kapsamlı bir barışın gerçekleştirilmesi. 

iv) Ortadoğu doğal kaynaklar bakımından zengindir. Bu zenginlik (yani 
petrol ve su) bütün bölge ülkelerinin refahı için kullanılmalıdır. 

Diğer taraftan, Amerikan Savunma Bakanı Dick Cheney de 1991 Nisan’ında yaptığı bir konuşmada, Ortadoğu’nun, petrol kaynaklarının, Amerikan çıkarlarına ters düşen herhangi bir devletin kontrolü altında olmasına, Amerika’nın izin vermeyeceğini söylemiştir. 

Görülüyor ki, Körfez Savaşı ile Amerika ağırlığını Ortadoğu’ya koyarken, ortaya attığı ilkelerle de, Ortadoğu yeni bir yapılanmada yol almaya başlıyordu (Armaoğlu, 2012: 1054-1055). 

Körfez Savaşı aynı zamanda Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD’nin 
dünya üzerindeki hegemon gücünün de bir kanıtıdır. Şöyle ki; Amerika, 
dünyanın stratejik olarak önemi bulunan her tarafındaki donanmaları, hava 
üsleri ve kara kuvvetleriyle yer kürenin her yerine gerçekten “erişebilme” 
kapasitesine; ayrıca da acil bir tehlike durumu karşısında bu pozisyonları 
takviye edebilme yeteneğine sahip olan tek ülkedir. 1990’da Irak’ın Kuveyt’i 
işgaline verdiği karşılık bu yeteneklerinin esnekliğini ve kapsamını ortaya 
koymuştur; birkaç ay zarfında Suudi Arabistan’a 1.500 uçak ile 500.000 asker 
(ağır zırhlı birlikler dahil) gönderip, Akdeniz’i Basra Körfezi’ni ve Hint 
Okyanusu’nu uçak gemileriyle doldurarak bu son zamanlarda eşi emsali 
görülmemiş bir askeri güç sergilemiştir (Kennedy, 1999: 377). 

Körfez Savaşı’nın en önemli ve uzun vadeli sonuçlarından bir diğeri ise 
tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da köktenci akımların güçlenmesidir. 
Bölgede 1945’den beri üzerinde en çok konuşulan ve tüm siyasal partilerin 
programlarının başında yer verdikleri konu olan Arap Birliği büyük bir darbe 
yemiştir. Körfez Savaşı’nda Arapların ayrı ayrı saflarda kümelenmeleri ve kendi 
ulusal devletlerinin olduğu kadar Batı’nın çıkarlarını da korumak için aralarında 
savaşmaları, Arap Birliği düşüncesini de ortadan kaldırdı. 

Ayrıca Körfez Savaşı, bölgenin kabileler, mezhepler ve yerel asiler 
arasındaki çatışmalara ve yeni yeni bölünmelere ve kaosa sürüklenmesi 
olasılığını da artırdı. Bölgede “ulus-devlete” ortak ve tam bir bağlılık hemen 
hemen yok gibidir. Üstelik bölge devletlerinin çoğunun sınırları yerel 
dinamikler, etnik ve dinsel yapı dikkate alınmaksızın, emperyalist devletler 
tarafından ve onların geçici çıkarları doğrultusunda çizilmiştir. Dolayısıyla 
Irak’ın Kuveyt’i işgali ve büyük ölçüde bölge dışı güçler tarafından yenilgiye 
uğratılması, bu “Lübnanlaşma” sürecini hızlandırıcı bir etki yapmıştır. 

Savaşın bir başka önemli sonucu ise, İran’ın bölgede kazandığı yeni 
ağırlıktır. Her şeyden önce, Körfez’in en güçlü iki devletinden birinin 1991’de 
uğradığı ağır yenilgi ve sonrasında Irak’a uygulanan ekonomik ambargo, ötekini 
göreli olarak üstün duruma getirmiştir (Sander, 2000: 512-513). 

Körfez Savaşı nedeniyle bölgeye yönelik ABD müdahalesinin, özellikle, 
bölgedeki kökten dinciliği, Amerikan karşıtlığını desteklemesiyle birlikte adım 
adım 11 Eylül olaylarına gelinirken Clinton'la beraber başlayan barış içinde bir 
dünya atmosferi beklentisi George W. Bush dönemiyle birlikte tarihe karıştı. 
IRA silah bırakmaya girişirken, Barak-Arafat görüşmesinin ucunda Nobel Barış 
Ödülü beklenmeye başlanmışken önce İsrail’deki seçimlerde Şaron’un 
kazanması ve hemen onu takip eden 11 Eylül şoku ABD'nin bütün savunma 
algısını değiştirmiştir (Erol, 2010). 

3. 11 Eylül Sonrası ABD’nin Ortadoğu Politikası 

Batı dünyası 20. yüzyılın sonuna, Sovyet Blokunun dağılmasının yarattığı 
bir öforya, yani aşırı bir iyimserlik ve kendinden hoşnutluk duygusu içinde 
girmişti. Artık Batı sistemi rakipsiz bir biçimde dünyaya hakim olacak ve 
çatışmaları sona erdirecekti. Oysa bunun hemen ardından, her sistemin bir 
“öteki” sayesinde ayak durması kuralına uygun olarak, komünizm biçimdeki 
eski öteki, yerini dinsel bir öteki’ye bıraktı. Artık mücadele Batı (Hıristiyan) 
medeniyeti ile İslam medeniyeti arasındaydı. Bu tez özellikle, 11 Eylül 2001’de 
İkiz Kulelere yapılan saldırıyla resmileşti (Ünsal, 2013: 14). Genellikle 11 Eylül 
2001, dünya düzeninin oluşumunda 1945 veya 1990’a eşdeğerde belirleyici bir 
nokta olarak ele alınır. Gerçekten de bazı yorumcular, 11 Eylül’ün, Soğuk Savaş 
sonrası dönemin gerçek doğasının ortaya çıktığı, eşi görülmemiş küresel 
karışıklıklar ve istikrarsızlıklar döneminin başlangıcı olan bir nokta olduğunu 
savunmaktadır (Heywood, 2013: 271). 

Ocak 2001 tarihinde göreve başlayan George W. Bush yönetimi, başarısız 
olarak gördüğü Clinton yönetiminin Ortadoğu politikasını kökten değiştirme 
iddiası ile iktidara gelmişti. Yeni yönetimin Ortadoğu politikası bölgeye ilişkin 
özellikler de taşımakla birlikte genel olarak yeni yönetimin küresel siyaset ve 
ABD’nin liderliğini tesis etme projesinden de büyük ölçüde etkilendi. Bush 
yönetiminde etkin görevlere gelen yeni-muhafazakârların ideolojisi özellikle ilk 
döneminde büyük ölçüde Bush yönetiminin politikalarına yön verdi. Amerikan 
küresel liderliğinin hem Amerika için, hem de dünya için iyi olduğuna inanan 
yeni-muhafazakârlar, Amerika’nın liderliğini kurmak ve güçlendirmek için 
gerektiğinde büyük askeri gücünü kullanmasından yanaydılar. Clinton 
yönetiminin politikalarını eleştiren yeni muhafazakârlar “Amerika’nın küresel 
liderliğini desteklemek” amacıyla 1997’de kurdukları Yeni Amerikan Yüzyılı 
Projesi adlı düşünce kuruluşu çerçevesinde yayınladıkları raporlarla ABD’nin 
tekrar Ronald Reagan döneminde olduğu gibi “askeri güç ve ahlaki açıklık” 
politikası gütmesi gerektiğini savunuyorlardı. Bu ideolojiyi savunanlar 11 Eylül 
saldırılarından sonra hem Bush yönetimi içindeki ağırlıklarını arttırdılar, hem de 
politikalarına kamu desteği sağlamaları kolaylaştı. Böylece 2002’de geliştirilen 
yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi, Bush yönetiminin yeni politikasının ilkelerini 
ortaya koydu. Amerikan hegemonyasının tesisi için ABD artık “kuşatma” 
politikası değil, “önleyici savaş” doktrinini geliştiriyordu. Bu tür savaşlara 
girişirken de BM gibi uluslararası kuruluşların desteğine illa da ihtiyacı yoktu. 

Bush yönetiminin yeni dış politika ve güvenlik anlayışı ve politikaları 
açısından Ortadoğu bölgesi özel bir önem arz ediyordu. Bunun başlıca üç 
nedeni vardı: Birincisi, dünya petrol rezervlerinin yüzde 60’ından fazlasını 
barındıran bu bölge daha önce olduğu gibi ABD’nin küresel hegemonyası için 
kilit önemdeydi. Üstelik ABD’nin buradaki etkinliği daha önceleri özellikle 
Avrupa ve Japonya’nın Ortadoğu petrollerine olan aşırı bağımlılığı için gerekli 
idiyse, şimdi buna bir de ABD’nin bu bölgeye artan bir şekilde bağımlı olacağı 
öngörüsü eklenmişti. İkincisi, Bush yönetimi ABD’nin hegemonya projesine 
temel direnişin Arap/Müslüman dünyasından geldiğine inanıyordu. Bu 
bağlamda yeni yönetim Samuel Huntington tarafından ortaya atılan 
“Uygarlıklar Savaşı” tezinin parametreleri içinde hareket ediyor görünüyordu. 
11 Eylül saldırıları bu tezleri güçlendirmişti. Öte yandan Irak ve İran gibi 
ülkelerin politikaları ABD’nin Ortadoğu’yu yeniden tasarlama projelerini 
sekteye uğratıyordu. Gerçekten de Soğuk Savaş sonrası ABD önderliğinde 
kurulmaya çalışılan yeni Ortadoğu düzeni sorunlarla karşı karşıyaydı. Yukarıda 
anlatıldığı gibi Arap-İsrail Barış Süreci sona ermiş, Irak ve İran konularında 
ABD politikalarına meydan okumalar artmıştı. Son olarak, yeni-muhafazakârlar 
için İsrail’in güvenliği özel bir önem taşıyordu. Yeni-muhafazakârlar içindeki 
Hıristiyan sağı ve Likud yanlısı Yahudileri temsil edenler açısından bölgede 
İsrail’in güvenliğine olan tehditlerin ortadan kaldırılması ve bölgenin yeniden 
yapılandırılması bu açıdan da elzemdi. 

Bu genel çerçeve içinde oluşturulan yeni ABD politikası aşağıdaki 
unsurları içeriyordu: Öncelikle Ortadoğu’da zayıflamakta olduğu düşünülen 
Amerikan liderliğinin yeniden tesisi ve yeni Ortadoğu düzenine karşı direnişin 
kırılması gerekiyordu. Bush yönetimi başından itibaren Clinton yönetiminin 
politikalarının Amerika’yı zayıf gösterdiğini, hem Irak’ta hem de İran’da 
başarısız olunduğunu iddia ediyordu. Bu çerçevede yeni politika oluşturma 
çabalarına girişen yönetim Ortadoğu’da istikrarsızlık kaynağı olarak gördüğü bu 
ülkelere karşı politikasını sertleştirmekten yanaydı. Yukarıda da belirtildiği gibi 
bu görüş yönetim içindeki yeni-muhafazakârlarca da zaten desteklenmekteydi. 
11 Eylül 2001 saldırıları bu görüşleri güçlendirdi, yönetim içindeki farklılıkları 
törpüledi ve kamuoyu desteği sağladı (Altunışık, 2009: 74-76). 

Bu çerçevede, Dünya Ticaret Merkezi kulelerine, Pentagon’a ve 
Pensilvanya’ya yapılan terör saldırıları Bush yönetiminin dış politikasına yeni 
öncelikler kazandırdı. 11 Eylül 2001 terör saldırılarının dış politika çıktısı 
“teröre karşı savaş”tı. Bush yönetiminin, 11 Eylül 2001 sonrası dünyadaki ilk 
hedefi Afganistan ve Osema Bin Ladin’i avlamaktı. Taliban yönetimindeki 
Afganistan “Bin Ladin’e ve Kaide teröristlerinin eğitim kamplarına güvenli bir 
liman sağlıyordu” (Ward, 2006: 79). Bu çerçeve de, ilk hareket, Ekim 2001’de 
ABD liderliğinde Afganistan’a yönelik ve Taliban rejimini haftalar içerisinde 
deviren askeri saldırı oldu. Ocak 2002’de Başkan Bush, Irak, İran ve Kuzey 
Kore’yi “şer ekseninin” bir parçası olarak tanımladı ve daha sonra bunu Küba, 
Suriye ve daha sonradan listeden çıkarılmış olsa da Libya’yı içerecek şekilde 
genişletti (Heywood, 2013: 272). 

Bush yönetimin politikasının bir diğer özelliği, yine Clinton döneminin 
aksine, Arap-İsrail uyuşmazlığının çözümünü bölgesel güvenlik ve istikrar 
açısından önemli görmemesiydi. Bush yönetimi İsrail’deki Sharon hükümetinin 
Filistin sorununu büyük ölçüde bir terör sorunu olarak gören yaklaşımını kabul 
etti. Bu çerçevede ağırlığı Filistin’de reform ve İsrail’in güvenliği konularına 
verdi. Öte yandan Clinton döneminden farklı olarak Barış Süreci’nin İsrail-
Suriye ayağını yeniden canlandırmak için hiç çaba göstermedi. Tam tersine 
yukarıda da değinildiği gibi Suriye’yi izole etme politikası güttü. Suriye 
rejimini terörist örgüt olarak nitelediği Hizbullah ve Hamas’ı desteklemekle, 
Irak’ta direnişçilere destek olmakla suçladı. ABD Suriye’nin Lübnan’daki 
vesayetine daha önce göz yumarken, Bush döneminde Suriye’nin Lübnan’dan 
çekilmesi için baskı yaptı. 

Bush yönetiminin Ortadoğu politikasının son ayağını Büyük Ortadoğu 
Projesi olarak adlandırılan Ortadoğu’da gerekirse askeri güç kullanarak 
demokratikleşme ve ekonomik reformları gerçekleştirme oluşturdu (Altunışık, 
2009: 76). Bu amaçla, Bush’un paradigmasında Arap yarımadasını, Kuzey 
Afrika’yı ve Pakistan’a kadar uzanan hattı bir bütün olarak ele almak ve 
mecburi demokratikleştirme sürecine sokmak bir hedef olarak belirmişti. BOP, 
GOP, GOKAP gibi kısaltılmış isimlerle tanımlanan projenin hedefi, bölgeyi 
demokratikleştirme yoluyla güvenli hale getirmek ve teröre kaynaklık eder 
durumdan çıkarmaktı (Arıboğan, 2013, s.81-82). 

Esasen Clinton döneminde de siyasi ve ekonomik reformların 
desteklenmesi fikri mevcuttu. Aslında bu politikanın temelleri 1980’lerde 
uluslararası sistemde başat hale gelen liberal söylemle bir devamlılık arz 
ediyordu. Uluslararası barış ve refah için liberal demokrasinin ve serbest piyasa 
ekonomisinin yaygınlaşması gerektiğine inanan liberal uluslararası siyaset 
anlayışı özellikle SSCB’nin zayıflaması ve daha sonra iki-kutuplu dünyanın 
sona ermesi ile liberal müdahalecilik doktrinini de geliştirmişti. Bu dönemde 
uluslararası kuruluşlara da hâkim olan bu anlayış otoriter ve totaliter rejimlerin 
ezdiği bireyi korumak için “insani müdahalenin” meşru ve haklı olduğu fikrini 
ileri sürmüştü. Bush yönetimi bu söylemi daha da geliştirdi ve 11 Eylül’den 
sonra başlatılan “terörle savaş” stratejisinin bir parçası haline getirdi. Böylece 
Bush yönetiminde yeni-muhafazakârlık ve liberal müdahalecilik ideolojileri bir 
araya geldi. Bu doktrin Ortadoğu’da ABD’nin yıllarca istikrarı 
demokratikleşmenin önünde tutmasını eleştiriyor ve bu politika yüzünden 
bölgede güçlenen otoriter rejimlerden zarar gören halkların ve sosyal 
hareketlerin ABD karşıtlığının oluştuğu iddia ediliyordu. Bu görüş demokrasi 
ve özgürlüklerin terörizmin panzehiri olduğu fikrine inanıyor, dolayısıyla 
Ortadoğu’da rejim değişikliğini savunuyordu. 

Bush yönetiminin yeni Ortadoğu stratejisinin ilk ve en önemli uygulama 
alanı Irak oldu. Gerçekten Irak’a savaş açmak Bush yönetiminin yukarıda 
tartışılan temel Ortadoğu politikalarını gerçekleştirmek açısından anlamlı 
görünüyordu. ABD bir taraftan Irak üzerinden Ortadoğu’da zayıflayan itibarını 
onaracak, gücünü ve azmini dosta düşmana gösterecek ve başat rolünü yeniden tesis edecekti. Öte yandan Saddam sonrası oluşacak “özgür ve demokratik Irak” tüm Ortadoğu’ya örnek teşkil edecek ve bir domino etkisi yaratılacak, dünyada yaşanan liberal dönüşüme en dirençli bölge olan Ortadoğu’da dönüşümün fitilini ateşleyecekti (Altunışık, 2009: 74-76). 

Bunun sonucunda, ABD ve “gönüllüler koalisyonu” tarafından yürütülen 
2003 Irak Savaşı çıktı. Irak Savaşı’nı tartışmalı yapan şey, Afganistan’a 
saldırının genel olarak bir meşru müdafaa şeklinde yorumlanmasına (Afganistan 
El Kaide’ye ülkesel bir üs sağlamıştı ve El Kaide’yle Taliban arasında güçlü 
siyasal ve ideolojik bağlantılar vardı) rağmen Irak’a karşı savaşın önleyici 
saldırı doktrini çerçevesinde gerçekleştirilmesiydi. Bush yönetimi, Saddam 
rejimiyle El Kaide arasında bağlantılar bulunduğunu (somutlaştırmadan) ifade 
etmesine ve (daha önceki kanıtlarla çelişen bir biçimde) Irak’ın kitle imha 
silahlarına sahip olduğunu iddia etmesine rağmen, temel gerekçe, Saddam’ınki 
gibi ‘haydut’ rejimlerin aktif bir biçimde kitle imha silahları arayışı içerisinde 
olması veya halihazırda elde etmiş olmasının 21. yüzyılda hoş görülemez 
olmasıdır. 

Başlangıçtaki etkileyici başarıya (Taliban ve Saddam’ın Baas rejiminin 
devrilmesi) rağmen ABD ve müttefikleri, hem Afganistan hem de Irak’ta, 
kendilerini beklediklerinden daha sorunlu ve uzun olduğu ortaya çıkan 
savaşların içinde buldular. Her iki savaş da, gerilla savaşı, terörizm ve intihar 
bombalaması taktikleri kullanan düşmanlara karşı karmaşık bir karşı isyan 
savaşlarına dönüştü ve üstün Amerikan gücünün sınırlarına dikkat çekti. 
“Teröre karşı savaşın” yürütülüş temelleri, taktik başarısızlıklar ve stratejik 
zorluklarla oyuldu (Heywood, 2013: 272-273). 

Bu çerçeveden bakılınca Bush yönetiminin politikalarının, Clinton 
dönemindekiler gibi, ABD açısından büyük ölçüde başarısızlıkla sonuçlandığı 
söylenebilir. Başka bir deyişle bu politikalar ne Bush yönetiminin amaçladığı 
gibi bölgede ABD’nin başat pozisyonunu sağlamlaştırmış, ne İran’ı 
etkisizleştirmiş, ne de bölgede ABD’nin istediği dönüşümü sağlamıştır. ABD 
açısından tek başarı amaçlandığı şekilde Irak’ta Saddam rejiminin yıkılması 
olmuştur. Ancak bu başarı da çok büyük bedeller karşılığında elde edilmiştir 
(Altunışık, 2009: 77). Öncelikle Irak’ta savaş bittikten sonra ABD, denetimi 
tamamen elinden kaçırarak aciz kaldı. Başta Şiiler tarafından olmak üzere 
yapılan bitmez tükenmez saldırılar, ABD/Koalisyon ordusunu tam anlamıyla 
acizleştirdi. Bu ordu Irak’ı işgal etti, fakat Bağdat’ı bile denetim altına alamadı. 
Tek yapabildiği, ABD askerlerinden ziyade, “Irak sivil yönetimi” asker ve 
polislerinin ölmesine yol açmak oldu. Bütün bunların etkisiyle, 2004’e 
gelindiğinde, yani işgalden bir yıl sonra, ABD’nin koalisyon ortakları sembolik 
kontenjanlarını çekmeye başladılar. Ovalık Irak, ormanlık Vietnam’ın veya 
dağlık Afganistan’ın istisnai örnekler olmadığını göstererek, hegemon gücün 
prestijine büyük bir darbe indirmiş oldu. BBC’ye demeç veren BM Genel 
Sekreteri Kofi Annan, Irak işgalini, “BM antlaşmasını ihlal eden gayrimeşru bir 
eylem” olarak nitelendirdi. Ayrıca, ABD, işkence yapan ve hukuku/uluslararası 
hukuku tanımayan bir ülke olarak tescil edildi. Ebu Gureyb cezaevinde patlayan 
ve seksüel aşırılıklarıyla iyice ayağa düşen işkence ortamının simgelediği, ama 
orada da kalmayan skandallar, ABD’nin uluslararası prestijini dibe vurdurdu. 
Küba’daki ABD askeri üssü Guantanamo’da yapılanlar, Ebu Gureyb’i fazlasıyla 
aştı. Diğer taraftan işgal özellikle ham petrol fiyatlarının hiç hesapta olmayan 
bir biçimde 77 Dolar’ı aşmasıyla, ABD’ye ekonomik olarak da yansıdı. 
Amerikan bütçe açığı baş edilemez bir hal aldı. İlaveten, belki de en önemlisi, 
anti-Amerikanizm bütün dünyada, özellikle Arap ve Müslüman ülkelerinde bir 
tsunami gibi yükseldi ve muhtemelen, terörün gelecek kuşaklarda artarak devam etmesinin beşiğini hazırladı. İşgalden en kazançlı çıkan taraf Iraklı Kürtler oldu. ABD’ye dayanan bir Kürdistan, hukuken olmasa bile fiilen kuruldu. Kürtlerin yanı sıra İran da kazançlı çıktı. Şii İran dünyası ile Sünni Arap dünyası arasında tampon görev yapan Irak üzerinde İran etkisi arttı, ülke, İran ve molla etkisine açık hale geldi. Sonuçta, Şii-Sünni gerginliği ve Şiiliğin genel yükselişi 
hızlandı. Arap ülkelerinde Filistin sorununda yaşanan çıkmaz nedeniyle 
tırmanan ABD düşmanlığı körüklendi (Ünsal, 2013: 25-26). 

Yukarıda bahsi geçen nedenlerle, demokratikleşme projesi kısa sürede 
rafa kaldırıldı. Irak’ta yaşanan sorunlar bu ülkenin Bush yönetiminin iddia ettiği 
gibi demokratikleşmesinin önündeki zorlukları ortaya koyarken, bir kez daha 
istikrarın öncelenmesine yol açtı. Diğer Arap ülkelerindeki bir demokratik 
açılımın siyasi İslamcı partileri iktidara taşıyacağının bir kez daha anlaşılması 
ile Bush yönetimi özellikle ikinci döneminde demokratikleşme söyleminden 
tamamen uzaklaştı (Altunışık, 2009: 77-78). 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder