23 Ekim 2018 Salı

ABD’NİN IRAK’TAN ÇIKIŞ SENARYOLARININ YENİ DÜNYA DÜZENİNE ETKİLERİ

ABD’NİN IRAK’TAN ÇIKIŞ SENARYOLARININ YENİ DÜNYA DÜZENİNE ETKİLERİ 


Yazan: Dr. Ercan ÇİTLİOĞLU 

ABD’nin Irak’tan çıkışına ilişkin senaryoların yeni dünya düzenine 
olası etkilerini irdeleyebilmek için, öncelikle “yeni dünya düzeni” 
kavramından ne anlaşılması gerektiğinin açıklığa kavuşturulması 
gerekmektedir. 

Eğer yeni dünya düzeni deyimi ile küreselleşme ve bu akımın, 
ülkelere gelişmişlik düzeyleri ile bağlantılı olarak görece dayattığı yeni 
yüklemleri anlıyor ve yeni dünya düzenini bu temelde tanımlıyorsak, bu 
bağlamda ABD’nin Irak’taki varlığının ayrı bir pencereden görülmesi 
gerekecektir. Yok eğer “yeni dünya düzeni” kavramı ile ABD’nin küresel 
anlamda tek egemen güç olarak ortaya çıkışı ve hegemonik amaçlarına 
ulaşma doğrultusunda gerektiğinde güç kullanımına dayalı dış politika 
uygulamalarından söz ediyorsak, bu defa karşımıza çıkacak Irak 
fotoğrafı daha değişik boyutları içerecektir. Ancak, aralarındaki ayrılık ve 
aykırılıklara karşın bu iki pencerenin birleşik yönü, gerek 
küreselleşmenin eşliğinde taşıdığı sancılı ve çatışmalı ortam, gerekse 
ABD’nin ekspansiyonist ve hegemonik uygulamalarının yol açtığı 
güvensizlik zemininin, ülkeler genelinde sorgulanma çizgisini aşarak 
ortak bir eğilime dönüşmüş olmasıdır. 

Yeni dünya düzeni olarak adlandırılan ve özellikle 11 Eylül sonrası 
ivme kazanan gelişmelerin, gerek ekonomi ve finans, gerek savunma ve 
güvenlik, gerekse temel insan hak ve özgürlükleri konusunda 
yaşamımıza getirdiği ve kimi zaman dayatmalar biçiminde ortaya çıkan 
uygulamaların yarattığı ve sanayi devriminden çok daha fazla sancılı 
geçeceği konusunda kuşku bulunmayan türbülansların, ABD’nin 
geleceğe dönük ulusal çıkar planlama ve stratejileri açısından son 
derece uygun bir iklim yarattığını ileri sürmek yanlış bir varsayım 
olmayacaktır. 

Aksi ne kadar iddia edilirse edilsin ve ne kadar kınanırsa kınansın, 
gücün egemenliğine dayalı ve liderliğini ABD’nin yürüttüğü yeni yönetim 
anlayış ve uygulamalarının, “yaratılan kaostan arzu edilen çözüme 
ulaşma” biçiminde tanımlanabilecek bir teoriyi yaşama geçirdiğini kabul 
etmemiz ve ABD’nin Irak’tan çıkış senaryolarını bu çerçevede 
irdelememiz gerektiğini değerlendiriyorum. 

Bu noktada bir ikinci parantez açarak, ABD’nin Irak’tan 
çekilmesinin, Irak özelinde tekil bir değerlendirmeye tabi 
tutulamayacağını; çünkü ABD’nin Irak’ı işgal ederek Saddam rejimini 
devirmesinin, bölgenin geleceği ile doğrudan ilişkili bir planın yalnızca bir 
kesitini oluşturduğunu, Irak işgalinin birbiri ile bağlantılı ve yine 
birbirinden bağımsız pek çok ayrı nedene dayalı olduğunu ifade etmek 
istiyorum. 

ABD’nin, bölgeye ilgisinin Irak’ın Kuveyt’i işgali üzerine değil, 18. 
yüzyılın ilk yıllarında başladığını, Irak ve İran petrolleri üzerinde İngiltere 
ile birlikte ortak eylemler içinde olduğunu, Türkiye dâhil pek çok bölge 
ülkesinde eğitsel ve sosyal faaliyetlerde bulunduğunu (örneğin 
Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Anadolu’da 100’ü aşkın Amerikan 
okulunun varlığını, Robert Kolej’in ABD dışında kurulan ilk Amerikan 
okulu olduğunu, yüzlerce Amerikalı misyonerin Anadolu’da faaliyet 
gösterdiğini, 1806 yılında Irak petrollerinin işletilmesi için kurulan şirkette 
Amerika’nın pay sahibi olduğunu) anımsarsak günümüzde ABD’nin Irak, 
Suudi Arabistan, Kuveyt ve Körfez ülkelerindeki askerî varlığı güncel bir 
olay olmaktan çıkıp çok uzak geçmişe dayalı bir stratejinin başarılı 
uygulamasına dönüşmektedir. ABD’nin Irak’a niçin girdiği ve niçin işgal 
ettiği değerlendirilmeden, Irak’tan nasıl, niçin ve ne zaman çıkacağı ya 
da çıkıp çıkmayacağı yönünde sağlıklı bir kestirim ve değerlendirmede 
bulunmanın mümkün olamayacağını düşünüyorum. 

11 Eylül sonrası, küresel bir tehdit kaynağı olarak belirlenen ve bu 
anlamda çok da haksız olmayan terörizmle savaş çerçevesi içinde 
ABD’nin, Irak’a müdahalesinin temel gerekçeleri bölge özelinde: 


 1. İsrail’in güvenliğinin sağlanması, 

 2. Arap-İsrail anlaşmazlığının giderilerek bölgesel bir istikrarın 
yaşama geçirilmesi ve sürekli çatışma ortamının yaratmakta olduğu içsel 
ve dışsal tehdit kaynaklarının ortadan kaldırılması, 

 3. Irak’taki enerji kaynakları ve dağıtım koridorlarının güvence 
altına alınması, 

 4. Bölgede demokratikleşme hareketlerine ivme kazandırılması, 
nükleer silah sahibi olma kapasite ve özleminin kırılması gibi ana 
başlıklar altında açıklanıyor olsa da ABD için son derece ağır ekonomik 
faturalar çıkaran ve başka ülkeler için olmasa bile Amerikan kamuoyu 
açısından tahammül edilebilirliği kuşkulu bulunan insan kayıplarının 
göze alınıyor oluşunun çok daha önemli nedenlerinin bulunması 
gerektiği son derece açık olmalıdır. 

Irak harekatının hemen arkasından dünya kamuoyunun 
gündemine başlangıçta bir etki-tepki ölçümü olarak taşınan, ancak 
temeli çok daha öncelere dayalı Büyük Orta Doğu Projesi ya da 
Genişletilmiş Kuzey Afrika ve Büyük Orta Doğu Girişiminin, içine Kuzey 
Kafkasya’yı da alan uygulamalarının günümüzde ivme kazanmış olması 
da bu fotoğrafa eklendiğinde, Irak’ın işgalinin çok da masum bir 
“kurtarma operasyonu” olmadığı giderek açığa çıkmaktadır. 

Dünyada bilinen enerji rezervlerinin %65’ini barındıran ve ürettiği 
petrolün %80’ini batı yarıküreye ihraç eden bu bölgenin; gelecek 20 yıl 
içinde ABD’nin petrol ve doğal gaz gereksiniminin %40’ını karşılayacağı 
ve küresel anlamda bu gereksinimin %55 dolayında artış göstereceği 
düşünüldüğünde, önemi giderek artmaktadır. Orta Doğu ülkeleri, 
yalnızca dünya petrol gereksiniminin karşılanmasında değil aynı 
zamanda fiyatlarının saptanmasında da başat bir konuma ulaşacak gibi 
görünmektedir. 

Öte yandan 2025’li yıllara varıldığında, dünya nüfusunun %40’ının 
Çin ve Hindistan’da, genel anlamda dünya nüfusunun %70’inin Orta ve 
Uzak Asya’da yaşayacağı, başta Çin olmak üzere Orta ve Uzak Asya 
ülkelerinin enerji gereksinimlerinin aşırı ölçülerde artacağı 
düşünüldüğünde; ekonomi, teknoloji ve askerî güçleri henüz ABD 
ölçeğinde gelişmemiş bulunan bu ülkelerin kalkınma hızlarının denetim 
altına alınması, herhâlde ABD’nin hegemon anlayış ve uygulamasının 
doğal bir gereği olmalıdır. 

Çok kalın çizgilerle ve yalnızca bir anımsatma amacına yönelik bu 
açıklamalardan sonra ABD’nin, koşullar her ne olursa olsun Irak’tan 
görünür bir gelecek içinde askerî anlamda çekilmesini beklemenin çok 
gerçekçi olmadığını değerlendirmekteyim. 

Adı her ne olursa olsun, uygulaması başlamış bulunan Büyük Orta 
Doğu Projesi’nin yaşama geçirilmesi için kilit konumda olan Suriye; ama 
daha önemlisi İran nötralize edilmeden ABD’nin, Irak’tan gönüllülükle 
çekilmesi herhâlde mümkün olmasa gerektir. Ekonomisi son derece 
kırılgan, askerî gücü ise önemsemeyi gerektirmeyecek ölçüde zayıf olan 
Suriye ile ABD için bile kolay bir hedef niteliği taşımayan İran, 
Genişletilmiş Büyük Orta Doğu Projesi doğrultusunda uysallaştırılmadan 
ABD’nin, Irak’taki askerî varlığını sona erdirmesi herhâlde mümkün 
bulunmamaktadır. İran’ı kara sınırlarından kuşatarak bir çevreleme 
(containment) politikası izleyen ve Irak ile bu halkayı tamamlayan 

(Türkiye’nin konumunu bu sunumun dışında tutuyorum) ABD’nin, 
Irak’taki askerî varlığı ile İran üzerinde yarattığı baskıyı, bu ülkenin 
rejimini değiştirmeden ve nükleer kapasitesini en az on beş yıl geriye 
atmadan sona erdirmesi, ABD’nin bugüne değin inat ve ısrarla 
uyguladığı politikasından kesin bir U dönüş anlamı taşır. Bunun görünür 
gelecek içinde mümkün olmayacağı ise son derece açık olmalıdır. 

Birinci Körfez Harekatı öncesi, Körfez ülkelerine başta Suudi 
Arabistan ve Kuveyt olmak üzere, Saddam’ın sergilediği tehdide karşı 
askerî anlamda yerleşen ABD’nin, günümüzde aynı gerekçelerle ancak 
hedefi İran olarak değiştirip kalıcılığını Irak’a da yayarak koruduğu 
bilinen bir gerçek olmalıdır. 

ABD’nin, bugüne kadar Irak’ta düzeni sağlayamadığı ve askerî 
anlamda başarısız olduğu yönündeki görüş ve söylemlere, bir işgalin 
temel amacının o ülkenin her alanının tam bir denetim altına alınması 
olmadığından yola çıkarak çok da katılmak mümkün değildir. Nitekim 
ABD’nin, Irak’ta kendi güdümünde bir hükümet oluşturduğu, güvenlik 
güçlerini eğittiği ve asayişin, stratejik hedefler dışında korunmasını bu 
güçlere devrettiği, önemli tüm doğal kaynaklar, sanayi tesisleri, 
telekomünikasyon ağları, enerji tesislerini denetimi altında bulundurduğu 
düşünüldüğünde, tüm direniş hareketlerine karşın yine de başarısızlığa 
uğradığını söylemek kanımca doğru bir yaklaşım olmayacaktır. 

Nitekim, ABD askerlerinin sokaklardan çekilmesi ve yerlerini Irak 
güvenlik güçlerine devrediyor oluşu bir başarısızlıktan çok, gerek 
kayıplarını azaltma gerek Irak hükümetine otoritesini güçlendirme 
yolunda tanınan bir fırsat niteliği taşımaktadır. Kaldı ki, hükümetin 
otoritesini tüm etnik gruplara kabul ettirdiği, şiddet olaylarından arınmış, 
yaşamın doğal yörüngesine girdiği bir Irak’ta, ilk sorgulanacak olan 
kuşkusuz ABD’nin askerî varlığı olacak, bu sorgulama Irak dışına da 
taşarak ABD’nin, Irak’tan çıkması yönünde uluslararası bir baskıya 
zemin hazırlayacaktır. 

Tüm bunlara karşın ABD’nin, Irak’taki varlığını sonsuza kadar 
sürdüremeyeceğinin de bir gerçek olduğu cihetiyle, Irak’ın önce federal, 
sonrasında konfederal bir yapıya kavuşturularak, yani başından beri 
öngörüldüğü şekilde üçlü bir yapıya eşlik edecek bir parçalanma 
sürecine gireceğini, baskın bir olasılık olarak göz önünde bulundurmak 
gerekecektir. 

ABD’nin 2005 ve 2006 yıllarında Irak’tan çıkması son derece zayıf 
bir olasılık olarak görünmekle birlikte; bu çıkışın, ABD’nin ikili anlaşmalar 
çerçevesinde elde edeceği egemen üsleri kurmasından sonra, görevin 

NATO’ya devrini gündeme getirmesi ve federasyon aşamasında 
güvenlikten NATO’yu sorumlu kılacak bir kombinezona yön vermesi 
olasılık sınırları içinde görünmektedir. 

Bütün bu açıklamalardan sonra, söz konusu çıkış senaryolarının 
yeni dünya düzenine etkisinin bugün için pek çok bilinmeze eşlik ettiğini 
ileri sürmek yanlış olmayacaktır. Ancak, ABD’nin her ne kadar “her şeye 
muktedir ve her istediğini gerçekleştiren” bir konumda olmadığı yaşanan 
olaylarla kabul görüyor olsa da önümüzdeki 25 yıllık sürecin son derece 
çalkantılı ve gergin geçeceğini, bu gerginliğin ölçüsünü tayin edecek ana 
güç odaklarının ABD, Çin ve Hindistan olacağını, AB’nin küresel bir güç 
olma konumundan giderek uzaklaşmakta olduğunu ileri sürmek 
doğruların yansıması olacaktır. 


Çin Petrol Ürünleri Talebi (2002-2004) 
Kaynak:British Petrol(www.bp.com) 

Sahip olduğu enerji kaynakları açısından bir sorunu bulunmayan 
ve mevcut rezervlerinin 60 yıllık bir kullanım süresi bulunan Rusya’nın, 
hangi yükselen değerle yakınlaşacağı, Orta Asya için kilit bir rol 
oynayacak gibi görünmektedir. Ancak Rusya’nın geçmişteki tüm 
anlaşmazlık ve hatta düşmanlıklarına karşın, seçiminin ABD’den yana 
olması bugünün baskın olasılığı olarak görünmektedir. Ne var ki, 
ABD’nin korkutucu gücü ve bu gücü askerî anlamda kullanmaktan 
çekinmediğini açıkça belli etmesi, Irak örneğinden hareketle AB-Çin-
Rusya yakınlaşmasını da gündeme taşıyabilecek ve önümüzdeki yıllar 
yeni ittifaklar oluşmasına zemin hazırlayabilecektir. Buradaki en 
belirleyici unsur; sürdürülebilir refahı adına petrole gereksinim duyan 
ancak sahip olamayan AB ülkeleri ile, kalkınma ve gelişmesini 
sürdürmek için petrole gereksinim duyan ve yine sahip olmayan Çin’in 
gelecekteki tavırları olacaktır. Çünkü, İran’dan sonra Çin de bir anlamda 
sınırlarından kuşatılma hareketinin başlatıldığını görmekte ve 
çevresindeki halka tümü ile kapanmadan kendisine bir çıkış kapısı 
aralama ihtiyacını hissetmektedir. 

Sonuç olarak, ABD’nin Irak’tan çekilme senaryolarının hangisi 
gerçekleşirse gerçekleşsin, bu harekatın dünyadaki tüm dengeleri 
etkileyecek bir boyuta tırmandığı, gücün egemenliğinin bir yönteme 
dönüştüğü ve bu gücün engellenmesi açısından yeni ittifakları ve 
doğaldır ki, yeni ayrışmaları gündeme getirmesi kaçınılmaz 
görünmektedir. 

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder