23 Ekim 2018 Salı

SOĞUK SAVAŞ SONRASI ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 2

SOĞUK SAVAŞ SONRASI ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 2


4. Obama Dönemi ve Arap Baharı 

ABD son derece farklı etnik gruplardan oluşan bir halka sahip olmasına 
rağmen, demokratikleşmenin dünya genelinde desteklenmesi konusunda ülke 
içinde bir konsensüs mevcuttur. Bunun nedeni, dünyada demokrasinin 
yayılması düşüncesinin Amerikan ulusal kimliğinin şekillenme aşamalarına 
kadar geri gitmesi ve Amerikan dış politikasında yerine getirilmesi gereken bir 
misyon olarak görülmesidir. Kapitalizm, bireysel özgürlük ve insan ilerlemesi 
bu siyasal kültürün temel özelliklerini oluşturmaktadır. Amerikalılar bu 
değerleri evrensel olarak görmekte ve tüm dünyanın benimsemesi gerektiğine 
inanmaktadır. Dolayısıyla demokrasinin yayılması misyonu, Amerikan halkının 
tüm insanlık için iyi olduğuna inanılan liberal demokratik ilkeleri ve insanlık 
tarihi boyunca denenmiş en iyi yönetim biçimi olan liberal demokrasiyi tüm 
dünyaya yaymak ve böylece dünyadaki diğer ulusları kurtarmak için Tanrı 
tarafından seçilmiş bir ulus olduğu yönündeki güçlü inanca dayanmaktadır. Bu 
inanç günümüze kadar varlığını korumuş ve Amerikan dış politikası üzerinde 
etkili olmuştur (Telatar, 2012: 55). 

Özellikle 11 Eylül sonrası Bush Yönetimi altında demokrasi promosyonu 
özel bir şekil almıştır. Demokrasi promosyonu geleneğindeki bu tarzı Bush 
yönetimi “Özgürlük Gündemi” olarak adlandırmış ve ABD’nin büyük 
stratejisini yeniden şekillendirmiştir. Demokrasiyi getirmek için askeri 
müdahalenin gerektiğinde agresif olarak kullanılabileceği tezine dayanan bir 
“zorlayıcı” yaklaşımdır. Bu yaklaşımın neden ve nasıl geliştiği konusunda 
tartışmalar olsa da, Bush yönetiminin iktidara gelmesinden 11 Eylül 
saldırılarına kadar olan dönemde bu tarz bir zorlayıcı demokrasi promosyonu 
görülmez. Bush’un zorlayıcı politikaya geçmesi bir yandan 11 Eylül saldırıları 
ile bir yandan da ABD’nin maddi kabiliyetlerinin gelişmesi ve içeride yeni-
muhafazakar bir milliyetçi politikanın hakim olmasıyla ilişkilidir. Buna göre, 
eğer Ortadoğu’da diktatörlükler yıkılır da yerine demokrasiler kurulursa, 
bölgedeki ABD karşıtlığı sona erer, El Kaide gibi örgütlerle de köklü bir 
mücadele mümkün olabilirdi. Bu şekilde ortaya çıkan Bush doktrini 
çerçevesinde ABD Ortadoğu’daki demokrasi projelerine eşi görülmemiş 
miktarlarda kaynak ayırarak, otoriter rejimleri devirmek için yola koyuldu. İki 
temel eksene dayanan bu yaklaşıma göre, liberal/seküler ya da Bush 
yönetiminin deyimiyle demokrasi-yanlısı unsurlar desteklenecekti. Böylece 
kurulacak yeni yönetimle İslamcılar marjinal konuma düşürülüp tasfiye edilecek 
ve ABD’ye tehdit oluşturan İslamcı hareketler de sona erecekti (Duran ve 
Yılmaz, 2012: 28). Bu amaçla, aktif bir politika izleyen ve pek çok resmi 
insiyatife girişen Bush yönetimi, Irak’ta askeri müdahale yoluyla Saddam 
Hüseyin rejimini devirmiş, İran ve Suriye gibi devletler üzerinde büyük bir 
baskı uygulamaya başlamış, Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan’daki halk 
ayaklanmaları sonucu gerçekleşen rejim değişikliklerine dolaylı olarak destek 
vermiştir. 

Ancak bu amaçla gerçekleştirilen rejim değişiklikleri, özellikle de 2003 
yılındaki Irak Savaşı, uluslararası toplumun büyük tepkisini çekmiş, bu 
misyonun imajı üzerinde derin hasarlara neden olmuştur. Bu durumu telafi etme görevi ise yeni başkana, yani Barack Obama’ya kalmıştır. Selefinden oldukça olumsuz bir miras devralan Obama, dış politikasını ABD’nin uluslararası 
imajını düzeltmek ve Bush yönetiminin politikalarının neden olduğu sorunları 
çözmek üzerine oturtmuştur (Telatar, 2012: 56-57). 

ABD’nin küresel liderliğini yeniden canlandırmak amacıyla aktif bir dış 
politika izlenmesinden yana olan Obama’ya göre, bu amaçla yapılması gereken, 
dünyanın ortak güvenliği paylaştığı anlayışına dayalı bir küresel liderlik 
sergilenmesiydi. Obama, Amerikan liderliğini yenilemek için Irak savaşının 
sonlandırılması ve dikkatlerin Ortadoğu ve İslam dünyasındaki diğer sorunlar 
üzerine yoğunlaştırılması, nükleer silahların yayılmasının engellenmesi, 
terörizme karşı daha etkili bir küresel strateji geliştirilmesi, ortak tehditlerle 
mücadele etmek ve ortak güvenliği sağlamak için ittifakların, işbirliklerinin ve 
kurumların yeniden inşa edilmesi, adil, güvenli ve demokratik toplumların 
desteklenmesi gerektiğini vurgulamıştır. Görüldüğü gibi Obama yönetiminin dış 
politika gündeminde çoğunluğu Bush döneminden miras kalan pek çok sorun ve 
konu vardı. Dolayısıyla Obama, göreve gelir gelmez bu konularla meşgul 
olmaya başladı (Telatar, 2012: 58-59). 

Obama, Haziran 2009’daki Kahire’deki bir açılış konuşmasında, “hiçbir 
yönetim sisteminin, başkaları tarafından bir ulusa dayatılmaması gerektiği ve 
dayatılamayacağına” dikkat çekerek, ABD ve dünya Müslümanları arasında 
“yeni bir başlangıç” çağrısı yaptı. Mart ayında, İran yılbaşına denk gelen bir 
tarihte Farsça altyazılı bir video yayınlayarak ABD’nin İran ile ilişkilerinde 
(özellikle nükleer silah elde etmeye çalıştığı iddiaları doğrultusunda neo-con’lar 
İran’a bilhassa düşmanca davrandı) onlarca yıldır süren gerilimlerin sona 
erdirilmesini istediğini ilan etti ve Tahran’ı saldırgan anti-Amerikan 
söylemlerini yumuşatmaya çağırdı. Müslüman dünyaya ulaşmak ve daha 
kapsamlı bir kültürler arasında anlayış oluşturma yönündeki bu çabalar, 
ABD’nin “teröre karşı savaşı” yürütme biçimini değiştirmeye yönelik diğer 
girişimlerle bağlantılıydı. Özellikle işkenceye başvurulmasını yasaklayan bir 
düzenleme imzalandı ve Guantanamo’daki gözaltı kampının kapatılması (fakat 
Obama’nın görevdeki ilk yılında yerine getirmeyi vaat ettiği bu sözden kısa 
sürede vazgeçildi) sözü verildi. Filistin sorununda ilerleme kaydedilmesi 
konusuna da daha fazla vurgu yapıldı (Heywood, 2013: 274). Böylece Obama 
pragmatik bir dış politika izlemeye çalıştı. 

Böyle bir pragmatist dış politikada demokrasinin yayılmasının yerinin 
Bush dönemi ile benzerlik arz etmesi beklenemezdi. Nitekim Obama, Bush 
yönetiminin iddialı özgürlük gündemini benimsemekten kaçınmıştır. Bush 11 
Eylül sonrası dönemden itibaren dış politikasını dünyada, özellikle de 
Ortadoğu’da, zorba yönetimleri sona erdirmek üzerine oturtmuştu. Ancak Irak 
savaşı demokrasinin yayılması misyonunu hem ülke içinde hem de uluslararası 
alanda tartışmalı hale getirmişti. Dış politikaya bakışını pragmatist olarak 
nitelendiren Obama ise, ideoloji tarafından yönlendirilen bir dış politika izlemek 
istemediğini, İslam dünyasına yönelik Amerikan ulusal çıkarlarını temel alan 
realist bir politika izlenmesi gerektiğini belirtmiştir. Dolayısıyla Obama’nın 
başkanlığı devralmasıyla artık terörizmin kaynağının kurutulması için 
toplumların dönüştürülmesi ve demokratik ulusların inşa edilmesi yerine, El-
Kaide’nin ve diğer radikal ve terörist örgütlerin bu ülkelerde yeniden güç 
kazanmasının ve ABD’ye karşı yeni saldırılar düzenlemesinin önlenmesine 
ağırlık verilmiştir (Telatar, 2012: 59). 

Demokrasinin yayılmasının Amerikan dış politikasındaki yerini yeniden 
tanımlayan Obama’nın bu konudaki yaklaşımının temel unsurları dört noktada 
özetlenebilir. Öncelikle, Obama yönetiminin demokrasinin yayılmasına ilişkin 
politikasını genel olarak dış politikasında benimsediği dünya ile yeniden 
angajman ve işbirliği çabaları çerçevesinde değerlendirmek gerekmektedir. 
Anti-demokratik rejimlere karşı “sınırlı angajman” politikası izlemeye başlayan 
ve Bush yönetiminin bu devletleri nitelendirmek için sık sık kullandığı “haydut 
devlet” ya da “şer ekseni” gibi uluslararası toplumun tepkisini çeken kavramları 
terk eden Obama yönetimine göre, bir yandan terörizmle mücadele, kitle imha 
silahlarının yayılmasının engellenmesi ya da ekonomik bağların güçlendirilmesi 
gibi çıkarlar üzerinde yoğunlaşılırken bir yandan da bireysel hakların ve 
fırsatların genişletilmesine çalışılacak, yani bu rejimlerle bu çıkarlar konusunda 
yürütülen siyasi diyalog insan haklarını geliştirmek için de kullanılacaktı. 
Dolayısıyla Obama yönetimi demokrasinin yayılması çerçevesindeki 
politikaların bu sorunların çözümüne yönelik insiyatiflere ve küresel işbirliği 
çabalarına zarar vermemesine çalışmıştır. 

Obama yönetiminin demokrasinin yayılması konusundaki yaklaşımının 
ikinci unsuru, model oluşturma görüşüne öncelik verilmesidir. Demokrasinin 
hiçbir ulusa dışarıdan empoze edilemeyeceğini açıkça ifade ederek ve her 
toplumun kendisi için en iyi olan ve kendi kültüründe ve geleneklerinde yer alan 
yolu izlemesi gerektiğini belirterek Bush dönemindeki aktivist korumacı 
yaklaşımı eleştiren Obama, Amerikan demokratik modelinin güçlendirilmesinin 
demokrasinin yayılmasındaki öneminden bahsederek model oluşturma görüşüne 
verdiği önemi ortaya koymuştur. 

Üçüncüsü, Bush’tan farklı olarak, Obama’nın demokrasi konusunu daha 
az tartışmalı olan insan hakları konusunun içine yerleştirmesidir. Nitekim 2010 
yılındaki stratejide demokrasi ve insan haklarının yayılması aynı başlık içinde 
yer almış ve bu başlık altında da daha çok insan haklarına ağırlık verilmiştir. 
Stratejide düşünceleri ifade etme, toplantı yapma, ibadet etme, liderleri seçme 
özgürlükleri ile insan onuru, hoşgörü, eşitlik, adalet gibi Amerikan ulusunun 
üzerine kurulu olduğu değerlerin aynı zamanda evrensel olduğuna inandıkları, 
bu değerleri benimseyen ulusların daha başarılı ve ABD’ye karşı daha barışçı 
oldukları, ABD’nin de bu değerler üzerine kurulduğu ve bu değerleri dünya 
genelinde yaymak için çalışacakları ifade edilmiştir. 

 Dördüncü ise, Obama yönetiminin demokrasinin yayılması çabalarını 
kalkınma konusundaki çabalar ile ilişkilendirmesidir. Buna göre, savunuculuğu 
yapılan demokratik değerlerin dünyada kabul görmesi için halkların günlük 
yaşamlarında ilerlemeler olması gerekmekte, zira dünya nüfusunun yarısı 
ekonomik, siyasal, yasal ve sosyal açıdan baskı altında bulunup 
marjinalleşmeye maruz kalıyorsa demokrasiyi geliştirmenin de tehlikeye 
girmesi söz konusu olmaktaydı. Böylece Obama, yönetiminin demokrasinin 
yayılması konusundaki yaklaşımını oldukça geniş bir çerçeveye oturtarak insan 
hakları ve kalkınma ile birlikte değerlendirmiş, bunların birbirlerini 
güçlendireceğine inanmıştır (Telatar, 2012: 63-66). 

Obama yönetiminin demokrasinin yayılmasına yönelik yaklaşımını daha 
iyi analiz edebilmek için dünya genelinde demokratikleşme bağlamında yaşanan 
gelişmeler karşısında nasıl bir tepki verdiğine bakmak gerekmektedir. 

Obama’nın demokrasinin yayılmasına ilişkin politikası, başkanlığının ilk 
yılında üç önemli gelişme ile sınanmıştır. Öncelikle, İran’da 12 Haziran 
2009’da gerçekleşen tartışmalı seçimlerden sonra Tahran ve diğer büyük 
şehirlerde başlayan protesto hareketleri ve yönetimin bunları sert müdahalelerle 
bastırması karşısında temkinli bir politika izlemiş ve İran muhalefetinin 
seçimlerin demokratik niteliği konusundaki iddialarını kabul etmekte isteksiz 
davranmıştır. İran’a karşı izlediği angajman politikası çerçevesinde Tahran ile 
iletişim kanallarını açık tutmaya ve bu ülkenin iç işlerine karışmamaya özen 
gösteren Obama yönetimi ise, seçimleri eleştirmesi ve muhalif aday Hüseyin 
Musevi’yi desteklemesinin İran’da radikallerin güç kazanmasını sağlayacağını, 
ABD hakkındaki olumsuz imajı güçlendireceğini ve bu ülkenin nükleer 
faaliyetlerine yönelik olarak yürütülen diplomatik çabaları olumsuz 
etkileyeceğini düşünmüş, dolayısıyla İran’ın nükleer programı konusunda bir 
çözüme varılmasını demokratikleşme konusundan daha ivedi bir sorun olarak 
görerek pragmatist bir politika izlemiştir. 

 Obama yönetiminin karşılaştığı bir diğer gelişme, Honduras’ta 
seçimlerle iş başına gelen Devlet Başkanı Manuel Zeleya’ya karşı 28 Haziran 
2009’da gerçekleştirilen askeri darbe olmuştur. Darbeye verilen uluslararası 
tepkinin büyük olmasına rağmen, Obama yönetiminin darbeyi kınaması ve 
Zeleya’nın görevine dönmesi çağrısında bulunması oldukça geç olmuştur. 
Bunun da ötesinde, Amerikan Devletleri Örgütü’nün Honduras’a ekonomik 
yaptırım uygulanmasına ve Zeleya’nın ülkeye dönmesi için hazırlanan plana, 
istikrarsızlığa neden olacağı gerekçesiyle karşı çıkmıştır. Darbe yönetiminin 
anti-demokratik uygulamalarına ve insan hakları ihlallerine de oldukça geç ve 
zayıf bir tepki veren Obama yönetimi, darbe yönetimine ekonomik yaptırım 
uygulamaya sıcak bakmamıştır. 29 Kasım 2009’da Porfirio Lobo’nun 
galibiyetiyle sonuçlanan ve pek çok insan hakları ihlallerinin gölgesinde 
gerçekleşen seçimler çoğu Latin Amerika ülkesi tarafından tanınmamasına 
rağmen, Obama yönetimi seçimleri ileriye yönelik bir adım olarak 
tanımlamıştır. 

Obama yönetimi ayrıca, Afganistan’da 20 Ağustos 2009’da gerçekleşen 
tartışmalı devlet başkanlığı ve 2010’da gerçekleşen parlamento seçimlerinden 
sonra da, bu ülkede istikrarın sağlanmasında Hamit Karzai’nin işbirliğine 
duyduğu ihtiyaç nedeniyle, yüksek sesle eleştiride bulunmayı tercih etmemiştir. 
Washington’un Karzai yönetimine kapalı kapılar ardında baskı yaptığı yönünde 
haberler gelmiş, fakat ne Obama’dan ne de üst düzey bir yetkili tarafından 
yaşananları kınayan bir açıklama gelmemiştir. Obama yönetiminin bu tavrı, 
Bush’un Afganistan’ın demokratikleştirilmesi amacını terk ederek ABD’nin bu 
ülkeye yönelik politikasının hedefini güvenliğin sağlanması olarak 
sınırlandırmasından kaynaklanmaktadır. 

Obama, başkanlığının daha ilk yılında karşı karşıya kaldığı bu üç 
gelişmeye yönelik politikalarında demokratikleşmeden ziyade güvenlik ve 
istikrara öncelik vermesi nedeniyle pek çok çevreden eleştiri almıştır. Bu 
politikalar Obama’nın dış politika söyleminde demokrasinin yayılmasının 
merkezi konumunu zayıflatması ile birlikte değerlendirilmiş ve ABD’nin 
demokrasinin yayılması misyonuna eskisi kadar önem vermediği iddialarının 
ortaya atılmasına neden olmuştur. Dolayısıyla demokrasinin yayılmasına 
yeterince önem vermediği eleştirilerini boşa çıkarmak için çaba sarf eden 
Obama’nın bu demokrasi sınavlarında başarılı bir performans gösterememesi, 
bu çabalarını sonuçsuz bırakmıştır. 

Obama yönetiminin demokrasinin yayılmasına yönelik politikasının test 
edildiği asıl gelişme ise “Arap Baharı” olarak nitelendirilen ve pek çok 
Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkesini etkisi altına alan halk ayaklanmaları 
olmuştur (Telatar, 2012: 68-70). 2011 yılının ilk aylarında Kuzey Afrika ve 
Orta Doğu’da gerçekleşen bu halk ayaklanmaları, muhalif “genç nüfus 
şişkinliğinin” iletişim teknolojisi araçlarına daha fazla ulaşabilmesiyle 
gerçekleşen hızlı siyasi uyanışın canlı birer örneğidir. Bu ayaklanmalar bozuk 
ve sorumsuz ulusal yönetimlere karşı duyulan kızgınlıkla ortaya çıktı. İşsizlik, 
siyasi hakların tanınmaması ve süresi uzatılan “olağanüstü” yasalardan 
kaynaklanan yereldeki öfke ve hüsran, ayaklanmaları hazırlayan itici gücü 
sağladı. On yıllar boyunca süren iktidarlarında güvende olan liderler, bir anda 
kendilerini emperyal dönemin sona ermesinden bu yana Orta Doğu’da 
başlamakta olan siyasi uyanışla karşı karşıya buldular (Brzezinski, 2012: 42). 

 Obama yönetiminin 17 Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan ve daha sonra 
pek çok ülkeye sıçrayarak Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’de liderlerin 
devrilmesine neden olan halk ayaklanmaları karşısındaki politikasını 
netleştirmesi oldukça zor olmuştur. Zira Obama yönetimi, selefinin 
demokrasinin yayılması misyonu üzerinde bıraktığı olumsuz imajı düzeltmek ile 
Arap dünyasında yaşanan demokratik ayaklanmalara ABD’nin tarihsel 
misyonunun bilincinde olarak destek vermek gibi bir ikilemle karşı karşıya 
kalmıştır. Ayrıca bazı ülkelerde ABD’nin müttefiki olan liderlere yönelik 
gösterilerin düzenlenmesi Obama yönetiminin pozisyonunun netleştirmesini 
daha da zorlaştırdı. Obama yönetiminin ayaklanmalar karşısındaki 
politikalarında, karşı karşıya bulunduğu bu çıkmazın neden olduğu kafa 
karışıklığının izlerini görmek mümkündür (Telatar, 2012: 70). 

Tunus’ta Muhammed bin Buazizi’nin 17 Aralık 2010’da kendini benzin 
dökerek canına kıymasıyla başlayan halk hareketi, Zeynel Abidin Bin Ali’nin 
eşiyle 14 Ocak 2011’de Suudi Arabistan’a kaçmasıyla 23 yıllık iktidarını 
“kansız” bir şekilde sonlandırdı (Tekin, 2011). Bu ayaklanmalara tüm dünya 
gibi ABD de hazırlıksız yakalanmıştı. Ayaklanmalar tüm Tunus’a yayılırken, 
Obama yönetimi Bin Ali’nin ülkesini terk etmesine kadar oldukça sessiz 
kalmıştır. Tunus yönetiminin göstericilere yönelik aşırı güç kullanması ancak 11 
Ocak’ta Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklama ile eleştirilmiş, Obama 
ise bu konu hakkında ilk kez 14 Ocak 2011’de konuşmuştur. Oysa Bin Ali aynı 
gün, bu konuşmadan önce ülkesini terk etmişti. Obama’nın ayaklanmanın bu 
aşamasına kadar sessiz kalması ABD’nin bölgede bir kez daha istikrarı 
demokrasiye tercih ettiği yorumlarına neden olmuştur. 

Ayaklanmalar bölgede İran’a karşı ABD’nin desteklediği Sünni ılımlı 
İslam ittifakının en güçlü üyelerinden biri olan, İsrail ile yakın ilişkileri 
bulunan, bu nedenle de Amerikan yardımlarını en fazla alan ikinci ülke olan 
Mısır’a sıçrayınca Obama yönetiminin pozisyonunu netleştirmesi daha da 
zorlaşmıştır. Özellikle Irak savaşından sonra Amerikan karşıtlığının arttığı 
Ortadoğu’da demokratik yollardan seçilecek yönetimlerin geçmiş politikaları 
devam ettirmesinin oldukça zor olması nedeniyle Obama yönetimi Mısır’da 25 
Ocak 2011’de başlayan ayaklanmalar karşısında oldukça yavaş hareket etmiştir 
(Telatar, 2012: 70). İlaveten ABD yönetimi, Arap Baharı’nda, ‘oyunun başını 
çeken’ olmak istemezken, gelişmeleri şekillendirmek için de bölgedeki uzun 
süreli ilişkilerini kullanmıştır. Bu durum, ABD’nin on yıllar boyunca finanse 
ettiği ordunun zenginleştirdiği generalleri ve askeri üst yönetimin, muhtemelen, 

Mübarek yönetiminin iç çemberindeki diğer ilişkilerinden daha çok 
Washington’un hamiliğine ihtiyaç duyduğu Mısır’da daha açıktır. Tahrir 
meydanındaki protestolar sırasında ABD diplomasisi dikkate alındığında, 
Amerika’nın ilişkileri çerçevesinde, tüm seviyelerde gerçekleştirilen temaslarla 
-Beyaz Saray’daki Joe Biden’dan Pentagon’daki orta-seviyeli bir subaya kadar- 
Mısır ordusunun uyguladığı sürekli şiddetin bir resmi çizilmiş olup, bu resim, 
Mısır güçlerinin hiçbir koşul altında protestoculara ateş açılmaması hususunda 
ısrarcı olunmasına yönelik diplomatik niyeti güçlendirmiştir. Mübarek ile iyi 
koordine edilmeyen temaslar ve Beyaz Saray’ın karmaşık sinyalleri, Mısır 
Başkanlığı’nın, protestoculara reform hususunda belirsiz vaatlerde bulunarak 
gücü elde tutmasına ilişkin artan şekildeki garip çabalarına neredeyse tamamen 
katkıda bulunmuştur (Kitchen, 2012: 56). Ancak muhaliflerin bu seçeneği kabul 
etmemesi üzerine, Mübarek’in 9 ay sonra yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı 
seçimlerine aday olmaktan vazgeçmesi için ikna çabaları yürütülmüştür. Ne 
muhaliflerin ne de Mübarek’in bunu kabul etmemesi üzerine Mısır’da yönetim 
değişikliğinin engellenmesi iyice zorlaşmıştır. 

 Obama yönetimi de bu durumu fırsata dönüştürmek için çaba sarf etmiş, 
Arap halkından yana bir tutum alarak ülkesinin bölgedeki imajını düzeltmeye 
çalışmıştır. Bu bağlamda Mübarek’in gitmesini sağlamak için Mısır ordusu ile 
işbirliği yapmış ve Mübarek sonrası geçiş sürecini ordu aracılığıyla kontrol 
etmeye çalışmıştır. Mısır’daki ayrıcalıklı konumunu kaybetmemek için siyasi 
süreci kontrolünde tutmak isteyen ordu da Mübarek’e verdiği desteği geri 
çekmiş, bunun üzerine Mübarek 11 Şubat’ta istifa etmek zorunda kalmıştır. 
Mısır’da yaşanan olaylarda öncelikli amacı halkın demokratik taleplerinin 
desteklenmesinden ziyade mevcut rejimin korunması olan ABD bunu önce 
Mübarek’in de koltuğunu koruyacağı bir şekilde sağlamaya çalışmış, bu 
mümkün olmayınca da Mısır’da rejimin temelini oluşturan ve Washington’un 
ülkedeki asıl müttefiki olan ordu aracılığıyla bu amacını gerçekleştirmiştir. 

Ayaklanmalar uzun zaman geçmeden Libya’ya da sıçramış, Muammer 
Kaddafi’nin 15 Şubat 2011’de başlayan gösterileri güç kullanarak bastırmaya 
çalışması karşısında pek çok ülkeden tepki gelirken politikasını belirlemekte 
zorlanan Obama yönetimi belli bir süre hareketsiz kalmıştır. İlk etapta öncelikli 
amacını Amerikan vatandaşlarını korumak ve güvenli bir şekilde tahliye etmek 
olarak belirleyen ve Libya’daki insan hakları ihlallerini ise kınamakla yetinen 
Obama yönetiminden Kaddafi’nin görevi bırakması gerektiğine ilişkin ilk 
açıklama ise 26 Şubat’ta gelmiştir. Muhaliflerin kararlı mücadelesi ve 
koltuğunu bırakmamakta ısrarcı olan Kaddafi’nin güç kullanmaya devam etmesi 
üzerine krizin siyasal yollarla çözümü imkânsız hale gelmiş, dolayısıyla askeri 
müdahale seçeneğinin gündeme alınması gerekmiştir. Ancak Irak’ta yaşanan 
olumsuz tecrübe nedeniyle Obama yönetimi herhangi bir İslam ülkesine karşı 
bir askeri müdahalede bulunmaktan yana değildi. Bu durumda en iyi alternatif, 
gerçekleştirilecek müdahalenin uluslararası bir müdahale olduğu görüntüsü 
yaratmak ve operasyonda sınırlı bir rol alarak ABD’yi geri planda tutmaktı 
(Telatar, 2012: 71). 

Nitekim, BM Güvenlik Konseyi, 26 Şubat 2011’de Libya’ya ambargo 
uygulanmasına dair 15 üye ülkenin oybirliğiyle aldığı 1970 sayılı kararına 
Libya lideri Muammer Kaddafi rejiminin isyancı sivilleri katletmeye devam 
ederek uymaması sonucu yeni bir adım attı. Konsey, Libya’daki gelişmelerin 
uluslararası barış ve güvenliği tehdit ettiği gerekçesiyle on üye ülkenin kabul ve 
beş üye ülkenin de çekimser oy kullandığı 17 Mart 2011’deki 1973 sayılı 
kararında “acil ateşkes” talep ederken Libya üzerinde “uçuşa yasak bölge” (no-
fly zone) oluşturulmasını onayladı. 1973 sayılı kararda BM Güvenlik Konseyi 
üyelerinin Libya’daki sivillerin korunması için gerekli tüm önlemleri alabileceği 
ile her türlü yabancı işgal gücünün ülke topraklarında bulunmayacağı özellikle 
vurgulandı (Tekin, 2011). Güvenlik Konseyi’nin 1973 sayılı kararının ardından 
19 Mart’ta başlatılan “Şafak Yolculuğu” operasyonunda ilk bombayı Fransa 
atmış, Washington operasyonun komutasını çabucak (31 Mart’ta) NATO’ya 
devrederek askeri operasyonun ABD’nin öncülüğünde yürütüldüğü görüntüsü 
oluşmasını engellemek istemiştir. Bunda büyük ölçüde başarılı da olmuş, hem 
ABD’nin Libya halkının demokratik mücadelesine destek olduğu imajı yaratmış 
hem de bu askeri müdahale iç ve uluslararası kamuoyundan fazla tepki 
çekmemiştir. ABD’nin Kaddafi rejimi ile uzun yıllar oldukça kötü olan ilişkileri 
2003 sonlarından itibaren belli ölçüde düzelmiş olsa da, Kaddafi gibi istikrarsız 
bir liderin devrilmesinin Amerikan çıkarları açısından faydalı olacağının 
düşünülmesi Obama’nın operasyona destek vermesinde etkili olmuştur. Ayrıca 
Fransa’nın başı çektiği Avrupa ülkeleri ile Ortadoğu ülkelerinin büyük desteği 
söz konusu olmasaydı Obama’nın Libya halkının demokratik taleplerine destek 
vermekte muhtemelen bu kadar istekli davranmayacağı da söylenebilir. 

Arap dünyasını etkisi altına alan ayaklanmalar 27 Ocak 2011’de, El-
Kaide’nin Ortadoğu’da en güçlü olduğu ülkelerden biri olan Yemen’de de 
başlamıştır. Obama, ayaklanmalar sonucunda Ali Abdullah Salih’in devrilmesi 
halinde bu ülkenin Washington’un El-Kaide ile mücadelesine verdiği desteğin 
kesilebileceği endişesiyle, olası bir rejim değişikliğini engellemek için büyük 
çaba sarfetmiştir. Ayaklanmalar giderek şiddetlendikçe ve El-Kaide bu 
durumdan avantaj sağladıkça Obama yönetimi kendi kontrolünde gerçekleşecek 
bir lider değişikliğinin en iyi çözüm olacağını düşünmüş, bu bağlamda Körfez 
İşbirliği Konseyi’nin anlaşma çabalarını desteklemiştir. Nitekim aylar süren 
çabaların sonunda, 23 Kasım 2011’de Salih, yönetimi, yardımcısı Abed Rabbo 
Mansour Hadi’ye devretmesini öngören anlaşmayı imzalamıştır. Yemen’de 
Salih’ten bağımsız olarak hareket edebilecek kamu kurumları bulunmadığı için 
rejimin devrilmesi durumunda anarşi ortamının oluşacağı ve El-Kaide’nin 
bundan fayda sağlayacağı endişesiyle, Obama yönetimi rejimin korunup 
muhalefeti yatıştırmak için sadece devlet başkanının değiştirilmesine yönelik bir 
politika izlemiştir. 

Nüfusunun %70’ini Şiiler oluşturmakla birlikte yönetimin Sünni olduğu 
Bahreyn’de 14 Şubat 2011’de başlayan ayaklanmalar ise, Obama’yı, ABD’nin 
Ortadoğu’daki deniz kuvvetlerine ev sahipliği yapan ülkede Şii bir yönetimin 
başa gelmesi durumunda bu işbirliğinin ortadan kalkacağı ve bölgedeki güç 
dengesinin İran lehine değişeceği endişesine sokmuştur. Bu nedenle rejim ile 
muhalifler arasındaki iplerin kopmasının engellenmesi için büyük çaba sarfeden 
Obama, ayaklanmaları güç kullanarak bastırmaya çalışan Bahreyn yönetimini 
eleştirerek şiddete başvurmaması için baskı uygulamış, Körfez İşbirliği 
Konseyi’nin askeri yardım göndermesini eleştirmiştir. Nitekim Washington’un 
büyük teşvikiyle, Kral Hamad bin Isa Al Khalifah Temmuz ayında ulusal 
diyalog çağrısı yapmış, gösteriler sırasında yaşananları araştırmak için 
komisyon kurmuştur. Dolayısıyla Bahreyn’de yaşanan ayaklanmalarda öncelikli 
amacı statükonun bozulmasına izin verilmemesi olan Obama, Manama’ya 
yaptırım uygulamamış, Al Khalifah’a görevi bırakma çağrısında bulunmamış, 
hatta Bahreyn’e silah satışına devam etmiştir. 

Diğer taraftan, Suriye’de 26 Ocak 2011’de başlayıp Mart ortalarında 
iyice şiddetlenen ve halen devam eden ayaklanmalarda muhalifler uzun süredir 
direnmelerine rağmen henüz bir netice alamamış, Esad yönetimi göstericilere 
karşı şiddet uygulamış, ABD’nin çabaları ise şiddet eylemlerini durdurma 
konusunda yetersiz görülmüştür (Telatar, 2012: 71-73). Suriye’de, Esad 
yönetiminin baskıları, Amerikan dış politikasının alet çantasına, daha sınırlı bir 
alandaki seçenekleri empoze etmiştir. Rejimi ortadan kaldıracak baskı gücü 
olmadığı için ABD, İran ile ittifakının ve Rusya ve daha dar bir boyutta Çin 
tarafından engellenen BM rotasına ilişkin yönetsel vaatlerinin sonucunda izole 
olmaya çalışmış ve açık bir şekilde ikna edici olmayan ateşkese arabulucuk 
yapma görevini Kofi Annan’a bırakmıştır (Kitchen, 2012: 57). Bu nedenle 
Obama yönetiminin Suriye’deki ayaklanmalara yönelik politikası, diğer 
örneklerden daha büyük eleştiri almıştır. Ayaklanmalar ABD için, Esad 
rejiminin devrilmesi ve Sünni bir yönetimin iş başına gelmesi durumunda İran 
ve Hamas önemli bir müttefikini kaybedeceği için fırsat, yeni yönetim 
döneminde Suriye’nin İran ve Irak’taki Şii yönetimlerle ilişkileri bozulabileceği 
için de risk oluşturmaktaydı. Bu nedenle Obama yönetimi uzun bir süre Esad 
rejiminin devrilmesini destekleme konusunda çekingen davranmış, Esad’ın 
görevden ayrılması çağrısı ise ancak 18 Ağustos’ta gelmiştir. Bu süre içinde 
Suriye’ye göstericilere karşı şiddet kullanılmaması uyarısında bulunmuş ve 
Esad rejimi üzerinde baskı uygulamak için ekonomik yaptırımlar uygulamıştır 
(Telatar, 2012: 73). 

Obama’nın bu adımlarının işe yaramaması Libya’da yapıldığı gibi askeri 
seçeneğin neden gündeme alınmadığı eleştirilerini gündeme getirmiştir. Ancak 
Rusya ve Çin’in muhalefeti nedeniyle BM Güvenlik Konseyi’nin izninin 
mümkün olmaması, Suriye’nin Libya’dan daha güçlü bir orduya sahip olması, 
muhaliflerin yönetime karşı savaşacak yeterli silahlı güce sahip olmaması, Irak 
ve İran gibi Suriye’nin yakın komşularının askeri müdahaleye karşı olmasından 
dolayı yeterli bölgesel destekten yoksun olunması gibi nedenlerle Washington 
askeri müdahalede bulunmaktan kaçınmıştır. Fakat yaptırımların etkili 
olmaması nedeniyle, Obama yönetimi, Esad üzerindeki baskıyı artırmak ve 
görevi bırakmaya zorlamak için Avrupa Birliği, Arap Birliği ve bölge 
ülkeleriyle birlikte çalışmaktadır. Bir yandan da Esad sonrası dönemde Irak’ta 
olduğu gibi bir iç savaş yaşanmaması için muhaliflere birlik olmaları yönünde 
baskı yapmakta, bu nedenle tüm güvenlik sorunlarına rağmen büyükelçisini geri 
çekmemektedir. Görüldüğü üzere Obama yönetimi Suriye halkının demokratik 
taleplerine destek olmak için çaba sarf etmekle birlikte, bu yöndeki adımlarını 
atarken oldukça dikkatli davranmakta ve ülkesini Irak’ta olduğu gibi bir 
çıkmazın içine sokmamaya büyük özen göstermektedir. 

Bütün bunların sonucunda, başkanlığının ilk yılında karşı karşıya kaldığı 
İran, Honduras ve Afganistan’daki anti-demokratik gelişmeler karşısında 
demokrasinin yayılması misyonu açısından başarılı bir performans 
sergileyemeyen Obama yönetiminin Arap Baharı sırasındaki politikasının da 
hegemon olmanın sorumluluklarının yerine getirilmesi açısından çok fazla 
tatmin edici olmadığını söylemek mümkündür. Bunun en önemli nedeni, 

Obama yönetiminin Arap ayaklanmalarına yönelik politikasında demokrasinin 
yayılması misyonundan ziyade Amerikan ulusal çıkarlarını koruma amacının 
daha baskın olmasıdır. Obama her seferinde Ortadoğu halklarının demokratik 
taleplerinin destekçisi olduklarını ifade etmesine rağmen, bu desteğin yerine 
getirilmesi konusunda çok fazla çaba sarf etmemiştir. Mısır ve Yemen’de 
liderlerin görevi bırakmalarını sağlamak için yürüttüğü çabalar, Libya’ya 
düzenlenen askeri müdahalede yer alması, Suriye’deki ayaklanmalarda Esad 
rejiminin devrilmesi için bölge ülkelerinin çabalarını teşvik etmesi Obama 
yönetiminin bu süreçteki somut adımları olarak sayılabilecekken, burada 
öncelikli amaç mevcut krizlerin Amerikan çıkarları açısından mümkünse kazanç 
ile, mümkün olmaması halinde ise en az zarar ile sonuçlanmasının sağlanması 
olmuştur (Telatar, 2012: 73-74). 


Sonuç 

Tarihsel olarak bakıldığında, Ortadoğu bölgesi, I. Dünya Savaşı’ndan 
önceki dönemde, petrolün yaygın bir şekilde keşfi ve kulanım teknolojisinin 
gelişmesine kadar, daha çok stratejik bir geçiş yolu olarak uluslararası 
gündemde önemli bir rol oynamıştır. 1823 yılında kabul ettiği izolasyonist 
Monreo Doktrini dolayısıyla, ABD kendi kabuğuna çekilmiş bir halde 
bulunduğundan, Ortadoğu bölgesi üzerinde hakimiyet mücadelesi veren en 
önemli güçler İngiltere, Fransa ve Rusya’dır. I. Dünya Savaşı dolayısıyla 
Monreo Doktrini’ne ara verip savaşta etkin bir rol oynamışsa da, ABD’nin 
savaşın bitmesini takiben tekrar kabuğuna çekilmesi ve Rus İmparatorluğu’nun 
ise Bolşevik İhtilali nedeniyle kendi iç işleriyle uğraşmaya başlaması nedeniyle, 
bu dönemde bölgedeki en önemli oyuncular İngiltere ve Fransa olmuştur. 
Ancak 1945 yılında II. Dünya Savaşı’nın, ABD ve SSCB’nin başını çektiği, 
aralarında İngiltere ve Fransa’nın da yer aldığı blok tarafından kazanılması 
sonucunda, ABD I. Dünya Savaşı’ndan sonra da olduğu gibi tekrar kabuğuna 
çekilmek istemiştir. Ancak SSCB’nin Avrupa’nın içlerine kadar sokulması 
nedeniyle artan etkisi, Fransa’nın savaş sırasında işgale uğraması nedeniyle 
harap bir halde olması ve İngiltere’nin de ekonomik ve politik olarak savaştan 
bitik bir şekilde çıkması nedeniyle, ne İngiltere ne de Fransa’nın SSCB’nin 
üstünlüğüne karşı duracak hali olmadığı için, ABD bu sefer daha aktif bir halde 
uluslararası siyasetin içerisine dahil olmaya başlamıştır. Savaşta Almanya’nın 
yenilmesi ve Fransa ve İngiltere’nin de yıpranmış bir şekilde savaştan çıkması 
nedeniyle, SSCB ve ABD iki süper-güç olarak dünya sahnesindeki yerlerini 
almaya başlamışlardır. Savaş öncesi dönemde Ortadoğu’ya hakim olan Fransa 
ve İngiltere’nin eski güçlerinden uzak olması nedeniyle, Ortadoğu’da oluşan 
güç boşluğunu SSCB’nin doldurmaması için ABD, birazda mecburen, 
Ortadoğu’ya doğrudan müdahil olmak durumunda kalmıştır. Bu politikanın 
uygulanmasının en önemli örnekleri ise Truman ve Eisenhower Doktrinleridir. 
Ortadoğu’nun stratejik bir geçiş yolu olması özelliğinin yanı sıra, özellikle, I. 
Dünya Savaşı’ndan sonra, bu bölgede zengin petrol yataklarının da 
keşfedilmesi, iki rakip gücün bu bölge üzerindeki mücadelesini daha da 
şiddetlendirmiştir. İki tarafta, bölge ülkelerini kendi saflarına çekmek için sıkı 
bir yarış içerisine girmiş olup, birbirlerinin etki alanlarını kısıtlamaya 
çalışmışlardır. Bu mücadele iki-kutuplu sistemin mantığına da uygun bir 
şekilde, aynı zamanda, ideolojik bir mücadele olarak da cereyan etmiştir. 
Bölgede tıpkı dünya gibi iki-kutuplu bir yapıya bürünmüştür. 

1991 yılına gelindiğinde SSCB’nin dağılması, iki-kutuplu dünya 
düzeninin sonu olmuştur. SSCB’nin dağılması Batı’da tam bir zafer 
sarhoşluğuna neden olmuş ve sürekli barışın hakim olacağı liberal-demokratik 
bir dünya düzeninin kurulacağı beklentisi yaratmıştır. Ancak özellikle 
Yugoslavya’nın dağılması sonucunda çıkan kanlı çatışmalar ve Ruanda’da 
gerçekleşen iç savaş yeni döneme ilişkin ütopik düşüncelerin yerini daha realist 
bir bakış açısına bırakmasına neden olmuştur. Uluslararası sistemin yapısı 
açısından bu dönemin en belirleyici özelliği, SSCB’nin çökmesiyle birlikte, 
ABD’nin tek süper-güç olarak kalmasıyla sistemin yapısının tek-kutuplu bir hal 
almasıdır. Ancak ABD bu dönemde çok-taraflı bir politika uygulamaya özen 
göstermiş olup, bu politikanın bir yansıması olarak, Soğuk Savaş’ın sona 
ermesiyle Ortadoğu’da Irak’ın Kuveyt’i işgali sonucunda patlak veren krize 
müdahale için ABD’nin BM ve pek çok bölge devletinin desteğini alarak Irak’a 
müdahale etmesi gösterilebilir. 

Ancak bu süreçte fazla uzun sürmemiştir. Özellikle 20 Ocak 2001 yılında 
Başkanlığa seçilen George W. Bush ile Amerikan politikası değişme sinyalleri 
vermeye başlamıştır. Bush yönetiminde ağırlığı bulunan neo-muhafazakar 
kanat, askeri müdahaleyi de içerecek şekilde, ABD’nin daha aktif bir dış 
politika izlemesini istemektedir. Bush’un göreve gelmesinin 8. ayında 
gerçekleşen 11 Eylül terörist saldırıları ise bu anlayışı daha da keskinleştirmiş 
olup, ABD 11 Eylül saldırılarına “teröre karşı savaş” stratejisini ilan ederek 
cevap vermiştir. Bu strateji çerçevesinde sadece terör örgütlerine değil, bunlara 
yardım ve yataklı eden ülkelere de doğrudan ABD müdahalesi öngörülmektedir. 

Bu kapsamda Başkan Bush aralarında Afganistan, İran, Irak, Kuzey Kore, 
Suriye ve Libya’nın da yer aldığı bir haydut devletler listesi yayınlamıştır. 
Takiben, ABD, önce 2001 yılında Afganistan’a saldırarak Taliban rejimini kısa 
sürede devirmiş ve 2003 yılında da Irak’a saldırarak, hızlı bir şekilde Saddam’ı 
da devirmeyi başarmıştır. Bunlar görünüşte kolay kazanılan zaferlerdi ancak, 
müdahalelerden sonra bu bölgelerde ABD’ye karşı isyan savaşlarının çıkması, 
anılan bölgelerde köktenci İslamcılığın yayılması ve söz konusu müdahalelerin 
BM kararı olmaksızın tek-taraflı bir şekilde gerçekleştirilmesi dolayısıyla gerek 
müttefikleri arasında gerekse de Müslüman dünyada ABD’ye karşı tepkiler 
oluşması gibi nedenlerle müdahaleler ABD’nin yumuşak gücünün aşınmasına 
neden oldu. 

Söz konusu müdahaleler sonucunda, ABD güçlerinin işgal edilen 
ülkelerde isyan savaşlarıyla karşılaşması, bahsi geçen ülkelerde başlangıçta 
tahmin edilen dönüşümlerin gerçekleştirilememesi nedeniyle işgal süresinin 
uzaması ve bunun ABD’ye ekonomik ve askeri açıdan büyük bir külfet 
yüklemesi ve işgaller dolayısıyla Müslüman ülkelerde ABD’ye karşı artan tepki, 
Bush’u ikinci başkanlık döneminde, az da olsa tek-taraflı politikalarını 
yumuşatmaya itmiştir. Özellikle bu yumuşama, 2009’da Barack Obama’nın 
Başkanlığa seçilmesiyle etkisini daha fazla hissettirmeye başladı. Barack 
Obama, Bush döneminde izlenen politikaların ABD’ye zarar verdiğini görerek, 
bu politikalardan dönüş yapmak istedi. Bu maksatla başkanlığının daha üçüncü 
gününde İsrail-Filistin barış sürecini yeniden başlatmak için eski senatör George 
Mitchell’i Ortadoğu özel temsilcisi olarak atamış, Guantanamo esir kampının 
kapatılması ve Şubat sonunda Amerikan askerlerinin Irak’tan çekilmesi emrini 
vermiş, Mart’ta İran Yeni Yılı nedeniyle bir mesaj göndermiş ve takiben İran’ın 
nükleer sorunu konusunda diplomatik görüşmelere başlanmış, Mayıs’ta İsrail’i 
Yahudi yerleşimlerini durdurmaya çağırmış, Haziran başlarında Kahire’de 
yaptığı konuşmayla İslam dünyası ile ilişkilerini yeni bir çerçeveye oturtmaya 
çalışmış, daha göreve geldiği ilk yıl Rusya ile ilişkileri yeniden düzeltmeye 
uğraşmış, Çin’i ziyaret etmiş, Avrupa’nın güvenini yeniden kazanmak için çaba 
sarfetmiş ve ekonomik iyileşme ve iklim değişikliği ile enerji bağımlılığı gibi 
sorunlara ağırlık vermiştir. 

Görüldüğü gibi ABD, Obama yönetimiyle birlikte daha pragmatik bir 
şekilde çok-kutuplu bir politika uygulamaya başlamıştır. Ayrıca dünyanın yapısı 
da artık tek-kutuplu çehresinden uzaklaşmıştır. Şöyle ki, özellikle Bush 
döneminde izlenen “teröre karşı savaş” stratejisi ABD ekonomisine büyük bir 
zarar vermiş olup, konjektürel olarak da zor durumda olan kapitalist sistem 
nedeniyle ABD özellikle son dönemde önemli ekonomik zorluklar yaşamaya 
başlamıştır, ayrıca 2009 yılında dünyanın en büyük ihracatçısı ve 2010 yılında 
ise dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olan Çin’in yıllık %10’luk büyüme 
hızını devam ettirmesi halinde 2020 yılında ekonomik olarak ABD’yi geçeceği 
tahmin edilmektedir. Diğer taraftan Putin yönetiminin uyguladığı politikalarla 
birlikte toparlanma yoluna giren doğal kaynak zengini Rusya Federasyon’u, 
dünya enerji fiyatlarındaki artışlara da paralel olarak, uluslararası alanda 
yeniden etkili bir aktör haline gelmeye başlamıştır. 

Tüm bu faktörleri göz önünde bulunduran ABD, 2011 yılında Tunus’ta 
fitili ateşlenen Arap Baharı olarak adlandırılan ve özellikle Kuzey Afrika ve 
Ortadoğu bölgesi ülkelerinde etkisini gösteren halk ayaklanmalarına tek-taraflı 
olarak müdahil olmak istememiş, bahsi geçen olaylarda ABD’nin çıkarlarını ön 
planda tutan ve istikrarı önceleyen pragmatik politikalar takip ederek, bölge 
ülkelerine tek taraflı olarak müdahale etmekten kaçınmış, müdahale edilmesi 
zorunluluğu ortaya çıktığında ise, Libya olayında da görüldüğü üzere, BM 
Güvenlik Konseyi kararı çerçevesinde, NATO gibi uluslararası niteliğe sahip bir 
güvenlik örgütü aracılığıyla müdahale edilmesi taraftarı olmuştur. Bu çerçevede 
Arap Baharı’na ABD’nin bakışının, Obama iktidarı ile birlikte şekillenen 
ABD’nin yeni Ortadoğu politikasının izlerini taşıdığı açık bir şekilde görülebilmektedir. 


KAYNAKLAR 

Akbaş, Zafer (2011), “ABD’nin Ortadoğu Politikalarının Sürdürülebilirliği ve Ortadoğu’da Güç Mücadelesi”, History Studies, Özel Sayı 2011. 
Altunışık, Meliha Benli (2009), “Ortadoğu ve ABD: Yeni Bir Döneme Girilirken”, Ortadoğu Etütleri, 1 (1): 70-81. 
Arıboğan, Deniz Ülke (2013), Büyük Resmi Görmek, 2. Baskı, İstanbul: Timaş Yayınları. 
Armaoğlu, Fahir (2012), 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, 18. Baskı, İstanbul: Alkım Yayınevi. 
Azman, Kübra Dilek (2012), “The Middle East Policy of America After the Cold War”, International Journal of Human Resource Studies, 2 (2): 97-115. 
Brzezinski, Zbigniew (2012), Stratejik Vizyon: Amerika ve Küresel Güç Buhranı, çev. Sezen Yalçın ve Abdullah Taha Orhan, İstanbul: Timaş Yayınları. 
Duran, Burhanettin ve Yılmaz, Nuh (2012), “Ortadoğu'da Modellerin Rekabeti: Arap Baharı'ndan Sonra Yeni Güç Dengeleri”, Türk Dış Politikası Yıllığı 2011. 
Erol, Hikmet (2010), Geçmişten Günümüze ABD’nin Ortadoğu Politikası, 
http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/amerika/252-gecmisten-gunumuze-abdnin-ortadogu-politikasi (19.10.2013). 
Heywood, Andrew (2013), Küresel Siyaset, çev. Nasuh Uslu ve Haluk Özdemir, Ankara: Adres Yayınları. 
Kennedy, Paul (1999), Yirmi Birinci Yüzyıla Hazırlanırken, çev. Fikret Üçcan, 3. Baskı, Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. 
Kitchen, Nicholas (2012), The Contradictions of Hegemony: The United States and the Arab Spring, 
http://www.lse.ac.uk/IDEAS/publications/reports/pdf/SR011/FINAL_LSE_IDEAS__UnitedStatesAndTheArabSpring_Kitchen.pdf (25 Ekim 2013), 53-58. 
Knutsen, Torbjon L. (2006), Uluslararası İlişkiler Teorisi Tarihi, (Çev. Mehmet Özay), İstanbul: Açılım Kitap. 
Sander, Oral (2000), Siyasi Tarih, 8. Baskı, Ankara: İmge Kitabevi. 
Sönmezoğlu, Faruk (1994), Türk Dış Politikasının Analizi, İstanbul: Der Yayınları. 
Tekin, Segah (2011), İnsani Müdahale Kavramı ve Libya’nın Geleceği, 
https://dosya.sakarya.edu.tr/Dokumanlar/2013/622/819165410_insani_mudahale_kavrami_ve_libya_gelecegi_analiz.pdf (22.07.2013). 
Telatar, Gökhan (2012), “Barack Obama’nın Dış Politikasında Demokrasinin Yayılması Misyonu”, Alternatif Politika, 4 (1): 54-83. 
Ünal Ünsal (2013), “11 Eylül Olayı Ertesinde AKP Dönemi”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, 
Belgeler, Yorumlar (Cilt III: 2001-2012), İstanbul, İletişim Yayınları. 
Ward, Brandon M. (2006), The Shift in United States Foreign Policy in 
the Middle East Since 1989, Department of Government and International 
Affairs, College of Arts and Sciences, University of South Florida. 


***


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder