20 Ekim 2018 Cumartesi

ARAP BAHARI VE TÜRKİYE

ARAP BAHARI VE TÜRKİYE 

Hazırlayan: 
Can ZENGİN 
Prof. Dr. Atilla SANDIKLI ile Söyleşi 
Arap Baharı ve Türkiye 




BİLGESAM Başkanı Prof. Dr. Atilla Sandıklı, BÜTAT (Boğaziçi Türk Araştırmaları Topluluğu) temsilcisi öğrencilerle gerçekleştirdiği söyleşisinde Arap Baharı ve Fırat Kalkanı Harekatı ışığında bölgesel ve küresel gelişmeleri değerlendirdi. 

“Arap Baharı” ne ifade etmektedir? Sonuçlarını nasıl yorumluyorsunuz? 

Öncelikle, Arap Baharı’nın temel argümanının Amerika Birleşik Devletleri’nin hazırlamış olduğu ‘Büyük/Genişletilmiş Orta Doğu Projesi’ planı olduğunu düşünüyorum. Aslında projenin kapsamı demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, serbest piyasa ekonomisi gibi Batı değerlerinin bu coğrafyada yaygınlaşmasıydı. Bu sayede, kendisinin daha kolay işbirliği yapabileceği daha entegre bir ortam hazırlamak istemiştir. Büyük/Genişletilmiş Orta Doğu Projesi’nin temeli Arap Baharı vasıtasıyla İslam dünyasını Batılılarla iletişime geçirmek, gerçekleşecek yakın etkileşimlerle kendisine müttefik yapacak ve kendisine zarar vermeyecek bir atmosfer sağlamaktı. Bölgedeki halkların da demokrasi, özgürlük, serbest piyasa ekonomisi, gelir dağılımında adalet, hukukun üstünlüğü gibi taleplerinin olduğunu da kabul ettiğimiz zaman karşılıklı çıkar uyumu ortamı oluştu. Amerikan’ın dış politikasında kutsal olarak gördüğü ‘kendi değerlerini yaymak’ misyonu bölgedeki gerçeklerle örtüşünce nihayetinde bir etki oluşturdu ve çeşitli ülkelerde ayaklanmalar başladı. Ancak, ABD’nin bu coğrafyadaki otoriter yönetimlere karşı olan faaliyetlerinden rahatsız olan Rusya, Çin, İran gibi ülkelerin olduğunu da unutmamalıyız. Son dönemde adından sıkça söz edilen ‘Şanhay İşbirliği Örgütü’nün temel felsefesinin Amerikan hegemonyasına karşı çıkarak tek hegemon güç olmasını sınırlamaya çalışan bir yapı olduğunu görebiliriz. 

Gelişmeler başlangıçta batıyla iyi ilişkiler çerçevesine oturtulmak üzerine gelişse de Orta Doğu’da öngörülemeyen faktörlerin oluşması ve bölgenin toplumsal, sosyal ve siyasal dokusunun farklı gelişmeler göstermesiyle Büyük/Genişletilmiş Orta Doğu Projesi aksamaya başladı. Ilımlı İslam konsepti dâhilinde iktidara gelen ‘Müslüman Kardeşler’in fırsattan istifade ederek etki alanını artırması ve içerisindeki bazı aşırı grupların varlığının etkili olabileceğinin görülmesi planın aksamasındaki temel sebeptir. Türkiye ise bir yandan Batı bloku içinde yer alarak diğer yandan da Müslüman bir ülke olarak bölge ülkelerine her ikisinin de beraber yaşanabileceği ortamı sunarak büyük saygınlık kazanmıştır. Ancak bu dönemde bölge ülkeleri arasında rol model olan Türkiye’nin de nüfuz kazanması ve Orta Doğu coğrafyasında küresel güçlerin çıkarlarıyla kendi çıkarlarının 
uyumlu olması gerektiği mesajları bazı kesimlerde rahatsızlık uyandırmıştır. ABD Orta Doğu’ya yönelik dış politikasını analiz ettiğimizde 2 noktada istenmeyen sonuçların ortaya çıktığı dikkat çekmektedir. Bunlardan ilki bölge dışından bir gücün Orta Doğu’da hâkimiyet sağlaması ikincisi ise bölgeden çıkacak bir gücün kendi etki alanını oluşturmasıdır. Nihayetinde eylem ve söylemleri dikkate aldığımızda bu noktada Arap Baharı’nın artık tersine döndüğünü ve sorgulanmaya başladığını gözlemlemekteyiz. Özellikle Libya’da ABD Konsolosluğu’nun basılması, Amerikalı diplomatlara bölgede Müslüman Kardeşler, Türkiye ve Hamas’ın bir aktör olduğunu hatırlatmıştır. 
Çıkarlarına ulaşmak amacıyla başlangıçta İdealist yaklaşımı benimseyen Amerika’nın Realist yaklaşıma dönmesine neden olmuştur. 



Tunus, Mısır gibi Orta Doğu’daki bazı ülkelerde rejim değişiklikleri olmasına rağmen sizce Esed yönetimi ayakta kalmayı nasıl başardı? 

3 Önemli etkenin Suriye’de işlerin ters gitmesine neden olduğunu düşünüyorum. Bunlardan birincisi Arap Baharı’nın tersine dönerek artık Batı’nın en baştaki şekilde istediği gibi gelişmemesidir. 
Arap Baharı gerçekleşirken Türkiye’nin bölgede nüfuzunu geliştirmiş olması, Müslüman Kardeşler’in giderek etkinliğini artırması ve radikalleşmesi Arap Baharı içinde istenmeyen durumlardandı. 
Amerika ve Suudi Arabistan’ın birlikte destek verdiği Mısır’da Müslüman Kardeşlere yönelik darbe girişimi de bunun sonuçlarındandır. Türkiye’de Gezi olayları, çözüm sürecinin tıkanması gibi meseleler de bu dönemlerde gerçekleşmektedir. 

İkinci neden ise Suriye’de artan Şii temelli İran nüfuzudur. Nusayri kökenli Esed hükümetine hem sahada hem de diplomatik destek 
veren, körfez ülkelerinde etkisini artıran İran, Batı dünyasının Suriye’deki çıkarlarına ters düşmektedir. 

Üçüncü neden ise küresel düzeyde çıkar çatışmasının yarattığı etkendir. BM çatısı altında Rusya ve Çin’in vetoları ve Suriye rejimine desteği, Rusya’nın direk sahada oyuncu olarak aktörlerin arasında yer alması Batı ile çatışan çıkarladır. Dolayısıyla Arap Baharı’nın tersine dönmesi ve bölgesel/küresel aktörlerin rekabeti nedeniyle Suriye krizi sadece Suriye’yi ilgilendirmemiş; 2017’ye geldiğimiz bugünlerde henüz sonuç alınamamıştır. DAEŞ’te, bu karmaşa da beslenen bir yapı olarak karşımıza çıkmıştır. Bu belirsizliklerin yarattığı nihai sonuç ise Esed rejiminin ayakta kalmasına ve Suriye’nin daha da karmaşık bir hale gelmesine neden olmuştur. 

Batı-Doğu rekabeti çerçevesinde Türkiye’nin pozisyonunu nasıl görmektesiniz? 

Türkiye’nin iç ve dış siyaseti bağlamında uzun yıllardır bir dengeleme politikası yürüttüğü; yeri geldiğinde ABD, yeri geldiğinde Rusya ile yakınlaştığı gözlemlenmiştir. Dış politikadaki bu esneklik ülkeler için hayati önem taşır. Aslında tarihsel sürece bakıldığında, Batı hayranlığından ziyade çıkarlarımızın uyumlu olmasından dolayı Batı bloğunda yer aldığımız, Doğu bloku ile interaktif 
bir ilişki geliştiremediğimiz görülmektedir. Bunun temel nedeni özellikle Soğuk Savaş yıllarında yaşanan güvenlik sorunudur. İki kutuplu dünya son bulduktan sonra, özellikle SSCB’nin dağılmasıyla ortaya çıkan Türk Cumhuriyetleri’nin bağımsızlıklarını kazanmasıyla Türk-Rus ilişkilerinin bölgeye yönelik önce rekabet, ardından rekabet ve işbirliği, son dönemde ise sadece işbirliği ortamına girdiği görülmüştür. Rusya’yla ilişkiler işbirliği sürecinde iken son dönemde 
Suriye meselesinde ters politikalar ve yaşanan uçak düşürme krizi Türkiye’nin bölgede yalnızlaşmasına neden olmuştur. Son dönemde krizin aşılması ve ilişkilerin normalleşmesi süreciyle Türkiye, dış politikadaki esnekliğini geri kazanmaktadır. 

Bunun dışında bugün Batı dünyasının evrensel değerler temel alındığında ileri medeniyetler arasında olduğu ve hala daha cezbediciliğinin azalmadığı da bir gerçektir. Burada karar vermemiz gereken konu hangi tarafta yer alacağımızın ve ne derecede bu kampın içinde yer almamız gerektiğidir. 

Bunun cevabı Türkiye’nin çıkarlarının kısa ve uzun vadede nasıl karşılanacağında gizlidir. Uzun süredir Batı kampında yer aldığımız için Avrupa Birliği, NATO, Batılı değerler ile daha hızlı uyum sağlanabileceği ve AB üyeliği vasıtasıyla daha çok fayda sağlanabileceği düşünülebilir. Ancak tamamıyla bu sistemin parçası olamayacağımız, Batılı ülkeler ile çıkarlarımızın çatıştığı durumlarda da alternatif olan Şanhay İşbirliği Örgütü ile etkileşimimizi artırarak denge ve esnekliğimizi  sağlayabilir, optimal çıkarları elde edebilecek işbirliği ve istikrara dayalı politikalar yürütebiliriz. 

Orta Doğu’nun etnik ve mezhepsel çözülme süreci bağlamında Türkiye’nin de uzun zamandır devam eden bir PKK sorunu olduğu düşünülürse, ABD ve Rusya’nın bölgedeki varlığının uzun vadede Türkiye’nin yaşadığı etnik temelli soruna etkisi ne olabilir? 

Türkiye’nin de karşılaştığı etnik temelli sorun açısından öncelikle aktörlerin bölgede ne beklediğini göz önünde bulundurmalıyız. Batılılar açısından bakacak olursak, Arap Baharı istenen sonucu vermemiştir. Küreselleşmenin de etkisiyle dünyada iki yönlü gelişen bir eğilim mevcuttur ve ulus devletlerin geçirdiği dönüşümü Avrupa’ya bakarak anlayabiliriz. Yugoslavya gibi parçalanma 
görülebilirken aynı zamanda AB gibi bir bütünleşme süreci de gözlemlene bilmekte dir. Bu deneyimden istifade ederek, Batı dünyasının genel itibarıyla Orta Doğu’da etkinliğini devam ettirmek için parçalı yapılar olmasını istediği ve bu parçalı yapıları birbirlerine karşı kullanarak bölgeden çıkacak bir gücün ihtimalini azalttığı bilinmektedir. Mevcut haritaların kısa sürede değişmeyeceği 
gerçeğinden ötürü devlet olarak kalsa dahi parçalanmış küçük yapılar kısa vadede batının en önemli çıkarı olabilecektir. Uzun vadede ise İsrail benzeri güçlü müttefiklerin olması batı dünyasının elini kuvvetlendirecektir. Bu tarzda şekillenen Orta Doğu ise Türkiye’nin ulus devlet anlayışı ve çıkarlarına ise ters düşmektedir. Suriye’de ki çatışmanın karmaşıklaşmasına neden olan genel politikaların örtüşmemesiyle beraber PKK’nın Suriye kolu olan PYD terör örgütünün Kürt koridoru oluşturmasına zemin hazırlamıştır. Türkiye için hayati önem arz eden bu konuda ilk aşamada akıllı bir hareketle bölgeye müdahalede bulunmamış; ABD ise buna karşılık koz olarak PYD’yi desteklemiştir. Rusya ise Suriye’nin bütünlüğünden yana olmaktadır. Dolayısıyla, günlük hayatta arkadaşlarımızla fikirlerimiz uyuşmadığı zaman diğer arkadaşlarımızla o konuda 
etkileşime geçtiğimiz gibi Türkiye olarak politikalarımızın uyuşmadığı durumlarda diğer blok ile etkileşime geçerek esneklik sağlayabiliriz. Rusya veya Esed yönetimi ile yakınlaşma süreciyle PYD’nin bölgedeki etkisini azaltabiliriz. Ancak bunu da yaparken Rusya ile aynı tarafta yer alan İran’ın Orta Doğu’da Şii temelli politikalarına dikkat etmeli, bölge ülkelerinde nüfuzunu artırmasını da batılı devletlerin yardımıyla kontrol edebiliriz. Orta Doğu’da çözümün Türkiye olmadan, Türkiye’nin ise Orta Doğu’yu göz ardı ederek düşünülmesi hayal ürünüdür. Bölgenin dinamikleri her iki tarafı da doğrudan etkilemekte olduğundan işbirliği ve uzlaşmaya yönelik siyaset istikrar getirecektir. Bu noktada temel alınması gereken ilke; gücünün sınırlarını bilen, bölgesel ve 
küresel aktörlerle etkin iletişimde olarak hem iç hem dış politikada optimal sonuçları elde etmeye odaklanan rasyonel politikaların uygulanması olmalıdır. 

Fırat Kalkanı Harekâtı’nın Geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? 

Normal şartlarda kısa vadeli planlar her zaman cezbedicidir. Ancak stratejik planlamalarda kısa, orta ve uzun vadeli planlar değerlendirilmelidir. Suriye’de olaylar gelişmeye başladığında iktidarın uzun süre dayanamayacağı ve çatışmaların küresel rekabete dönüşeceği kısa vadede öngörülemedi. 
Bugün Türkiye için en kötü senaryo Suriye’nin parçalanarak istikrarsızlaşması ve kuzeyde bir Kürt koridorunun devletleşme sürecine girmesidir. Bu koridorun oluşmasına engel olmak için ara bölgelerde Türkiye’ye yakın unsurların hâkimiyet sağlaması en akılcı çözüm olacaktır. Eğit-donat politikası vasıtasıyla Cerablus-Afrin arasındaki Özgür Suriye Ordusu varlığının sağlanması bunun 
ilk örneğidir. ÖSO’nun ilk safhalarda başarısız gibi görünmesi ABD tarafından yeterince destek görmemesidir. Yeterli destek geldiği zaman başarılı sonuç alınmaya başlanmıştır. Ancak, bugüne kadar Cerablus-Afrin arasında uygulanan stratejiyi koridorun diğer bölgelerinde henüz uygulayamadık. 

Türkiye’nin mücadelesinin PKK ve PYD terör örgütleri ile olduğu net bir şekilde ortaya koyularak; Kobani, Tel Abyad, Haseke, Sincar bölgelerindeki Kürt varlığının düşmanımız değil kardeşimiz oldukları imajı sağlanmalıdır. Büyük resmi görerek ve oyunun içinde aktif katılımcı olarak bu koridorun aralarında tampon bölgeler oluşturabiliriz. Dış politika ve güvenlik anlamında esneklik ve stratejik planlamanın geliştirilmesi hem Türkiye’nin uluslararası prestijini artabilecek hem de iç politikasına olumlu yansıyabilecektir. 

Harekâtın devam ettiği günlerde bir diğer göz önünde bulundurmamız gereken şey ise aynı anda birden fazla terör örgütüyle mücadele etmememiz gerektiğidir. Sıklet merkezini bir noktada yoğunlaştırıp sırasıyla hedeflere ulaşılmalıdır. Ancak, Türkiye bugün kendisini bu mücadeleyi eş zamanlı olarak yürütebilecek seviyede güçlü hissetmektedir. Bana göre, Fırat Kalkanı harekâtının zamanlama sı da yapılması da doğrudur. Çünkü Suriye’de bugün artık çözüme yönelik konuşmalar başlamıştır. Çözüm için masada olmak istiyorsak öncesinde aktif olarak sahada olmamız gerekmektedir. 

Kuşatmalar konusunda zorluklar yaşanılacağı söylenmesine rağmen en başından beri Cerablus, Dabık, El-Bab gibi şehirlerin DAEŞ’ten temizlenmesinin kolay olacağı kanısındaydım. Çünkü DAEŞ bünyesindeki askeri akılında yardımıyla temel olarak tutunmak isteyeceği yerler Rakka ve Musul olacaktır. Hatta Musul’dan bile çekilerek Rakka’da kuvvetlerini toparlayacağı düşünülebilir. 

DAEŞ’in bugün bir çözülme sürecinde olduğu söylenebilir. Ancak, en çok ses getiren ve toplumlarda kaosa sebep olan canlı bomba eylemlerini ne ölçüde görebiliriz? 

Öncelikle DAEŞ, kendi kontrolündeki alanda büyük tehdit altında ve Musul/Rakka’yı muhakkak güçlü bir savunmak isteyecektir. Bunu yaparken de dışarıda ilgiyi dağıtmayı hedefleyebilir. Ancak ben yeterince başarılı olabileceklerini düşünmüyorum. Çünkü temelde kendini savunmaya çalışırken    dışarda eylem yapabilmek için detaylı planlamaya fırsat bulamayacaktır. Hazırlıkların eksik olması nedeniyle eski sıklık görülmeyecektir ki bugün çok sayıda militanın yakalanması bu planlama eksikliğindendir. Ancak her ne olursa olsun iç güvenlik anlamında zafiyet yaşamamamız, gerekli tedbirleri almamız lazım. Belirli ölçüde küçük eylemlerle büyük sonuçlar almak isteyecektir. Türkiye’nin iç dinamiklerine dokunarak Alevi/Sünni veya Türk/Kürt çatışması tetiklemeye çalışabilir. DAEŞ’in artık er ya da geç ismen gideceği kesinleşmiştir ancak güç boşluğu, devlet otoritesinin zayıflaması gibi hallerde yeniden hortlayabileceği de unutulmamalıdır. Zaten, El-Kaide de henüz tam anlamıyla yok edilmiş bir terör örgütü değildir. Farklı isimler veya farklı yerlerde aynı zihniyet ile karşımıza çıkması muhtemel olduğu için tedbirlerimizi buna göre almalıyız. 

Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının Türkiye açısından önemi nedir? 

Leviathan ve Nil havzalarından çıkan doğal gaz Türkiye-İsrail ve Türkiye-Güney Kıbrıs Rum Kesimi ilişkilerini bir başka boyuta getirebilir. Türkiye öncelikle ülkeler arasında anlaşma olmadan araştırma yapılmasını engellemeye çalışmaktadır. Bu konu çözüme ulaştırılabilirse ilk karşılaşılacak sorun ise pazara ulaşacak doğalgazın nerden geçeceği olacaktır. Ulaşım, boru hatları, 
sıvılaştırılmış gazın nakliyesi gibi maliyetli konularda çözüm arayışında önemli faktörlerdendir. 
Türkiye üzerinden Avrupa’ya uzanacak boru hatları planlanması halinde hem Türkiye’nin yararına olacak hem de GKRY ve İsrail için maliyetler azaltılmış olacaktır. 

Bu aşamada projenin iki farklı teorinin ışığında gelişeceği düşünülebilir. Bunlardan birincisi realist yaklaşım ile enerji hatlarının çıkar çatışmasına dönüşerek bölgedeki çatışmaları ve güvensizliği daha da derinleştirebileceği ihtimalidir. Diğer bir yaklaşım ise idealist/liberal açıdan olaylara bakarak ekonomik çıkarların optimalinin bulunması vasıtasıyla işbirliğinin kuvvetlenebileceği dir. 
Benim görüşüm idealist bakış açısının bölgenin güvenliği açısından faydalı olacağıdır. Hatta bu sayede hem İsrail ile ilişkilerin normalleşmesi hızlanır hem de bu işbirliği Kıbrıs sorununun çözümüne yardımcı olabilir. İşbirliğinin, Türkiye açısından getireceği diğer yararlar da mevcut olacaktır. Örneğin, enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi noktasında Rusya’ya bağımlılığımızı azaltırken, alternatif kaynaklar yaratarak Türkiye’nin bölgede enerji merkezi (hub) olmasına olanak sağlayabilir. Türkiye, uzun vadede ise akılcı bir politika ile doğalgaz / petrol teknolojisinin daha da geliştirilerek ve işlenerek bölgede bir pazar noktası olmayı hedeflemektedir. 

Sizce, Çin Denizi ve etrafında son dönemde görülen hareketlenmeler dünyanın gündeminin ve çatışma ekseninin ileride Orta Doğu’dan Asya-Pasifik bölgesine kayabileceğinin işareti midir? 

ABD’nin son dönemde askeri gücünün belirli bir kısmını Asya-Pasifik tarafına kaydırmaya başladığını gözlemlemekteyiz. Soğuk Savaş sonrasında NATO’nun da “alan dışılık” konsepti dâhilinde farklı bölgelerde faaliyet gösterdiğini biliyoruz. Bununla birlikte Güney Kore, Japonya, Avustralya gibi ülkeler de Çin’in bölgede hâkimiyetini artırmasını istememektedir. Nihayetinde ABD’nin, hem ikili anlaşmalar ve küresel ortaklıklar hem de NATO’nun vasıtasıyla Çin’i bir 
çevreleme politikası altında tuttuğunu söyleyebiliriz. Ancak bu aşamada temel sorun, ABD’nin bölgeye bu şekilde angaje olmasının kendisine getireceği maliyettir. Eğer yaptığınız politika kendi kendini finanse edemezse belli bir süre sonra sıkıntıya sebep olur. Örneğin ABD’nin İran ile yaşadığı olumsuz ilişkiler döneminde Orta Doğu’da geri kalan ülkeler üzerinden yaptığı silah ticareti vasıtasıyla Orta Doğu’nun kendine getirdiği maliyeti amorti etmiştir. Rusya da ise durum tersine gerçekleşmekte ve Rusya’nın dışardaki varlığı diğer gelirlerden karşılanamayınca kendini tüketmektedir. Dolayısıyla güvenlik anlamında dış politika uygulamanın maliyetinin karşılanması en hassas konu olarak karşımıza çıkmaktadır. ABD’nin Asya-Pasifik bölgesinde minimum maliyetle etkinliğini artırması için kullandığı küresel ortaklıklar; Güney Kore, Japonya gibi ülkelerin 
kendi savunma sanayi harcamalarını artırmasına teşvik, NATO’nun alan dışı konsepti gibi politikalarla kaynakları çeşitlendirdiği söylenebilir. Her ne kadar Asya-Pasifik’e doğru bir çatışma ekseni kayması görülse de Orta Doğu’nun doğal kaynakları, karmaşık yapısı ve tamamen çekilme halinde bölgede ABD haricinde herhangi bir gücün etkin olabilmesi ihtimali nedenlerinden dolayı 
Amerikalıların bir ayağının burada kalacağını da unutmamalıyız. 


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder