Ali TARTANOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ali TARTANOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Kasım 2017 Çarşamba

Elde Var Hüzün!..


Elde Var Hüzün!..





















( Uğurlara, Neciplere...)

Zamanlar değişti
Ayrılık girdi araya
Elde var hüzün...

Nerelere yakışmaz, nelere cuk oturmaz ki bu dizeleri Atilla İlhan'ın... Aşk yaresine, dost acısına... Katilin görünenine... Görünmeyen kalleşine...


Katilin Görüneni... Görünmeyeni...

Karşınıza çıkamayanı elbette tek nitelemeye layıktır: «Kalleş!!...»

Peki görüneni?.. «Yiğit» mi diyeceğiz?!!..

Ne fark eder...

Hiç tanımadığı bir insanı, dolayısıyla kendisine hiçbir kötülüğü dokunmamış, tek sözü olmamış, tek kelimeyle masum bir insanı öldürmek üzere onun karşısına dikilmiş ya da dikilmemiş bir yaratık neler düşünür, neler hisseder o anda?.. O masum insanın hayatı bittiği anda?.. Ya da düşünür mü, hisseder mi? Yoksa düşünmez, hissetmez mi hiçbir şey? Nasıl bakar kurbanının gözlerine, yüzüne?.. Heyecanlı mıdır, korkmuş mudur; yoksa beyni ve sinirleri alınmıştır da bir robot gibi midir?

Kendisini göstermeden hayın tuzak kurduğu mağdurunun öldüğünü duyunca ya da?..

Siz olsanız hangisini tercih ederdiniz? Ya da ben?!..

Sanki katilin görüneni daha tercihe şayanmış gibi geliyor insana... Görünmeyeninde mutlak bir çaresizlik, pisi pisinelik var gibi sanki!..

Katili görünenlerin simgesi Necip Hablemitoğlu, diyelim; görünmeyenlerinki de Uğur Mumcu olsun.

Bu Cumhuriyet ve Türkiye şehitlerini her yıl anıyoruz. Katiller ve katlettirenler neler düşünüp hissediyorlar bilemiyorum. Kızıyorlar mı «ulan hala unutmadılar» diye, yoksa «salaklar!.. Unutmazsanız unutmayın! Yaşatacaklarmış!... Pöh!..» diye dalga mı geçiyorlar?

Kızıyorlarsa iyi. Kızmıyorlarsa da bizim için gerekli bu anmalar, yaşatma çabaları. Gidenleri geri getiremiyoruz, ama mezarlıklarda, mezarlarda da olsa her yıl yeniden umut, güven devşiriyoruz birbirimizden, kalabalığımızdan.

Bu anmalar yer yer kurumlaşıyor, gelenekselleşiyor, simgeleşiyor... Uğur Mumcu-Muammer Aksoy anmalarında olduğu gibi... Giderek sadece yas tutma olmaktan çıkıyor... Yavaş yavaş toplumsal belleğin bir arşivi oluşmaya başlıyor. Bilinçler taze tutuluyor. Yeni kuşaklara aktarılacak bir hafıza, hatta bir miras oluşmaya başlıyor. Ağıtların, göz yaşlarının, yenilmişlik ezikliğinin, belki hıncının yerini şarkılar, türküler alıyor direnç anlamında.

İnananlar için din başta olmak üzere bütün toplumsal değer yargılarının, değerlerin içinin boşaltıldığı, tahrip hatta yok edildiği, bütün gemilerin yakıldığı, bütün köprülerin yıkıldığı, tutunulacak bütün dalların teker teker kırılıp, korku filmlerindeki gibi alaylı, hain gülümseyişlerle, kahkahalarla önümüze atıldığı; bu yüzden insanların, uçurumun dibindeki onursuzluk ya da saldırganlık, bencillik, bunu yapamayanların, yapmayıp direnenlerinse çaresizlik, yetersizlik, umutsuzluk cehennemine düştükleri bir ortamda bütün bunlar kuşkusuz son derece önemli. İnsanlara tutunacak dal uzatma çabası hiç değilse... Yitirdiklerimizin kimliğinden, anılarından da yararlanarak...

Ama...

Akşam olup her şey bitip, meyhane kapanıp hesap ödenirken, sizin de bir yerleriniz yaralı kalmıyor mu? Veya ince ince kanadığını hissetmiyor musunuz yaranızın? İçinize akmıyor mu göz yaşlarınızı... Ve HÜZNÜNÜZ?!!...

Tıpkı çocukluk, delikanlılık aşkınızı hatırladığınız anlardaki gibi mesela... Aradan yıllar geçmiştir. Artık geri dönülemez, dönülemeyecektir. Bilirsiniz bunu. Aklınızla bilirsiniz. Bunu kabul ettiğinizi sanırsınız. Uzun zamandır da aklınıza gelmemiştir sanki. Ama... Ama bir şey, bir eşya, bir söz, bir şarkı, bir türkü veya... Ne bileyim, bir şey işte... Hiç beklemediğiniz anda getiriverir aklınıza, gözünüzün önüne, gönlünüze... Anlarsınız ki unutmamışsınız. Unutmuyorsunuz!.. Gönül söz dinlememektedir, ama elinizden de hiçbir şey gelmemektedir. Görürsünüz, bilirsiniz, hissedersiniz ki gönlünüz, kafanız zalimdir, hiçbir şeyi, tek bir noktayı, virgülü bile silmemektedir. Silmez!.. Ama elinizde de hüzünden başka şey yoktur. Çaresizliğiniz, acınız, özleminiz, anılarınız ve siz... Baştan ayağa hüzne kesmişsinizdir. Bunu da sizden başka kimse bilmez. Bu hüznün içinde yalnızsınızdır. Sizden başka kimse giremez. Sokmazsınız. Sokamazsınız. Bu hüzün ancak yalnız yaşanır. Hatta, yalnız olunca güzeldir.

Yarin yanağı kadar çiçek kokuludur bu hüzün yine de... Kan kokmaz..

Ama akşam olup, her şey bitip, mezarlarında yapayalnız, sessiz, ıssız kalınca Uğurların, Neciplerin ardından benim hissettiğim, ödediğim faturaya dahi sinmiş kan kokulu bir hüzün!..

Zamanlar değişmiş, hatta araya, şairin dediğinin de ötesinde, halk ozanının dediğince «terazide» ayrılıktan ağır çeken ölüm girmiştir.

Bakakalırsınız elinizdeki kan kokulu, yoğun, koyu, derin hüzne, Ankara'nın ayazı bıçak gibi keskin bir 18 Aralık veya 24 Ocak akşamında. Çevreniz kalabalık da olsa, siz de yalnızsınızdır. En az o mezarlarda yatanlar kadar...

O derin çaresizlik hüznü yok mu?!.. Asla bırakmaz insanı ki kalabalıklaşsın... Çaresiz, hak bellediğiniz yolda tek yürüyeceksiniz gerekirse. Yoldaşınız sadece hüznünüz olacak gerekirse...

Çünkü, yine şairin dediği gibi, yalnızlık ve hüznün de adamı adam ettiği anlar vardır. Çoktur hatta bu anlar...

Adamı adam eden, yalnız mapusane hücrelerinin yalnızlığı değildir. O anmalar da işte bu anlardandır. O kalabalıklar, aslında yalnızlıkların kalabalığıdır. Bir sürü yalnızlıktır bir araya gelen. Ve hissedilebiliyorsa, o yalnızlıklara eşlik eden, yoldaş olan hüzün...

Kurtuluş Savaşı yıllarında Batı cephesi komutanı İsmet Paşa'nın bir grup subaya

«Yedi düvel düşmanınızdır; padişah düşmanınızdır. Bana bakın, millet bile düşmanınızdır» 

derken kast ettiği işte bu tür, adamı adam eden, yaratan, üreten, ama hüzünlü bir yalnızlıktır.

Mustafa Kemal de bu hüzünlü, ama «adam gibi adam» yalnızlardandır.

Her kavga, her mücadele biraz da yalnızlık ve hüzündür. Bütün sanatsal, düşünsel yaratıcılıklarda da böyle bir hüzünlü yalnızlık vardır.

Bu anmalarda, her şeyin sonunda akşam çöküp, o mezarlarda yatanların karanlık gök yüzünde beliren silüetleriyle yalnız kalınca hissedilen hüzün budur işte.

Onlara mezar yalnızlığı, bize ölüm ve çaresizliğin hüzünlü yalnızlığı... Ne yapalım! Yeter ki bizi adam etsin!..

Ali TARTANOĞLU - 25 Ocak 2010 - Heddam

http://www.heddam.com/


http://www.dunya48.com/kultur-yasam/yasam-secenegi/84-yazarlar/ali-tartanoglu/1007-ali-tartanoglu-elde-var-huzun

**

28 Mart 2016 Pazartesi

Kenan Evren'i Nasıl Bilirim veya Nasıl Bilmem?



Kenan Evren'i Nasıl Bilirim veya Nasıl Bilmem? 


Ali Tartanoğlu 
17.05.2015    


Biz “ Az gelişmiş ülkelerin orduları, dış düşmana karşı ülkeyi korumaktan çok ülkenin yoksullarının ensesinde boza pişirerek varsıllarını korur” diye biliriz.

80’li yıllarda bir İran’lı ve bir Yunan tanıdık sormuştu: “800 bin kişilik orduyu, Yunanistan’a karşı besliyorsanız çok büyük; Rusya’ya, İran’a karşı besliyorsanız yetmez. Niye 800 bin kişilik ordu?.. Kime karşı?..”

1971 ve 1980 Askeri darbeleri ülke sınırlarını düşman saldırısına karşı korumaktan, kendi kanunlarında belirtildiği üzere “cumhuriyeti korumak ve kollamak”tan ziyade adıyla sanıyla ülke varsıllarını yoksullarına karşı korumanın en açık örnekleridir.

General, Polis, Belediye zabıta memuru… Devlet adına Üniforma giydirilen adam demokrat olmaz, olamaz. Onlar vurur, kırar, döver, söver, öldürür. Çünkü bunun için yetiştirilirler, bu yönde eğitilirler.

Demokrat olması gereken, sivildir.

12 Eylül 1980’in dünya ve Türkiye koşullarında, az gelişmiş bir üçüncü dünya ülkesi olan Türkiye’de fevkalade bilinçle “emir komuta zinciri” içinde, rütbesiz ere kadar ordunun bütününü pisliğe bulaştırarak darbe yapan Kenan Evren ve dört arkadaşının, demokrat olmamasında, zalim, kanlı faşist olmasında; iç ve dış sermayenin çıkarlarını kollamak amacıyla emeği ve solu biçmesinin anlaşılmayacak yanı yok. Türk-İslam sentezini icat etmelerini, üniversiteyi budamalarını, yargıyı hadım etmelerini, Atatürk’ün resmi mirası Türk Dil ve Tarih Kurumlarını biçmelerini dahi anlamak mümkün.

Amerika’nın, darbeyi öğrenince “our boys did it” diye sırıtmasını da anlayabiliriz. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Halit Narin’in “bugüne kadar işçiler gülmüştü, bundan sonra biz güleceğiz” demesi de, bütün saçmalığına rağmen, izah edilebilir.

Kenan Evren ve 12 Eylül zihniyetinin, o tarihten bu yana, PKK’yı doğuran ana rahmi olduğu defalarca yinelenen Diyarbakır Cezaevi vahşetini de…

Bu ülkenin yüzde 92’si Evren anayasasına “evet” demiş. Bu oran o kadar yüksek ki, o gün “hayır” diyen çok küçük azınlığın mensupları bile, bugün “ben hayır demiştim” diye bir tartışmaya girmekten kaçınıyor, inandırıcı olmaz endişesiyle. Bugünkü fevkalade demokratların kaçı 1982 anayasasına “evet” demişti acaba? Mesela Recep Tayyip Erdoğan… Abdullah Gül, Bülent Arınç, Cemil Çiçek, hele Burhan Kuzu… “Hayır…” mı demişlerdi?.. Seçime beş kala olmasaydı Evren’in cenazesine yine gitmezler miydi? 1982 Anayasasına “hayır” diyen yüzde 8’in içindeki Kürtçülerin oranı acaba neydi?

O gün darbeyi kemali ciddiyet ve memnuniyetle alkışlayan TÜSİAD’ın ve sair sermayenin bugün aynı kemali ciddiyet ve iştiyakla darbe karşıtı ve demokrat kesilmesi… Hele hele Erdoğan’ı demokrat, AKP’yi demokrasinin vazgeçilmez unsuru sayması… Kuşkusuz TÜSİAD ve sair sermayeye, Recep Erdoğan’ı demokrat, AKP’yi demokrasinin vazgeçilmez unsuru sayan bilumum liberalleri, eski solcuları ve saireyi de dahil etmeli…

Aynı şekilde… O gün darbeyi “our boys did it” diye sevinçle karşılayan Amerika… Onun, Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliğini askıya almak dışında tık çıkarmayan Avrupa uzantısı, tıpkı Sivas-Madımak, Kahramanmaraş, Çorum demedikleri gibi Mamak, Metris, Maltepe zaten demezler ama, asla “Diyarbakır Cezaevi ne demek oluyor Kenan!..” da dememiş malum emperyalist Batı…

Bunlar da izah edilebilir. Bugün hepsi Kürt, Apo, PKK hayranı, yaranı kesilmiş durumda. Yetmiyor, dün solcu kesiyor diye Ordu’yu, Kenan Evren’i alkışlıyorlardı; bugün, 2012’ye kadar, Ordu’nun vesayetini ortadan kaldırıyor, hele Kürt açılımı yapıyor diye AKP’yi, Recep Erdoğan’ı, “Allahınfatihi” Gülen’i alkışladılar. Oysa HDP de ve PKK da solcu sayılıyor…

İğrenç bir riyakarlık. Yine de, bunlar bile izah edilebilir.

Ama öyle derin siyasi analizler, diplomasi, vb.den anlamayan sokaktaki adam bakışıyla, izah edilemeyecek pek çok nokta da var.

Kenan Evren, son derece abartılı bir şiddetle solun, sendikaların, işçinin üzerine gitti. Diyarbakır cezaevi vahşetini yarattı. Eh sağ ve sermaye adına darbe yapmış Amerikancı generaldir, ne yapsa yeridir.

Ama bakın aynı Kenan Evren, darbeden 27 yıl sonra, 2007 Şubat, Mart’ında gazetelere ne diyor, kabaca, özetle: “Türkiye’nin eyalet sistemine geçmesi gerekir… 8 eyalete bölünebilir; Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Erzurum, Diyarbakır, Eskişehir, Trabzon… Bu düşüncem yeni değil. Daha 1980'li yılların başında bunları düşündüm. Çünkü Ankara'dan 81 ile hákim olmak zor. Uykularım kaçıyordu. Bölge idare mahkemelerini kurarken bu zihniyetle hareket ettik. Türkiye'yi birtakım bölgelere böldük. Yetkileri oraya devrettik. … Birçok ülkede bu var. Almanya, Amerika da böyle yönetiliyor. Pakistan da… Yönetim zorlaşınca ülkeler eyaletlere bölünüyor. Türkiye de mutlaka buraya gelecek diyorum. Yoksa huzur bulmamız mümkün değil. Şimdi bakıyorum, ortada vatan kurtaran aslanlar geziyor. Tutturmuşlar bir karış toprak vermeyiz diye. Toprak niye gitsin? Bunlar dünyaya ayak uyduramayan insanlar. Huzur bulmak istiyorsak cesur adımlar atmalıyız. Özal bunu Güneydoğu'da bir yerde söylemişti. Onun annesi Kürt'tü. Şimdi ben söylüyorum. Birilerinin söylemesi lazım… Geldiğim yaş ve yaptığım işler bana bu cesareti veriyor. İşte ben de çıkıp söylüyorum. Yüzde 10 barajı yüzünden birçok parti seçime giremiyor. Kürtler de giremiyor. Biz o barajı Kürtler girmesin diye koymadık. Koalisyonlar çıkmasın, istikrar olsun diye koyduk. Kürtler bizim vatandaşımız. Marmaris'te Kürtler buraya gelmesin diyorlar. Ben de, ’Onları çalışmak için siz çağırdınız, bırakın çalışsınlar. 10-20 sene sonra onlar buranın insanları olurlar' diyorum. DTP, Meclis'e girmeli. Bu ortamı yumuşatır. Meclis'e komünist olan da, sağcı olan da, İslamcı olan da giriyor. Bu da gelsin girsin. Meclis'e gidemeyecekse neden parti kuruluyor? (...) Diyorlar ki 'Kürtler bağımsızlığını ilan eder…” Edemez! Aynı haklar tanınırsa niye ayrılmaya kalksınlar? Kürtlere kardeş muamelesi yapmalıyız. (...) Kaç senesi var bilmiyorum ama Türkiye ileride eyalet sistemine geçebilir. Biz isteğimiz kadar 'hayır' diyelim, Kuzey Irak'ta bir Kürt devleti zaten kuruldu.”

Evet!.. Döne döne Diyarbakır Cezaevi cehennemini, dolayısıyle PKK’yı yarattığı 35 yıldır tekrarlanan Kenan Evren’in sözleridir bunlar da!.. Ve bu sözlerin Recep Erdoğan’ın, Demirtaş’ın, Öcalan’ın, Karayılan’ın, Bayık’ın açıkça, Kılıçdaroğlu’nun çekinerek, yarım ağızla söylediklerinden ne farkı var?

Bu nasıl açıklanır? Kenan Evren’i nasıl bilelim?.. “Efendim insanlar zaman içinde düşüncelerini değiştirebilir. Değişmeyen tek şey değişimdir” zevzekliğiyle mi geçiştirivereceğiz?!..

Ayrıca, sendikacısıyla, sendikasıyla, üniversitesiyle, profesörüyle, genciyle, gençliğiyle, yazarı, çizeri aydınıyla solun tamamını biçen ama bir tek Abdullah Öcalan’a, nedense(!). gücü yetmeyen(!), 84’e kadar öğrencilikle ilişkisini, verdiği devlet bursunu kesmeyen, 12 Eylül’e beş kala, darbenin yaklaştığını öğreniverebilen(!) Öcalan’ın elini kolunu sallaya sallaya Suriye’ye geçip, tel örgülerin öte yanında Suriye Muhaberatı tarafından karşılanmasını seyreden de, aynı Kenan Evren vitrinli dış ve işbirlikçi iç yapıdır. Denizler asılırken, Erdal Eren yaşı büyütülerek asılırken, iç ve dış sermayenin ihtiyacı olan “istikrar” uğruna huşu içinde, el pençe divan onaylayan Batılı ağabeyler, sıra Abdullah Öcalan’a gelince, Cemaatçi olan ve olmayan İslamcı faşist yapıya gelince birden bire demokrat-çı, insanhakları-cı falan filan kesilivermiştir.  

Aynı Ordu, 12 Mart’ın Mamak askeri hapishanesindeki devrimcilere de, görevli bir “subay” mensubunun ağzından,

“-Atatürk’ünüz sağ olsaydı o da burada olurdu” diyebilmiştir.

Adamın, Atatürk’ün ordusu bildiğimiz Ordunun bir mensubu olması bir yana, Atatürk onların değil, solcu devrimcilerin Atatürk’üdür 1971 koşullarında.

Gerek 12 Mart, gerek 12 Eylül, gerek Tağmaç, Türün, Ünlütürk vb., gerekse 12 Eylül beşlisi, iç ve dış sermayenin, MESS’in, TÜSİAD’ın, IMF’nin, Dünya Bankası’nın istediği ama Demirel’in seçimlerin yapılabiliyor, parlamentonun açık olduğu iyi kötü demokratik koşullarda yapamadığını, onların yerine yine devletin silahıyla yapıvermişler, emeği ve solu ezivermişlerdir o kadar!.. 

Amerika’yı, Avrupa’yı, Batı’yı, Batı emperyalizmini, IMF’yi, çok uluslu şirketleri, onların içerideki uzantısı MESS’i, TÜSİAD’ı anlamak mümkündür. Ama Kenan Evren’deki bu muazzam değişimi, hatta dönüşümü, yani metamorfozu anlamak mümkün değil.

Ya da onu çok iyi anlayıp, soruyu “Batı emperyalizmini, MESS’i, TÜSİAD’ı, az gelişmiş ülke aydınını nasıl bilirdiniz” diye değiştirmek gerek.

Ali Tartanoğlu
17.05.2015

http://www.gercekedebiyat.com/haber-detay/kenan-evreni-nasil-bilirim-veya-nasil-bilmem-ali-tartanoglu/1913


..

Türkçe mi Büyük İngilizce mi... Yoksa Sait Faik mi?




Türkçe mi Büyük İngilizce mi... Yoksa Sait Faik mi? 



Ali Tartanoğlu
21.12.2015 

Yani İngilizce, edebiyata çok uygun bir dil değildir. Bir kere bunu en başa yazalım. İngilizce daha ziyade ticaret, senet sepet, ithalat, ihracat, kavga, silah, sömürü, para dilidir. Bu İngilizcenin nasıl olup da bir Shakespeare çıkarabildiğine şaşırmakta hiç tereddüdünüz olmasın. 21.12.2015 11:54    2622 kez okundu.
Yıllar önce Sevgili Orkun Levent Boya*, İngilizceye çevirmem ricasıyla bir metin göndermişti. 

Sait Faik denilen muhteşem serserinin muhteşem bir öykücüğü: "Sinagrit Baba"… Edebiyat lezzeti… Türkçe tadı… Fikir ziyafeti… Ne ararsan var. Hem de ağzı var dili yok bir balıkçığın şahsında… 

Bir de insan soyundan hak edenler için, “balık hafızalı” diye iter kakarız garibim balıkçıkları. Sait Faik’in eline, kalemine düşünce bir sinagrit bile bir düşünür olabiliyor oysa… Adamın adam olamadığı yerde ve zamanda, “ses bayrağım” Türkçem ve Sait Faik, bir balığı Mevlana da yapar, Yunus da yapar, Durkheim da yapar, Marx da yapar…

Orkun Levent diyordu ki, “bizim Sait Faik’imizin Çehov’dan fazlası var eksiği yok. Ama çorbacılar, makarnacılar, Alamanlar, İngilizler, Çin-i Maçinliler tanımıyor… Tanıtalım. Çevirelim onun öykülerini öteki dillere, en başta da İngilizceye. Okusun keratalar…”

Güzel de… Türkçe, hele Sait Faik, İngilizceye nasıl çevrilir?

Çevrilir… Ama bu çevirmenler biz olamayız. Ya Türkçeyi iyi bilen, Türkiye’de 20 yıl 30 yaşamış bir Amerikalı yahut İngiliz çevirecek; yahut da Amerika’da, İngiltere’de 20 yıl 30 yıl yaşamış, halk İngilizcesini, sokak İngilizcesini çok iyi bilen bir Türk çevirecek.   

Bu da yetmez, bu Türk’ün orada, (o Amerikalının burada) ot gibi yaşamamış olması gerek. Edebiyatla, yazıyla çiziyle aşinalığı, ünsiyeti olacak. Bu da yetmez aralarında yaşadığı Amerikalılarla, İngilizlerle, tıpkı bizim Sait Faik’in Ada’nın, Kumkapı’nın balıkçılarıyla olduğu gibi sohbet etmişliği, gaz tenekelerinden masalar üzerinde, yerde kumun üstünde, sandalın bir köşesinde en ucuzundan viski, şarap, rom içmişliği, balığa çıkmışlığı, yani adam gibi dostluğu olacak… 

Olmazsa yine çevrilir. Ama o artık Sait Faik değildir. Çünkü Sait Faik’in balıkçısı, arkadaşı Nikoli’ye: 

“- Vay anasını be Niko…” diyor. 

Bunu bu haliyle İngilizceye çeviremezsiniz. Sait Faik’i nasıl üç gulhuval bir elham okuyup İngiliz yapamazsanız (Hoş… günümüzde üç gulhuval bir elham okumadan Amerikanlaşmış dehşetengiz başvezirler var ise de Sait Faik bu taifeden değildir…), bu sözleri de İngilizleştiremezsiniz. Bu sözler dönemez, döneklik yapamaz. 

Peki ne yapacaksınız?  

Amerikan, İngiliz balıkçılarıyla dostluk İngilizcesi burada gerekli... Amerikalı veya İngiliz balıkçının da vardır bir “vay anasını be”si. İşte onu koyacaksınız buraya… Olduğu gibi…  

Bir küçük anımsama… Adamın baya adam, televizyonun baya televizyon olduğu, tek kanallı siyah beyaz televizyon yılları… Baretta Baretta diye bir dizi var. Bir polisiye… Filmin bir yerinde, filmin kahramanı arkadaşıyla bir konuda tartışmakta... Senin dediğin, benim dediğim derken: 

“- Var mısın iddiaya?..” diyor bizimki. 

“- Varım. Nesine?” diyor karşısındaki. Bizimkinin cevabı: 

“- Bi’ otuz beşliğine…” 

Çok açık; filmin İngilizce özgün metninde “otuz beşlik” diye bir terim bulunması mümkün değil. Orada olsa olsa, mesela “bi’ galon şarabına” vardır; yahut “bir şişe viskisine” vardır, falan filan… Ama çevirmen öyle muhteşem bir ustalık yapmış ki… Sanırsınız bizim Sait Faik veya Orhan Kemal yazmış… Çooook hoşuma gitmişti. 

Bendeniz, ilk çevirim olan, Michel Parenti’nin Amerikan pisliklerini anlattığı Kirli Gerçekler adlı kitabında bir bölüm başlığıyla karşılaşmıştım: “Pin Stripted Suited Fascism..” 

Birebir çevirecek olsam “İğne Batırılmış Elbiseli Faşizm” filan demem lazım ki, çeviri alemine de veda edeyim. Birebir çeviri manyaklığında direnen hem de İş Yayıncılık gibi yayınevleri var, ama en azından kendi çeviri anlayışım, ilkelerim açısından bu olacak iş değil. 

Bölüm başlığı… Öncesinden ilham almak, kopya çekmek mümkün değil. 

Başlığı bıraktım. Bölümü sonuna kadar çevirdim. Elçiliklerdeki tanıdıklarla istişare ettim. Bir sürü sözlük karıştırdım. Derinden derine anlamı hissediyorum, ama cuk oturacak karşılığı bulamıyorum. Sözlüğün birinde “prova” filan gibi bir şeyler gördüm. Hani, kumaş toptancısından kumaş alıp diktirdiğimiz kadim terzilerin provaları vardı ya… Üç kez provaya giderdik, ancak ondan sonra, neredeyse bir ayda teslim edilirdi elbise… 

Bölümü de zaten çevirdik ya... Parenti diyor ki: Amerikan siyasi rejimi, sistemi aslında düpedüz faşizmdir. Ama dışarıdan bakınca siz onu anlayamazsınız. Üzerinde açıkça faşizmin elbisesi yoktur. Lakin kendi uygun gördüğü, mesela kendine demokrat diyor ya, demokrat elbisesi de yoktur. Demokrat elbisesi bile hala, henüz prova halindedir, mesela kolları yoktur henüz. Diğer kısımları da teyellidir, toplu iğnelerle tutturulmuştur, eğretidir. 

Bölümün başlığını “Tebdil-i Kıyafet Faşizm” koyabildik. Dördüncü Murat’ı da anımsattığımızı düşünerek… Dördüncü Murat Padişahımız Efendimiz de, malumunuz, kendisi küp gibi içtiği halde içki yasağı koydurmuş, bunu bizzat kendisi teftiş eden, bu uğurda kelleler vurduran ceberut bir zat-ı muhteremdi. Bal gibi faşist idi, ama fevkalade masum(!), insancıl(!), iyi niyetli(!) bir muradı vardı. 

Çeviri, naçiz kanaatimizce bu!.. 

Ancak… Baretta Baretta’nın çevirmeninin de, benim de yaptığımız, çok iyi bildiğimiz kendi ana dilimize çevirmek. Karşı tarafın ne dediğini hissetmemiz dahi yeter. Yaptığı işe, burada çeviriye, dile, gerçekten saygı duyan bir “adam”sanız, ne yapar eder, karınca deliğinde olsa dahi, o ifadenin Türkçedeki karşılığını bulursunuz. Bu karşılığı aramak bile, ne kadar yorucu olursa olsun büyük bir keyiftir.  

Aman dikkat!.. Bu yapılanın adı, her şeye rağmen “Türkçeye çeviri” değildir. Türkçeleştirmek bile yetmiyor. Belki yeniden yaratmak, yeniden yazmak…  

Andre Malroux’nun İklimler'ini, Atilla İlhan’ın çevirisinden okudunuz mu bilmem. 

Evet, kelimenin tam anlamıyla “yeniden” yazmış. Hatta bir yerlerdeki, “yabancı dil eğitimi, yabancı dille eğitim” konulu bir yazımızda demiştik ki: “Malraux bizim kadar Türkçe bilseydi de Atilla İlhan’ın ‘İklimler’ini okusaydı, “Ulan helal olsun. Benim ‘L'ESPOIR’dan çok daha güzel olmuş. İyi ki bizim Fransız ahalisi seni okumuyor…’ derdi herhalde…” 

Evet, bizim yaptığımız, buraya kadarıyla, iyi bildiğimiz kendi dilimize çevirmek. 

Oysa Orkun benden, kendi dilim Türkçeden, İngilizceye çeviri istiyordu. Hem de Sait Faik’i… 

Ben İngilizceyi, çok iyi Türkçeye çevirecek kadar bilirim. Çünkü övünmek gibi olmasın Türkçeyi iyi bilirim. “Canım o da marifet mi?!... Elbette iyi bileceksin!..” demeyin. Bütün İngilizler Shakespeare’dir sanıyorsanız çook yanılırsınız. Bütün Türkler de Sait Faik değildir. Turgut Özal gibi, Tansu Çiller gibi Türkler, Türklerin “kahir ekseriyetini” oluşturur!

Ben İngilizceyi, Oxford’larda okuyarak, Amerika’da, İngiltere’de yirmi yıl kalarak öğrenmedim. Türkiye’de Türk okullarında öğrendim. 60 yıl önce kurulmuş 6 Maarif Kolej’inden birinde… Zamane Anadolu Liselerinde değil. Kırk yıldır da çeviriyle haşır neşirim. Ama ben, Amerikalı balıkçının nasıl “ananıııı…” dediğini bilmem!.. Kolejde bize öğretilen İngilizce, sokak İngilizcesi, külhanbeyi İngilizcesi, emekçi İngilizcesi değil, bir bakıma kibar salon İngilizcesi, değilse bile küçük burjuva iyi aile çocuğu İngilizcesi idi çünkü.


EDEBİYAT DİLİ OLARAK İNGİLİZCE

Çok daha önemli bir nokta… 

Yazının başlığı: “Türkçe mi büyük, İngilizce mi?” Sorunun cevabından önce: 

Bir kere Türkçe ve İngilizce son derece farklı dil gruplarına mensup. İngilizce Hint-Avrupa dili, Türkçe Ural-Altay dili… Sözcük yapıları da, cümle yapıları da, mantıkları da, matematikleri de birbirinden çok farklı…

Benim dilimde eşyaların veya hayvanların dişi zamiri yoktur. Veya dişi ön eki, son eki yoktur. Arapçadan İngilizceye kadar Hint-Avrupa dillerinde ise ülkelerin bile dişisi erkeği olduğu gibi, eşyanın sahibine göre dişilik erkeklik durumu vardır. Arapçada çoğul ekleri bile değişir. “-at” çoğul ekidir. Kalem Arapçadır. Ama “kalemat” derseniz “kalemler” olmaz; “kalemiyyun” demeniz gerekir. Son derece anlamsız, sözüm ona kısaltmalar, birleştirmeler vardır. İtalyancada “de” ve “la” ekleri birleştirilmiş; ama “dela” diye değil, “della” diye… Ama her zaman della olmuyor. Bazen “delle” oluyor mesela. Niye? Bir genel kural var mı? Yok. Dili de, öğreneni de boş yere yoruyor… 

Bu durum söz konusu dillerin, en azından bendenize göre, zenginliği anlamına filan gelmez. Öğrenilmez değil, öğrenilir. Ama anlamsız bir karmaşıklıktır, dile lüzumsuz bir yüktür. 

Öte yandan… İngilizce Batı dillerinin en hamı, en magandasıdır. Tembel bir dildir. Zengin mengin de değildir.

Biz, kitabi, kuralına uygun İngilizce öğreniriz, ana dili İngilizce olmayan, farklı bir ülkenin insanları olarak. Oysa özellikle Amerika’daki veya daha az da olsa İngiltere’deki hele günlük İngilizce inceliksiz, düzensiz bir dildir. Amerika’daki İngilizce ise tam bir lümpen, serseri, külhan, bıçkın İngilizcesidir. 

Amerikalı, “how are you (nasılsın)” ile “what are you doing (ne yapıyorsun)”u harmanlayıp “how are you doing” der çıkar işin içinden. Ankara’daki bir ortaokulda İngilizce dersinde “How are you doing” diyen çocuk ise ömrü billah sınıf geçemez. [Bana bu sözü, yirmi yıl önce Anadolu Ajansı Temsilcisi olarak bulunduğum Bağdat’ta, sık sık görüştüğümüz Amerikan UPI (United Pres International) haber ajansının Amman muhabiri söylerdi. Ben de her defasında irkilirdim.] 

Elbette Mark Twain  Tom Amcanın Kulübesi'ni veya Jack London  Demir Ökçe'yi, Ernest Hemingway Çanlar Kimin İçin Çalıyor'u bu hırpani İngilizceyle yazmamıştır. Amerika’nın adam gibi yazarları, edebiyatçıları üzerinde Amerikan’ın kıyafet değiştirmiş faşist kapitalizminin ciddi baskıları olmuştur; itip kakması, ilgisizliği olmuştur; sahip çıkmamıştır kendi edebiyatçılarına Amerikan sistemi. Orkun Levent’in dediği gibi Hemingway en iyi eserlerini kendi ülkesi Amerika’nın dışında yazmıştır.

Ama böyle bir baskı, itip kakma, sahip çıkmama olmasaydı da o dilden, bundan daha fazlası çıkmazdı. Öyle yetenekli, kıvrak, incelikli, derin edebiyata elverişli bir dil değildir İngilizce. Kabahat Mark Twain’in, Ernest Hemingway’in, Jack London’un değildir yani. 

Tolstoy, Hugo, Cervantes, Lorca, Dante, Eco, Nazım Hikmet çapında yazarı, kuvvetle muhtemeldir ki bu nedenle yoktur Amerika’nın. London, Steinbeck, Twain vb. de ne yazık ki, biraz rejimlerinin özel ilgisizliği nedeniyle, biraz da dillerinin azizliğine uğradıkları için Tolstoy, Hugo, Mayakovski, Molliere, Kazancakis, Istrati, Hamsun vb. ağırlığında görünmez bizlere… 

Yani İngilizce, edebiyata çok uygun bir dil değildir. Daha ziyade şirket, ticaret, senet sepet, ithalat, ihracat, kavga, silah, sömürü, para dilidir. Bu İngilizcenin nasıl olup da bir Shakespeare çıkarabildiğine şaşırmakta hiç tereddüdünüz olmasın. 

Türkçenin ise… 

Bir Sait Faik’i bir Çehov’dur. Orhan Kemal’i bir Maksim Gorki’dir, Yaşar Kemal’i bir Hugo veya Tolstoy’dur, Dostoyevski’dir. Haldun Taner’i, Orhan Asena’sı birer Shakespeare’dir. Nazım Hikmet’i yeganedir. 

Ama bunları, yukarıda sözü edilen olağanüstü dil güçlükleri, farklılıkları ve tabi siyasi nedenlerle bütün dünya tanımaz. Tanınanları da zaten biz çevirmedik. Eserleri yabancı dillere çevrilen Türk edebiyatçılarının, benim bildiğim kadarıyla hiçbirini Türk çevirmenler çevirmemiştir. 

Doğrusu da budur. Hiçbir Rus yazarını Türkçeye Rus çevirmenler çevirmemiştir. Alman, Fransız, İtalyan, Japon, Arap, İranlı, hatta Yunan, Hint, İspanyol, Amerikan, İngiliz edebiyatçının eserini de, mensup oldukları ülkelerin, kendi yurttaşı olan çevirmenleri değil Türk çevirmenler çevirmiştir Türkçeye. 

Bir kere bu ülkelerin yazarlarının, çevirmenlerinin, yayınevlerinin, hatta hükümetlerinin “aman bizim yazarlarımız yeterince tanınmıyor. Kendimiz yabancı dillere çevirelim de okunsunlar, tanınsınlar” diye bir kompleksleri yoktur. Çünkü edebiyat, sadece bir edebiyat, sanat, estetik hadisesi değildir. Sosyal, siyasi, ekonomik boyutları da vardır.

Biz Fransız edebiyatına, Fransız, İngiliz filozoflarına niye bu kadar aşinayız?

Osmanlı’nın son dönemi… Koca imparatorluk yıkılıyor. Son bir ümit bir yerlere sarılmaya çalışıyor. Öte yandan Avrupa kaynıyor. Fransız İhtilali, sanayi devrimi, aydınlanma devrimi… Rusya bir dünya devleti olarak belirmeye başlamış. Arkasından 1917 devrimi… Yine bir dünya devi olarak SSCB’nin ortaya çıkması… Daha sonra Amerika… ABD ancak bir emperyalist dünya gücü olarak belirginleştikçe edebiyatı, sanatı da şu veya bu ölçüde dikkat çekmiş. İngiltere’nin, Amerika’nın, Fransa’nın ekonomik, siyasi, ekonomik, askeri güçleri ve yayılmacılıkları kültürlerinin, sanatlarının yayılmasını sağlamış. İngiltere ve Amerika’nınki İngilizcenin azizliğiyle çok daha az elbette… 

Osmanlı’da en başta dil güçlüğü ve farklılığı var. Sonra doğru düzgün edebiyatı yok divan şiiri dışında… Dahası, Osmanlı ne kadar dünya gücü olursa olsun, bugünkü anlamda emperyalist bir güç değil, olmamış. Divan şiiri çok kendine özgü… Bir Fuzuli’nin, bir Nedim’in Fransa’da tanınması neredeyse imkansız? Batı’nın tanıdığı Türk edebiyatçılar, bütün dil, kültür farklılıklarına, güçlüklerine rağmen, Cumhuriyet’in ürünü. Bizim edebiyatımızın dünya ile ünsiyetinin geçmişi doksan yıl dersek hiç abartma olmaz. 

Niye? Türkiye ve onun Atatürk’ü, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyeti, sonraki gelişmeleri olumlu veya olumsuz, şu veya bu şekilde dikkat çekmiş. Kimlik, kişilik, siyaset, iktisat, içtimaiyat da edebiyatı belirler. Edebiyat doğada kendiliğinden yetişen ot değil. 

Bilmem çok mu abartmış olurum: 

Bu memleketin başbakanının Moda İskele Restoran’da kendine bağlı belediye tarafından getirilen içki yasağını, (nasıl oluyorsa?!..) “bana da içki içmem konusunda mahalle baskısı var” diye sözüm ona büyük(!) bir belagatle savunması ile Amerikan Hariciye Nazırı kadının “Türkiye, bizim Ortadoğu’daki dublörümüzdür” diyebilmesinin çakıştığı bir ortamın Türkiye’sinde ne Orkunt Levent Boya’nın ne de hatta Kültür Bakanlığının Türk edebiyatçıları çevirme, bu yolla onları tanıtma çabalarının bir kıymeti harbiyesi olamaz. 

Orhan Pamuk’u bendeniz, Orkun Levent veya Kültür Bakanlığı mı çevirdi de Nobel aldı?.. Kaldı ki kanaatimizce ödülü zaten Pamuk’a değil çevirmene vermek gerekirdi!
  

TÜRK YAZARLARINI NASIL ÇEVİR(t)ECEĞİZ?

Yapılacak şey Türk yazarlarını, bizzat bizim yabancı dillere çevirmemiz değil. Olamaz. Bunun dağıtımı var, tanıtımı var ayrıca… Yaşar Kemal kırk yıldır çevriliyordu, adı sürekli Nobel için anılıyordu, niye ödül alamadı? Aziz Nesin’e, Nazım Hikmet’e bütün dünya hayrandı, niye Nobel verilmedi? 

Sorun, Nobel, ödül değil denecekse bu doğrudur; öyleyse bırakalım su aka aka yolunu bulsun. Yabancılar, kendileri merak etsin, keşfetsin, çevirsin. Yıllardır, hatta on yıllardır Türkiye’de yaşayan, dolayısıyla çok iyi Türkçe öğrenmiş, edebiyata, yazıya aşina bir sürü yabancı var. Yoksa, Türkiye’nin siyasi, ekonomik, askeri bir büyük güç olmasını bekleyeceğiz.

Ya da “Türkler Kosova ve Sırpsındığı savaşında 149 bin 546 milyon Sırp kesmiştir” diyecek bir romancı bulalım kendimize! O saat çevrilir, o saat Nobel alır valla… 

Bizde bu siyaset ve siyasal iktidar anlayışı, Batı’da bu para olduktan sonra…

* Karşın Edebiyat dergisinin de sahibi, genel yayın yönetmeni ve her şeyi olan, edebiyat sevdalısı, edebiyat hizmetkarı sevgili Orkunt Levent Boya kardeşimizi maalesef kısa bir süre önce kaybettiğimizi öğrendim, ortak dostumuz değerli Serdar Şahinkaya'dan. Daha gerçekten çok gençti. Son derece üzüldüm.
Karanlık bir mezara değil, güneşe gömülenlerdendi o da... 

Ali Tartanoğlu

http://www.gercekedebiyat.com/haber-detay/turkce-mi-buyuk-ingilizce-mi-yoksa-sait-faik-mi-ali-tartanoglu/2042





Sular Akmaz Tersin Tersin



Sular Akmaz Tersin Tersin 



Ali Tartanoğlu 
29.08.2012 


Zor Zanaat özlem işçiliği / Yalnız gecelerde 
Zor zanaat özlem işçiliği / Yalnız gecelerde kendini çoğaltmak 

İri ayaklı koca koca, gece gece gözlü geniiiiş değirmen kalçalı
ölüm rengi kara çarşafının altındasıcak, fıkır fıkır gövdesi
yürüyüşünün rüzgârıyla ucu gönlüm gibi ardınca sürünüp giden...

Tek başına Temmuz'da bile soğuk yataklar
bin dertle yoğrulu horantalı evler
düşman sıcağından üşümüş odalar ve
“bir yalnız gece daha...” hüznüyle
Yıllarda üniformalaşacak kara giysilerle
Güçlü omuzlarında şehidinin ağıtlı töreni
yaşam sevdalısı Bağdatlı kadın
özlem, sana da sabahsız bir gece

Zor zanaat özlem işçiliği
Yalnız gecelerde kendini çoğaltmak
kalabalıkta yalnızlıkla kucaklaşarak ısınmayı bilmek
hem de baş verip giz vermeden ele güne karşı
Elleri tetiğe daima hazır
kendi yüreğinin sıcaklığını bile donduran
savaş ağaları heeeeyyyy!
Daha mı kolay sanırsınız özlemek savaşmaktan!?..
Çöl sıcağında buz gibi yüreklerle
kan ırmaklarından sınır çizdirmek tarihe
kolay!..
Ama bilmezsiniz,
sıcak-yürek, özlemle savaşmayı
Özlemi ustası bilir
bir sen, Bağdatlı kadın, bir ben
Hele, ya beni de al, ya sen de gel diyen
hele ne alabilen ne gidebilen…

Ver elini gece gece gözlü,
değirmen değirmen kalçalı
özlem ustası, çile bilgesi Bağdatlı kadın
Yeter, selam taşıyıcılara, telefonlara tellere,
kanlara, silahlara, muhannete muhtaçlıklara
salıverelim öpüşlerini sevdiğinin tabur adresine
Bulamazsak, göz yaşlarımız yıkasın kanlı kumları yeşersin dikenli teller, kanlar gül açsın namlular
güldal olsun dikensiz
Kuma karışmışsa da sevdiğin,
ağlama Bağdatlı kadın
Koy başını göğsüme,
tut elimi,
kokla bulutları
Bak nasıl gül kokuyor hava

Gülü bazen kan sular,
kan bazen gül kokar
Sen, yaşam üretensin,
sıkışırsan gül kokusu bile doğurursun!
onu da topa tutamazlar ya!
sen top sesindeki gül kokususun

Ali Tartanoğlu

http://www.gercekedebiyat.com/haber-detay/sular-akmaz-tersin-tersin-ali-tartanoglu/288

25 Ekim 2015 Pazar

TARİHİNİ BİLMEYEN, BAŞKALARININ YALAN VE PROPAGANDALARINA GERÇEKMİŞ GİBİ İNANIR





TARİHİNİ BİLMEYEN, BAŞKALARININ YALAN VE PROPAGANDALARINA GERÇEKMİŞ GİBİ İNANIR 



(Ali TARTANOĞLU)
«Hain’in dili, dini, cinsi, milliyeti olmaz; Kürt’ün de haini vardır, Türk’ün de…»(Uğur Mumcu)
Tarih 10 Kasım 2009. Meclis'te «Kürt'e Türk Satışı» müzakere ediliyor. Tam 10 Kasım'da... «Oh olmuş... İyi ki ölmüş!..» dercesine...
Bunu örtbas etmek için de iktidar mebuslarında bir Atatürk yalakalığı bir Atatürk yalakalığı... Kendimizden kuşkulanacağız neredeyse.

Diyorlar ki: «Atatürkçülük işte tam da budur.»


CHP Bursa milletvekili Onur Öymen kürsüye çıkınca patlıyor:
«Ne Atatürkçülüğü!.. Atatürkçülük, şehit kanı akmasın, analar ağlamasın diye teröristle, asiyle müzakere etmek midir? Çanakkale'de, Kurtuluş Savaşında, Şeyh Sait İsyanında, Dersim İsyanında analar ağlamadı mı? Analar ağladı, ağlayacak diye Atatürk asilerle, düşmanla müzakereye, uzlaşmaya mı girişti!..»
Kıyamet koptu. 1938'de Munzur Çayı kandan kıpkızıl olmuş... Bugün de mi öyle Saddam'lık(!)yapılsaymış... Öymen bugüne de aynı şeyi önererek ırkçılık, faşistlik yapıyormuş...Küreselleşmenin postmodernlik çağındayız ya; gerçeklik sen nasıl algılıyorsan öyle imiş, sen beyazı siyah algılıyorsan, gerçek de oymuş ya... Atarsın, belki yiyen bulunur!..

Bakalım, atılanlar yenir mi!?..

Birincisi: Ordu Munzur dağlarındaki eşkıya inlerini durup dururken mi bombalamış? Hırsızın hiç mi günahı yokmuş!..

Kimsenin suç işleyene, isyan edene verilen cezayı suçlamaması şartıyla, suç işleyeni, isyan edeni, kendi payımıza, suçlamayız. Bedelini öder, istediğini yapar!..

Dersim'i daha sonra anlatmak üzere, önce biraz ormanın bütününe bakalım.

Anzavur İsyanı (Bolu-Düzce), Yozgat, Çapanoğlu İsyanları, Hilafet Ordusu, Birinci ve İkinci Konya (Bozkır ve Delibaş) İsyanları, Ali Galip Olayı...

«Hain'in dili, dini, cinsi, milliyeti olmaz; Kürt'ün de haini vardır, Türk'ün de» derdi Uğur Mumcu. Bu isyanların büyük kısmı doğrudan «Türklerin» çıkardığı isyanlar. Sertlik dozu, isyanın çapına göre değişmiş ve bu isyanların da hepsi bastırılmış. Kimse «bunlar Türk'tür, varsın isyan etsinler» dememiş.

Ortaokulu ve liseyi okuduğumuz Konya'da Delibaş İsyanının öykülerini dinlerdim sık sık. İsyan sırasındaki baskın ve çatışmalarda ölenlerin sayısı bir yerlerde mutlaka kayıtlıdır. Ama Konyalıların dilinde «her gün 11 kişi asılırdı» sözü vardı.

Ali Galip kim? Kayserili bir Türk. Atatürk'le aynı sıralardan yetişip Harbiyeyi bitirmiş, Osmanlı ordusunda yarbaylığa kadar yükselmiş. 1911'de ordudan ayrılıp 1919'a, Mondros Mütarekesi dönemine kadar, kendi ifadesiyle, ziraat ve ticaretle uğraşmış. Tam Erzurum Kongresi sonrası, Sivas Kongresi arifesinde İngiliz işgalcilerin telkiniyle Damat Ferit Hükümeti tarafından Elazığ valiliğine atanmış. Niye? Azılı bir İttihat-Terakki ve Mustafa Kemal düşmanı olduğu için. İngilizler ve işbirlikçi Damat Ferit, Milli Mücadeleyi önlemek için ülke yönetiminde etkin noktalarda bulunan millicileri tasfiye etmek, yerlerine de adeta kuyudan adam çıkartırcasına memuriyetten ayrılalı sekiz sene olmuş Ali Galip gibileri getiriyor. Çünkü önce Amasya Tamimi, arkasından Erzurum Kongresi, şimdi de Sivas Kongresi derken, İngilizleri ve işbirlikçisi Osmanlı yönetimini bir telaşın aldığı açık.

Plan İstanbul'da Damat Ferit ve onun Bakanları ile İngiliz yüksek komiseri de Robeck tarafından İstanbul'daki Kürtçülerle birlikte hazırlanmış. Sivas Kongresinin toplanmasına kesinlikle mani olunacak; Kongre basılacak Atatürk ve Rauf Bey ile diğer ileri gelenler «ölü veya diri» ele geçirilecek... İngiliz Casusu Yüzbaşı Noel o zaman zaten bölgede. Bölgeden ayrıca Kürt Bedirhanlı aşiretinden Celadet ve Kamuran Ali ile Diyarbakırlı Cemil Paşazade Ekrem silahlı Kürtlerle onun emrine girecek. Malatya Mutasarrıfı Halil Rami de Kürt ve onlarla birlikte. Bunların başında da Vali Ali Galip.

İstanbul'un derdi Milli Mücadeleyi önlemek. İngilizler de elbette bunu istiyor ama, bu arada hazır Osmanlı çökerken Kürtlere de kendi güdümlerinde bir sözde bağımsız toprak sağlamak.. Ali Galip ahmağı ise bunlardan habersiz, sadece iki rütbe alıp general olmak ve İttihatçılara olan kinini kusmak istiyor. Çünkü Meşrutiyetin ilanından sonra İttihatçı hükümetler döneminde hiç terfi edememiş ve bu yüzden kızıp, küsüp emekliye ayrılmış.
Osmanlı hükümeti Türk, Sadrazam Ferit Türk, Ali Galip Türk...

Dedik ya, hainin Kürdü Türkü olmaz!


****

Dersim'e gelmeden önce bir de şu Kürt isyanlarına daha geniş bakalım.

Efendim baskılar varmış da, ezilmişler de dillerini konuşamamışlar da... Onun için bilmem şu kadar isyan çıkmış.

Osmanlı ne yaptıydı da taaa 1850'lerde Bedirhanlılar, 1870'lerde Şeyh Ubeydullah isyan ettiydi?..

Osmanlı dönemindeki bu isyanların, Tanzimat reformları çerçevesinde yapılmak istenen kıyafet filan gibi basit yeniliklere tepkilerden, daha sonraları da Osmanlı'nın bölgede Ermenilere bağımsızlık vereceği, Kürtlerin de Ermeni hakimiyetinde kalacağı söylentilerinden başka hangi gerekçeleri vardı?..

Başımıza, bugün de devam eden Ermeni sorununu açan olayların başlangıcı Türk-Ermeni çatışması mıydı, yoksa Kürt-Ermeni çatışması mıydı? Osmanlı bu çatışmalarda Kürtleri kayırdığı gerekçesiyle İngiliz, Fransız ve Ruslar tarafından az mı baskı gördü?..

Yunan Bursa'yı ele geçirip, Anadolu içine doğru ilerlerken, ortada ne Cumhuriyet, ne Tunceli Kanunu, ne İskan Kanunu ve hiçbir baskı yokken Kocgiri isyanı niye çıktıydı peki?

Hem isyan edeceksin, en kritik günlerde beni bir anlamda arkadan vuracaksın; hem başaramayacaksın; hem de niye cezalandırıldım diye bağırıp duracaksın. Seksen yıl sonra bile...

Yok öyle şey!.. Sen kazansaydın maaşa bağlayıp, konak verip oturtacak mıydın Mustafa Kemal'i? Hatta, kazansalardı Anadolu'da Türk bırakacaklar mıydı? İngiltere Başbakanı Gladstone'un ağzından «Asya'dan gelmişlerdir, defolup gitsinler Asya'ya!!..» diye bağırıp durmuyorlar mıydı 1850'den beri?

Gelelim Dersim İsyanı'na... Dersim İsyanı, Tunceli Kanununun uygulanmaya başlaması üzerine çıkmış. Kanun 1935 Aralığında kabul edilip 1936 Ocağında yürürlüğe girmiş.

Dersim ilginç bir yer. Halkı Alevi-Bektaşi. Ama nasıl olmuşsa olmuş, çok eski tarihlerde, belki yüzyıllar önce, hatta belki Türklerin Anadolu'ya gelişini takiben, Bilal Şimşir'in tabiriyle «bir Sünni denizinin ortasında bir ada gibi» kalmış. Yüzyıllarca, kendilerini kuşatan Sünnilerin aşağılamalarına, itip kakmalarına, baskılara maruz kalmışlar. Dağlara sığınmış ve tepki olarak kendilerini Kürt saymaya başlamışlar.

Yani, en başta, Dersim sorununun temelinde bir Sünni şeriatçılığı bulunduğunu çok rahat söylemek gerekir. Alevilerin laik Cumhuriyeti çok kolay benimsemelerinin altındaki gerçek de bu.

Bölge, iklim ve coğrafya itibariyle tarıma elverişsiz. Geçim kaynakları son derece sınırlı. Halk son derece yoksul. Hele o tarihlerde yol, iz de yok. Buna karşılık bolca ağa, şeyh, seyit, mir var. Geçim bunlar açısından da zor. Çareyi eşkıyalıkta, yakın çevredeki, ovalardaki köyleri, kasabaları basıp, hayvanına hasadına el koymakta bulmuş; bunu yaparken kendilerinden de beter durumdaki köylüleri kullanmışlar. Ele geçenlerin ölmeyecek kadarını da bunlara bırakmışlar.

Sık sık olaylar, isyanlar çıkmış; sık sık polisiye, askeri tedbirler uygulanmış. Bu yüzden sükunet de ancak bir süre hakim olmuş; sonra yine eski duruma dönülmüş. 1937'ye gelinceye kadar 1876'dan bu yana 11 kez askeri tedbirlere başvurmayı gerektiren olaylar çıkmış bölgede. Osmanlı Dersim'i bu asayiş boyutu dışında adeta yok saymış. O kadar ki, Tanzimat'tan sonra idare yeniden düzenlenip iller, valilikler kurulurken Dersim yine yok sayılmış.

Bu durum, işte Tunceli Kanununun çıktığı 1935'e kadar aynen devam etmiş. Cumhuriyet hükumeti o sırada zaten idareye yeni bir düzen vermekte, yeni iller ilçeler kurmakta. Dersim de özellikle bu asayiş sorunu dikkate alınarak, ama bu defa öyle gelip geçici nitelikte değil, kalıcı bir düzen sağlanması amacıyla daha ziyade bir ıslahat programı çerçevesinde ele alınmış. Tunceli Kanunu, işte bu ıslahat programının adı.

Yani konunun üzerine sadece askeri yöntemlerle gidilmeyecek. Aynı zamanda Yöre, baştan ayağa medenileştirilecek: okuluyla, yoluyla, suyuyla, hastanesiyle, köprüsüyle.

Tunceli Kanunuyla birlikte kurulan Dördüncü Umumi Müfettişliğe getirilen Korgeneral Abdullah Alpdoğan, önce aşiret reislerini bir araya getirip ıslahat programını anlatmış. Reis efendiler orada seslerini çıkarmamış; hatta memnun görünmüşler. Ama dönerken yolları üzerindeki bütün köprüleri havaya uçurmuşlar.

Aslında bu alt yapı yeniliklerinin ağaların, şeyhlerin, seyitlerin hoşuna gitmeyeceği biliniyor. Çünkü bu yenilikler sosyal yapıyı da değiştireceği için eski nüfuzlarını, çıkar olanaklarını kaybedecekler.

Yani, Tunceli Kanunu, ortada bir isyan bulunduğu için, bu isyanı bastırmak için çıkarılmış değil. Yöreyi medenileştirelim, insanlara aş iş sağlayalım, böylece asayişsizlik ve isyan potansiyelini en aza indirelim denmiş.

Ama tahmin edilenler de gerçekleşmiş. Köprüler, yollar, okullar yapılmaya başlanır başlanmaz, homurdanmalar da başlamış. Homurtular giderek eyleme dönüşmüş ve 21 Mart 1937 gecesinden itibaren askeri karakollar basılmaya başlanmış. Askeri birlik karargahlarına aynı anda baskınlar düzenlenmiş. Telefon telleri kesilmiş. Ama en ilginci köprüler yakılıp yıkılmış.

Ayaklanmanın elebaşı Seyit Rıza. Onun çağrısıyla Yusufanlı, Kureyşanlı, Abbasuşağı, Bahtiyar, Haydaran aşiretleri katılmış ayaklanmaya. Asi aşiret reisleri bir ltimatom göndermiş hükümete. İstekleri şunlar:
Jandarma dersimden çekilsin. Yeni köprüler yapılmasın. Yeni idari yapı oluşturulmasın. Silahlarına el konulmasın. Vergiler, hükümetle aralarında paylaşılsın.
Bunun üzerine hava kuvvetleri desteğindeki kara birlikleri dört bir yandan asileri kuşatmış. Sarp kayalık dağlardaki mağaralarına doğru sıkıştırmış. Asiler paniğe kapılmış. Ayaklanmanın elebaşlarından Demenanlı Cebrail, Seyit Rıza'ya «teslim olalım» demiş, ama ikna edememiş.

Mayıs'ta başlayan ayaklanma Eylül'de tamamen bastırılmış. Elebaşlarından Roznaklı Kamer, Demenanlı Cebrail, Yusufhanlı Ağdatlı Kamer, Kureyşanlı Hasso Seydo, Bahtiyar Aşiretinden Şahin sağ olarak yakalanıp mahkemeye sevk edilmiş. Seyit Rıza'nın bir oğlu ağır yaralanmış, diğer oğlu teslim olmaya karar vererek babasından ayrılmış. Seyit Rıza'nın sağ kolu Koçgirili Alişir, Bahtiyarlı Şahin'in amcası Alişan öldürülmüş. Seyit Rıza önce dağlardaki mağaralara saklanmış, 12 Eylül 1937 günü de iki adamıyla birlikte teslim olmuş.

Yargılanan 58 isyancıdan 11'i idam'a, 33'ü ağır hapse mahkum edilmiş, 14'ü beraat etmiş. İdam'a mahkum edilenlerden dördü çok yaşlı olduğu için cezaları 30'ar yıl hapse çevrilmiş; dolayısıyla sadece 7'si idam edilmiş.

Türkiye'deki ABD Büyükelçisi ayaklanmayı kendi başkentine şöyle anlatmış:
«Dağlık olan coğrafi yapısından dolayı, bölgenin erişilmesi güç bir durumda bulunması, bölge halkının geri kalmışlığı, sorunun temelini oluşturmakta. Sert iklim şartları, toprağın işlenmesinde önemli güçlükler yaratıyor. Hırsızlık ve eşkıyalık yörede oldukça yaygın ve yalnız yöre insanları değil, komşu vilayetlerin insanlarını da etkileniyor. Toplumun sosyal yapısı tipik feodal özellikler taşıyor; geniş halk yığınlarının hükümetle olan tek irtibatını aşiret reisleri sağlıyor. Türk hükümeti ekonomik açıdan sorunu çözmeye çalışıyorsa da, yöre insanları yollar, okullar, köprüler vs., yapılmasına karşı koyuyor. Son ayaklanma, hükümetin, bölgenin sosyal ve ekonomik şartlarını ıslah etmek üzere geliştirdiği reform programını, daha önce elde ettikleri haklara tecavüz olarak gören aşiret reisleri tarafından başlatıldı.»

Başbakan İsmet İnönü, 14 Haziran 1937 günü Türkiye Büyük Millet Meclisinde konu hakkında bilgi verirken; böyle bir direnişin beklendiğine işaret ettikten sonra,

«Şimdiye kadar olan Dersim tecrübeleri, orada hükümetin bir emrine karşı muhalefet olunca, mühim bir kuvvet toplayarak o mıntıkada ciddi tedibat yapmak ve bırakmak... Biz buna «sel seferleri» dedik. Memleketin bir tarafında bir hadise çıkınca onu kuvvetli bir surette ve sel halinde gelip geçmekten bir fayda hasıl olmayacağı kanaatinde bulunduk. Biz muhalefet edenlerin mukavemetlerini bertaraf ettikten sonra kendi programımızın hiçbir şey olmamış gibi takip olunmasını esaslı vazifemizden saydık. ... Yol yapıyoruz, mektep yapıyoruz, karakol yapıyoruz. ... Cumhuriyet Hükümeti oraya ıslahat programını süs olarak, heves olarak götürmedi. Ne kadar müşkülata uğrarsa, ne kadar çok sene sürerse (sürsün) yaz ve kış bu programı biz orada tatbik edeceğiz» demiş.

İngiltere Büyükelçiliğinin 1937 tarihli Türkiye raporunda da şu bilgiler var:
«Dersim bölgesinde iki yıl önce başlatılan özel reform programına tepki olarak ayaklanma çıktı ve bastırıldı. Bastırmak için asker ve uçaklar kullanıldı. Hükümet kuvvetlerinin zayiatı: 1 subay (teğmen) ile 28 asker şehit; 3 subay ile 46 asker yaralı. Asilerin zayiatı: 265 ölü, 20 yaralı, 27 yakalanan, 849 teslim olan. ... Aralarında Seyit Rıza'nın da bulunduğu 7 kişi idam edildi. Hükümet asilere karşı nispeten yumuşak ve merhametli davrandı. Geçmişte jandarmanın sert davranması ters tepmiş.» (Bilal N. Şimşir, Kürtçülük-II, s. 374-416, Bilgi Yayınevi, 2009, Ankara.)
Demek ki hadisenin Kürtleri yok etmekle, hele hele Alevilerle hiçbir alakası yok.

Asilerin kuvvetinin (İngiliz raporlarında) 1500-2000 bin kişi olduğu belirtiliyor; bu sayıyı üç-beş bine kadar çıkaranlar da var. Arazi takibe son derece elverişsiz. Asiler tıpkı bugünkü PKK gibi dağların zirvelerindeki mağaralara saklanabiliyor. Hava kuvvetlerinin kullanılması bu nedenle zorunlu olmuş.

İsyanın, hükümet baskısıyla, adaletsizlikle, dil konuşturmamakla ve saire ile de hiçbir alakası yok. Devlet, güvenliğin hiç bulunmadığı bir yerde güvenliği tesis edebilmek için alt yapı hizmeti götürüyor. Yörenin, çıkarları zedelenen veya zedelenecek olan güç sahipleri düpedüz «yol istemezük, köprü istemezük...» diye ayaklanıyor. Askeri birlik karargahı, askeri karakol basıyor, subay şehit ediyor, asker şehit ediyor. Köprü uçuruyor.

Evet. Tunceli kanunu, yeni kurulacak ile atanacak ve askeri yetkilerini de taşımaya devam edecek olan general rütbesindeki valiye neredeyse bir bakanınki kadar geniş yetkiler vermiş. Yargılamalarda sert düzenlemeler yapmış. Yasa bu haliyle bir olağanüstü hal, hatta sıkıyönetim yasasına benzetilebilir.

Ama ayaklanma yasanın bu özelliklerine tepki olarak çıkmamış. Çünkü bu hükümlerin uygulamalarına başlama fırsatı bile henüz doğmamışken isyan çıkmış. Yani tıpkı Patrona Halil isyanı gibi bir tür «medeniyet istemezük» hadisesi.

İsyan eden, ancak kazanırsa haklıdır, başarılıdır. Kazanamazsa veya kazanıncaya kadar başına gelene katlanır.

Sonra... Yukarıda değindik. Türk'ün de haini var. Asi Türkler de var.

Niye bir Allah'ın kulu Delibaş isyanında asılanlardan, çatışmalarda ölen asilerden «insan hakları» adına söz etmez!..

Kürtlere sevdanın yolları, Türkler niyazi mi?!..

Amerika taa 10 bin kilometre öteden kalkıp gelip Irak'ta asi Saddam cezalandırıyor, onu alkışlıyorsunuz!..

Mustafa Kemal de Osmanlı için asi değil miydi? Başaramasaydı asılmayacak mıydı? Hakkında zaten idam cezası verilmemiş miydi?

Veee... Kim vermişti idam cezasını?

KÜRT (Namı diğer: Nemrut) Mustafa Paşa!!!!..

Mustafa Kemal kazandı; haklı oldu.

Öyle Sam Amca'nın şapkasına saklanmak, Mitterrand Yenge'nin eteğinin altına, İmam Recep'in oy sandığına gizlenip el şeyiyle gerdeğe girmek yooook!!..

İsyan eden, isyan etmek derken, silah çekip asker, subay öldüren Türk kayrılmış mı?!..

Bir Türk olan «Damat Ferit» adı, günümüz siyasi literatüründe hala «hain» e karşılık gelmiyor mu?

Osmanlı Atatürk ve arkadaşları hakkında idam kararı verirken onların Türklüğünü dikkate almış mıydı?

Buna karşılık, Atatürk ve yakın arkadaşları dışında, başka pek çokları yanında Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey için de verdiği idam kararını, daha önceki her türlü bozma ve hatta beraat kararına rağmen uygulatma fırsatı bulan KÜRT (Nemrut) Mustafa Paşa, bu insanlar Türk olmasaydı, hele Kürt olsaydı aynı idam kararını verir miydi?

Siz Türklere «Salak» mı demek istiyorsunuz?!..


* * *
Atatürk Hakkındaki İdam Fermanı...
Dosya Tasnifi
Harbiye-Divan-ı Harp
DOSYA No : 70

Harbiye Nezareti
Adliye-i Askeriye Dairesi
Şube :
Adet : 705

PADİŞAH BUYRUĞU

Mehmet Vahidüddin
(ONAY)


«Kuvayı Milliye adı altında çıkardıkları fitne ve fesatla, anayasaya aykırı olarak halktan zorla para toplamak, asker almak, bunun aksine hareket edenlere işkence ve eziyet ederek şehirleri yakıp yıkmaya kalkışmak suretiyle iç güvenliği bozanların tertipçisi oldukları iddiasıyla haklarında dava açılan,

Üçüncü Ordu Müfettişliğinden alınarak askerlik mesleğinden çıkartılmış bulunan Selanikli Mustafa Kemal Efendi, eski yirmi yedinci fırka kumandanı miralaylıktan emekli İstanbullu Kara Vasıf Bey, Eski yirminci kolordu kumandanı Mirliva Salacaklı Fuat Paşa (Ali Fuat Cebesoy) ile Eski Vaşington elçisi ve Ankara milletvekili Midillili Alfred Rüstem ve sıhhiye eski müdürü İstanbullu Doktor Adnan Bey (Adıvar) ile Üniversite Batı Edebiyatı eski öğretmeni Halide Edip Hanımın, ayrıntıları 11 Mayıs 1336 (1920) tarihli ve 20 numaralı karar tutanağında yazılı olduğu üzre, Mülkiye Ceza Kanunu'nun kırk beşinci maddesinin birinci fıkrası delaletiyle elli beşinci maddesinin dördüncü fıkrası ve elli altıncı maddesi uyarınca, sahip oldukları askeri ve mülki rütbe ve nişanlarla, her türlü resmi ünvanlarının kaldırılmasına ve idamlarına, halen firarda bulunmaları dolayısıyla kanun hükümleri gereğince mallarının haczedilerek, usulüne göre idare ettirilmesine dair İstanbul bir numaralı sıkıyönetim mahkemesi tarafından gıyaben verilen hüküm ve karar, ele geçirildiklerinde tekrar yargılanmak üzere tasdik edilmiştir.»

Bu Padişah Buyruğu'nu yürütmeye Harbiye Nazırı görevlidir.

24 Mayıs 1336 (1920)

Sadrazam ve Harbiye Nazırı Vekili
DAMAT FERİD


        (NOT: Söz konusu İstanbul 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi, başkanlığını Kürt Nemrut Mustafa Paşa'nın yaptığı mahkemedir A:T) 

Ali TARTANOĞLU

..
 


..

3 Eylül 2015 Perşembe

Döve Döve Demokrasi






Döve Döve Demokrasi 








Ali Tartanoğlu


Zamanenin siyasal, sosyolojik, sanatsal, felsefi, ulusal, evrensel, ideolojik modası «demokrasi...»
Bir şeyin «moda» laşması, o şeyin enflasyonu demek. Biraz da değersizleşmesi, ayağa düşmesi demek...
Klasik liberal iktisat teorisi de, neo liberal iktisat da, hayatın kendisi de aynı şeyi söyler: Hangisi olursa olsun, para dahil bütün mallar, ne kadar çoğalırsa, ne kadar ihtiyaçtan, ne kadar tüketilebilecek, değerlendirilebilecek olandan fazla ise o malın enflasyonu var demektir ve paraysa değeri, yani satın alma gücü, başka bir mal ise fiyatı düşer. Değersizleşir. Hatta her şey normal olsa bile, kar hırsı yüzünden, daha da çok kazanma körleşmesi yüzünden mallar saklanır, yakılır, denize dökülür. Az olsun, hiç değilse az görünsün ki, kıymetli olsun.
Aslında bu durum, bütün toplumlar için, yüksek yerlerde durmasında, ayağa, dile düşmemesinde, her dakika ortalarda dolaştırılmamasında, kırmızı çizgi hatta kutsal sayılmasında çok büyük yarar olan, olması gereken hemen tüm kurumlar, hatta üst yapı kurumları için de geçerli. Ordu, üniversite-bilim, yargı, yasama... Devlet... Din, namus, bayrak, dürüstlük, yurtseverlik, hukuk, ahlak, milli irade, insan hakları, demokrasi...
Bu kurum ve kavramlar ne kadar çok kullanılıyorsa o kadar «dile düşmüş», değer kaybetmiştir. Sürekli namustan söz ediliyorsa biraz namus sorunu vardır. Sürekli ahlaktan, bayraktan, dinden, imandan, yahut demokrasiden söz ediliyorsa ahlakta, dinde, bayrakta, demokraside bir sorun var demektir. Ahlak, namus, din, bayrak, demokrasi değer kaybediyor, ayağa, en azından «dile düşüyor» demektir. Daha açığı, bu kavramları bu kadar sık kullananların bu kavramlara saygılarında bir defo var, ahlaklarından, dinlerinden, namuslarından, demokratlıklarından endişeleri var demektir. Namuslu adam neden sürekli «ben çok namusluyum» deme gereği duysun?!... Gerçekten namuslu adam, vıdı vıdı namusluyum diyip durmaz; namuslu «OLUR», namuslu DAVRANIR o kadar
İşin acı tarafı, bütün bu değerleri ayağa düşürenlerin bunu yaparken, sanki onları kutsallaştırıyormuş gibi görünmeleri... Bunda o kadar ileri gidiyorlar ki, bu kurum ve kavramları kültleştiriyorlar, bir yarı din, hatta tam din olarak dayatıyorlar. Hakikaten öyle olsa endişeye mahal olmaz. Ama öyle değil. Geniş kitlelere yahut kendilerinden farklı düşünenlere, düşünebilecek olanlara karşı kültleştirdikleri, dinleştirdikleri kurum ve değerleri, asıl kendileri çiğneyip eziyorlar. Ahlakı, namusu, kendi ahlaksızlıklarını, namussuzluklarını peçelemek için çok kullanıyorlar. Çünkü kendileri çok ahlaksız, çok namussuz... Dini çok dile getiriyorlar, sürekli «din» diyip duruyorlar, belki pratiğe de çok yansıtıyorlar; ama Müslümanlıkları çok tartışmalı... «Aptesli Müslümanlar» dedirtecek kadar...
Bayrağı, orduyu, kendi vatan satıcılıklarını, bayrak, ordu düşmanlıklarını gizlemek için de milliyetçiliği dillerinden düşürmüyorlar.
Bunun en çarpıcı örneği, günümüzde «demokrasi» ... Bakın dünyaya... Demokrasi adına, güya demokrasi uğruna neler oluyor... Ne kanlar dökülüyor, ne acılar çekiliyor. Ama tam tersine vahşet, baskı, terör, tek seslilik, acımasızlık, haksızlık, kötülük, kan, korku, dehşet artıyor sürekli...
Geçmişin düşmanı komünizmdi. Hedef sosyalist-komünist, hatta az da olsa sola kayması muhtemel bütün ülkelerdi; slogan da «hür dünya, serbest piyasa» idi. Topla tüfekle değil, ama her türlü hileyle, kışkırtmayla, psikolojik harple Sovyetler Birliği ve sosyalist blok dağıtıldı. Doğal kaynakları dışında hemen hiçbir şey üret(e)meyen, hemen hepsinin başında diktatörlerin bulunduğu, demokrasi ile alakası bulunmayan kaç tane devletçik çıktı ortaya...
Yugoslavya parçalandı, parçaları da parçalandı; halkı çok kanlı bir şekilde birbirine kırdırıldı. Çekoslovakya ikiye bölündü. Romanya'nın devlet başkanı kendi halkına kurşuna dizdirildi. Gürcistan bölündü. Ukrayna, Beyaz Rusya'nın, Estonya'nın başı dertten kurtulmuyor. Doğu Almanya yok.
Gürcistan'ın, Ermenistan'ın, Osetya'nın, Çeçenistan'ın, Tataristan'ın, Azerbaycan'ın, Kazakistan'ın, Kırgızistan'ın, Özbekistan'ın, Tacikistan'ın, Moğolistan'ın, Macaristan'ın, Bulgaristan'ın, Polonya'nın, Slovakya'nın, Çekya'nın, Hırvatistan'ın, Sırbistan'ın, Bosna'nın, Makedonya'nın, Kosova'nın, Karadağ'ın, Moldovya'nın, Estonya'nın, Ukrayna'nın, Beyaz Rusya'nın bir kısmı Avrupa Birliği'ne, NATO'ya alındı; hiçbiri mutlu, müreffeh, adam gibi demokrat değil!!!...
Ama emperyalizme kafa tutmuyorlar ya... Artık demokrat olmuşlardır, dünyaya hükümran olduklarını sananlarca... Kan ve can vererek, acılar çekerek, toplu kıyımlara uğrayıp, toplu mezarlara gömülerek, kadınları tecavüze uğrayarak, Sırp-Hırvat-Boşnak karı koca, baba oğul dahi birbirini ihbar eder hale gelerek, yani düpedüz dövüle dövüle, zorla sözüm ona «hür dünya» ya katılmış, demokrat olmuşlardır ama hiçbiri mutlu, müreffeh, adam gibi demokrat değil. Katolik, beyaz, Hıristiyan Batı emperyalizmi, demokrasi adı altında sömürmek ve köleler yaratmak için döverken, birbirine kırdırır, bombalarla bölerken Ortodoks Hıristiyanlara bile en küçük bir imtiyaz tanımadı.
Pakistan'ın, Afganistan'ın hali malum... Katolik, beyaz, Hıristiyan Batı bu iki ülkede tam anlamıyla yere çakılmış ama bu iki ülke de içler acısı, kan revan... İlkel, çaresiz iki bataklık... Emperyalizm bütün küstahlığına rağmen oralara demokrasi götürdük, götürüyoruz diyemedi, diyemiyor.
Bengaldeş... Var mı yok mu belli değil. Amerika ve Avrupa, Bengaldeş'e demokrasi götürmeye bile tenezzül etmiyor, artık öldüre öldüre dövmüyor da.
Endonezya, Malezya, şeriat diktatoryası altında olsalar da, vaktiyle yüz binlerce can vererek yeterince dövüldükleri için, emperyalizm artık demokrasi götürmeye ihtiyaç duymuyor. Filipinler, Amerika'ya hep itaat ettiği için hep Markos demokrasisi idi; Amerika'dan beyzbol (demokrasi diye okunur) sopası da yemedi.
Vietnam... İç durumu nedir bilmiyoruz ama, vaktiyle Amerika'ya çektiği hayranlık uyandıran, Amerika'nın bile unutamadığı falaka sayesinde Libya, Suriye vb. muamelesi görmüyor. Umarız görmeyecek de...
Çin, emperyalizmin demokrasi değilse bile sömürü dayağını yeterince yemişti. Şimdi emperyalizmin hem çaresiz umudu, hem korkulu rüyası, hem de en büyük düşmanlarından biri...
Japonya, dünyanın üçüncü büyük ekonomisi sayılsa da, üzerinde hala Amerikan beyzbol sopasının gölgesi var.
Rusya malum... 1989/91 arasında olan oldu zaten. Yine de artık Amerika'nın istediği gibi demokrat değil. Ama Libya, Suriye misali demokrasi köteği çekmeye Amerika'nın cesareti de gücü de yok. Olsa olsa yine sinsi sinsi, kalleş kalleş, alttan alta bir şeyler yapar.
Katolik Hıristiyan Güney Amerika, kan, can, çok büyük acılar, sömürü bedeliyle 20'inci yüzyıl sonuna kadar aynı dayağı yemişti. Bir kısmı hala yiyor. Ama onlar, sosyalist değilse bile, baya ciddi sol, daha da önemlisi antiemperyalist politikalarla sıralarını savmış; Amerika, bilmediğimiz kötücül entrikaları yoksa, onlara karşı pes etmiş görünüyor.
Zavallı Afrika... Emperyalizmin iki yüz yıldır, demokrasinin lafını bile etmeden alabildiğine sömürerek, köleleştirerek dövdüğü bir kıta. Hala dayak yiyor. Ama yine demokrasiden söz eden yok. Yani demokratlaştırılmak üzere değil, bitmek tükenmek bilmez sömürü hırsı uğruna dayak yiyor. Emperyalizm Rodezya'da, Somali'de, Sudan'da yüz binlerce insanın öldüğü son derece vahşi, kanlı iç savaşlar çıkarırken bu hırsını «demokrasi götürmek» diye gizlemeye bile gerek duymadı.
Kenya'nın Atatürk'ü diyebileceğimiz Kenyatta'nın sözleriyle, emperyalizm 20'inci yüz yılın başında medeniyet getirdik diye ellerinde İncil'le gelip, Afrikalılara gözlerini kapattırarak Hıristiyan duaları öğretmiş, Afrikalılar gözlerini açtığında, topraklarının emperyalistlerin kaptığını, kendi ellerinde ise sadece İncil'in kaldığını görmüşlerdi.
Sömürgecilik vahşetinin en vahşi biçimde yaşandığı iki yüzyıl içinde köle olarak satılmak üzere Amerika'ya götürülürken ölen-öldürülen Afrikalıların sayısı, Sovyet kaynaklarına göre 200, Batı kaynaklarına göre bile 50 milyon. Elde kalan İncil'in somut anlam ve sonucu bu!!... Tek fark, o zaman demokrasi götürmek yerine medeniyet götürmek denilmesinden ibaret.
Afrika'nın kuzeyi biraz farklı idi... Fas, Tunus, Libya, Cezayir, Mısır, emperyalizme yine damardan bağlı idiler. Ama 2000 öncesinde Cezayir'de yaşanan fanatik İslam vahşeti dışında kendi yağlarıyla kavrulup gidiyorlardı. Bir de Libya, Batı Berlin'de bombalanan bir diskotekte bir Amerikan vatandaşının ölmesi üzerine Amerikan uçaklarınca bombalanmış, Kaddafi'nin evlatlık kızı ölmüştü.
Bunların dışında Batı emperyalizmi, bağımsızlıklarını kazanmalarından bu yana demokratik biçimdi yönetilmeyen bu ülkelerin hiçbirine döve döve demokrasi götürmeye kalkmamıştı 2010'a kadar.
Döve döve demokratlaştırma Afganistan'da zaten devam ediyordu. Büyük şeytan «Komünist SSCB» nin işgaline uğrayan ülke, Amerika'nın «şefkatli» (!) kucağında yetiştirilmiş bilumum İslamcı terör örgütleri aracılığıyla «komünist» işgalden kurtarıldı. Ama bu defa aynı terör örgütlerinin eline düştü. Amerika Afganistan'ı şimdi de Taliban'dan kurtarmak için uğraşıyor, demokrasi fısıltısı ile... Ama Afgan halkı yine dayak yemeye devam ediyor.
Amerika kırk yıllık adamı, kışkırtmalarıyla İran'a saldırmasını sağladığı ve kırk yıldır demokrasiyle filan alakası olmadığını pek ala bildiği Saddam Hüseyin Irak'ını da birden demokratlaştırmayı akıl etti. Kitle imha silahı var diye başlattığı işgali, bu silahları bulamayınca Irak'ı demokratikleştirmeye dönüştürdü. Kadim adamı Saddam Hüseyin'i demokrat değil diye, Çavuşesku gibi yine kendi halkına astırdı; bir buçuk milyon Irak'lıyı öldürdü, birbirlerine öldürttü, ülkeyi böldü, halkı böldü... Ama Irak hala mutlu, müreffeh ve en önemlisi demokrat değil.
Kuzey'de bir Kürt devletçiği yarattı. Kendiliğinden, Tanrının lutfuyla seçimsiz meçimsiz başa geçmiş kaba saba bir aşiret reisi tarafından yönetiliyor. Ama Amerika, Irak'ın Kuzeyi'ne demokrasi götürmekten söz etmiyor.
Dört başı mamur aşiret ağası şeyhler ve saire tarafından yönetilen Suudi Arabistan'a, Katar'a, Bahreyn'e, Umman'a, Kuveyt'e demokrasi götürmekten de söz etmiyor Amerika.
Amerika İran'ı demokratlaştırmaktan da söz etmiyor. Oysa orası da bir Şii şeriat diktatörlüğü... Seçim meçim işin masal tarafı. Ama Amerika İran'dan sadece uslu durup kendisine kafa tutmamasını ve bir de İsrail'i korkutmamasını istiyor. Irak'la İran'ı, demokratikleştirmek için değil, yine ABD olarak kendisi değil ama birbirine dövdürtmüştü.
Ama Tunus'u, Libya'yı, Mısır'ı şu veya bu ölçüde döve döve sözde demokratlaştırdı. Üç ülkede de iktidara demokrasi ile hiç alakaları olamayacak şeriatçı faşist İslamcılar geldi. Böylece üçü de demokrat(!) olmuş oldular.
Amerika'nın kafası şimdilerde Suriye'ye takılı. İlle orayı da demokratlaştıracak.
Nasıl?
İktidarı kendisine sadık olacağını sandığı Müslüman Kardeşlere, Selefilere, El Kaidecilere devretmek üzere... Durmadan kan akıyor Şam'da, Halep'te. Amerika yine perde gerisinde; Türkiye'ye karargahlık yaptırıyor. Silahlar ve katiller Türkiye'den girip çıkıyor Suriye'ye. Hesabı Suudi Arabistan'la Katar ödüyor. Yani yine Suriyeliyi Suriyeliye, Müslüman'ı Müslüman'a kırdırtıyor. Kendisinin artık mecali, takati, parası kalmadı. Rusya'dan korkuyor. Havadan bombalamaya bile yanaşamıyor...
Ve Türkiye...
Aslında bütün bu ülkelerin arasında «demokratlaştırılmak» (!) için en uzun süredir en çok dayak yiyen, birbirine dövdürtülen ülke Türkiye. En az elli yıldır... Darbeler, sağ-sol çatıştırmaları, Alevi kıyımları, Sivas, Çorum, Kahramanmaraş kıyımları, Ermeni saldırıları, Kıbrıs ve nihayet PKK terörü... En az 40 bin kayıp... Irak dışında dayak yiyenlerin hiçbirinin bu kadar kaybı yok.
Kaç öldük, kaç öldürüldük? Kaç öldürdük birbirimizi? Ne kadar kaynak harcadık? Kalkınmamız ne kadar geri kaldı? Yahut kısaca ne kadar dayak yedik?
Eskiden, ülkenin gençleri birbirini kırar, emek zahmet yetişmiş, yetiştirilmiş aydınları keklik gibi birer birer düşürülürken, darbe dönemlerinde binlerce kişi hapislerde, işkencelerde çürür, idam edilir, sokak ortasında sırtından vurulur, kahvelerde taranırken ve darbeci askerlere, faşist katillere kimse «demokrasi» demezken, şimdi darbe yapmamış askerler, yazarlar, gazeteciler, profesörler, polisler, daktilo memureleri dahil hepimiz bu kez «demokrasi» sopasıyla dayak yiyoruz. Birileri bizi zorla, hapis mapus, ölüm zulum, kan revan demokrat ediveriyor.
Hukuk tarümar...
«Olsun, demokrasi var ya...» diyor içeriden dışarıdan sayısız sırtlan.
Eğitim, sağlık darmadağınık...
«Olsun, demokrasi var ya...» diyor sırtlanlar.
Tek kişi, kendi istediklerini kanun haline getirip, koca bir toplumu zorla dönüştürüyor.
«Hayır. Yanılıyorsun. Yapılanların hepsi demokrasi...» diyor sırtlanlar.
PKK terörü diyorsunuz... O bile hak, özgürlük, demokrasi mücadelesi imiş!..
Yani dayak yiye yiye, öldüre öldüre, yoksullaştıra yoksullaştıra demokrat ediveriyorlar bizi. Hayrına... Pek severler ya Türkleri... Kürtleri...
Demokrasi memokrasi lafı güzaf. Irak, Libya, Mısır, Tunus, demokrat mı şimdi? Mübarek'in yerine Müslüman kardeşleri getirdiniz. Adamlar parlamentoya, kadın öldükten sonra ilk altı saat içinde eşi ölüyle cinsel ilişki kurabilmeli diye kanun teklifi verdiler. Saddam'ı astınız. Yerine gelen Şiiler ülkeyi bir anda türbana bürüyüp İran'a çevirdiler. Tunus'ta Müslüman-cılar iktidar oldu. Libya'nın ne halt olduğu bile belli değil. Amerikalı diplomatlar göstere göstere, ayin yaparak öldürüldü. Esad'ın yerine ondan daha demokrat diye Selefileri getirmek istiyorsunuz.
Zeynel Abidin, Kaddafi, Mübarek, Saddam, Esad hiç değilse laikti. Hiç kan dökülmüyordu bu ülkelerde; hele din uğruna hiç dökülmüyordu. Videoya kaydede kaydede kafa kesilmiyordu. Şii, Sünni birbirini boğazlamıyordu. Afganistan'da Babrak Karmal'ın yerine getirdiğiniz Karzai'yi kendiniz bile adam yerine koymuyorsunuz. Çünkü ülke hala Taliban'ın kontrolünde... Karzai, hatta NATO güçleri Kabil'in dışına kafasını uzatamıyor.
Maksat demokrasi filan değil; kendi içinde ne kadar karanlık ve kara olursa olsun, dışarıda Amerika ve Batı emperyalizmine kaynak yapmış krallar, şeyhler, başkanlar ve saire...
Ama yine anlaşılamıyor.
Birincisi... Maksat gerçekten demokrasi ise 30 yıldır Kaddafi'ye, Abidin'e, Mübarek'e niye tık çıkmamıştı? Şimdi Suudi Arabistan'a niye ses çıkmıyor? Geç mi uyandınız, şimdi mi aklınıza geldi?
Niye öldürerek, bombalayarak, bir an evvel demokrasi(!)? Öldürerek, öldürterek alel acele demokrasi olur mu? Demokrasi döve döve, öldüre öldüre mi getirilir? Maksat gerçekten demokrasi ise, 30, 40, 50 yıldır sesinizi çıkarmadığınız adamları, halkları 30, 40, 50 yıldır adam gibi konuşa konuşa, eğite eğite, ikna ede ede, göstere göstere, demokrat yapamaz mıydınız? Madem bu kadar zamanınız vardı, öldürmeden, yakıp, yıkmadan, insanları, ülkeleri, ulusları, dinleri, mezhepleri, konu komşuyu birbirine düşman etmeden medeni bir şekilde (madem siz medenisiniz biz yabaniyiz!..) eğiterek, ikna ederek demokrasi olmuyor mu?
30, 40, 50 yıl bu Kaddafi, Abidin, Mübarek, Esad yine diktatördü. Hiç kılınız kıpırdamadı; sadece size sadakatlerine baktınız. Şimdi ne oldu, hangi treni kaçırıyorsunuz?
İkincisi... Eğer tarihte bir kez dürüst olup «yahu sen bakma bizim medeniyet, demokrasi geveleyip durduğumuza. Biz sömürmek istiyoruz. Yatırım mekanı olarak, pazar olarak sömürmek istiyoruz; o ülkelerin kaynaklarını, petrolünü, altınını, başka madenlerini, suyunu, kedisini köpeğini, çiçeğini böceğini, tarihini ve saire sömürmek istiyoruz. Ama bunun için de ne yönetenlerin ne de halkların «yeter artık» dememesi lazım. İşte bunun için...» diyecekseniz...
Kaddafi'yi kendi halkına öldürtmeden önce Libya'yı, Saddam'ı kendi halkına astırtmadan önce Irak'ı sömürmüyor muydunuz? Kaddafi, Zeynel Abidin, Mübarek, Saddam size ne zaman «hayır!..» dedi? Libyalılar, Tunuslular, Mısırlılar, Iraklılar ne zaman «emperyalist taleplere hayır demedi» diye, ulusal çıkarları korumadı diye Kaddafi, Zeynel Abidin, Mübarek, Saddam'a karşı ayaklandı?
Adam gibi iş yapıp, ben senin petrolünü daha ucuza almak, kendi mallarımı sana daha çok ve daha pahalıya satmak istiyorum dedin de buna bile hayır mı dediler? Sen petrolü bedava alıp, kendi malların karşılığında bütün ülkeyi sırtlayıp götürmek mi istiyordun?
Bu olamayacağına göre... İlle de öldürme, linç etme, parçalama vahşiliği niye?
Sömürmek içinse sömürü zaten vardı.
Demokrasi diye değil; çok açık.
Türkiye'de 60 yıldır sol yok ediliyor, emek, emekçi, çalışan eziliyor. Bunların ses çıkarmaması için ne gerekiyorsa, doğa belgesellerinde aslanın karacayı yakalayıp parçalaması gibi vahşice yapıldı. Ortada solun, sendikanın neredeyse esamisi kalmadı; var olanları «negligible» .
Eeee?
Namık Kemal'in dizeleri bile ne kadar saf, nahif kalıyor:


Ne efsunkâr imişsin âh ey dîdâr-ı hürriyet
Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten


(Ne kadar büyüleyici imişsin ey güzel yüzlü demokrasi-özgürlük / Kölelikten kurtulduk gerçi, ama bu kez de senin aşkının esiri olduk...) 

 http://haberguncel.blogspot.com.tr/2012/10/dove-dove-demokrasi-ali-tartanoglu.html


..