Başkanı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Başkanı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Temmuz 2016 Perşembe

Kıbrıs'ta Neler Oluyor? BÖLÜM 2


Kıbrıs'ta Neler Oluyor? BÖLÜM 2



Kıbrıs'ta Neler Oluyor? -2-

Yazar: Gözde Kılıç Yaşın


Avro-Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi'nin 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Balkan ve Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Başkanı Gözde Kılıç Yaşın' ile yaptığı söyleşinin ikinci bölümüdür:


AFASAM: Rum kesimi ile müzakereler hususunda KKTC'nin etkisi ne boyuttadır?

GÖZDE KILIÇ YAŞIN: 

Bu sorunun cevabı olan ve olması gereken şeklinde verilmeli. Olan anlamında 2002-2003 ile başlayan süreçte Kıbrıs Türkü'nün gerçek arzusunun dışında bir yöne zorlandığını net bir şekilde söyleyebiliriz. İlk sorunuzdaki Kıbrıs Türkü'nün "bu söylemden sonra bakış açısında bir değişim oldu mu?" ifadesine sirayet eden "Kıbrıs Türkü, Türkiye'yi istemez" algısı bu dönemde yapılan büyük toplum mühendisliği çalışmasının bir izidir. Hem Türkiye'de hem Kıbrıs'ta iki aynı soydan halkın birbirini "öteki" görmesine dönük kapsamlı bir çalışma özellikle basın ve medya yoluyla başarılı bir operasyon olarak gerçekleştirildi. Bir tarafta "Türkiye'nin esiri yapılmak" diğer tarafta "Nankör" söylemleriyle bir zemin oluşturulmak istendi. Burada belki Mehmet Ali Talat'ın "İlk renkli devrimi sessiz şekilde biz yaptık" mealindeki sözlerini hatırlamak ve arka planını tahayyül etmek öte yandan da tüm o renkli devrimlerin yaşandığı coğrafyalarda nasıl da bir seçim dönemi içerisinde ibrenin tekrar eski yerine döndüğünü yeniden anımsamak yerinde olacaktır. Buraya kadarki sözlerimle "olan" üzerindeki gerçeği yansıtmayan "algı"yı vurgulamak için söylüyorum. 2004 Annan referandumu sonuçlarının da Türkiye'ye yansıtıldığı gibi "Türklerin bir AB pasaportuna Türkiye'yi sattığı" yorumuyla değerlendirilmesi çok büyük bir haksızlıktır. Ne var ki hala daha bu söylemi kullananlar var. 

Ancak o "evet"lerin arkasında Rumlarla bir arada yaşamayı yeniden denemek isteyen kesimin –toplamdaki payları için yüzde 10 diyebiliriz- azınlıkta kaldığını; çoğunluğu "Türkiye'nin AB üyeliği için üzerinize düşeni yapın" telkinlerinin etkisinde kalanların oluşturduğunu söylemek gerekir

Bu "evet"lerde demin bahsettiğim Ada'dan sürüleceklerin de yüzde 65 oranında payının olması yani kendilerini Türkiye'nin proje ve planların uygulayıcısı olarak gören 74 sonrası adaya yerleşmiş Türklerin de "evet" oyu kullanması zaten başlı başına önemli bir veridir. – Referandum oylarının bölgelere göre dökümü, hem yerli Türklerde hem 74 sonrası gelen Türklerde yüzde 65 "evet" çıktığını yine iki kesimden de eşit oranda "hayır" oyunun bulunduğunu göstermektedir.

- Öte yandan Ada'da AB, ABD ve Sorosçu kuruluşların –para dağıtma dahil- yoğun propaganda ve dezenformasyon çalışmasının yanında Türkiye'den önemli yetkililerin de "Rumların "hayır" diyeceğine eminiz, "evet"inizle yeni bir sayfa açılacak", "Türkiye'nin AB üyeliğinin önünü açabilirsiniz ve bunu borçlusunuz", "evet çıkmazsa yapacağımızı bilirsiniz" tehdit ve vaatlerinin de etkili olduğunu ifade edebiliriz. 

Hatta Türkiye'den gelen telkinlerin tüm diğer faktörlere göre 3-4 kat etkili olduğu bilinmektedir. Buna bir de dönemin Genel Kurmay Başkanı'nın planı destekleyen açıklaması eklenirse yüzde 35 "hayır" diyenlerin "hayır"ının anlamı, çok daha net bir şekilde gözler önüne serilmektedir. 2004 sonrası döneme gelelim hemen. Bu süreç gerek Türkiye'de gerekse KKTC'deki yönetimde nedense bir hayal kırıklığı dönemi olmuştur. Ne AB vaatlerini gerçekleştirmiştir, ne "evet"ten umulan değişim yaşanılabilmiştir. 2008'de yeniden başlayan müzakerelerin yönetimi ise eskiden bu yana Rumlarla birleşmeyi savunan ve o dönemin Cumhurbaşkanı olan Mehmet Ali Talat da olmuştur. Bu dönemde Talat'ın herhangi bir yöne zorlandığını söyleyebilmeyi mümkün kılacak hiçbir veri elimizde bulunmuyor. Ankara ve Talat'ın gayet uyumlu hareket ettiği bir dönem söz konusu olmuştur. Hatta 50-60 yıllık kazanımların bir anda yok edilmesi anlamına gelen "tek devlet, tek temsiliyet ve tek vatandaşlık" kriterlerini kabul ettiğinde dahi Talat durdurulmamış, eleştirilmemiş aksine desteklenmiştir. Nitekim artık bu görevden ayrılmış Talat'ın da bu dönem için eleştirisi sadece müzakerelerdeki muhatabı Rum lider Hristofyas'a dönük olmuştur. Talat yarı yolda bırakılmışlık hissini sadece AKEL Genel Başkanı Hristofyas nedeniyle hissetmiş ve bu konudaki şaşkınlığını ve hayal kırıklığını da ifade etmiştir. Nitekim KKTC'deki yeni Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde o güne dek görüştükleri ve üzerinde uzlaştıkları noktaları garanti altına almak için bir metin hazırlamak bir yana ortak basın açıklamasına dahi muhatabını ikna edememiştir. Aksi gibi Hristofyas üzerinde uzlaşı sağlanan noktaların pek az olduğunu söyleyivermiştir. Bu dönemin Kıbrıs Türkü ve Türkiye'nin 'devlet politikası' açısından faydası, "ellerine güç geçirseler yani iktidara gelseler tüm kaderi değiştirip, Rumlarla yeniden tek devlet çatısı altında birleşebileceklerine inanan" ve açıkçası her zaman azınlıkta kalan kesimin çözümsüzlüğünün sebebinin gerçekte Rum devlet anlayışı olduğunu anlamasıdır. Derviş Eroğlu'nun Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonraki dönemde ise Ankara'nın Talat dönemi yaklaşımının sürdürüleceğini yapılan açıklamalarla uluslararası kamuoyuna vaat ettiği ve KKTC Yönetimi'ne de bir anlamda dikte ettiği düşüncesi ağır basmaktadır. 
Bu dönem için KKTC'de yapılan yorumların en çarpıcısı, "imzanın şahine attırılarak" oy tabanı çok daha geniş olan UBP'nin destekçilerinin de anlaşmayı kabul etmeme ihtimalinin ortadan kaldırılmak istendiği yönündeydi. 
Son dönemi Eroğlu'nun gerçekte müzakereleri sürdürmeyi çok da istemeyen bir duruşunun olduğu, sonuca inanmadığı ancak son dakikaya kadar görüşmeleri "istekli imiş gibi" sürdürdüğü ve süreci ileri taşımaya yarayacak yeni tekliflerle masaya oturduğu şeklinde özetleyebiliriz. Bu dönemin belirleyici olan yönlerinden biri, UBP'yi destekleyen medya ve basın organlarının ve yazarlarının Eroğlu döneminde müzakerelerin ayrıntılarına ilişkin eleştirilerinin belirgin şekilde azaldığıdır. 

Kısacası Talat döneminde Türkiye'nin Talat'ın istek ve önerilerine tabi olduğu bir algı; Eroğlu döneminde de tersine Eroğlu'nun Türkiye'nin istek ve planlarına tabi olduğu yönünde bir algı mevcuttur

Gerçekte ise hem bunlar hem tersi geçerli olsa gerek çünkü KKTC heyetleri ikinci bir müzakereyi bir anlamda Türkiye ile yürüterek rotayı birlikte hazırlamaya çalışmaktadır. Ancak kesin gibi gözüken her iki dönemde de "Türkiye'ye rağmen" herhangi bir adım atılmamaktadır. Sorunuzun "olması gereken" yanı ise KKTC'nin kendi kaderini tayin açısından daha fazla "tek başına karar verir" izlenimi vermesi gerektiğidir.

AFASAM: Türkiye Kıbrıs konusunda nasıl bir çözüm istemektedir? KKTC'nin bağımsız bir devlet olarak tanınması Türkiye'nin Kıbrıs üzerindeki etkisini azaltacak mıdır?

GÖZDE KILIÇ YAŞIN: Bu sorunun cevabı çok zor. Hatta cevabı yok dahi denilebilir. Aslında 2002'ye dek ilerleme sağlanamıyorsa da elde edilmiş hakların kaybedilmemesi yönünde bir politika izlenmekteydi. Uzun vadede ise pes eden taraf olmadıkça değişen konjonktürle birlikte kazanılacağını düşünenler vardı. Sonradan "statükoculuk" gibi gerçek durumu tam anlamıyla yansıtmayan bir terimle ifade edilen bu dönemde aslında özellikle rahmetli Denktaş'ın olağanüstü çabasıyla önemli kazanımlar elde edildiği, BM rapor ve kağıtlarına bunların yerleştirildiği ve sonraki görüşmeler açısından bağlayıcılık kazandıran yeni haklar ya da mevcut anayasal hakları -60 Anayasası- garanti altına alan bir hukuk yaratılmıştır. Denktaş'ın samimi niyetinin KKTC'nin tanınmışlığını sağlamak olduğu kesindir. 

Ancak 2002 sürecinde bir politika değişikliğine gidilmiş ve daha büyük kartlarla, daha büyük riskler alınarak daha büyük bir oyuna girişilmiştir. 

Bu dönemde 2004 referandumunda Türklerin yüzde 65 oranında "evet" demesiyle ise beklenen iyileşmenin sağlanamaması bir tarafa Annan'ın referandum sonuçlarına ilişkin raporunda da açık bir dille ifade ettiği "Kıbrıslı Türkler ayrı devlet kurma kararlılıklarından vazgeçmiştir" mealindeki yorum uluslararası kamuoyuna referandumun temel sonucu olarak lanse edilmiştir. 

Bu da aynı dönemde Kosova'nın bağımsızlık ile KKTC'nin durumu arasında benzerlik kuran açıklamaları bıçak gibi kesmiştir. Bu anlamda Türkiye'nin o daha büyük oyununun ilk aşamasında aslında önemli bir kayıp yaşandığı ancak telafi edilemez boyutta olmadığı söylenebilir.

2004'de her iki taraftan da çıkacak güçlü bir "hayır"ın iki devletli formülü zorlayacağına şüphe yok. 

Ancak bugün her halükarda yeniden önemli bir fırsat yakalanmıştır. Türkiye, müzakerelerin sonuçsuz devamını kabul etmeyeceğini çok güçlü bir şekilde ifade etti. Hem fırsatın avantaja çevrilmesi bakımından hem de Türkiye'nin bölgesel güç konumu nedeniyle "söylediğini yapan" devlet imajını güçlendirmesi açısından bu dönem çok önemli. Şahsi kanaatim Ankara'nın adım adım KKTC'nin varlığını güçlendirmek yönünde bir politika izleyeceği yönünde. Şu an bunun görünür adımları KKTC'nin –ancak Kuzey Kıbrıs nitelemesiyle- ekonomik anlamda güçlendirilmesi girişimleridir. Hem adaya borularla su taşınması, hem fiberkablolarla elektrik taşınması hem de petrol kuyuları ve petrol dolum tesisi inşası ile gerek altyapı gerekse de diğer alanlarda yapılan yatırım, verme kararı aldığınız bir yere yapılmaz. 

Öte yandan mülkiyet konusunun da adım adım çözülmekte olduğunu görüyoruz. Bu konuda yakın döneme dek mülkiyet sorunu büyük ölçüde Rum lehine çözülüyordu çünkü Rumlar AİHM'e gidiyordu

Şimdi ise eleştirilecek bazı yönleri olmakla birlikte KKTC'deki Taşınmaz Mal Komisyonu yoluyla mülkiyet sorunu büyük ölçüde çözülmektedir.Her ne kadar AİHM'in verdiği tazminat miktarlarından daha azına karar veriliyor olmasa da ve Türkiye'yi işgalci kabul eden AİHM kararlarını bertaraf etmiyorsa da Türk tarafının inisiyatifiyle ve takas formülünü de devreye sokarak bu en önemli sorun çözülmektedir. Nitekim iki kesim arasındaki birleşme olacaksa da bölünmüşlük kesinleşecekse de bu gerçekten de çözülmesi gereken bir sorundur. Bu sorun çözüldüğünde ise belki de müzakere edecek herhangi bir şey de kalmayacaktır. Maraş konusunda da önemli bir takım hazırlıklar gözlemlenmekte olduğunu ekleyerek sürecin doğru yönetilirse çağa aykırı şekilde birleşmeyi dayatan zihniyette değişim yaratılmasının mümkün olabileceği söyleyebiliriz. Bu noktada Türkiye'de görev yapmış eski bir ABD Büyükelçisi'nin 2007 tarihli bir makalesine atıf yapmak isterim.

Makalede Türkiye'ye Kuzey Kıbrıs'ın ekonomik olarak güçlendirilmesi ve ardından Türkiye'ye ilhak ve Rumlarla birleşmek dahil tüm seçenekleri içeren bir referandumun yapılması ve sonuçlarının da derhal BM'ye bildirilmesi öneriliyordu. 

Buna Mehmet Ali Talat'ın kendisiyle yaptığımız bir televizyon programında yine 2007'de kendisinin yaptırdığı bir kamuoyu yoklamasında iki ayrı devlet formülünü destekleyenlerin oranının yüzde 85'e ulaşmasını nasıl değerlendirdiğini sorduğumda "2004 referandumunda da bağımsızlık seçeneği bulunsaydı, o günde yüzde 85 oranında bu seçenek tercih edilirdi" sözünü ekliyorum. Dolayısıyla aslında şeker hazır ve un kavrulmuş, helva yapımının tamamlanmasına da az kalmış. Ancak bu yürünen yolun sonunda ismi değişmiş bir Kıbrıs Türk Devleti'nin söz konusu olabileceğini de eklemek gerekir.

KKTC'nin tanınması durumunda Türkiye'nin Kıbrıs üzerindeki etkisinin azalacağı yönündeki endişe geçmişten bu yana dile getirilir. Ancak bence İngiliz CommonWealth'İnden çok daha güçlü bir Türk Common Wealt'inin yaratılması durumunda sadece Kıbrıs Türklerinin değil Balkanlardan Kafkaslara ve belki daha da doğuya uzanan geniş bir alanda endişelerin tümünün fırsata çevrilmesi söz konusu olabilir. 

Burada kullanılacak diplomasi dili gerçekten de çok önemli, Kıbrıs Türkü'ne Türkiye'ye tabi küçük bir devletçik muamelesi yapıp, onun siyasi desteğeihtiyacı olduğunda ise umarsamazlık olarak adlandırılacak bir tutuma girilirse Azerbaycan-Türkiye ilişkilerinde olduğu gibi sorunlar, şüpheler, güven bunalımları ve aşamalı soğumalar yaşanabilir. 

Bunun ötesinde KKTC'nin tanınmasını sağlamakla Türkiye'nin Kıbrıs'ın genelinde sahip olduğu haklardan vazgeçmiş ve Ada'nın yarısını Yunanistan'a vermiş sayılacağını dile getiren kesimlerde bulunmaktadır. Ama bence kullanılamayan haklardansa deniz egemenlik alanlarınızı güvenceye alan yeni bir Türk devleti daha önemlidir. 
Her ne kadar Türkiye'nin Garantörlüğü kağıt üzerinde Kıbrıslı Türkler üzerinde değilse de Kıbrıslı Türklerin en başından bu yana Türkiye'nin bu adımını beklemekte olduğunu da buna ilave etmek gerekir.

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/balkanlar-ve-kibris-arastirmalari-merkezi/2012/09/25/6777/kibrista-neler-oluyor-2

..


Kıbrıs'ta Neler Oluyor? BÖLÜM 1




Kıbrıs'ta Neler Oluyor? BÖLÜM 1

Yazar: Gözde Kılıç Yaşın

Avro-Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi'nin 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Balkan ve Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Başkanı Gözde Kılıç Yaşın'la yaptığı söyleşinin ilk bölümüdür:


AFASAM Avrupa Birliği Bakanı ve Baş müzakareci Egemen Bağış'ın "Gerekirse Kıbrıs'ı Türkiye'ye bağlarız" açıklamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu söylem Türkiye'de ve Kıbrıs Türklerinde nasıl karşılandı? Kıbrıs Türklerinin bu söylemden sonra bakış açılarında bir değişme oldu mu sizce?

GÖZDE KILIÇ YAŞIN: Egemen Bağış'ın açıklaması, gerçekten de çok ciddi ve bir yanıyla riskli bir yanıyla büyük bir sorumluluk doğuran bir yanıyla da "eh nihayet!" olarak tanımlanabilecek bir açıklamaydı. Ancak biliyoruz ki bu açıklama, öncesinde ve sonrasında bazı adımları da gerektirir. Bu adımların atıldığına ilişkin herhangi bir emareden bahsetmek şimdilik mümkün değil. Kesin olan ise bu güne dek Türk tarafı aleyhine işleyen sürecin bundan sonra lehe dönüştürülmesi açısından önemli bir fırsat döneminin söz konusu olduğudur. Sırasıyla gidilirse bu açıklama bir ilhak anlamına gelmektedir. İlhak için uygun bir zeminin Kıbrıs'ta oluşturulduğu söylenemez.

Türkiye'nin Kıbrıs politikası bu anlamda soru işaretleriyle dolu ve dışarıdan bakıldığında1974 Mutlu Barış Harekatı'ndan sonra Türkiye, Kıbrıs'ta ne yapmak istediğini bilemiyor izlenimi oluşmaktadır. Uluslararası konferansların kulis arkalarında hep şöyle sözler duyarız: "Tamam Türkiye'yi destekleyelim ama ne istiyorsunuz; KKTC ilan edildi ama birleşmek üzere ilan edildiği açıklandı." Dolayısıyla esasen uluslararası konjonktür KKTC'nin ayrı bir devlet olarak tanınması için uygun bir dönemde ancak açıkça söylemek gerekirse en son dönem açısından 2003'den bu yana hem KKTC'den yükselen ses özellikle Batı'ya "Türkler Rumlarla aynı devlet çatısı altında yaşamak istiyor" şeklinde lanse ediliyor hem de Türkiye açıkça birleşmeyi desteklediğini deklare ediyor.
Şunu söylemek istiyorum, yaklaşık son 10 yıldır birleşmeyi zorlayan yeni bir uluslararası baskının bir parçası olmayı tercih eden Türkiye'nin bir anda "ilhak" seçeneğini gündeme getirmesi çok da "tutarlı" algılanmayacaktır. Ancak zaten Egemen Bağış ilhak seçeneğini, iki liderin uzlaşarak birleşeceği, uzlaşarak ayrılacağı ve iki devlet formülüne gidebileceği gibi iki seçeneğin yanında üçüncü bir opsiyon olarak kullanmıştır. Hatta açıklamasında "gönlümüzden geçen budur" ifadesiyle Ankara'nın tercihinin ve hedefinin iki devletin tek bir çatı altında birleşmesi, olduğunu vurgulamıştır. Bu nedenle de 10 yıllık yeni Kıbrıs yaklaşımında önemli bir değişim olmadığı ortadadır. Ancak aynı zamanda hükümet temsilcilerinin çeşitli zamanlarda Temmuz'a dek çözümün bulunmaması durumunda Türkiye'nin müzakerelerin belirsiz bir zaman takvimiyle sonsuza dek sürmesine izin vermeyeceği ve B Planı'nı devreye sokacağı açıklamaları, bana kalırsa sözünün arkasında durmayı gerektirecek ciddiyette yapılmıştır. Bu nedenle Bağış'ın açıklamasının üzerinden aylar geçmiş olmasına rağmen Türkiye'nin milad olarak belirlediği Temmuz ayına ulaşılmış olduğuna göre o gün ifade edilen tüm seçeneklerin artık masada sayılamayacağını –çünkü teorik olarak liderlerin uzlaşması beklentisi artık söz konusu değildir ve müzakerelere Türkiye'nin tanıdığı süre sona ermiştir- ancak ilhak seçeneğinin tartışılabilir olduğunu kabul etmek gerekir.
Türkiye'de açıklamaya tepki gösterenler liberal kesimde genel olarak Bağış'ın sözleri nedeniyle AB ile işlerin biraz daha zora gireceği yönündeydi. Daha milliyetçi olarak tarif edebileceğimiz kesimin de açıklamaya şüpheyle yaklaştığını söyleyebiliriz. Ancak gerçek anlamda tartışılmadığını, biraz duymazdan gelindiğini, açıklamayı tamamlayıcı adımların beklendiğini, bir yalanma ya da düzeltme geleceğinin düşünüldüğünü ifade edebiliriz.

Ancak açıklamanın tamamı zaten düzgün bir şekilde tüm seçeneklerin mümkün olabileceğini ifade etmekteydi ve Türkiye'nin bu seçeneklere eşit mesafede olmaktan ziyade "birleşme" formülüne yakın olduğunu belirtmekteydi. 

Ancak basında ilk defa bir yetkilinin ağzından yüksek sesle ifade edilmiş olması nedeniyle "ilhak" seçeneği ön plana çıkarıldı. Bu nedenle düzeltme yapılması gerekli olmayan bir açıklamada "seçmeli" ancak kısa bir tartışma söz konusu olmuştu. KKTC'de de aynı şekilde kısa ve şüpheli bir dalgalanma yarattığı ancak yine şüpheyle yaklaşıldığını gözlemledik.

Kimilerinin "ilhak" projesinin zaten Milli Selamet Partisi'nin ajandasında bulunan bir plan olduğunu ve yine aynı tabandan sayılabilecek biri tarafından yeniden gündeme getirildiğini söylediklerini gördük

Kimilerinin açıklamanın diğer noktalarına odaklandığını, kimilerinin ise "neden gerçekleşemeyeceğini" açıklamaya giriştiğini gördük. Bazı kesimler, açıklamanın Kıbrıslı Türkleri gerçek anlamda ilgilendiren bir yanı olmadığını ve müzakere sürecini hızlandırmak gayesiyle Rumları harekete geçirmek için bir nevi "sünnetçi korkutması" olduğunu ve gerçek niyeti ifade etmediğini dile getirdi. Kimilerine göre ise Kıbrıs raporunu hazırlamakta olan Ban Ki Moon'a bir mesaj gayesi güdülmekteydi. Ancak genel olarak bu seçeneğe ve yaklaşıma mesafeli durulduğunu söyleyebiliriz. Gerek Türkiye'de gerekse Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde bu açıklama üzerine tartışmalar çok da uzamamış ve sanki bıçakla kesilmiş gibi aniden durmuştur. 

Asıl önemli konu olan bu görüşün Egemen Bağış'ın kişisel görüşü mü yoksa Türkiye Hükümeti'nin üzerinde düşündüğü bir formül mü olduğu ve KKTC liderleriyle istişare edilip edilmediği gibi noktalar ise muallak kalmıştır. Bunun ötesini tarif edebilmek için bazı analizleri gündeme getirmek gerekir. 

Öncelikle 1974 sonrasında hiçbir dönemde Kıbrıslı Türklerin ilhak projesi için hazırlanmadığını, hep "en iyi ihtimal" olarak tanınmanın gündemde tutulduğunu ancak yıllar içerisinde bir nevi "öğrenilmiş çaresizlik" tutumunun halkın ruhuna işlediğini ve tanınmaya dair ümitlerin her geçen yıl azaldığını söylemek mümkün.

Dolayısıyla ilhak seçeneğine ilişkin zemin uluslararası kamuoyunda olduğu gibi Kıbrıslı Türkler arasında da yaratılmamıştır. Bu anlamda bir örnek kabilinde –arkasında her ne kadar farklı nedenler de bulunuyorsa da- trafikteki İngiliz sisteminin değiştirilmemesi, elektrik anahtarlarının hala İngiliz tipi üç girişli üretilmesi ve yeni binalarda da bu sistemin kullanılması, Post Office ibaresinin dahi değiştirilmemesini sayabiliriz. Yani eğer bir ilhak projesi gündemde ya da hiç değilse sumen altında tutuluyor olsaydı, eski dönemin bittiğini ve yeni dönemin vazgeçilmez olduğunu vurgulayacak ve ufak ayrıntılarda Türkiye ile aynılaştıracak değişikliklere gidilmesi bir yöntem olarak düşünülebilirdi. Bu ne rahmetli Denktaş dahil herhangi bir Kıbrıs lideri tarafından gerçekleştirilmiştir ne de Türkiye'deki yönetim tarafından herhangi bir dönemde istenilmiştir. Önemsiz bir ayrıntı gibi durmaktaysa da bana kalırsa önemli bir psikolojik unsurdur.

Kıbrıs Türkleri her daim kaderlerini Türkiye ile bir tutmuştur ancak aynı zamanda Rumlardan tamamen farklı oldukları bilinçlerini korurken Türkiye ile aynılaşmaktan da bir şekilde endişe duymuşlardır. 

Bunda pek çok etken söz konusu olabilir ama özellikle Türkiye'den oraya ilk yerleştirilen ya da yerleşen kesimlerin arasında düşük eğitim ve suça meyilli olmak gibi özellikler etkili olmuştur. Algılardan yola çıkarsak Türkiye'nin istemediği, bu nedenle çok da iyi olmayan kişilerin Kıbrıs'a gönderildiğine ilişkin bir düşünce belirleyici olmuştur. Bunun haricinde ada insanı olmanın getirdiği bir dış etkenlerden ve değiştirilmekten korunma, kendi kimliğini koruma gibi faktörler ve burada tamamının analizi mümkün olmayan farklı sebepler de bulunmaktadır. Ancak bu noktada "ilhak" seçeneğini olumsuz karşılayan ve istemeyen kesim dediğimizde, yerli Kıbrıslı Türkler ile 1974 sonrasında Ada'ya yerleşen ve artık"Kıbrıslı" olan Türklerin birbirine eşit oranda bu kesim içerisinde yer aldığını vurgulamak gerekir. Tıpkı Annan Planı referandumunda esasen Ada'dan atılacak ve asla "-Birleşik- Kıbrıs Cumhuriyeti" vatandaşı yapılmayacak olmalarına rağmen 1974 sonrası yerleşen Türklerin daha yüksek oranda "evet"i oylaması gibi bir durum söz konusudur. Bu nedenle de "ilhak" seçeneğini hayata geçirecek bir kitleden neden bahsedilemeyeceğini izah edebilmek için çok daha derinlikli sosyolojik ve psikolojik analizlerin siyasi analizleri desteklemesi gerekir.

Yine konuyu netleştirmek adına belirtmek gerekir ki, Türkiye'yi her koşulda tek seçenek ve vazgeçilmez hami olarak gören ve Türkiye'ye canı gönülden bağlı olan kesimler için dahi –ki bu kesimin oranı UBP, DP ve birkaç küçük partinin oy toplamına eşit sayılabilir ve bu da bu partilerin en kötü günlerinde yine de yüzde 55'i aşar- ayrı bir devlet olarak "tanınma", ilhak'tan yeğdir. 

Son dönemde Türkiye'deki hükümetten gelen Kıbrıs Türklerini tabiri caizse aşağılayan ifadelerin de bu tercihe yönelecek olanların oranını arttırdığı kesindir.
İlhak seçeneğinden bahsedip de uluslararası hukuktaki yerinden bahsetmemek olmaz. Bu noktada öncelikle belirtilmesi gereken Garantörlük Anlaşması'nın Türkiye'yi Kıbrıslı Türklere karşı değil esasen -lafzi okumada- Kıbrıs Cumhuriyeti'nin devamını sağlamak konusunda yükümlendirdiğidir. 

Bunun anlamı Türkiye'nin Garantörlük Hakkı ile elde ettiği yeni bir düzen kurma hakkı değil, Londra ve Zürih Anlaşmaları'nın yarattığı devletin ayakta kalmasını sağlama yükümlülüğüdür. 

BU anlamda Türkiye'nin "ilhak"tan bahsetmesi, Garantörlük Hakkı'nı zedeleyen bir yaklaşımdır ve zaten Garantörlük Hakkı'nın tamamen kaldırılmasını ön koşul olarak dayatan Rum Kesimi'nin ekmeğine de yağ sürmektedir. Ancak hemen belirtilmeli ki bir anlamda İsmet İnönü'nün ifade ettiği "Yeni bir dünya kurulur Türkiye de orada yerini alır" sözündeki gibi bir dönem söz konusudur ve bu nedenle zaten Türkiye'nin üye olmadığı bir birliğe Rumların girmesiyle, İsrail'le petrol aramasıyla, Fransa'ya üs sözü vermesiyle, Doğu Akdeniz ülkeleriyle imzaladığı Münhasır Ekonomik Bölge anlaşmalarıyla ve en başında Türklere dönük delilli soykırım girişimiyle delik deşik yapılmış Londra ve Zürih Anlaşmalarından doğan yükümlülüklerin de askıya alınabileceğini düşünmek mümkün. Burada ise Kendi Kaderini Tayin Hakkı'nın devreye girmesi zaten her koşulda kaçınılmazdır ve bu anlamda KKTC'deki zeminin "ilhak" sonucuna hazır olmaması, bu seçeneği devre dışı bırakacaktır.

Eklemek isterim ki, ayrı bir devlet olarak tanınma için gereken her türlü girişimin, isteniyorsa ilhak için koşulların ve en önemlisi bunları hayata geçirmek adına Kendi Kaderini Tayin Hakkı referandumunun Kıbrıslı Türklerce yapılması, kesinlikle daha etkili sonuçlar getirecektir. Uluslararası hukukun her zaman adil işlemeyen açmazlarına takılmamak adına Türkiye'nin de tercihini bu yönde kullanması akıllıca olacaktır. Tıpkı Kosova-Arnavutluk ilişkisi gibi bir ilişkiden bahsediyorum ve Türkiye'nin bu adımları Kıbrıslı Türklerin kendilerine bırakmasının ya da en azından böyle bir izlenimin yaratılmasının daha doğru olacağını düşünüyorum. Nitekim Kıbrıs'ta bunun savaşını vermeye hazır ancak Türkiye'yi çiğnemek istemeyen ve Türkiye'nin –kendilerince- anlaşılmayan planlarını sekteye uğratmak istemeyen ciddi bir kesimin var olduğu da kesindir.
Jack Straw'ın Bağış'ın açıklamasından bir gün önce "Herhangi bir ilerleme yokluğunda uluslararası toplum adada kuzey ve güney olarak bölünmeyi desteklemeli"yönündeki sözleri de mutlaka bir anlam dahilinde dikkate alınmalı. Ancak bu açıklamalarda Rumları müzakereye zorlama niyetinin bulunma ihtimali de göz ardı edilmemeli. Ancak açıklamaların gerçek niyet ve hedefi her ne olursa olsun gelinen noktada özellikle uluslararası konjonktürün yeni şekillenmesinin KKTC'nin tanınmasını kolaylaştıran pek çok faktörü içerdiğinin de unutulmaması gerektiğini vurgulamak isterim.

Her türlü seçenek için ise esas olan iradedir. Bu irade de kuşkusuz Kıbrıslı Türklerin iradesi olacaktır. 

Ancak açıklamayı bütünlüklü değerlendirmek gerekirse Türkiye'nin şu anda ilhak seçeneği gibi bir alternatif üzerinde çalışmadığı kanısındayım. Ankara'nın B Planı'nı devreye soktuğunu söylemek için de henüz erken ancak kesin olan birleşmenin gerçekleşmediği noktada Türkiye'nin "devlet politikası" olarak tercih edeceği yön, KKTC'nin varlığını -belki Kuzey Kıbrıs gibi yeni bir isimle- pekiştirmek olacaktır.

AFASAM: Türkiye'nin Avrupa Birliği üyelik sürecinde Kıbrıs çok önemli bir konumda yer almıştır. Size göre son dönem Türk Dış Politikasını göz önüne alarak değerlendirdiğimizde bundan sonraki süreçte dış politikada Kıbrısın yeri nasıl bir konumda olacaktır?


GÖZDE KILIÇ YAŞIN: 

Türkiye'nin AB üyelik sürecinde Kıbrıs'ın önemli bir yeri olduğu bir aldatmacaydı. Bugün zaten anlaşılıyor ki Türkiye'nin AB politikası da aslında üye yapılmayacağının bilinciyle Batı'dan kopmadan ve Gümrük Birliği Anlaşması'ndan doğan ancak alınamayan hakları mümkün mertebe işler kılmak noktasındadır. Kıbrıs'In bu konuda bir bahane olduğu o dönemde de çok yazılıp-çizilmişti ve ben Kıbrıs meselesinin AB'nin istekleri doğrultusunda çözüldüğünde Türkiye'nin AB üyelik sürecinin kolaylaşacağına inandığını söyleyenlerin o dönemde de bunun hiç de böyle olmadığını bildiğini düşünüyorum. Hani gerçekten buna inanıyorlardıysa da şimdi Almanya ve Fransa'nın tavrı başta olmak üzere işin hiç de öyle olmadığını ispatlayan pek çok delille artık "bahane" sözcüğünün anlamını öğrendikleri kesin.

AB ile ilişkiler zaten uzun süre önce dondu ve canlandırmak da faydasız gibi görünüyor. Kesin olan Kıbrıs'ın gerçek bir engel olmadığı. 

Türk Dış Politikası'nın ise Orta Doğu'ya ve özel olarak Suriye'ye odaklandığını gözlemlemek mümkün. Ancak Kıbrıs'ın yeni dönemde önemsizleştiğini söylemek imkansız. Aksine Kıbrıs bu politikaların ağırlık noktasıdır. Çünkü Suriye meselesi de dahil olmak üzere Ortadoğu'nun yeniden şekillenmesinde Doğu Akdeniz egemenlik paylaşımı savaşının payı reddedilemez. Kıbrıs devreden çıkması ise Türkiye'nin Doğu Akdeniz egemenlik mücadelesinde önemli bir dayanağının ayağının altından çekilmesi demektir. 

Daha açık bir ifadeyle Doğu Akdeniz'de istikrarı hedefliyorsak ve özellikle deniz egemenlik haklarımızı heba etmek istemiyorsak Birleşik Kıbrıs için müzakereleri zorlamanın bir mantığı bulunmuyor. Özellikle 2003'de tırmandırılan ve destekleyenlerce de eleştirenlerce de zaman zaman "ver-kurtul" ibaresiyle özetlenen Kıbrıs/KKTC yaklaşımı bugünün koşullarına son derece uyumsuz görünüyor. Aynı şekilde, aynı dönemde Mehmet Ali Talat'ın dillendirdiği "Kıbrıs'ın hiçbir stratejik önemi yok" ifadesinin yanlışlığı da anlamamakta en çok direnenlerce de artık net şekilde görülüyor.
Vurgulamak isterim ki Kıbrıs, çevresinde petrol ve doğalgaz yatakları bulunmasaydı da Türkiye için önemlidir. Ancak bugün sadece enerji kaynakları bakımından değil Orta Doğu'nun yeniden şekillendirilmesi ve Doğu Akdeniz paylaşımı savaşında "en uzun sahildar devlet olan Türkiye'nin" denize çıkışının baki kalması bakımından da Kıbrıs'taki Türk varlığının önemi açıktır. 

Türkiye gibi "bölgesel güç" olduğundan bahsedilen bir devletin öncelikle deniz egemenlik sahalarındaki haklarını koruyabilmesi beklenir ve bu da KKTC'nin kaderi ile son derece ilişkilidir. 

Ankara'nın da bunun bilincinde olduğu kesin. Gerek petrol dolum tesisleri inşası gerek açılan iki adet petrol kuyusu gerek Kıbrıs-Türkiye arasındaki sahada yapılan sismik çalışmalar gerekse de Başbakan Erdoğan'ın 2011'deki Mutlu Barış Harekatı kutlamaları için yaptığı KKTC ziyaretinde ifade ettiği "Bundan sonra Karpaz, Güzelyurt ve Maraş"ın verilmesi söz konusu değildir, o Annan Planı'nda kaldı" açıklaması ve bu açıklamanın gerçek ve samimi bir ifade olduğunu ispatlarcasına Güzelyurt ve Karpaz'da yapılan yatırımlar ve Maraş'taki Türk Vakıf mallarına ilişkin arka plan çalışmaları bu bilincin tezahürüdür. Dolayısıyla yeni kargaşa döneminde Türk Dış Politikası'nda Kıbrıs'ın önemi düne göre daha da artmıştır. Şahsi kanaatim –belki de iyimser bir beklentidir- Kıbrıs'ın yüzeyde müzakere söylemi olsa da derinde müzakere harici konularla ele alınacağı ancak bunların yüksek sesle ifade edilmeyeceği ve bundan sonra zamanın Kıbrıs Türkü lehine de işleyeceği yönündedir. Burada ayrıntılarından bahsetmenin uygun olmayacağını düşündüğüm bazı gelişmelerin de kanaatimi desteklediğini söylemekle yetinmek isterim.


Ropörtaj:  2 Cİ  BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR

http://afasam.org/tr/featured/21-yuzyil-turkiye-enstitusu-kibris-uzmani-gozde-kilic-yasin-ile-kibris-uzerine-roportaj-/


..