BÖLÜM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BÖLÜM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Ekim 2015 Salı

SURİYE’DEKİ ETNİK VE DİNİ YAPININ SİYASİ YAPININ OLUŞMASINDAKİ ROLÜ BÖLÜM 2




SURİYE’DEKİ ETNİK VE DİNİ YAPININ SİYASİ YAPININ OLUŞMASINDAKİ ROLÜ
BÖLÜM 2 



Prof. Dr. Salih AKDEMİR* 
AVRASYA DOSYASI 




II. Bağımsızlık Öncesi Dönem 

A. Genel olarak: 

Suriye, jeopolitik konumu nedeniyle, son derece stratejik bir konuma sahiptir. Suriye üzerindeki çalışmaları ile meşhur olan Patric Seale, bu gerçeği çarpıcı bir biçimde şöyle ifade eder: "Suriye üzerinden doğrudan hakimiyet sahip olunmadıkça hiç kimse Ortadoğu’yu kontrolü altında tutamaz."15 İşte bu stratejik konumu nedeniyledir ki, tarih boyunca, sürekli bir biçimde, uluslararası nüfuz mücadelesinin yoğunlaştığı odak noktalardan birini oluşturmuştur. Suriye bölgesinde, önceleri, Fenikeliler, Sûr şehri ile İskenderun arasında sahil üzerinde bir devlet kurmuşlardı. Halep’in kuzeyinden güneye doğru Arâmiyyîn devleti kurulmuştu. M.Ö.14. yüzyıllarda Fenikeliler ve Arâmiler vardı. 
Yine ilk çağlarda Asurlular, Bâbilliler, Fârisîler hüküm sürdüler. Makedonyalı Büyük İskender Suriye’yi Fârisîlerden M. Ö. 333 yıllarında devralmıştır. Ondan sonra Silifkeliler M. Ö. 64 senesine kadar yönettiler. Daha sonra ise Suriye toprakları Roma İmparatorluğu hükmü altına girmiştir.16 

Roma İmparatorluğu, Kostantin zamanında Hıristiyanlığı, devlet dini olarak kabul edince, Katolik Kilisesi’nin yorumlarını benimsemeyen Doğu Kiliselerine karşı sık sık soy kırım faaliyetlerine girişmiştir. Bu soy kırım faaliyetleri, Doğu Roma İmparatorluğu tarafından da sürdürülmüştür. 

Bu soy kırımlar, Müslümanların, 634 yılında bölgeyi ele geçirmeleriyle sona ermiştir. Sonraları, bölge, ortaçağda, haçlıların istilasına uğramıştır. 
Haçlılar, sahil şeridi ve Kudüs’te bir süre tutunmayı başarmışlardır; ama iç bölgeleri ellerinde tutan ve Atabeğiler diye bilinen Müslüman Türk beylikleri karşısında daha fazla ilerleyememişlerdir. Suriye’de 1187 yılında yönetimi ele alan Eyyübîler, bölgede idareyi Atabeğler’den alarak Haçlılara karşı eskisinden daha çetin bir mücadele sürdürmeye başlamışlardır. Böylece Kudüs ve çevresi haçlılardan geri alınmıştır. Bir süre Mısır ve bölgenin yönetimini Eyyübîler’den devralan Mısır Memlûkları (1258-1517), Eyyübîlerin bıraktıkları yerden itibaren ileri harekata devam etmişlerdir. Nihayet Memluk hükümdarı Sultan Baybars (1233-1277) son haçlı kalıntılarını da 18. yüzyıla kadar bir daha buraya dönmemek üzere ortadan kaldırarak, Müslümanların bölgedeki hakimiyetini sağlamlaştırmıştır.17 

15 Patric Seale, The struggle for Syria: a study of Post-War Arab Politics 1945-1958, London: 0cfort University Press, 1965, s., 1. Zikreden: Ömer Faruk Abdullah, Suriye Dosyas›, İst. 1985, s., 21. 
16 Remzi Kılıç, Irak ve Suriye’nin tarihi cografyası ve XIX. Yüz yıl sonu itibarıyla idari konumu, Türk Kültürü, sayı: 441, yıl: 2000, s.,26. 
17 Sabahattin, Samur, Suriye vilayetinin idari ve sosyal yapısı, (Basılmamış doktara tezi), Ank., 1989, s., 1-2. Zikreden: Remzi Kılıç, a.g.e. s., 26. 


Osmanlı devleti, bölgeyi, 1516 yılında ele geçirmiştir. Bölge, 1918 yılında kadar Osman Devletinin egemenliği altında, huzur ve güven içinde yaşamıştır. Bu bölge, İslam’dan sonra ve Osmanlı döneminde, Bilâdu’ş- Şâm olarak biliniyordu ve bugünkü Suriye toprakları dışında, Lübnan, Filistin ve Ürdün topraklarını da içeriyordu. Ancak, Fransız ve İngiliz Manda döneminden itibaren, bölgenin dört bölgeye ayrıldığını görüyoruz. Suriye’deki dini ve etnik azınlıkların Mandat döneminde büyük bir önem kazandıklarını görüyoruz. Bu bakımdan, bu dönemdeki azınlıkların durumu ile ilgili gelişmeler üzerinde durmak, daha sonraki gelişmelerin açıklığa kavuşturulması bakımından büyük bir önem 
taşımaktadır. 

B. Fransız Mandası dönemi (1920-1946): 

Emperyalist güçler, Ortadoğu’daki petrolü kontrol altında tutabilmek için, çok önceleri Osmanlı Devleti toprakları içinde bulunan bu topraklar üzerine göz dikmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı esnasında, bu toprakları, Osmanlı Devleti’nin kontrolünden çıkarmak için, Arap milliyetçiliğini körüklemişlerdir. İngilizler, amaçlarını gerçekleştirmek için, kendilerine yardımcı olacak aktörleri bulmakta zorlanmamışlardır. Bu iş için, Mekke Emiri Şerif Hüseyin ile, oğulları Prens Faysal ile Abdullah’ı kullanmışlardır. Bu iş karşılığında, Osmanlı Devleti’nin yenilgisinden sonra, burada kurulacak olan ve Büyük Suriye’yi de içine alacak olan Birleşmiş bir Arap Krallığının yöneticiliklerini onlara vereceğini vaat 
etmişlerdi. Oysa, Büyük Suriye’nin toprakları Fransızlar ile İngilizler arasında, daha Birinci Dünya savaşının başlarında çoktan paylaşılmıştı bile. Gerçekten de Büyük Suriye’nin paylaşılması, ilk defa, 1916 yılının Nisan ayında İngiliz Mark Sykes ile Fransız Georges Picot arasında yapılan gizli bir toplantında ele alınmıştır. Tarihe "Sykes-Picot" anlaşması olarak geçen bu anlaşma, aynı yıl, 16 Mayıs 1916’ da Rusya, Fransa ve İtalya tarafından imzalanmıştır. Bu anlaşma, İngilizlere, Ürdün, Irak ve Filistin üzerinde egemenlik hakkı tanırken Fransızlara da Suriye ve Lübnan üzerinde egemenlik hakkı tanıyordu.18 

Buna göre, eski Bilâdu’ş- Şam’da, bu gün bile varlıklarını sürdüren, Suriye, Lübnan, Filistin ve Ürdün aslında emperyalist yapay politik devletlerdir ve 
1919’da Amerikan King-Crane komisyonunda kullanılan ifadeyle bu devletler "hiçbir anlamı olmayan parçalardır" ve Fransızlar ile İngilizlerin bölge, üzerindeki egemenliklerini kolaylaştırmak için Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra büyük güçlerin paylaşma planı içinde yaratılmışlardır.19 

Richard F., Nyrop, Syria: A Contry Study, Washington. 1979, s.,54. ; Tabitha, Petran, Syria, London, 1972, s., 21. Zikreden: Ömer Faruk Abdullah, a.g.e., s.33. 


Bolşevikler, 1917’de Çarlık Rusya’sını devirdiklerinde, arşivlerde ele geçirdikleri "Sykes- Picot" anlaşmasının tam metnini yayınlamışlardı. Bu anlaşmadan rahatsız olan Şerif Hüseyin’i İngilizler rahatlatmakta pek zorlanmamışlardı. Sonuçta Şerih Hüseyin ve oğulları emperyalist güçlerin emellerini gerçekleştirmelerine büyük ölçüde yardımcı olmuşlardı. Ancak, Müttefikler, Birinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkmalarına rağmen, İngilizler, Şerif Hüseyin’e ve oğullarına verdikleri sözü tutmamışlardı. Suriye kralı olan Faysal’ın ve 
başkanlığındaki Suriye Milli Meclisi’nin karşı çıkmalarına rağmen, 1920 yılında San Remo’da toplanan Yüksek Müttefik Meclisi, "Sykes-Picot" anlaşmasının yürürlüğe konmasını kararlaştırdı. Böylece, Suriye’de 1920 yılının Haziran ayında, 1946 yılına kadar devam edecek olan Fransız Mandası dönemi, fiilen başlamıştır. Bu durum karşısında Suriye kralı Faysal ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır.20 

Fransız mandası, Birleşik Arap krallığı içinde yaşamak isteyen Suriye halkına çok ağır geldi. Bu yüzden Fransızlara karşı şiddetli bir tepki gösterdi. 
Ancak yapılacak fazla bir şey yoktu. Ancak tepkiler, bağımsızlığa dek devam etmiştir. Bununla birlikte, Fransız mandasına çok sıcak bakanlarda eksik değildi; özellikle etnik ve dini azınlıklar, bu durumu, Sünnilerin baskısından kurtulmak için, büyük bir fırsat olarak görmüşlerdi. Bu yüzden, gecikmeden, Fransızlar ile işbirliğine giriştiler. 

Burada, Fransızların, Suriye’de manda döneminde izledikleri siyaset ile ilgili çok önemli gördüğümüz bir olguya özellikle dikkat çekmek istiyoruz. Daha önce, İngilizlerin, Ortadoğu’yu Osmanlı Devleti’nin elinden çıkarabilmek için, Arap milliyetçiliğini körüklediklerini ve bunda da başarılı olduklarını görmüştük. Ancak Fransızlar, İngilizlerin aksine, milliyetçilik akımlarının güçlenmesinden korkuyorlardı. Hatta Fransızlar, İngilizlerin, Arap milliyetçiliğini kendi aleyhlerine bile kullanmasından kuşku duyuyorlardı. Bir araştırmacı, bu konuyla ilgili olarak şu çarpıcı değerlendirmeyi yapmaktadır: 

"Fransızlar, İngilizlerin, Arap milliyetçiliğinin ortaya çıkmasına neden olmasalar bile, onu teşvik ettiklerini ve Doğu’da Arap ülkelerinde Fransızların etkisini azaltmak ve muhtemelen onları bölgen uzaklaştırmak için, onu siyasi bir harekete dönüştürmeye yardımcı olduklarını kabul etmekteydiler." 21 

19 Johannes, Reissner, Ideologie und Politik der Muslimbrüder Syriens: Von den Wahlen 1947 bis zum Verbot unter Adip Sisakli 1952 (Islamkundliche Untersuchungen, vol. 55) Freiburg im Breisgau: Klaus Schwarz Verlag, 1980, s. 1. ; Nyrop, a.g.e., s.3. ; Petran, a.g.e., s. 17. Zikreden: Ömer Faruk Abdullah, a.g.e., s.33. 
20 Bu konuda bkz; Daniel Pipes, Greater Syria, The History of an Ambition, New York- Oxford, 1990, s. 13-33. ; ayr›ca bkz; Ömer Faruk Abdullah, a.g.e., s.35-42. 
21 P. Khoury, Syria and the French Mandate: The Politics of Arap Nationalism 1920-1945, Prineton, 1987, s.53. Zikreden: Neil Quilliam, a.g.e., s. 33. 


Bu yüzden, Fransızlar, Arap milliyetçiliğinin gelişmesini engellemek için, "böl ve yönet" siyasetini izlemişlerdir.22 İşte, Fransızların, etnik ve dini azınlıkları teşvik edip güçlendirmesinde, bu siyaset yatmaktadır. Bu siyaset, etnik ve dini azınlıkların ziyadesiyle mutlu etmiştir; çünkü, böylelikle, kendilerini, asırlar boyu kafir ve mürted gören Sünnilerin baskılarından kurtulacaklarını düşünmüşlerdir. Nikolas van Dam,23 Fransızların, Arap milliyetçiliğine karşı giriştikleri faaliyetleri şöyle özetlemektedir: 

"Fransız mandası altında, Arap milliyetçiliğinin yükselişini engellemek veya bastırmak için, mezhep bağları bilinçli olarak körüklenmiştir.24 Öte yandan, dini ve etnik farklılıklar, özellikler, bu azınlıkların yerel nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu yerlere özerklik statüsü verilmek suretiyle kamçılanmıştır. Bu politikanın bir uzantısı da, Alevilerin çoğunlukta olduğu Lazkiye bölgesi ile Dürzilerin çoğunlukta bulunduğu Cebel el-Dürüz bölgesinin, manda yönetiminde uzunca bir süre kendi hükümetleriyle yönetilmesiydi. Bu bölgeler, resmen özerk 
idiler ve Suriye devletinden bağımsızdılar. Fransız manda döneminde, Hıristiyanların ağırlıklı olarak temsil edildikleri ve Kürtler’in yerel çoğunluğu oluşturdukları kuzeydoğudaki Cezire eyaletine resmen özerklik tanınmamışta olsa, bölge doğrudan Fransız yönetimi altına girmiştir. Buradaki Kürtlerin özerklik arzuları da teşvik edilmiştir. Fransızlar, böl ve yönet siyasetinin bir parçası olarak Aleviler, Dürziler, Kürler, Çerkezler ve diğer azınlıklardan oluşan özel birlikler kurmuşlardır. Bunlar, sonraları, "Troupes Speciales du Levant" adı 
altında toplanarak, asayişin sağlanmasında ve yerel ayaklanmaların bastırılmasın da kullanılmışlardır. Bu birliklerin temelde azınlıklardan oluşması, Arapça konuşan Sünniler’in duyduğu kini kamçılamıştır. Ayrıca dini ve etnik azınlıklar arasında meydana gelen anlaşmazlıklar ve çatışmalar, Fransızların, bir aşiret reisini diğerine karşı kışkırtması ile daha da körüklenmiştir."25 

Açıkça görülmektedir ki, Fransızlar, Sünniler’in bağımsızlık ve büyük Suriye arzularını yok etmek için, " böl ve yönet" siyasetini benimsemişler ve bu siyasetin gereksinmesi olarak ülkede yaşayan etnik ve dini azınlıklara bağımsız devlet kurdurmuş ve onları her zaman ekonomik ve siyasi bakımdan desteklemişlerdir. Bu bağlamda, Fransızların, kendi dinlerinden olan, Maronitler’e daha da özel bir ilgi gösterdiklerine tanık oluyoruz. 

22 G. Antonius, The Arab Awakening: The Story of the Arab Nationalism, London: Hamish Hamilton, 1961, s. 43. Zikreden: Neil Quilliam, a.g.e., s. 33. 
23 Nikolas van Dam, a.g.e., s.21-22. 
24 Zaki al-Arsuzi, al-Tajribah al-Siyasah fi liwa’ al-Iskenderun, al-Mu’allafat al Kamila, fiam, 1974, III, 341-62, 
25 Munir Mushabik Mousa, Etude sociologique des Alaoutis ou Musairis, (These principale pour le doctorat d’état, Paris, 1958), s. 924-6. 


Bu özel ilginin bir sonucu olarak, 1926 yılında, Lübnan’ı Suriye topraklarından ayırmışlar ve orada Maronit egemenliğine dayalı bir devlet kurdurmuşlardır. Böylece Birleşik Arap krallığını, Büyük Suriye,yi gerçekleştirmek ümidiyle, emperyalist güçlerin oyununa gelerek Osmanlı Devleti’ne isyan edenler, geç de olsa aldatılmış olduklarının bilincine varmışlardı. 

Bir araştırmacı,26 emperyalistlerin Ortadoğu ile ilgili gerçek amaçlarını çarpıcı bir biçimde şöyle özetlemektedir: Müttefiklerin I. Dünya Savaşı’nda galip çıkmalarından, Osmanlıların yenilgisinden sonra, İngiltere Hüseyin ve ailesine olan vaatlerini hemen bir kenara itmişti. Hüseyin’in oğlu, Suriye Kralı Faysal’ın protestoları ve Faysal başkanlığındaki Suriye Milli Meclisi’nin karşı çıkmalarına rağmen, Yüksek Müttefik Meclisi, 1920’ de San Remo’da İtalya’nın Sykes-Picot anlaşmasını yürürlüğe koymasını kararlaştırdı.27 

Böylece Arap bağımsızlığı "yalanını" Fransızların Suriye içişleri üzerindeki direkt kontrolü ve Fransız mandasının başlangıcı takip etti. Bu sıralarda İngiltere’nin Araplara ihanetini teminat altına alan dünya iktidar politikalarının üç temel amacı vardı. İlk olarak İngiltere, Irak üzerindeki egemenliğini pekiştirmeye kararlıydı. Çünkü, Sykes-Picot anlaşmasının kendisine bıraktığı Irak petrol yönünden oldukça zengindi ve İngiltere Irak’ın kuzey bölgesinden gelebilecek bir Rus nüfuzundan korkuyordu. İkinci olarak, İngiltere, Siyonistler’in Filistin’de milli 
bir devlet kurma planlarını destekliyordu. 1917’de Balfour Beyannamesi Siyonistler’e bu hakkı ihsan etmişti; bununla birlikte, anlaşmanın kendilerine bıraktığı Filistin’in ve Ürdün’ün İngilizler’in doğrudan kontrolü altına sokulması oldukça büyük önem taşıyordu. Son olarak Fransa, bir "Akdeniz Gücü" olarak kalmaya ve Ortadoğu’daki çıkarlarını korumaya kararlıydı. Bu yüzden Levant (Doğu Akdeniz) bölgesinin tümünün İngiliz kontrolüne bırakılamayacağında ısrar etmiş ve Sykes-Picok anlaşmasındaki şartlara göre, henüz ortaya çıkmış olan 
Suriye ile Lübnan’ın kendi payına düştüğünü ısrarla savunmuştur." 28 

Gerçekten de emperyalist güçler, bu üç amacı gerçekleştirmek için, Ortadoğu’ya yerleşmişlerdir. Fransa, bölgedeki amaçlarını gerçekleştirebilme konusun da kendine en büyük tehlikeyi milliyetçi akımlarda görmüştür. Bu nedenle, amaçlarına ulaşabilmek için, "böl ve yönet" siyasetini özenle uygulamıştır. Böylece, daha öncede ifade ettiğimiz gibi, çoğunluğu oluşturan, Arap kökenli Sünniler’in gücünü, azaltmak için, etnik ve dini azınlıkları desteklemiş ve onlara, Sünnilere bağımlı olmayan bağımsız devletler kurdurtmuştur. 

26 Ömer Faruk Abdullah, a.g.e., s.34-35. 
27 Petran, a.g.e., s. 55-56 ; Nyrop, a.g.e., s. 21-22. 
28 Reisnner, a.g.e., s. 1-3 ; Nyrop, a.g.e., s. 3, 21-22 ; Petran, a.g.e., s. 55-56. 



Bu yüzden bağımsızlığını kazanmasından sonra, Suriye’nin en önemli sorunlarından biri, bu bağımsız devletleri tekrar kendine bağlamak olmuştur; 
çünkü, bu devletler, Suriye’ye bağlanmamak için, uzun zaman diretmişler ve onunla savaşmışlardır. Manda dönemi, özellikle azınlıklar açısından 
çok yararlı olmuştur. 
Fransızlar, azınlıklara, siyasi destekleri dışında, maddi yardımlarını da esirgememişlerdir. Böylece, azınlıklar, Manda döneminde, maddi ve kültürel açıdan çok yararlı bir dönem yaşamışlardır. Bu yüzden, Aleviler, Fransızların bölgeden hiç bir zaman ayrılmalarını istememişlerdir. Çünkü Fransızların bölgeden ayrılması onlar için yeniden Sünni kontrolüne girmeleri anlamına geliyordu. Oysa onlar böyle bir şeyi asla istemiyorlardı. Dönemin bir alevi siyasetçisi, Fransız yüksek komiseri Henri de Jouvenel’e konuyla ilgili şu açıklamayı yapmıştır: 

"Biz, üç ya da dört yılda üç ya da dört asırdan daha fazla gelişme gerçekleştirme yi başardık. O halde bizi şu anda durumumuzda bırakınız"29 

Azınlıklar, özellikle, Aleviler, Fransızlara kendilerine göstermiş oldukları bu yakın ilginin karşılığını vermekte gecikmemişlerdir. Aleviler, giriştikleri hemen bütün faaliyetlerde Fransızları desteklemişler ve özellikle onlara, bölgede kontrolü sağlamak için azınlıklardan yararlanarak kurdukları "Troupes Spéciales du Levant"’a en önemli asker desteğini sağlamışlardır. Burada, ileride, Suriye siyasetinde en önemli belirleyici bir faktör olarak karşımıza çıkacak olan bir olguyu özellikle vurgulamak gerekir: Siyaseti askeri gücün belirlemesi. Sünniler, özellikle zengin toprak sahipleri, emperyalistlere destek çıkmış, onlara hizmet etmiş olmamak için, askeriyeye önem vermemişler ve dolayısıyla oğullarını askeri okullara göndermemişlerdir. Buna karşılık, ekonomik bakımından daha fakir olan Aleviler ve Dürziler, oğullarını isteyerek askeri okullara göndermişler dir. Elbette ki, bu durum, azınlıkların, ordu içinde Sünniler aleyhine çoğunluğu sağlamalarına yol açmıştır. Azınlıkların orduda giderek yoğunlaşmala rı, Bağımsızlık sonrası Suriye’sinde birazdan inceleyeceğimiz başka nedenlerin de yardımıyla, Alevilerin, iktidarı Sünnilerin elinden almaları ile sonuçlanmıştır. 

III. Bağımsızlık Sonrası Dönem: Genel düşünceler 


II. Dünya Savaşı, Suriye’ye yeniden bağımsızlığını kazanma şansı tanımıştı. Her ne kadar Fransa böyle bir şeye yanaşmak istememişse de savaş sonrası ortaya çıkan yeni konjektür, onu bu gerçeği kabul etmek zorunda bırakmıştı.30 
Daniel Pipes, a.g.e., s. 167. 


Çünkü, savaş sonrasının Fransa’sı artık savaş öncesinin güçlü Fransa’sı değildi. Bütün bunlara ilave olarak, İngiltere ve Amerika, bundan böyle bölgede kendi planlarını gerçekleştirme niyetinde oldukları için, "Sykes-Picok" anlaşması doğrultusunda Doğu Akdeniz’de emperyalist bir kontrol uygulamak isteyen Fransa’ya daha fazla müsaade vermeye pek istekli görünmüyorlardı. Bu yüzden Amerika ve Rusya, 1944 yılında, Suriye’yi bağımsız bir devlet yaptılar; 
ancak Suriye’nin tam olarak bağımsızlığına kavuşması, Fransız birliklerinin, 5 Nisan 1946’da ülkeyi terk etmesiyle gerçekleşmiştir.31 

Daha öncede ifade ettiğimiz gibi, azınlıklar, Suriye’nin bağımsızlığına hiç bir zaman hoş bakmamışlardır. Özellikle Aleviler, Sünnilerin 1946 yılında iktidarı ellerine geçirmelerinden sonra bile, merkezi hükümete karşı çıkmayı sürdürmüşlerdir. Süleyman el-Mürşid adlı bir Alevi, 1946 yılında bir isyan başlatmış, ama başarılı olamamıştır 1952 yılında elMürşid’in oğlu da merkezi hükümete baş kaldırmıştır. Ancak o da, babası gibi başarısız olmuştur. Böylece Alevilerin, bağımsız kalma istekleri sonuçsuz kalmıştır. Sünniler, iktidara gelir gelmez, Alevilerin en yoğun olarak bulundukları Lazkiye ilini Suriye’ye dahil etmek istemişlerdir; çünkü, Suriye’nin denize açılabileceği tek yer burasıydı.32 

Suriye, Fransızların bölgeden uzaklaşmasıyla birlikte görünüşte bağımsızlığına kavuşmuş oluyordu. Aslında her şey bundan sonra başlayacaktı. Bunda böyle Suriye, yeni emperyalist güçlerin çekişme alanı olacaktı: İngiltere, Amerika ve Rusya. Çünkü, Suriye, emperyalist güçler için, Suriye halkına bırakılamayacak kadar stratejik bir öneme sahipti. Seale’nin de açıkça belirttiği üzere, Suriye’nin iç politikası bölgedeki ve dünyadaki süper güçlerin çıkarlarını yansıtır. Bu nedenle, Suriye’nin içişleri bu güçlerin politikalarına bağlı kalmadıkça hiç bir 
anlam taşımaz. "Suriye, süper güçlerin Ortadoğu politikalarını izlemek için mükemmel bir gözetleme kulesidir. ..Çünkü Suriye, hem batılı ülkelerin hem de Rusya’nın muazzam diplomatik karargahlar kurmaya çalıştığı oldukça elverişli bir zemindir."33 Süper güçlerin, çıkarlarını gerçekleştirmek için başvurdukları en etkin yöntem, darbe yoluyla askeri cuntaları iş başına getirmekti. Birazdan göreceğimiz üzere, bu konuda genelde başarılı oldukları söylenebilir. 

30 Suriye’nin ba¤›ms›zl›¤› konusunda bkz; Salma Mardam Bey, Syria’s Quest for Independance, 1935-1945, Beyrut, 1994. 
31 Bu konuda bkz; Ömer Faruk Abdullah, a.g.e., s.48-49. 
32 Daniel Pipes, a.g.e., s. 168. 
33 P. Seale, a.g.e., s. 1-3. Zikreden: ; Ömer Faruk Abdullah, a.g.e., s.52. 


A. Sunni Darbeler dönemi: 


İşte bu emperyalist güçlerin bölgede nüfuz sahibi olabilmek için aralarında çekişmeleri sonucu, Suriye’de Esad’ın iktidara gelmesine dek, on tane başarılı bir o kadar da başarısız askeri darbe yapılmıştır. Bu askeri darbelerin ilki, CIA tarafından desteklenen General Hüsnü Zaim’in 30 Mart 1949 yılındaki gerçekleştirmiş olduğu darbedir. Ancak bu darbenin, Suriye ve dünya siyaseti bakımından ortaya koyduğu bir takım gerçekler vardır. Suriye açısından ortaya koyduğu gerçek şudur: Bu darbe, bağımsızlık sonrası Suriye’sinde siyasetin yegane belirleyici etkenin silahlı kuvvetler olduğunu açıkça gözler önüne sermiştir. Dünya siyaseti açısından vurguladığı gerçek ise şudur: Suriye’de ve hatta üçüncü dünya ülkelerinin hemen hepsinde, emperyalist güçler, bölgedeki çıkarlarını, darbe ile iktidara getirttikleri askeri rejimler, sayesinde gerçekleştirmektedirler. Bunun en açık kanıtı, General Hüsnü Zaim’in, kendisini iktidara getiren Amerika’nın çıkarları için, Arap-Amerikan Şirketi Aramko’nun çıkardığı petrolün, Suriye üzerinden Akdeniz’e pompalanmasına imkan verecek olan Tapline anlaşmasını onaylamasıdır. Yine Amerika’nın isteği üzerine İsrail ile ateşkesi kabul etmesidir. Ancak, Zaim’in iktidarı, aynı yıl, 14 Ağustos 1949’da General Sami el-Hinnavi tarafından sona erdirilmiştir. General Zaim de idam edilmiştir. General Sami el-Hinnavi’in destekçiler ise İngilizler olmuştur. 
O da kendini iktidara taşıyan İngilizleri memnun etmek için,bir kaç aylık iktidarı döneminde, Suriye’yi İngiliz yanlısı Haşimi kampına çekmeye çalışmıştır. Fakat bu arada Amerikalılar boş durmamışlardır. 

Amerikan desteğini alan Albay Edip eş-Şişakli,19 Aralık 1949’da karşı bir darbe ile General Sami el-Hinnavi’yi iktidardan düşürmüştür. eş Şişakli de 25 Şubat 1954 yılında askeri bir darbe ile devrilene dek Amerikan çıkarlarına uygun politikalar izlemiştir.34 Askeri darbe sonucu, eş-Şişakli, 26 Şubat, 1954’de Beyrut’a kaçmak zorunda kalmıştır. Ancak, askeri darbe, bu defasında, askeri yönetim yerine sivil yönetim getirmişti; çünkü, 1954 yılının Eylül ayında, seçimler yapılmıştır. Bu seçimlerde, Baas Partisi, 142 kişiden oluşan mecliste 17 sandalye kazanmıştır. Bu tarihten itibaren, Baas Partisi artık Suriye tarihinde etkin bir rol oynaya başlamıştır. Bazı çevreler, bu darbede Ba’s Partisinin de parmağı olduğunu ileri sürmüşlerdir.35 

B. Birleşik Arap Cumhuriyeti [1958-1961]: 1954 yılından sonra, dengelerin Ba’s Partisi lehine değiştiğine tanık oluyoruz. Ba’s Partisi, başlangıçta sol eğilimli partiler ile birlikte çalışıyordu. 

34 Bu konuda bkz; Ömer Faruk Abdullah, a.g.e., s.51-52. 
35 David Roberts, The Ba’the and the Creation of Modern Syria, London, 1987, s. 38-39. 


Bu partilerin başında, Hama’lı el-Havrani’nin yönettiği Arap Sosyalist Partisi ile, Şam’lı bir kürt olan, Sovyet destekli Komünist Partisi geliyordu. Özellikle, Komünist Partisi ile sürdürülen iş birliği meyvesini vermekte gecikmedi. Böylece, her iki parti, 1957 yılında iktidara geldiler. Ancak, çok geçmeden iki partinin arası birden bozuluverdi. Komünist Partisinden kurtulmak isteyen, Ba’s Partisi, Mısır ile İttifak kurmaya çalıştı. Çünkü, Nasır, Mısır’daki Komünist Partisini kapatmıştı. 

Nasır’ın aynı şeyleri, Suriye’de yapmasını da ümit ediyordu. Bu yüzden, Ba’s Partisi 1957 yılının Aralık ayında, Mısır’ın başkanı Nasır ile, ittifak konusunda görüşmeleri başlattı ve 1 Şubat 1958 yılında Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilan etti. Ancak, Mısır ile yapılan bu birleşme, Suriye’de umulan sonuçları vermemiştir. Bu yüzden, anlaşmadan memnun olmayan askerler, 28 Eylül 1961 yılında bir darbe gerçekleştirerek, ülkede yönetimi ele geçirmişler ve Mısır ile olan birlikteliğe son vermişlerdir.36 

C. Ayrılıkçı dönem [1961-1963]: 

[Azınlıkların Ba’s Partisinde ve Silahlı Kuvvetlerde Yükselmesi] 
Bu birlikteliğe bir darbe ile son veren askerler yine Sünnilerdi. İçlerinde özellikle Şam’lı olan subayların çokluğu dikkat çekiyordu. Liderleri de Şamlı yarbay Abdu’l-Kerim en-Nahlavi idi. Mısır ile gerçekleştirilen birliktelikten ayrılındığı içindir ki, bu döneme ayrılıkçı dönem denmiştir. Takındıkları ayırımcı tavırları dolayısıyla çok geçmeden Şamlı subaylar ordu içinde gözden düşmüşlerdir. Yarbay en-Nahlavi, konumunu güçlendirmek için, 28 Mart 1962 yılında yine bir darbe girişimde bulundu. Ancak başarılı olamadı. Kan dökülmesini önlemek için, 1 Nisan 1962 yılında bir askeri kongrenin toplanması kararlaştırıldı. Humus Askeri kongresinde, Savunma Bakanlığı Genel Sekreteri ve Şam bölgesi Askeri Komuta Temsilcisi olan yarbay Muti el-Samman, en-Nahlavi ile beş Şamlı meslektaşının sınır dışı edilmesi karşılığında , 28 

Mart 1962 olayları sırasındaki tutumlarının ne olduğuna bakılmaksızın Şamlı olmayan altı subayın Suriye’den çıkarılmasını talep etmişti. Ancak, çok geçmeden Şamlı subayların büyük bir bölümü kademeli olarak görevlerinden uzaklaştırdılar. 

Burada vurgulanması gereken olgu şudur: Sünniler, Bağımsızlıktan bu yana, aralarındaki bitmek bilmeyen iktidar hırsı sonucu birbirlerini öylesine tüketmişlerdir ki, boşalan yerlerini azınlıklara mensup olan subaylar doldurmuşlardır. Azınlıklara mensup olan subayların, genelde geri planda kaldıkları için, yıpranmadıklarını ve dolayısıyla temiz kaldıkları görülmektedir. 

36 Bu konuda bkz; Ömer Faruk Abdullah, a.g.e., s.53-54. 


Bu özellikleri de onların Sünnilerden boşalan önemli mevkilere gelmelerine zemin hazırlamıştır. Suriye’deki etnik ve dini azınlıklar ile ilgili araştırması ile meşhur olan araştırmacı-siyasetçi Nicolas van Dan37 bu çarpıcı gerçeği şöyle ifade etmektedir: 

"Çoğu Sünni olan üst düzey subayların kendi aralarındaki iktidar mücadelesi çerçevesinde gerçekleşen sayısız "temizlik operasyonu", ordunun üst kademelerinde Sünnilerin temsil edilme oranını önemli ölçüde azaltmıştır.38 Arapça konuşan dini azınlıklara mensup subaylar, 1950’lerde siyasi alanda pek fazla faaliyet göstermedikleri için daha az yıpranmışlardı. 1960’ların başında bu subaylar, Sünnilerin, birbirlerini ordudan tasfiye etmeleri üzerine, onlardan boşalan önemli kademelere getirilmişlerdir.39 

D. Ba’s Partisinin İktidarı ele geçirmesi [1963]: 

8 Mart 1963 yılında, Ba’sçı, Nasır’cı ve Birlikten yana olan subaylar, askeri bir darbe ile "Ayrılıkçı döneme" son vermişlerdir. Böylece Ba’s Partisi, ilk kez iktidara gelmiş oluyordu. 9 Mart’ta , parti kurucularından Selahaddin el-Bitar, başbakanlığa atandı, ama tüm yetkileri elinde toplayamadı. Bu yüzden, bir müddet sonra, General Emin el-Hafız, rejimin en güçlü adamı haline geldi ve devlet başkanı oldu. Emin elHafız da Sünni idi ve Ba’s Partisinin üyesi idi. 

Diğer partiler gibi, Ba’s Partisi de "Mısırla Birleşme" döneminde dağılmıştı. Bu yüzden, parti üyeleri, 1962 Mayısında Partiyi yenide kurmuşlardı. İleri de daha ayrıntılı bir şekilde görüleceği üzere, Yeni Ba’s ile Eski Ba’s arasında ideolojik bakımında önemli farklılıklar gündeme gelmişti. Bu nedenle, Parti darbeden sonra artık "Neo-Ba’s" olarak adlandırılmaya başlandı. İşte bu ideoloji farklılıklarıdır ki, Partinin iki kanada ayrılmasına yol açmışlardı. Bir yanda, Mişel Eflak, Selahaddin el-Bitar ve Devlet Başkanı Emin el-Hafız başını çektikleri, Pan Arabist olan Eski Ba’sçılar, diğer yanda ise, Hafız Esat, Salah Cedid ve Muhammed Umran’ın başını çektikleri Neo-Ba’sçılar... Bu gurub daha ziyade azınlıklardan oluşmaktaydı. 

Bu iki gurup arasındaki rakabet ve çekişme, Emin el-Hafız’ın iktidarında giderek arttı. Çünkü, Emin el-Hafız, azınlıkların ordu içinde çoğunlu ele geçirdiklerini ve bu durumun da büyük bir tehlike oluşturduğunu düşünüyordu. 

37 Nicolas van Dam, a.g.e., s. 67, çev., s.63. 
38 Münif er-Rezzaz, el- Tecribatu’l- Murra, s.159. 
39 Be’eri, Army Officers in Arap Politics and Society, s337. Muti es-Samman, Watan wa Askar, s. 63. es Samman’a göre Ba’sçıların o sırada orduda sadece bir Şamlı subayı, Albay Sadı Başir vardı. 



Bu yüzden, azınlıkların gücünü ve etkisini azaltabilmek için bir takım girişimlerde bulundu. Bu durum ise mevcut gerginliğin daha da artmasına neden oldu. Bu gerginlik, 23 Şubat 1966 tarihinde, askeri bir darbe ile sona erdirildi. Salah Cedid, Hafız Esat ve Muhammed Umran grubu kanlı bir darbe ile Emin el-Hafız’ın iktidarına son verdi ve onun yerine kendilerine yakın olan Sünni General Nureddin el-Atasi’yi getirdi. Bu darbe ile birlikte, artık Sünnilerin ordu içinde etkin güç olma dönemleri sona ermiş oldu.40 

E. Hafız Esat ve Salah Cedid çekişmesi [1966-1970]: Hafız Esat, Muhammed Umran ve Salah Cedid alevi mezhebine mensup subaylardandı. Bu subaylar, Mısır ile birleşme yıllarında, Mısır’da bulundukları sırada, 1959 yılında Ba’s Partisinden habersiz olarak İsmaili mezhebine mensup iki subay ile beş kişiden oluşan gizli bir askeri komite kurmuşlardı. İsmaili mezhebine mensup olan iki subay Abdu’l-Kerim el-Cundi ile Ahmed el-Mir İsmaili idi. 23 Şubat 1966 darbesinden sonra, iktidarı ele geçiren iki etkin Alevi subayı Hafız Es’ad 
ile Salah Cedid arasında iktidar mücadelesi başladı. Bu mücadele, Hafız Esat’ın 13 Kasım 1970 tarihinde gerçekleştirdiği darbeye kadar sürdü. Hafız Esat, o gün Cedid ile Devlet Başkanı Nureddin el-Atasi de dahil olmak üzere, Partinin bütün ileri gelenlerini tutuklattı. Böylece Suriye tarihinde, darbelerin bir daha tekrarlanamayacağı yeni bir dönem, Hafız Esat dönemi başlamış oldu.41 

3 CÜ  BÖLÜMLE DEVAM EDECEK


.


27 Nisan 2015 Pazartesi

OSMANLI İMPARATORLUĞUNU 600 YIL AYAKTA TUTAN NEDİR KURULUŞ GELİŞME VE ÇÖKÜŞ BÖLÜM 3






OSMANLI İMPARATORLUĞUNU  600 YIL AYAKTA TUTAN NEDİR KURULUŞ GELİŞME VE ÇÖKÜŞ
BÖLÜM 3



Ahi Evren

Selçuk sultanları Bağdad Halifesi ile yakın ilişkide olup kendilerini resmî yazılarda Halife'nin bir menşurla tayin ettiği sultanlar durumunda görür, Halîfe'nin yardımcısı (zahîr, mu'în) gibi ünvanlar kullanırlardı. Anadolu'da ahilik teşkilâtının temelini oluşturan fütüvvet hareketinin başlangıcı, Halife Nâsır'ın sultanlar yanında girişimlerine bağlanmaktadır. Türkiye ahi teşikâtının kurucusu, Ahi Evren (Evran Nâsiruddîn), 13. yy. başlarında Bağdad'dan Anadolu'ya gelen bir grup ulema ve sufîler arasında idi. Bu âlimler, fütüvvet erbabının dostu Alâeddin Keykubad I'in (1221-1237) himayesi altında idiler. Oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev II tarafından zehirlenen Alâeddin'den sonra Nâsiruddîn hapse atıldı. Nâsıruddin'in Babaîlerle ve Türkmenlerle yakınlığı vardı. Hapisten kurtulunca, Kırşehir'de debbağlar şeyhi olarak yerleşti. Ahi Evren, tasavvuf ve felsefe üzerinde eserleri olan bir âlimdir. Asıl adı Hoy'lu Şeyh Nâsırüddîn Mahmud'dur. Hocası ve kayınpederi fütüvvet akımının büyük şeyhi ünlü sufî Evhadü'd-dîn Kirmânî'dir Kirmanî'nin Anadolu'da birçok şehirde halifeleri vardı.

Moğollarla işbirliği yapan ve Fars kültürüne tutkun Selçuklu seçkin sınıfına hitab eden Celâleddin Rumî ile Ahi Evren arasında düşmanlık vardı. Bu düşmanlık Mevlanâ'nın şeyhi Şems-i Tebrizî'nin katliyle (1247) ilişkilidir. Nâsiruddin'in ahileri, Moğollarla mücadeleye giren II. İzzeddin Keykâvus'ı destekliyorlardı, Keykâvus 1254'de Kırşehir'e gitti. Moğol kuvvetleri onu yenilgiye uğrattılar (Sultan Hanı Savaşı, 1256). Anadolu'da isyanı bastırmaya çalışan Moğolların soykırımından Nâsıruddin de kurtulmadı. Onun, Kırşehir emîrliğine atanan Mevlevî Nureddin Caca Bey'in şehirde yaptığı katliâmda hayatını kaybettiği (1261) anlaşılmaktadır. Tokat, Sivas, Kayseri gibi büyük şehirlerde Moğollar, karşı çıkan esnafı, bunlar arasında savaşcı kalabalık debbağ esnafını katliam ettiler. Ahilere ait zaviyeler, Mevlevîlere verildi. Bunun üzerine ahiler uzak uc bölgelerine, Türkmenler arasına göç ettiler.

Osman Gazi'nin şeyhi Ede-Bali'nin Kırşehri (bugün Kırşehir)'den uc'a göçenler arasında bulunduğu ileri sürülmüştür. Keza Orhan Gazi ile Bursa kuşatmasında hazır bulunan Abdal Musa da ahilerle beraber uc'a göçen dervişlerdendir.

Türkmen halkı için Türkçe Garîbnâme adlı eseri yazan Âşık Paşa da Kırşehir'lidir. Bütün bu olaylar, Osman Gazi zamanında Sultan-önü Uc'unda rastladığımız ahiler ve abdal/kalendirîlerin orta Anadolu'da 1256'de patlak veren Moğol-Türkmen mücadelesinin serpintileri olduğu olgusunu ortaya koymaktadır.

Ahi Evren, Anadolu Türkleri arasında bir velî mertebesine yükselmiş olup kerametleri bir menâkibnâmede toplanmıştır. Ahi Evren üzerinde etraflı araştırmalar yapan Mikâyil Bayram'a göre o, Anadolu'da ahiliği kuranların başında gelir. Osmanlı Devleti'nin kuruluş döneminde ahilerin ve fütüvvet akımının kesin bir rol oynadığı kuşku götürmez. Debbağların pîri sayılan Ahi Evren 32 çeşit esnafın pîri sayılır. Gerçekten dericilik, Anadolu Türk sanatlarının en önemlisi sayılır. Eskinin geleneksel yaşamında ev eşyası, hayvan takımları, vb. deriden yapılırdı. Fâtih Mehmed kendi cami külliyesini yaptığı zaman yanında sarraclar için büyük bir sarrachane yaptırmıştır. Şehirlerde debbağlar en kalabalık, devlet karşısında en güçlü, bağımsız, işçi grubunu oluşturmakta idi. Kanunî Süleyman'ın itaatsizlik gösteren kapıkulu askerine karşı debbağları anarak tehdit ettiği rivâyet edilmiştir. Evliya Çelebi'ye göre, İstanbul'da debbağhanede beşbin kadar debbağ vardı. 1651 esnaf isyanında ilkin "sarrachane ahileri" bayrak kaldırdılar. Kırşehir'de Ahi Evren (Evran) tekkesi post-nişîni (şeyhi) tüm İmparatorlukta her şehirde ahilerin reisi sayılan ahi babalara icazetnâme göndererek makamlarını onaylardı.

Orhan Döneminde Bizans'ın Tâbiliği Pelekanon (Eskihisar) Savaşı (1329)

1330'larda Osmanlı tarihinin dönüm noktalarından birisindeyiz. Osmanlılar 1305-1331 döneminde Adapazarı'nda ve Sapanca'nın doğusunda yerleşmişler, Bursa, İznik ve İzmit'i abluka ve akınlarıyla baskı altında tutuyorlar; İznik açlıktan düşmek üzere. Bu durum, Bizanslılara bir ölüm kalım noktasına gelindiği inancını verdi. Osmanlılar, Orhan döneminde (1324-1362) İznik ovasını ele geçirdikten sonra İstanbul'a en yakın iki mühim şehri, İznik ve İzmit'i almak için son bir atılım yapacaklardır.

Kuşkusuz, 1329 Pelekanon Savaşı İstanbul'un fethi gibi, Bizans ve Osmanlı tarihinin dönüm noktalarından biridir. Beylik bu savaşı kazandıktan sonra 1331'de İznik, ondan altı sene sonra da İzmit düşecektir. Bu arada Hereke dahil, bu sahildeki tüm küçük hisarlar, Osmanlı'nın eline geçecek, böylece, Anadolu tarafından Türkler İstanbul Boğazı'na dayanmış olacaklardır.

İki taraf orduları, 1329 baharında Gebze limanı yakınında Pelekanon denilen yerde, bugün Eskihisar'ın hemen batısında düzlükte karşı karşıya gelecektir. Osmanlı ordusunda bizzat Orhan kumandayı ele almıştır. Karşı tarafta Bizans ordusunun başında İmparator Andronikos III. vardır. Andronikos'un düzenli ordusu 2000 kişidir; buna düzensiz eyalet askeri de katılıyor.

İmparator ordusuyla buraya, İznik'i kuşatmadan kurtarmak için gelmiştir. İznik, 30 yıldır abluka altındadır. Bursa'nın fethinden (6 Nisan 1326) sonra Osmanlıların baskısı tehlikeli bir hal aldığı için İznik teslim olmak durumundadır. Açıkça maksat, İznik Körfezi'nin öbür tarafına geçip Yalakdere Vadisi'nden inerek İznik'i kurtarmaktır. (Pelekanon Zaferi Hammer tarihinde ve onu izleyen tarihcilerimizin eserlerinde Maltepe Savaşı olarak bilinir. Oysa, Maltepe, Pelekanon'dan epey uzaktadır. Pelekanon, Gebze-Eskihisar bölgesindedir).

Bu savaşın Bizans kaynaklarından tam tarihini de biliyoruz. Savaş, 1329 yılı Mayıs sonu Haziran başına rastlar. Bu zaferin ilk sonucu, İznik'in teslim olmasıdır. Böylece, Osmanlılar 1300'den beri Osman Gazi'nin amaçladığı gayeye erişmiş oldular. Bursa ile İznik'in düşmesi artık Osmanlı Devleti'nin Bizans'ı tehdit eden bir güç haline geldiğini göstermiştir. Pelekanon Savaşı, Osmanlı tarihinde gerçekten bir dönüm noktasıdır.

Bizim vekayinamelerde Pelekanon Savaşı yoktur; anlatılmamıştır. Çok kısa olarak Abdurrahman Gazi'nin Orhan Gazi ile beraber bir Bizans kuvvetini püskürttüğü söylenir. Oysa, bizzat o muharebeye katılmış olan Büyük Domestikos Kantakuzenos, bu muharebeyi uzun uzadıya bütün ayrıntılarıyla anlatıyor. Biz burada devir açan bu savaşı ayrıntılarıyla ele alacağız.

Pelekanon Savaşı iki aşamada gerçekleşti. Birinci safhada Bizans İmparatoru harp meclisinde şu kararı aldı: "Tepelerden Osmanlıları düzlüğe çekelim ve savaşı düzlükte kabul edelim."

Bizans komutası, eğer bunu yapamazsa o zaman savaşı bırakmayı düşünüyor. Böylece, daha başlangıçta Osmanlılar stratejik üstünlük sağlamış bulunuyorlardı.

Orhan, tepelerden harp sahasını gözetliyor, Bizans ordusunu arızalı araziye çekip orada çevirmeyi düşünüyordu. Bunun için de önemli bir kuvveti bir vadide pusuya sokmuştu. Bu, klasik Osmanlı savaş taktiğidir; Mohaç Savaşı'nda Macar ordusuna karşı da uygulanmıştır.

Savaşın ilk günü, 1 Haziran'da, Orhan Gazi, Bizans ordusunu kendine çekmek için 300 kişilik bir kuvveti Bizans mevzileri üzerine gönderir. (Bu ayrıntıları o savaşta hazır bulunan Kantekuzenos anlatıyor). Bu akıncı kuvveti Bizans ordusuna yaklaştı, oklarını serpti, sonra geri kaçışa başladı. Bu yalancı kaçıştan maksat, Bizans ordusunu yerinden çıkarıp, tepelere doğru çekmek. Bu saldırıyı birkaç kere tekrar etti akıncılar.

Başlangıçta, Bizans ordusu mevzilerini bırakmadı, iki tarafın esas kuvvetleri birbiriyle tutuşamadı. Orhan'ın kuvvetleri de tepeleri terk etmediler. Ötekiler de bu tepelere doğru hareket etmediler. Fakat savaşın ikinci günü tekrarlanan bu akıncı saldırıları sırasında İmparator bu ufak kuvveti yok etmek için bir kısım kuvvetlerini harekete geçirdi. Bunun üzerine, Orhan, bir kısım kuvvetlerini kardeşi Pazarlu kumandasında düzlüğe indirdi. Bizans ordusu da karşı çıktı; bu suretle akın şeklinde başlayan çarpışmalar, iki tarafın büyük kuvvetlerinin katıldığı bir savaş halini aldı.

Bu savaşta Osmanlılar üstün geldiler. İmparator okla yaralandı. Bizans ordusunda panik başladı. İmparator, paniğin önüne geçmek için yaralı olduğu halde çalışıyor, fakat asker panik halinde kaçıyor.

Bu bölge, Anadolu'ya geçmek için bir geçit yeri olduğundan için, Bizanslılar, geçen yüzyıllarda burada kaleler yapmışlar. Bunlar 4 tane kaledir. Kale burnunda Flokrinia, yahut Flokren burnun berzahında Nikitiaton Kalesi, Darıca, yani Daritzion Kalesi Dördüncü kale, Eskihisar'dır. Gebze'nin limanındaki büyük kaledir. Bugün bu kale ayaktadır.

Panik halinde kaçan Bizans kuvvetleri bu kalelere sığınmaya çalışıyor. Orhan'ın kuvvetleri kaçanları kovalıyor. Bizans İmparatoru paniği önleyemeyince kendisini bir halı üzerinde gemiye taşıttı ve İstanbul'a kaçtı.

Bu zaferden sonra, artık İzniklilerin hiçbir ümidi kalmıyor. Osmanlılar ablukayı şiddetlendiriyorlar ve 2 Mart 1331'de İznik şehri Orhan'a teslim oluyor.

Rumeli'ye Geçiş

Osmanlıların Avrupa'da yerleşmesi, tarihî literatürde ve mektep kitaplarında sallarla geçiş efsanesinden hala kurtulamamıştır. Oysa, bu büyük olayın tüm ayrıntıları çağdaş kaynaklardan biliniyor. Sal hikâyesi, Karesili gazilerin zaman zaman sal ile karşı sahile yaptıkları akınların bir yankısı olmalıdır.

Osmanlı rivayetlerinde tutsak yapılan ve Müslüman olan bir Rum'un, Gelibolu Rum Valisi Asen'in üç oğlundan biri olduğu kesinlik kazanmıştır. O, kardeşleriyle geçinemeyerek Osmanlılar'a sığınmış müslüman olmuş, Osmanlıların Avrupa'da yerleşmesi olayını hazırlamıştır. Gerçekte, Rumeli'de yerleşme, İstanbul'un fethi gibi, tarihte yeni bir dönem açan olaydır. Boğazlar'ın ötesinde bir Osmanlı yerleşmesi olmasaydı, Osmanlı Devleti öteki Türkmen beylikleri gibi küçük bir Türkmen devleti olarak tarihe karışmış olacaktı.

Süleyman Paşa'nın başarısının arkasındaki tarihi gelişmeleri şöyle özetlemek mümkündür. 1329-1344 yıllarında İzmir'den donanması ile Trakya'ya deniz seferleri yapan Aydınoğlu Umur Bey, Balkan fetihlerini hazırlayan ilk büyük gazi beydir.

O, bu seferlerinde, İstanbul'da Yuannis V. Paleologus'a karşı İmparatorluk iddiasıyla Trakya'da faaliyette bulunan Kantakuzenos ile işbirliği yapıyordu. Bu sayede, hafif donanmasını, kıyıya çekiyor, Kantakuzenos'un müttefiki olarak Sırp ve Bulgar topraklarına akınlar yapıyor, gemileri ganimet dolu olarak İzmir'e dönüyordu.

Umur Bey'e karşı Bizans, 1344'de bir Haçlı donanmasını harekete geçirdi. Güçlü Haçlı donanması, aşağı İzmir Kalesi'ni ele geçirdi ve Umur'un donanmasını yaktı. Umur, bu kaleyi geri almak için yaptığı savaşta, 1348'de şehit oldu.

Umur Gazi, ölmeden önce, müttefiki Kantakuzenos'a Orhan'la ittifak yapmasını tavsiye etmiştir. Türk yardımı, Kantakuzenos için, hem İstanbul'daki rakipleri, hem de Edirne ve İstanbul'u almayı tasarlayan Sırp Kralı Stefan Duşan'a karşı en etkin askeri yardımı oluşturmaktaydı. Gerek Umur, gerekse Orhan, Kantakuzenos'la ittifak yapmayı Rumeli'ye akınları için gerekli görüyorlardı. Osmanlılar, 1335-1345 döneminde Karesi Beyliği'ni işgal ederek Çanakkale Boğazı'na ulaşmışlardı. Karesili Beyler; Ece Bey, Gazi Evrenos, Hacı Ilbeyi, Gazi Fazıl Osmanlıları Çanakkale'nin öbür yakasında yerleşmeye teşvik eden gazilerdi.

Kantakuzenos, 1346'da kızı Teodora'yı Orhan'a eş olarak vererek, Osmanlı'yla ittifakı pekiştirdi. 1347'de, Kantakuzenos, Orhan'ın yardımıyla İstanbul'a girdi ve Yuannis V ile ortak İmparator ilân edildi. Bu tarihte, Bizans, Orhan'ın himayesi altına girmiş sayılabilir. Şimdi, İmparator Kantakuzenos, Sırp Kralı'na karşı Osmanlı kuvvetlerini kullanarak Trakya'da, Bizans egemenliğini koruyabiliyordu. Bizans'a yardıma koşan Süleyman Paşa, 1352 yılında, Trakya'da ilerleyen bir Sırp ordusunu bozguna uğrattı. Süleyman Paşa, Edirne'ye gitti, Kantakuzenoslar tarafından kurtarıcı olarak karşılandı. Osmanlı kaynaklarında, 1361 Edirne fethi ve 1371 Çirmen, (Sırpsındığı) Savaşı ile, Süleyman Paşa'nın 1352'deki bu harekâtı karıştırılmıştır. Bununla beraber, Süleyman Paşa'nın 1352 zaferi, kendisine Rumeli'de yerleşme imkânı sağlamıştır. Dönüşte, Süleyman Paşa, ertesi sene yapılacak sefer için Boğaz'ın Avrupa yakasında, Tsympe denilen kalede, bir kısım Osmanlı askerini bırakmış, kaleyi bir köprü-başı durumuna getirmiştir. Kantakuzenos'un, bu kaleyi Osmanlı askerlerinden boşaltma için önerdiği büyük paralar Süleyman tarafından reddedilmiş, aksine o, bu köprü-başını, Anadolu'dan getirdiği yeni kuvvetlerle güçlendirmiştir. Rumeli'de yerleşen Karesili Beyler, bir yandan Gelibolu, öbür yandan Tekirdağ ve Malkara doğrultusunda fetihlere başlamışlardır. Gelibolu'yu kuşatan Ece Bey, bir süre sonra ölmüş ve Gelibolu'ya yakın bir yere gömülmüştür. Türk yerleşmesi İstanbul'da büyük telâş uyandırmış, Bizans payitahtının hem Kocaeli'de, Anadolu tarafından; hem Avrupa'da Trakya tarafından kuşatılmakta olduğuna tanık olmuşlardır.

Bu arada Süleyman Paşa, merkezi Biga'ya yakın Kemer Limanı'nda 3000 kişilik bir kuvveti gemilere bindirmiş ve karşı kıyıda Kozludere'ye çıkarma yapmış, Bolayır'ı fethetmiştir. 1354'te, beklenmedik bir tabii olay, 1 Mart'ı 2 Mart'a bağlayan gece meydana gelen şiddetli bir deprem sonucu, Gelibolu ve civar kalelerin surları yıkıldı. Osmanlı kuvvetleri derhal bu kaleleri işgal ettiler. Depremi, bütün çağdaş kaynaklar kaydetmiştir. Olayı Tanrı'nın lütfu olarak yorumlayan Osmanlılar, Rumeli'yi kesinlikle boşaltmamaya karar verdiler, yeni kuvvetler ve Karesi'den gelen göçmenler Boğaz'ın Avrupa yakasına geçmeye başladılar. İstanbul'da halk, isyan ederek bu durumdan suçlu sayılan Kantakuzenos'u tahtı bırakmaya zorladı. O zaman, Osmanlılar için elverişli bir durum da, Sırp Çarı Stefan Duşan'ın ölümü ve Sırp İmparatorluğu'nun parçalanmasıdır (1355). Böylece, Osmanlılar karşısında en büyük rakip ortadan kalkmış bulunuyordu.

Bu olağanüstü olaylar, Süleyman Paşa'nın ve Karesili gazilerin azim ve kararı sonucu, Türklerin Balkanlar'da yerleşmesi artık kesinleşmiş bulunuyordu. Bizans İmparatoru Yuannis V, bütün ümidini Avrupa'dan gelecek bir Haçlı seferi'ne bağlamış bulunuyordu. İmparator, 1355 yılı sonuna doğru 6. Innocent'e elçiler göndererek Roma Kilisesi'yle birleşme vaadinde bulunuyor ve âcilen bir Haçlı ordusunun yola çıkarılması için yalvarıyordu. Fakat 1357 yılında olaylar birden Osmanlılar aleyhine döndü.

Orhan'ın 12 yaşındaki oğlu Halil, 1357 yazında Foça'lı Rum korsanlar tarafından İzmit Körfezi'nde, esir edildi. Bu arada Rumeli fatihi Şehzade Süleyman Paşa'nın ölümü haberi geldi. Bu talihsiz olaylar, Osmanlı-Bizans ilişkilerinde bir dönüm noktası oluşturmuştur. İhtiyar ve hasta olan Sultan Orhan, oğlu Halil'in kurtarılması için İmparator Yuannis V, Palaeologus'a başvurdu. Bizans diplomasisi, durumdan yararlandı ve Orhan'a bir anlaşma imzalattı. Buna göre Orhan, Bizans topraklarına karşı her türlü saldırıyı durduracak, oğlunu kurtarmak için Foça'ya gönderilecek gemilerin bütün masraflarını üzerine alacak, İmparatorun o zamana kadarki borçlarını affedecekti. Orhan, aynı zamanda Trakya'da Kantakuzenos''un oğlu Matheos'a yardımdan vazgeçmeyi ve İmparator Yuannis'i desteklemeyi vaad ediyordu.

Bu anlaşma ile Osmanlılar, Rumeli'de Osmanlı topraklarını genişletmek için şimdiye kadar Kantakuzenos ailesi ile yaptıkları işbirliği politikasından vazgeçiyor, önemli bir bekleme ve gerileme dönemine girmiş görünüyorlardı. Gerçekten, 1359'da Halil kurtarılıncaya kadar, Rumeli'de Osmanlı'nın yayılma faaliyetleri durdu.

Bu arada 1358'de, Osmanlı müttefiki Matheos Kantakuzenos, Dimetoka'da Sırp yardımıyla İmparator güçleri tarafından sıkıştırıldı ve esir edildi. Böylece Bizans, Trakya'da durumu kendi lehine çevirmiş bulunuyordu. Orhan'la yapılan anlaşmada İmparatorun eski borçlarından söz edilmektedir. Bu kayıt Bizans'ın daha bu tarihte, Osmanlı'ya haraç ödemeye başlamış olduğunu kanıtlamaktadır. Gerçekten 1333'te İzmit'i rahat bırakmak karşılığı İmparator, yıllık bir haraç ödemeyi kabul etmişti. Kesin olarak biliyoruz ki, Bizans 1371 Meriç Savaşı'ndan sonra, Osmanlılara yıllık 15 bin hyperpera, yani 7500 Venedik altını haraç vermeye başlamış, bir Osmanlı bağımlısı durumuna düşmüştür. Bu arada Bizans diplomasisi, aynı zamanda Osmanlı'ya karşı en etkin bir silah olarak Batı'dan bir Haçlı donanmasını harekete geçirmek için çabalarını yoğunlaştırmakta idi.

Süleyman, rivayete göre, Rumeli'nin terkedilmesi gibi bir olasılığın önüne geçmek için ölüm döşeğinde, cesedinin Bolayır'da gömülmesini ve yerinin belli edilmemesini vasiyet etmişti. Gaziler yeni durum karşısında, Anonim Tevârîh-i Âli Osman'da belirtildiği gibi, ümitsizlik içinde idiler. Fakat Karesili Gazi Beyler, boşaltmaya kesinlikle karşı olmalıdırlar. Cinbi ve Gelibolu fethinden sonra, Karesi'den halk, Rumeli'ye geçip yerleşmeye, köyler kurmaya başlamıştır. Süleyman'ın ölümü üzerine Orhan, onun yerine oğlu şehzade Murad'ı deneyimli bir kumandan olan Lalası Şahin'le beraber Gelibolu'ya gönderdi. Bizans ve Osmanlı kaynakları, Chalcocondyles ve Düsturnâme, Süleyman'ın ölümü üzerine Murad'ın derhal Rumeli'ye gönderildiğini kaydederler. Fakat 1357-1359 arasında Halil kurtarılıncaya kadar, Murad hareketsiz bekledi.

Halil'in kurtarılması için Bizans İmparatoru 1358 baharında üç kadırgasıyla Foça üzerine hareket etti. Orhan'ın dostu; Saruhan Beyi İlyas da aynı zamanda karadan yürüdü ve şehri kuşattı. Fakat sonuç alamadılar. İmparator, Orhan'a danışmadan İstanbul'a döndü. Eski-Foça'nın hâkimi Kalothetos, Halil için büyük bir meblağ koparmak için direniyordu. Orhan, anlaşmayı bozacağını söyleyerek tehdit etti. İmparator, derhal Orhan ile buluşma isteğinde bulundu ve aynı yıl içinde tekrar Foça'ya gitti. Foça'ya yeni sefer de sonuç vermedi. 1359 baharında Kadıköy'e gelen Orhan ile kıyıya gemisiyle gelen İmparator arasında elçiler aracılığıyla görüşme başladı. Bizans, Orhan'ın güç durumundan sonuna kadar yararlanmak istiyordu. Orhan'a yeni koşullar kabul ettirildi.

Orhan, fidye olarak, 30 bin Venedik altını ödedi. Halil kurtarıldı. İstanbul'a getirilip, Yuannis'in küçük kızı İren ile nişanlandı ve İmparator tarafından İzmit'e getirildi. İmparator, Halil'in Orhan'dan sonra, tahta geçmesi vaadini de aldı. Bizans böylece, Halil'in şahsında Osmanlılarla bir barış ve denge dönemi açmayı arzuluyordu. Çağdaş Bizans tarihçisi Gregoras'a göre, Orhan bu düzenlemeyi kabul etti. Rumeli'deki şehzade Murad ise, bu politikaya karşı idi ve Karesili Gazi Beyler ve Lalasıyla birlikte, gaza ve yayılma politikasında kararlı idi. Trakya'da Bizans'a karşı savaş ve başarı kendisine taht yolunu açacaktı. Çağdaş Bizans tarihçisi Gregoras, Halil gelinceye kadar iki yıl Trakya'da askeri harekâtın durduğunu doğrulamaktadır. Bu arada şu noktayı belirtelim ki, Türk-Moğol geleneğini izleyen Osmanlılarda, hükümdarlık için bir veraset kanunu yoktu. Kimin tahta geçeceğini olaylarla Tanrı'nın iradesi belirlemelidir. Murad, büyük oğul olarak, en ileri uca, ordunun başına gönderilmişti. Bu durum kendisi için, hukuken olmasa da fiilen saltanatı garanti etmekteydi. Ama bu ancak Rumeli'de onun gerçekten büyük bir fetih başarısıyla gerçekleşebilirdi.

Bu iki yıl içinde Anadolu'dan Rumeli'ye göç devam edecek Rumeli Uc'u güçlenecektir. Orhan'ın Süleyman için Bolayır'da yaptırdığı imarete ait 1360 tarihli vakfiyede bu bölgede Türkçe adlar taşıyan birçok köy ve çiftliğin kurulmuş oluduğunu görüyoruz. Yunan kaynakları da bu göçü kanıtlamaktadır. Osmanlı Rumeli'si böylece birkaç yıl içinde oldukça geniş bir bölgede ortaya çıkmış bulunuyordu. Gregoras, Süleyman'ın sağlığında devletin genel politikasını yönlendirdiğini ifade etmektedir. Öbür yandan onun ölümü ve Bizans idaresinin Haçlı çabaları herşeyi tehlikeye atmaktaydı. Durum gerçekten Osmanlı Devleti'nin geleceği bakımından tehlikeli idi. Bizans Orhan'la anlaşma düzenlerken öbür yandan Rumeli'de acele bir Haçlı kuvveti gönderilmesi hususunda ümitliydi.

Bizans, Haçlı yardımıyla denizden boğazları kesmek, Rumeli'deki Türkler'i Anadolu'dan ayırıp yok etmek stratejisini izlemekteydi. Osmanlılar için cidden kritik bir durum ortaya çıkmıştı. Bu plan, 14­15. yy'larda bütün Haçlı projelerinde izlenen bir plan olacaktır.

İmparator Yuannis, kiliselerin birliği vaadiyle Papa VI. İnnocent'in (1352-1362) Türkler'e karşı bir Haçlı Seferi düzenlenmesi için çabalarına Gelibolu'nun düşmesinden hemen sonra 1355'te başlamıştı. İlkin beş kadırgalık bir donanmanın derhal harekete geçmesini, arkasından geniş ölçüde bir Haçlı ordusunun gönderilmesini istiyordu. Bunun için İmparator, oğlu Manuel'i Avignon'a, Papa'nın yanına rehin olarak göndermeyi bile kabul ediyordu. Ertesi sene İmparator, Levant'ta kolonileri olan devletleri Venedik, Ceneviz Cumhuriyeti ve Rodos şövalyelerini Osmanlılara karşı harekete geçirmeye çalıştı.

Fakat bütün bu çabalar boşa gitti. Haçlı için güçlü devlet Venedik, Dalmaçya sorunu yüzünden Macaristan ile 1357 baharında yeniden savaşa başlamıştı. Senato, Bizans için durumun ciddiliğini anlamıyordu. İstanbul'dan Venedik balyozu durumun ağırlığını bildirmekte; İstanbul Rumlarının Venedik'in himayesi altına girmeyi bile düşündüklerini yazmakta idi. Papa ise, mümessili nuncio Pierre Thomas'ı Macaristan'a ve İstanbul'a göndererek bir Haçlı seferi için faaliyete geçmişti. Sonradan Hıristiyan Avrupa'da bir Haçlı kahramanı olarak kutlanan Thomas, büyük gayret gösterdi. Papa'nın talimatıyla ilkin Buda'ya giderek Venedik ve Macaristan arasında barışı sağlamaya çalıştı. Papalık daha bu tarihte Osmanlı ilerlemelerinin Avrupa için tehlikesini fark etmiş, İstanbul'un kilidi sayılan Gelibolu'nun geri alınması için bir Haçlı kuvvetini harekete geçirmeye çalışıyordu. Osmanlılara karşı bu ilk Haçlı Seferi Thomas'ın çabalarıyla 1359'da gerçekleşecektir.


YARARLANILAN KAYNAKLAR.

Rifa'at Ali Abou-El-Haj, Formation of the Ottoman State, The Ottoman Empire Sixteenth to Eighteenth Centuries, Albanay, NY, 1991.

M. Akdağ, Türkiye'nin İktisadi ve İçtimaî Tarihi, 2. Cilt, İstanbul, 1974.

M. Akdağ, Celâlî İsyanları, Ankara 1963.

Münir Aktepe, Patrona İsyanı, İstanbul 1958.

M. Aktepe, Patrona İsyanı (1730), İstanbul 1958.

Ali Akyıldız, Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilâtında Reform, İstanbul: Eren Yay. 1993.

Metin And, Kırk Gün Kırk Gece. Eski Donanma ve Şenliklerde Seyirlik Oyunları, İstanbul 1959.

Ayda Arel, 18. Yüzyılda İstanbul Mimarisinde Batılaşma Süreci, İstanbul 1975.

Esin Atıl, The Age of Sultan Süleyman the Magnificent, Washington DC, New York 1987.

E. H. Ayverdi ve Ö. L. Barkan, İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri, İstanbul 1970.

Ali İhsan Bağış, Osmanlı Ticaretinde Gayri Müslimler, Kapitülasyonlar, Beratlı Tüccarlar ve Hayriye Tüccarları, Ankara 1983.

Ö. L. Barkan, Toplu Eserler, İstanbul 1980.

Ö. L. Barkan, XV. ve XVI. Asırlarda Osmanlı İmparatorluğu'nda Ziraî Ekonominin Hukukî ve Malî Esasları, İstanbul 1943.

Ö. L. Barkan, Süleymaniye Camii ve İmareti İnşaatı, 1550-1557, 2 Cilt, Ankara: TTK 1972-1979.

Ö. L. Barkan, "Osmanlı İmparatorluğu'nda Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Sürgünler", İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, Cilt XI (1950), 524-569.

Ö. L. Barkan, "Tarihî Demografi Araştırmaları ve Osmanlı Tarihi", Türkiyat Mecmuası (1951).

Ö. L. Barkan, "Edirne Askerî Kassam'ına ait Tereke Defterleri", Belgeler 1966.

Ö. L. Barkan, "The Price Revolution of the Sixteenth Century: A Turning Point in the Economic History of the Near East", International Journal of Middle East Studies (1975).

Ö. L. Barkan ve Enver Meriçli, Hüdavendigâr Livası Tahrir Defterleri, I, Ankara 1988.

Felix Beaujour, Tableau du commerce de la Grece forme d'apres une annee moyenne depuis 1787 jusqu'en 1797, Paris 1800.

Irene Beldiceanu-Steinherr, Les Bektaşî â la lumiere des recensements ottomans, 1991.

N. Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, İstanbul 1975.

A. Bombaci, Histoire de la litterature turque, Paris 1968.

A. Boue, Receuil d'itineraires dans la Turquie d'Europe, Vienne 1954.

H. Bowen ve H. A. R. Gibb, Islamic Society and the West, Londra: Oxford University Press, 1957.

A. Braude and B. Lewis, Christians and Jews in the Ottoman Empire, New York-Londra 1982. O. G. Busbecq, The Turkish Letters, çev. S. Foster, Oxford 1968.

Mustafa Cezar, Osmanlı Tarihinde Levendler, İstanbul: İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi 1965.

Mustafa Cezar, Typical Commercial Buildings of the Ottoman Classical Period and the Ottoman Construction System, İstanbul: Türkiye İş Bankası 1983.

M. A. Cook, Population Pressure in Rural Anatolia, 1450-1600, Londra 1972.

M. Çadırcı, Tanzimat Döneminde Anadolu Kentleri'nin Sosyal ve Ekonomik Yapıları, Ankara: TTK 1991.

Z. Çelik, The Remaking of İstanbul, Portrait of an Ottoman City in the Nineteenth Century, London 1986.

N. Clayer, Mystiques, Etat et Societe, Les Halvetis dans l'aire backanique de la fin du XVe siecle â nos jours, Leiden, 1994.

F. Dalsar, Türk Sanayi ve Ticaret Tarihinde Bursa'da İpekçilik, İstanbul 1960.

İ. H. Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, 4 cilt, İstanbul 1971-72.

H. Roderic Davison, Reform in the Ottoman Empire 1856-1876, New York 1973.

H. Dernschwam, İstanbul ve Anadolu'ya Seyahat, Türkçe çev. Y. Önen, Ankara 1992.

K. Dilger, Untersuchungen zur Geschichte des Osmanischen Hofzeremoniells im 15. und 16. Jahrhundert, München 1967.

J. M. D'Ohsson, Tableau general de l'Empire Ottoman, Paris 1788-1824.

Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, 8. Cilt, İstanbul 1993-95.

Dünya Kenti İstanbul, İstanbul-World City, İstanbul: Tarih Vakfı, 1996.

E. Eickhoff, Venedig, Wien und die Osmanen, Umbruch in Südosteuropa 1645-1700, Stuttgart 1992.

I. S. Emmanuel, Histoire de l'industrie des tissus des Israelites de Salonique, Paris 1935.

O. Ergin, Mecelle-i Umur-i Belediye, I. Cilt, İstanbul 1338/1992.

Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, yay. A. Cevdet, 10 cilt, İstanbul, 1898-1938. S. Faroqhi, Coping with the State, İstanbul: ISIS yay. 1995.

S. Faroqhi, Der Bektaschi-Orden in Anatolien (vom spâten fünfzehnten Jahrhundert bis 1826), Wien 1981.

S. Faroqhi, Herrscher über Mekka, die Geschichte der Pilgerfahrt, München, Zürich 1990.

S. Faroqhi, Men of Modest Substance. House Owners and House Property in Seventeenth Century Ankara and Kayseri, Cambridge 1987.

S. Faroqhi, Towns and Townsmen of Ottoman Anatolia. Trade, Crafts and Food Production in an Urban Setting, 1520-1650, Cambridge 1984.

C. Findley, Bureaucratic Reform in the Ottoman Empire, The Sublime Porte 1789-1922, Princeton: PUP 1980.

C. Findley, Ottoman Civil Officialdom, A Social History, Princeton: PUP 1989.

C. Fleischer, Bureaucrat and Intellectual in teh Ottoman Empire: The Historian Mustafa Âlî, 1541-1600, Princeton: PUP 1986.

C. Finkel, The Administration of Warfare: the Ottoman Military Campaigns in Hungary, 1593­1606, Wien 1988.

H. Gerber, Economy and Society in an Ottoman City: Bursa, 1600-1700, Jerusalem 1988.

F. M. Göçek, East Encounters West, France and the Ottoman Empire in the Eighteenth Century, Owford, New York 1987.Abdülbaki Gölpınarlı, Melamîlik ve Melamîler, İstanbul 1931.

Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ'dan sonra Mevlevîlik, İstanbul 1953.

W. Griswold, The Great Anatolian Rebellion, 1591-1611, Berlin 1983.

A. H. de Groot, The Ottoman Empire and the Dutch Republic, A History of the Earliest diplomatic Relations 1610-1630, Leiden 1973.

L. Güçer, XVI-XVII Asırlarda Osmanlı İmparatorluğu'nda Hububat Meselesi ve Hububattan Alınan Vergiler, İstanbul 1984.

A. Gül, Osmanlı Medreselerinde Eğitim-Öğretim, Ankara 1977.

F. W. Hasluck, Christianity and Islam under the Sultans, 2 Cilt, Oxford 1929.

A. Hess, The Forgotten Frontier, A History of the Sixteenth Century Ibero-African Frontier, Chicago, London 1978.

W. D. Hütteroth, Türkei, Darmstadt 1982.

W. D. Hütteroth, Lândliche Siedlungen im südlichen Inneranatolien in den letzten vierhundert Jahren, Göttingen 1968.

Charles Issawi, The Economic History of the Middle East 1800-1914, Chicago 1966.

H. İnalcık, The Ottoman Empire: The Classical Age, 1300-1600, Londra, 1973.

H. İnalcık, The Middle East and the Balkans under the Ottoman Empire, Bloomington, 1993.

H. İnalcık, An Economic and Social History of the Ottoman Empire, ed. Halil İnalcık with D. Quataert, Cambridge, 1994.

H. İnalcık, Essays in Ottoman History, İstanbul: Eren Yayınevi, 1998.

H. İnalcık, "Military and Fiscal Transformation in the Ottoman Empire, 1600-1700", Archivum Ottomanicum, VI (1980), 283-337.

Articles by H. İnalcık in Encyclopaedia of Islam, 2. edition, Leiden: Brill: Bayazid I, Eyalet, Dzizya, Filaha, Gelibolu, Ghulam, Harir, Giray, Imtiyazat, Iskender Beg, İstanbul, Kanun, Rumeli, Timar.

H. İnalcık, The Ottoman Empire: Conquest, Organization, and Economy, London: Variorum Reprints, 1978.

H. İnalcık, Studies in Ottoman Social and Economic History, London: Variorum Reprints, 1985.

H. İnalcık, "Centralization and Decentralization in Ottoman Administration", Studies in Eighteenth Century Islamic History, eds. T. Naff and R. Owen, London, 1977, 55-71.

İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: Millî Eğitim Bak. 13 cilt, İstanbul: 1940-1988.

H. İslamoğlu-İnan, State and Peasant in the Ottoman Empire, Leiden 1994.

C. R. Jennings, Christians and Muslims in Ottoman Cyprus and the Mediterranean World, 1571­1640, New York: New York University Press 1993.

Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, 3 cilt, Ankara: TTK 1954-1962.

Kemal Karpat, The Ottoman State and its Place in the World History, Leiden: E. J. Brill 1974.

Kemal Karpat, Ottoman Population 1830-1914. Demographic and Social Characteristics, Wisconsin: Madison 1985.

Z. Kazıcı, Osmanlılarda İhtisab Müessesesi, İstanbul 1987.

M. Kiel, Art and Society of Bulgaria in the Turkish Period, A Sketch of the Economic, Juridical and Artistic Preconditions of Bulgarian Post-Byzantine Art and its Place in the Development of the Art of the Christian Balkans, 1360-1700, Maastricht 1985.

M. Kiel, Studies on the Ottoman Architecture of the Balkans, London: Variorum 1990.

Koçi Bey Risâlesi, yay. A. K. Aksüt, İstanbul 1939.

R. E. Koçu, Türk Giyim Kuşam ve Süslenme Sözlüğü, Ankara 1969.

İ. H. Konyalı, Mimar Koca Sinan, İstanbul 1948.

İ. H. Konyalı, Abideleri ve Kitâbeleri ile Konya Tarihi, Konya 1964.

Doğan Kuban, İstanbul: An Urban History, İstanbul 1996. A. Kuran, Mimar Sinan, İstanbul 1986.

M. Kütükoğlu, Osmanlılarda Narh Müessesesi ve 1640 Tarihli Narh Defteri, İstanbul 1981.

Hans-Peter Laqueur, Osmanische Friedhöfe und Grabsteine in İstanbul, Tübingen: Erns Wasmuth Verlag 1993.

R. Lewis, Everyday Life in İstanbul, New York and London 1982.

Manifestations of Sainthood in Islam, yay. G. Smith ve C. Ernst, İstanbul 1993.

R. Mantran, Histoire de l'Empire Ottoman, Paris: Fayard 1989.

R. Mantran, İstanbul dans la seconde moitie du dix-septieme siecle, essai d'histoire institutionelle, economique et sociale, İstanbul, Paris 1962.

A. Marcus, The Middle East on the Eve of Modernity: Aleppo in the Eighteenth Century, New York 1989.

Ş. Mardin, The Genesis of Young Ottoman Thought, a Study in the Modernization of Turkish Political Ideas, Princeton 1962.

J. McCarthy, The Arab world, Turkey and the Balkans, 1878-1914: a Handbook of Historical Statistics, Boston: (Mass) 1982.

A. McGowan, Economic Life in Ottoman Empire, Cambridge 1981.

B. Miller, Beyond the Sublime Porte: The Grand Seraglio of Stambul, New York 1970Lady Mary Wortley Montagu, Turkish Embassy Letters, yay. M. Jack und A. Desai, London 1993.

Mustafa Âlî's, Counsel for Sultans of 1581, yay. ve İngilizceye çev. Von Andreas Tietze, 2 Cilt., Wien 1978-1982.

Nasühü's-silâhî Matrakçı, Beyân-i Menâzil-i Sefer-i 'Irâkeyn-i Sultan Süleyman Han, yay. Hüseyin G. Yurdaydın, Ankara: TTK 1976.

G. Kafadar Necipoğlu, Architecture, Ceremonial and Power, The Topkapı Palace in the Fifteenth and Sixteenth Centuries, Cambridge 1991.

Neşrî Tarihi, yay. F. R. Unat ve M. A. Köymen, 2 Cilt, Ankara: TTK 1987.

C. Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğunda Aşiretlerin İskânı, İstanbul: Eren yay. 1987.

B. Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu'nda Derbend Teşkilâtı, İstanbul 1967.

İ. Ortaylı, İkinci Abdülhamit Döneminde Osmanlı İmparatorluğu'nda Alman Nüfuzu, Ankara 1981.

İ. Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul 1983

The Ottoman Empire and the World Economy, yay. H. İslamoğlu-İnan, Cambridge 1987.

Roger Owen, The Middle East in the World Economy 1800-1914, Londres and New York: Methuen 1981.

Ş. Pamuk, Para Tarihi, İstanbul 1999.

Memorial Ömer Lütfi Barkan, yay. R. Mantran, Paris 1980.

Ş. Pamuk, Osmanlı Ekonomisi ve Dünya Kapitalizmi, 1820­1913, Ankara 1984.

M. Z. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri Sözlüğü, İstanbul 1971.D. Panzac, La peste dans l'Empire Ottoman, 1700-1850, Louvain 1985.

D. Panzac, Les villes dans l'Empire ottoman; activites et societes, IREMAM/CNRS 1991.

Leslie Peirce, The Imperial Harem, Women and Sovereignty in the Ottoman Empire, New York, Oxford 1993.

R. Pococke, A Description of the East and Some Other Countries, 3 cilt, Londra 1743-1745.

J. Raby, Venice, Dürer and the Oriental Mode, London 1982

Andre Raymond, Artisans et commercants au Caire au XVIIIe siecle, 2 Cilt, Şam 1973-74.

G. Renda, Çağlarboyu Anadolu'da Kadın, Anadolu Kadınının 9000 Yılı, Ankara: TC Kültür Bakanlığı 1993.

St. Rosenthal, The Politics of Dependency: Urban Reform in Istanbul, Westport: Greenwood 1980.

S. Runciman, The Fall of Constantinople, Cambridge 1965.

H. Sahillioğlu, "Osmanlı Para Tarihinde Dünya Para ve Maden Hareketlerinin Yeri, 1300-1750", Gelişme Dergisi, Özel Sayı 1978, 1-38.

S. and E. Shaw, History of the Ottoman Empire and Modern Turkey, 2 Cilt, Cambridge 1977.

Adolphus Slade, Records of Travels in Turkey, Greece etc. and of a Cruise in teh Black Sea, with the Capitan Pasha, in the Years 1829, 1830 and 1831, Londres: Saunders and Otley 1832.

Sultan II. Mahmud ve Reformları Semineri, 28-30, Haziran 1989, Bildiriler, İstanbul: Edebiyat Fakültesi 1990.

İsmail Soysal, Fransız İhtilâli ve Türk-Fransız Diplomasi Münasebetleri (1789-1802), Ankara: TTK 1964.

Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmânî, 4 Cilt, İstanbul 1308-1315.

Bilâl Şimşir, Rumeli'den Türk Göçleri/emigrations turques des Balkans/Turkish Emigrations from the Balkans, Ankara 1970.

A. Tabakoğlu, Türk İktisat Tarihi, 2. Baskı, İstanbul: Dergâh Yay. 1994.

Tanzimat, I, İstanbul: M. E. Bakanlığı 1940.

N. Todorov, La ville balkanique au XV e-XIXe siecles. Developpement socio-economique et demographique, Bucarest 1980.

E. R. Toledano, The Ottoman Slave Trade and its Suppression: 1840-1890, Princeton University Press 1982.

Ç. Uluçay, Harem'den Mektuplar, İstanbul 1956.

Ç. Uluçay, Harem, Ankara: TTK 1985.

M. Ursinus, Regionale Reformen im Osmanischen Reich am Vorabend der Tanzimat, Berlin 1982.

David Urquhart, The Spirit of the East Illustrated in a Journal of Travels Through Rumeli During an Eventful Period, London 1838.

İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti'nde İlmiye Teşkilâtı, Ankara: TTK 1965.

İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, 4 cilt, Ankara: TTK 1982.

İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti'nin Saray Teşkilâtı, Ankara: TTK 1945.

İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti'nin Merkze ve Bahriye Teşkilâtı, Ankara: TTK 1984.

B. Yediyıldız, Institution du wakf au XVIIIe siecle en Turquie (etude socio-historique), Ankara: TTK 1985.

Georges Young, Corps de droit ottoman: recueil des codes, reglements, ordonnances et actes les plus importants du droit interieur et d'etudes sur le droit coutumier de l'Empire ottoman, Oxford: Clarendon 1905-1906.

M. Zilfi, The Politics of Piety: The Ottoman Ulema in the Postclassical Age (1600-1800), Minneapolis 1988.

D. Ze'evi, An Ottoman Century, The District of Jerusalem in the 1600s, New York 1996.


http://www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=381245