Bilgi Edinme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bilgi Edinme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Aralık 2019 Pazartesi

İNSAN HAKLARININ EVRENSELLİĞİ,

 İNSAN HAKLARININ EVRENSELLİĞİ,




İnsan hakları, insanların ait oldukları gruplara, özelliklerine ve diğer ayırt edici taraflarına bakılmaksızın sırf insan olmaları sebebiyle tanınmış olan haklardır. İnsan haklarından yararlanmada insan olma özelliğinden başka bir özellik aranmaması, insan haklarının bütün insanlara tanınmış olması insan haklarının evrensel olduğunu gösterir. İnsan hakları en üstün ahlâkî haklar oldukları, siyasî hayatın temel yapı taşı oldukları ve siyasî uygulamaların düzenleyicisi anlamına geldiklerinden diğer ahlâkî, hukukî ve siyasî taleplerden önce gelirler. İnsan haklarının bu boyutu, insan haklarının ahlâkî evrenselliğini oluşturur.30

İnsan haklarının sırf insan olmaktan kaynaklanan evrensel olma vasfından başka bir evrensellik özelliği daha bulunmaktadır. Bu evrensellik insan hakları standartlarının uluslararası insan hakları sözleşmelerinde yer alması ve bunların dünyanın birçok ülkesi tarafından kabul edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda uluslararası alanda insan hakları ihlâlleri suçlaması, en ağır suçlamalar arasında yer almaktadır.31 İnsan haklarının uluslararası alandaki sahip olduğu evrenselliğe, uluslararası normatif evrensellik denilmektedir. İnsan hakları ile ilgili uluslararası sözleşmelerin ülkelerin iç hukukunda doğrudan etkili olması insan haklarının evrenselliğinin bir sonucudur. Hatta daha ileri gidilerek insan hakları ile ilgili uluslararası sözleşmeler ile iç hukuk arasında çatışma çıkması durumunda sözleşmenin dikkate alınacağının düzenlenmesi insan hakların evrenselleşmesinde ileri bir noktayı göstermektedir. Bu bağlamda 07.05.2004 tarihli ve 5170 sayılı yasa ile 1982 Anayasasında ‘Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma’ başlıklı 90. maddede yapılan değişiklikle usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek 
uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümlerinin esas alınacağının düzenlenmesi, insan haklarının evrenselliğinin dikkate alındığının bir göstergesidir. 

İnsan haklarının evrenselliği hakkında yöneltilen eleştirilerin temel noktası, insan haklarının Batı kökenli olmasından kaynaklanmaktadır. İnsan haklarının Batı kültüründen kaynaklanması sebebiyle evrensel olarak kabul edilemeyeceği, bunu kabul etmenin Batı kültürünün diğer kültürlerden üstün olduğunu kabul etmek olduğu düşüncesi ileri sürülmüştür. Ayrıca Batılı olan değerlerin dayatma ile yükümlülük olarak yüklenemeyeceği belirtilmiştir. İnsan haklarının evrenselliğine yönelik eleştiriler genellikle Post-Modernistler, Marksistler ve İslamcılar tarafından ileri sürülmüştür. 

İnsan haklarının evrensel olarak kabul edilmesi, uygulamadan kaynaklanan sebeplerle eleştirilmektedir. Britanya Güvenlik Kuvvetleri’nin 1971 yılında Kuzey İrlanda’da kullandığı ‘sorgulamaya yardımcı beş teknik’ olarak bilinen sorgu teknikleri, 1976 yılında Avrupa Komisyonunda işkence teknikleri olarak kabul edilirken, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından 1978 yılında bunların işkence oluşturacak yoğunlukta görülmemesi, insanlık dışı ve aşağılayıcı muamele olarak tespit edilmesi, insan haklarının uygulamada nasıl farklı 
şekilde değerlendirildiğine örnektir. Bu durum insan haklarının evrensel olduğu düşüncesinin kabulünü zorlaştırmaktadır. Ve haklı olarak uygulama söz konusu olduğunda farklılığın kaçınılmaz olduğu ileri sürülmüştür.32

İnsan haklarıyla ilgili uluslararası ve bölgesel kuruluşların varlığı insan haklarının evrenselliğini sağlamlaştırmaktadır. Ancak bu kuruluşların etki alanının geniş olması sonucu yorum ve görüşlerinde olumsuza kayan değişme olduğunda insan haklarının evrenselliğine zarar verdiği de bir gerçektir. Bölgesel koruma mekanizmalarından en güçlüsü olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin başörtüsü hakkında vermiş olduğu kararın gerekçesinde insan haklarının evrenselliğine zarar verici argümanların kullanılması eleştiri konusu olmuştur. 
Kaldı ki Mahkemenin kullandığı argümanların birçoğunun ülkemizde resmî ideoloji olarak benimsenmektedir. Bu durum, Batı’nın insan haklarını evrensel bir değer olarak kabul ettikten sonra yerel şartları dikkate aldığının ve kendi içerisinde ikileme düştüğünün göstergesi olarak ileri sürülmüştür.33

İnsan hakları alanında farklı anlayış ve uygulamalar olsa da bunlar, insan haklarının evrenselliği anlayışına zarar vermemelidir. Bazı insan haklarının biçim ve yorumunda kültürlere bağlı olarak sınırlı bazı değişikliklerin zorunlu olabileceği, ancak insan haklarının ahlâkî evrenselliği konusundaki ısrarın olması gerektiği yerinde olarak ifade edilmiştir.34

İnsan haklarının hiçbir ülkenin iç sorunu olarak görülmemesi, tüm dünya ülkelerinin insan haklarının korunmasına ve gelişmesine katkı sağlaması ve hatta bazılarının dış politikalarında da insan haklarını baz almaları insan haklarının evrenselliğinin hayata geçirilmesi yönündeki önemli adımlardandır. Ayrıca insan haklarının korunması geliştirilmesi alanında ulusal sivil toplum örgütlerinin yanı sıra Uluslararası Af Örgütü, Helsinki Yurttaşlar Derneği, İnsan Hakları İzleme Örgütü gibi uluslararası faaliyet gösteren sivil toplum örgütlerinin varlığı insan haklarının evrenselliğine katkı sağlamaktadır. 

İnsan haklarının evrenselliği bağlamında insan haklarına tanınan yüksek ahlâkî nitelik, pozitif hukuku düzeltici ve tamamlayıcı işlevlerinde görülmektedir. Anayasa Mahkemesinin mecburî hizmet borcunu yerine getirmeyen kimseye cezayı ödeme yükümünden ayrı olarak bir de özgürlüğü kısıtlayıcı ceza verilmesini “bilinen uygar ülkelerdeki hukuk ve insanlık anlayışına aykırı olduğu” gerekçesiyle iptal etmesi bu bağlamda değerlendirilmektedir.35 

Anayasa Mahkemesinin iç mevzuatta olmayan bir kuralı genel insan haklarından hareketle ölçü norm kabul etmesi insan haklarının uluslararası normatif evrenselliğine güzel bir örnek oluşturmaktadır. 

İNSAN HAKLARININ BÖLÜNMEZLİĞİ ,

İnsan haklarının bölünmezliği, haklar arasında bir hukukî hiyerarşi ilişkisi olmadığı, özellikle ekonomik sosyal ve kültürel haklar sağlanmadan medenî ve siyasî hakların tam manasıyla kullanımının mümkün olmadığı ve hakların hepsinin bir bütün olduğu anlamına gelir. Birleşmiş Milletler tarafından 22 Nisan-13 Mayıs 1968 tarihlerinde düzenlenen ilk Dünya İnsan Hakları Konferansı sonundan yayınlanan Tahran Bildirgesi’nin 13. maddesinde insan hakları ve temel özgürlüklerin bölünmez olması sebebiyle, ekonomik, sosyal ve kültürel 
haklardan yararlanma olmadan medenî ve siyasî hakların tam olarak gerçekleştirilmesinin imkansız olduğu ve insan haklarının uygulanmasında görülen kalıcı başarılar, ulusal ve uluslararası ekonomik ve sosyal ilerleme politikalarının üzerinde bırakılan baskı ve etkiye bağlı olduğu belirtilmiştir.36 Ayrıca yine Birleşmiş Milletlerce 14-25 Haziran 1993 tarihlerinde Viyana’da düzenlenen Dünya İnsan Hakları Konferansı sonunda yayınlanan Viyana Bildirisi ve Etkinlik Programı’nın 5. maddesinde tüm insan haklarının evrensel, 
bölünmez, birbirine bağlı ve birbiriyle ilişkili olduğu, uluslararası topluluğun aynı düzlemde ve aynı vurguyla global olarak adil ve eşit şekilde insan haklarını uygulaması; ulusal ve bölgesel özellikler ile değişik tarihî, kültürel ve dinî arka planların zihinde olması gerektiği, devletlerin görevinin, siyasî, ekonomik ve kültürel sistemlerine bakılmaksızın tüm insan hakları ve temel özgürlükleri geliştirmek ve korumak olduğu kabul edilmiştir.37

Medenî ve siyasî haklar ile ekonomik, sosyal ve kültürel haklar ayrı bir tarihsel evrimin sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Bu durum insan haklarının devamlı olarak değişme ve gelişme gösterdiğinin kanıtıdır. Ancak bu ikili ayrımın yanıltıcı olabileceği, kaba ve titiz olmayan bir ayrım olduğu ve iki kategorinin birbirinin karşıtı olduğu gibi düşündürmesinin olası olduğu ileri sürülmüştür.38

İnsan haklarının her biri insanlık onurunu temsil eder. İnsan haklarının bölünmezliği ilkesi doğrultusunda bu hakların birinin diğerinden önce gelmesi söz konusu olmamalıdır. 
Çünkü insan hakları birbirinden bağımsız olmayıp birbirleriyle karşılıklı bağımlılık içindedirler ve bunların insan onurunu temsil etmeleri sebebiyle bölünmeleri mümkün değildir. Ancak insan haklarından bazılarının diğerlerinden daha önemli olduğu uygulamada gözden kaçmamaktadır. Bu durum diğer insan haklarının önemsiz olduğu, tanınmasalar da olacağı anlamına gelmemektedir. İdeal olan mutlak koruma, insan haklarının tamamının tanınmasıdır.39

İnsan hakları her ne kadar birinci, ikinci ve üçüncü kuşak haklar olarak ayrılsa da bu yapılan ayrım, tarihsel sürecin bir sonucu olup öğretici amaçlıdır. Bundan dolayı birinci kuşak hakların, ikinci ve üçüncü kuşak haklardan ve ikinci kuşak hakların üçüncü kuşak haklardan üstün olması mümkün değildir. Örneğin meydana gelen bir çevre felâketi duruma göre birinci kuşak haklardan daha önemli nitelik arz edebilir. Ayrıca bunlar arasında üstünlük derecesi kabul edilse bile, hakların tamamı sağlanmadan insan haklarının sağlandığı iddia edilemez. 
İnsan haklarını, değişik anlayışlar doğrultusunda haklardan birine indirgemek mümkün değildir. Bu bağlamda insan hakları ile doğrudan ilgili olan özgürlük kavramının özünde ve cevherinde tek olduğu ve monizmin özgürlüğün başlıca niteliği olduğu haklı olarak belirtilmiştir.40

Olağanüstü rejimlerde bazı hakların kısıtlanabileceğinin düzenlenmesi kamu düzeni zorunluluğundan kaynaklanmaktadır. Psikoloji biliminde olağanüstü durumlarda maddî ihtiyaçlarla manevî ihtiyaçlar karşılaştığında genel olarak maddî ihtiyaçların daha üstün gelmesinde olduğu gibi insan haklarında da olağanüstü bir durum olduğunda yaşamsal hakların ön plana çıkması insan doğasının sonucudur. Bundan dolayı hukuk düzenleri bu gibi durumlarda bile bazı hakların ihlâl edilemeyeceğini düzenlemişlerdir. Çekirdek alan olarak 
ifade edilen bu durum Anayasanın ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 15. maddelerinde düzenlenmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 15. maddesinde temel hak ve özgürlüklerin askıya alınacağı kabul edilmekle birlikte bazı temel hak ve hürriyetlere dokunulamayacağı düzenlenmiştir. Bunlar; hayat hakkı, kişi hürriyeti ve güvenliği, düşünce ve ifade hürriyeti, din ve vicdan hürriyeti, işkence ve küçültücü muamele yasağı, kölelik ve zorla çalıştırma yasağı, ceza kanunlarının geriye yürümezliği ve suç ve cezaların kanunîliği 
gibi haklardır. Bunlar, genellikle çekirdek alan veya hakların sert çekirdeği olarak ifade edilmektedir. 

İnsan haklarının bölünmezliği ilkesine evrenselliği ilkesine olduğu gibi Asya, Afrika ve Orta Doğu’dan eleştiriler gelmiştir. İnsan haklarının evrenselliğine karşı ileri sürülen argümanlar insan haklarının bütünlüğüne karşı da ortaya atılmıştır. Tarihî ve kültürel şartlardan dolayı farklı bir insan hakları anlayışının Asya ve Afrika’ya esnek ve adapte edilebilir olarak uygulamaya konmak istenmesi kendi içerisinde sorunları da beraberinde getirmektedir. Şöyle ki farklı insan hakları anlayışının uygulamaya konması demokratik yönetimden uzak bu bölgelerdeki rejimlerin insan hakları adına değişik ihlâlleri gizlemesine ve mazur göstermesi ne yol açmaktadır. Bu rejimlerden birçoğunda göstermelik seçimlerin 
yapılması, hatta rejim isimlerinin cumhuriyet veya demokrasi olması bu tehlikeyi açıkça gözler önüne sermektedir. Kaldı ki insan her yerde insandır. İnsanların değişik yerlerde olmaları bazı haklardan mahrum kalmalarına sebep olmamalıdır. İşkence her yerde siyasî, sosyal, dinî ve etnik kökeni ne olursa olsun insana acı vermektedir. Ayrıca farklı insan hakları anlayışına az da olsa müsaade edilmesi, söz konusu rejimlerin çözülmelerine engel olup totaliter, teokratik ve oligarşik yönetimlerin ekmeğine yağ sürülmesi anlamına gelebilir. 

İnsan haklarının bölünmezliğini kabul etmemenin tehlikelerinden biri de bir hakkın güç sahipleri tarafından daha önemli görülerek diğer hakların ihmal edilmesi ya da görmezden gelinmesidir. Özellikle sermaye sahipleri kendi özgürlüklerini güvence altına aldıktan sonra, klasik argümanları diğer halk kesimlerinin yükselişini engellemek amacıyla kullanmışlardır. 

ABD mahkemelerinin sözleşme özgürlüğünü sendikalara karşı çıkmak ve iş kanunlarını engellemek amacıyla kullanmaları bu duruma örnektir.41

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

30 DONNELLY, age., s. 11. 
31 DONNELLY, age., s. 11. 
32 Antonio CASSESE, Human Rights In A Changing World, Polity Press, Roma, 1990, s. 50. 
33 Ahmet OKUMUŞ, “Avrupa’nın ‘hicabı’: İnsan Hakları”, Zaman Gazetesi (16.09.2004). 
34 DONNELLY, age., s. 135. 
35 Tekin AKILLIOĞLU, İnsan Hakları I Kavram, Kaynaklar ve Koruma Sistemleri, A.Ü.S.B.F. İnsan Hakları Merkezi Yayınları No: 17, Ankara, 1995, s. 3. 
36 University of Minnesota, Human Rights Library, “Proclamation of Teheran, Final Act of the International Conference on Human Rights, Teheran, 22 April to 13 May 1968, U.N. Doc. A/CONF. 32/41 at 3 (1968)”, 
(Erişim Tarihi:22.09.2004) http://www1.umn.edu/humanrts/instree/l2ptichr.htm. 
37 University of Minnesota, Human Rights Library, “Vienna Declaration and Programme of Action, World Conference on Human Rights, Vienna, 14-25 June 1993, U.N. Doc. A/CONF.157/24 (Part I) at 20 (1993)”, 
(Erişim Tarihi:22.09.2004) http://www1.umn.edu/humanrts/instree/l1viedec.html. 
38 DONNELLY, age., s. 38; ALGAN, agm., s. 152. 
39 GÖZLÜGÖL, age., s. 37. 
40 KAPANİ, age., s. 7. 
41 DONNELLY, age., s. 39. 

***

İNSAN HAKLARININ SINIFLANDIRILMASI,

İNSAN HAKLARININ SINIFLANDIRILMASI, 



    İnsan haklarının devamlı gelişim içerisinde olması ister istemez değişik 
sınıflandırmalar yapılmasına sebep olmuştur. İnsan haklarını sınıflandırma çabaları insan hakları tarihi ile benzerlik taşımaktadır. İnsan haklarının sınıflandırması denildiğinde akla ilk gelen George Jellinek’tir. Jellinek insan haklarını üç gruba ayırarak tahlil etmiştir: 

1. Negatif statü hakları (Pasif statü hakları, geleneksel hak ve özgürlükler, koruyucu haklar) 
2. Pozitif statü hakları (İsteme hakları) 
3. Aktif statü hakları (Katılma hakları) 

    Negatif statü haklarında devletin bireye müdahâle etmemesi, onu engellememesi veya etki altında tutmaması ön plana çıkmaktadır. Devlet bu hakların tanınmasında bir eylemde bulunma, bir şey yapma yükümlülüğünde değildir. Aksine bireye müdahâle etmemesi gerekmektedir. Birey devlet karşısında devlet tarafından aşılamayacak ve dokunulamayacak 
özel alanı olan haklara sahiptir.16 Birey devlet karşısında adeta ‘Gölge etme, başka ihsan istemem.’ demektedir. 

Pozitif statü haklarında devlet negatif statü haklarında olduğu gibi negatif edim 
borcunda olmayıp; devletin bir edimi yerine getirmesi, vatandaş yararına hak doğrultusunda bir davranışta bulunması gerekmektedir. Devletin eğitim hakkını yerine getirmesi için gerekli imkanları sağlaması, sağlık hakkı için gerekli personel ile araç ve gereç temininde olduğu gibi devletin bu hak grubunda bir edimde bulunması gerekmektedir. 

Aktif statü haklarında devlet bireylerin devlet yönetimine katılmasını sağlamalıdır. 
Bunun için siyasî görüş ve düşüncelerini açıklama, örgütlenme, seçme ve seçilme gibi yollarla bireylerin devlet yönetiminde söz sahibi olmasını sağlayan siyasî hakları, devletin tesis etmesi gerekmektedir. 

İnsan hakları kolaylık sağlamak amacıyla sınıflandırılsa da bu hakları birbirinden ayrı düşünemeyiz. İnsanın tam manasıyla hür olabilmesi için bu hakların hepsine sahip olması gerekir. Pozitif statü haklarının kişiye tanınması sosyal güvenlik hakkını sağlayabilirken kişiyi gerçek anlamda hür kılmaz.17

Bu klasik ayrım dışında insan hakları öznelerine, sınırlandırılmalarına, olağan ve 
olağanüstü rejimlere göre sınıflandırmalara tâbi tutulmaktadır.18 Ancak günümüzde insan hakları genel olarak kuşaklara ayrılarak incelenmektedir. 

A- Birinci Kuşak Haklar 

Orta Çağ Avrupa’sında düzen eşitsizlik üzerine kuruluydu. Aristokrasi diğer sınıflara göre üstün ve hakim konumdaydı. Ticaret ve teknolojinin gelişmesi sanat erbabı bir sınıfı ortaya çıkarmıştır. Sanat erbabı sınıf burjuvazi olarak bilinmektedir. Ticarî ilişkilerin insanlar arası ilişkileri geliştirmesi yeni ticaret alanlarının keşfedilmesini sağlamıştır. Ticaret hayatının gelişmesini feodal düzenin kısıtlaması, aristokrasi ile burjuvazi arasında eşitlik ve özgürlük 
savaşlarının çıkmasına, krallıklarının kurulmasına ve sonrasında ulus devletlerin oluşmasına sebep olmuştur. Burjuvazinin aristokrasiye karşı verdiği bu mücadele Amerikan ve Fransız İnsan Hakları Bildirilerinde yer alan klasik hakların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Burjuva değeri olarak ortaya çıkan klasik hak ve özgürlükler günümüzün anlayışı ile evrenselleşerek birinci kuşak hakları ortaya çıkarmıştır. 

İlk bakışta bu hak grubu Jellinek’in sınıflandırmasındaki negatif statü ve aktif statü haklarına karşılık gelir gibi görünmektedir. Mahiyet itibariyle büyük bir benzerlik olmakla birlikte devletin edimleri burada sadece müdahâle etmeme olarak kalmamaktadır. Örneğin devletin işkence yasağını hayat geçirebilmesi için personeli almada itina göstermesi, personeli denetlemesi, personele eğitim imkanları sağlaması ve mağdurlara güvenceler getirmesi gerekmektedir. 
Bu sebeple Jellinek’in sınıflandırması ile kuşaklara göre ayrımın bire bir 
örtüştüğü söylenemez. 

Birinci kuşak haklar liberal düşünceye dayanmaktadır. Bireyin sınırsızca istediğini yapabilmesi, girişim özgürlüğüne müdahâle edilmemesi esastır. Bu tür haklar, pratikte karşımıza kapitalizmin ünlü sloganı ‘Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.’ olarak çıkmaktadır. Eşitlik, kişi özgürlüğü ve güvenliği, yaşam hakkı, vücut dokunulmazlığı, işkence ve kötü muamele yasağı, ifade özgürlüğü, din özgürlüğü, konut dokunulmazlığı, mülkiyet hakkı, dernek kurma hakkı, toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı, adil yargılanma hakkı, seçme ve seçilme hakkı ve kamu hizmetine girme hakkı birinci kuşak hakların belli başlılarıdır. 
Bu haklar 1982 Anayasasının ikinci kısmının ikinci ve dördüncü bölümlerinde yer 
almaktadır. 

B- İkinci Kuşak Haklar 

Ekonomik, sosyal ve kültürel haklar olarak bilinen ikinci kuşak haklar, işçi sınıfının mücadelesiyle ortaya çıkmıştır. Liberal iktisadî düşüncede, her arzın kendi talebini yaratması ve üretim ile tüketimde krizlere yer verilmemesi ilkeleri doğrultusunda sorunların ortaya çıkmayacağı öngörülmüştür. Ancak üretim veya tüketimin herhangi bir aşamasında meydana gelen krizler liberal iktisadî düşüncenin tam anlamıyla uygulanabilir olmasını engellemiştir. Ayrıca insanların sadece kâr güdüsü ile hareket etmeleri sonucu işçi sınıfının aşırı derecede 
ezilmesi ve sömürülmesi ikinci kuşak hakların ortaya çıkmasını sağlamıştır. 

Sanayi devrimi ile birlikte köyden kente göç olması, kentlerde bir işçi sınıfının 
oluşması ve kapitalizmin dişlilerine bırakılan işçilerin gününün tamamını fabrikada geçirmesi bir gerçeklik olarak ortaya çıkmıştır. 1848 İhtilali ve Marksist düşünce bu hakların kabulü için ilk ve önemli adımlar olmuştur. 1848 Fransız Anayasası ikinci kuşak hakların pozitif hukuka geçmesi açısından önemli bir belge niteliğindedir.19

I. Dünya Savaşı sonrası sosyal ve ekonomik haklar savaşın iktisadî zorluklarının da etkisiyle anayasalara girmeye başlamıştır. Yaşanan zorluklar klasik hak ve özgürlüklerin yeterli olmadığını ortaya koymuş ve sonunda haklar listesinin genişlemesini sağlamıştır. Kronolojik olarak önce Meksika Birleşik Devletleri Anayasası, ardından 1919 tarihli Alman Cumhuriyeti (Weimar) Anayasasında sosyal ve ekonomik haklar yer almıştır.20

1929’da yaşanan ekonomik kriz artık liberal ekonomi teorilerinin iflas ettiğinin 
göstergesiydi. Ardından yaşanan II. Dünya Savaşı insanları yaşam şartları açısından aşırı derecede zorlamıştır. Ayrıca II. Dünya Savaşını müteakiben soğuk savaş döneminin başlaması Batılı devletlerin sosyalist akımları önlemek amacıyla sosyal ve ekonomik haklara daha çok önem vermesine sebep olmuştur. Sosyal ve ekonomik hakların artık hemen hemen bütün anayasalarda yer alması II. Dünya Savaşı sonrasında meydana gelmiştir. 

Gerçek bir özgür düzenin kurulabilmesi için insanların klasik haklara sahip olmasının yanında yoksulluk ve sefaletten kurtulması ve insanca bir hayat tarzına ulaşması fikri kabul görmüştür. ABD Başkanı Franklin Delano Roosevelt’in “Bütün İnsanlar İçin Dört Hürriyet” adlı konuşmasında sayılan dört haktan birinin yoksulluktan kurtulma hürriyeti olması bu kuşaktaki hakların önemini açık bir şekilde göstermektedir. 

Eğitim ve öğrenim hakkı, çalışma ve sözleşme özgürlüğü, sendika hakkı, grev ve toplu sözleşme hakkı, dinlenme hakkı, sosyal güvenlik hakkı, sağlık ve konut hakkı ikinci kuşak haklardan olup Anayasanın ikinci kısmının üçüncü bölümünde yer almaktadır. 

C- Üçüncü Kuşak Haklar 

Son zamanlarda dayanışma hakları olarak bilinen üçüncü kuşak haklar ortaya 
atılmıştır. Bu haklar gerçekleşmesi devletin sınırlarını aşan bir insanlık dayanışması gerektirmesi sebebiyle dayanışma hakları olarak bilinmektedir. 21 Bu tür hakların insan hakları olup olmadığı tartışılmaya devam etmektedir. 

Bilimsel ve teknik ilerlemelerin faydaları kadar zararlarının ortaya çıkması ve bu 
zararların sadece bir devlet tarafından değil; dünya devletleri tarafından ortadan kaldırılabilecek olması bu haklara kendi özgünlüğünü kazandırmıştır. Nükleer silahların insanlığı tehdit etmesi, dünyanın neresinde olursa olsun meydan gelen bir çevre felâketinin bağımsız nitelikte olmaması, dayanışma hakları için herkesin ortak çabasının gerekliliğini ortaya koymuştur.22

Dayanışma haklarının niteliği insan hakkı olarak kabul edilmesini zorlaştırmaktadır. İnsan haklarının öznesi insanken dayanışma haklarında öznenin insan olup olmadığı yönündeki eleştiriler bu hak grubunda sıkıntılara neden olmaktadır. Kollektif varlıklar, insan olmadığından irade sahibi olmayıp ve dolayısıyla ahlâkîlik ve rasyonellik vasıflarına haiz değillerdir. Bu sebeple insan hakları ile kollektif hakları bir görmek tutarsızlık olur.23 

Ayrıca üçüncü kuşak hakların amaçlarının büyük ve belirsiz olmasının resmî günahların örtbas edilmeleri için kullanılmalarına elverişli olduğu gerekçesiyle de karşı çıkılmıştır.24

Üçüncü kuşak haklar eleştirilerin yöneltildiği gibi klasik haklardan farklı bir mahiyet arz etmektedir. Ancak kanımca bu durum bu hakların insan hakları olma özelliğini ortadan kaldırmaz. Şöyle ki hakların birbirinden farklı özellikte olabileceğini kabul etmemek insan haklarının önündeki engellerden biridir. Sosyal ve ekonomik haklar da klasik haklardan farklı nitelikler taşımaktadır. Bu durum sosyal hakların insan hakları olma durumunu ortadan kaldırmadığı gibi dayanışma haklarının da farklı özellikler taşıması insan hakkı olma durumunu ortadan kaldırmaz. Her ne kadar ilk bakışta teorik sorunlar var gibi görünse de 
kollektif hakları nihaî olarak insan haklarından ayrı düşünemeyiz. Örneğin meydana gelebilecek bir çevre felâketi artık global bir nitelik arz etmekte olup sadece günümüzü değil, gelecek insanların yaşam hakkını ihlâl eder vaziyettedir. Aksini bir an düşündüğümüzde global bir koruma sağlamayan hatta gelecek insan haklarını ihlâl edecek veya ortadan kaldıracak bir insan hakları anlayışını nasıl kabul edebiliriz? İnsan haklarının devamlı gelişme ve değişme içinde olması gerçeği insan haklarının öznesi kavramına zaman yönünden yeni bir 
boyut kazandırmıştır.25 Subjektif hakta bulunan unsurların bulunmaması sebebiyle bu hakların dışarıda bırakılmasının düşünülemeyeceği ve subjektif hakkın ölçütlerinin yeniden gözden geçirilmesi gerektiği haklı olarak ileri sürülmüştür.26 Ayrıca dayanışma haklarının soyut talepler olmadığı, öznelerinin, konularının ve muhataplarının büyük ölçüde belirlenebilir olduğu ve bunların kişi, toplum ve devlet ilişkilerinin yeniden tanımlanması bağlamında yorumlanması gerektiği ifade edilmiştir.27

Üçüncü kuşak haklar II. Dünya Savaşı sonrasında iletişim ve teknolojide gelen 
gelişmelerle birlikte özellikle sömürgeden yeni kurtulan üçüncü dünya devletlerinin baskısı sonucu, insan haklarının uluslararasılaşmasına katkı sağlayan haklar olarak ortaya çıkmışlardır. Bu haklardan dördü özgün bir şekilde 1982 yılında “Dayanışma Haklarına İlişkin Uluslararası Üçüncü Pakt Ön Tasarası”nda yer almıştır.28 Bu haklar şunlardır: Barış hakkı, gelişme hakkı, çevre hakkı, insanlığın ortak mal varlığına saygı hakkı. 

Üçüncü kuşak haklardan sadece çevre hakkı 1982 Anayasasının 56. Maddesinde 
düzenlenmiştir. Bu maddedeki düzenlemede çevre hakkı, sağlık hizmetleri ile 
ilişkilendirilerek formüle edilmiştir. Çevre hakkının düzenleme şekli karşılaştır malı anayasa hukuku verilerine bakıldığında, düzenleme üç yönden eksiktir. Düzenlemede devletin ödevleri somut olarak belirtilmemiş, vatandaşlara başvuru imkanı tanınmamış, şekli belirtilmemiş ve yaptırım öngörülmemiştir.29

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

16 KAPANİ, age., s. 6. 
17 KAPANİ, age., s. 7. 
18 İsmet GİRİTLİ, Hasan Atilla, Günümüzde İnsan Hakları, Der Yayınları, İstanbul, 2002, s. 20. 
19 KAPANİ, age., s. 53. 
20 KAPANİ, age., s. 55. 
21 ERDOĞAN, age., s. 143. 
22 GİRİTLİ, GÜNGÖR, age., s. 26. 
23 ERDOĞAN, age., 144. 
24 DONNELY, age., s. 156. 
25 İbrahim Ö. KABOĞLU, Özgürlükler Hukuku, İmge Kitabevi, 6. Baskı, Ankara, 2002, s. 534; Üçüncü kuşak 
hakların özneleri konusunda bkz. Bülent ALGAN, “Rethinking ‘Third Generation’ Human Rights”, Ankara 
Law Review, Vol. 1, No 1, Summer 2004, s. 136-150. 
26 Silvio MARCUS-HELMOS, “İnsan Haklarında Yeni Gelişmeler”, Uluslararası Anayasa Hukuku Kurultayı, Türkiye Barolar Birliği Yayınları, Ankara, 2001, s. 160. 
27 İbrahim Ö. KABOĞLU, “Dayanışma Haklarının Hukuksal Değeri (Soyut Talepler mi, İnsan Hakları mı?)”, İnsan Hakları Yıllığı, TODAİE Yayınları, Ankara, 1992, C. 13, s. 47-8. 
28 KABOĞLU, age., s. 529. 
29 KABOĞLU, age., s. 538. 


***

İNSAN HAKLARININ TEMELİ

İNSAN HAKLARININ TEMELİ 




İnsan hakları sırf insan olmaktan kaynaklanan haklarsa, insan haklarının temeli ya da kökeni de sadece insan olma durumu, insan doğası veya insanlıktır. Nasıl hukukî hakların kaynağı hukuk, sözleşmeden kaynaklanan hakların kaynağı sözleşme ise insan haklarının temeli, kaynağı, mevcudiyet sebebi insandır. 10 

İnsan haklarının temelinin insan olması insanın saygıdeğer, üstün, onur sahibi, 
düşünce yeteneği olan bir varlık olmasından kaynaklanmaktadır. Bu değerlerin hepsini özetleyen insan onuru kavramı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi gibi birçok insan haklarıyla ilgili sözleşmede yer almıştır. 

İnsan hakları tarihi adeta insan haklarının temelinin, insan olma durumunun kabulü mücadelesidir. İlk Çağlardan bu yana süren mücadelede insan olmanın kabulü büyük rol oynamıştır. Özgür – köle, kadın – erkek mücadelesi bu durumu kanıtlar niteliktedir. 

İnsan haklarının temeline dayanak oluşturmada iki görüş ortaya atılmıştır. Bunlardan biri doğal hukuk, diğeri ise insan doğası anlayışıdır. 

Doğal hukuk anlayışının kökeni eski Yunan dönemine kadar gider. Eski Yunan’daki doğal hukuk anlayışı günümüz doğal hukuk anlayışının nüvesi mahiyetindedir. Bu nüve yüzyıllar boyunca gelişip değişerek günümüzdeki doğal hukuk anlayışının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Eski Yunan’daki doğal hukuk anlayışı ve bu konudaki yorumlar Orta Çağ Hristiyan ve İslam dünyasında da etkili olmuştur.11

Doğal hukuk anlayışının ortaya atılmasının temel nedeni, yaşanan haksızlıklar sonucu meydana gelen adalet arayışı ve anlayışıdır. Siyasî yönetimler çoğu zaman kendi menfaatleri doğrultusunda hareket etmişlerdir. Bu durum kendilerinin yararına olurken insanların birçoğunun zararına, haklarının ihlâl edilmesine sebep olmuştur. İnsanların yaşadıkları ihlâller, kısıtlamalar hayatı çekilmez hâle getirmiştir. Bundan dolayı devamlı adaletin tesis edilmiş olduğu bir ortamın varlığı arzu edilmiştir. Bu özelliği sebebiyle doğal hukuk anlayışı 
olanı değil, olması gerekeni belirtir. 

Orta Çağda doğal hukuk anlayışı Hristiyanlığın doğuşuyla kısmî gelişme göstermiştir. Dinlerin getirdiği ilkeler doğrultusunda insanların hak ve özgürlüklere sahip olması ve bu hakları devlete karşı ileri sürebilmeleri devletin mutlak iktidarına sınırlama getirmesi sebebiyle insan haklarına katkı sağlamıştır.12 

İlk Hristiyanların Roma İmparatorluğu’na karşı mücadele etmeleri ve yaşam tarzlarında sevgiyi esas almaları doğal hukuk anlayışını güçlendirirken sonraları Hristiyanların siyasî gücü elde etmeleri ve kilisenin hakların önüne 
bir engel olarak ortaya çıkması bu gelişimi baltalamıştır. İslamiyette ise İslam hukukunun Müslümanlara haklar tanıması ve bu hakları devlete karşı ileri sürmeleri insan haklarına bir nebze katkı sağlarken sonraları İslam hukukunun hak ve özgürlükler önünde değişmez kurallar olarak ortaya konması insan haklarının gelişimini engellemiştir. 

Doğal hukuk anlayışı günümüzdeki anlamıyla 17. ve 18. yüzyıl Avrupasında ortaya konulmuştur. Bu yüzyıllarda Aydınlanma Dönemi yazarları, ilk defa sistemli bir şekilde insan haklarının en üstün ahlâkî talepler olduğunu ve devlet başta olmak üzere herkesin bu haklara saygı göstermesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Bu dönemin ünlü doğal hukukçuları John Locke, Jean Jack Rousseau ve Hobbes’tur. 

Doğal hukuk anlayışına göre insanlar yaratılışını izleyen evrelerde birbirlerinden ayrı ve tek başlarına yaşıyorlardı. Bu dönemde insanlar eşit ve özgür olup doğal bir hâlde yaşamlarını devam ettiriyorlardı. Nüfusun artması insanların bir birlerine yakınlaşmasını, sosyal temasta bulunmalarını sağlamıştır. İnsanların bir araya gelmeleri bir düzen oluşturma ve tabiat karşısında güçlükleri aşma fikrini ortaya çıkarmıştır. İnsanlar bir araya gelerek toplum ve devleti oluşturmuşlardır. Bu oluşumda insanlar sahip oldukları sınırsız özgürlüklerin bir kısmını devlete devretmişlerdir. Bunun karşılığında toplum içinde yaşama ve kendi haklarının güvencesine kavuşmuşlardır. İnsanlar düzen oluşturma fikrine bir toplum 
sözleşmesi ile kavuşmuşlardır. İnsanların haklarının bir kısmını devlete devretmemesi hakların niteliğinden kaynaklanmakta olup bu hakların devlete devredilemeyeceği, devletin bu haklara saygı göstermesi ve bağlı olması anlayışı doğal hakları ortaya çıkarmıştır. Doğal haklar doğal hukukun bir parçasıdır. Bu temellendirmeler doğrultusunda doğal hakların dört önemli özelliği bulunmaktadır: 

1. Doğal haklar insanın doğuştan sahip olduğu devredilmez ve vazgeçilmez haklardır. Doğal haklar insanın insan olma özelliğinden kaynaklandığın dan, reddedilmesi insan olmanın reddedilmesi anlamına gelir. 

2. Doğal haklar toplum ve devletten önce de var olduklarından siyasî düzenin eseri veya sonucu değildir. 

3. Doğal haklar mutlaktır. Bu sebeple herhangi bir düşünce veya gerekçe ile engellenmesi düşünülemez. 

4. Doğal haklar evrenseldir. Evrensellik özelliğinin sonucu olarak zaman ve mekana bağlı olmaksızın herkes bu haklara sahiptir.13

Doğal hukuk anlayışının adaletin mutlak standardı olması tabiatı itibariyle olanı değil, olması gerekeni ifade ettiği belirtilmişti. Günümüzde doğal hukuk anlayışının eriştiği son nokta hukuk devleti anlayışıdır. Siyasî iktidarların serbestlik içinde bulunması yüzyıllar boyunca kendilerinin sınırlandırılmadığını ya da çok az sınırlandırıldığını göstermektedir. Adaletin gerçekleşmesi amacıyla yapılan mücadeleler siyasî iktidarın sınırlanmasıyla sonuçlanmış ve hukuk devleti anlayışının ortaya çıkmasını sağlamıştır. 

Doğal hukuk anlayışı, 17. ve 18. yüzyılda baskı rejimlerine karşı mücadelede önemli başarılar kazanmıştır. Ancak doğal hukuk anlayışında insanların toplumsal sözleşme öncesinde tabiat hâlinde yaşamaları fikri gerçeklikten uzaktır. Bu sebeple doğal hukuk anlayışı özellikle pozitivist hukukçuların ağır eleştirilerine maruz kalmıştır. Ayrıca doğal hukuk anlayışının meşrulaştırmada kullanılması kurumun yıpranmasına yol açmıştır. 

Esas itibariyle iyi olan bir kavram, her ne kadar kötüye kullanılırsa kullanılsın, yıpranması sebebiyle onun terk edilmesini haklı göstermez.14

İnsan haklarını gerçekçi bir temele oturtma düşüncesi insan doğası kavramını ortaya çıkarmıştır. İnsan doğası anlayışı Fransız İhtilali’nden sonra ortaya atılmış olup, insan haklarının temelini insan doğasına bağlamaktadır. 

İnsan haklarının doğası genellikle insanın ihtiyaçları ile açıklanmaya çalışılmıştır. Bu görüşe göre insan doğası, ihtiyaçlara dayanır. Ancak insan ihtiyaçları nesnel olarak tespit edilemediği gibi, bu kavram insan doğası gibi üzerinde tam bir mutabakatın olmadığı bir içerik taşımaktadır. 

İhtiyaçlar denildiğinde akla ilk gelen insanın maddî ihtiyaçları olan yaşamını idame ettirmesine imkan sağlayan geçim ve güvenliktir. Bu ihtiyaçların aynısının hayvanlarda da olması ve insanın manevî yönünün de bulunması ihtiyaçları sadece maddî ihtiyaçlar ile tanımlamayı zorlaştırmaktadır. İnsanın ihtiyaçların dan manevî olanları, insanın insan olarak belirmesini sağladıklarından ihtiyaçlardan da manevî olanların insan doğasını belirlemede ele alınması gerekir. Bundan dolayıdır ki insan doğasından bahsedildiğinde insanın manevî 
doğası anlaşılmaktadır. İnsan hakları uluslararası insan hakları sözleşmelerinde belirtildiği gibi insan onurundan kaynaklanmaktadır. Bu açıdan insan onurunun ayakta kalmasına imkan tanıyan ihtiyaçlar insan doğasını daha iyi açıklamakta dır. İnsan hakları ihlâlleri insanın insanlığını inkar eder, yoksa ihtiyaçlarını gidermesine her zaman mâni olmaz. Bundan dolayı insan haklarının doğası maddî gereklerden veya sağlık gereklerinden değil; onurlu bir hayat istemesi ve insana özgü bir değerinin olmasından kaynaklanmaktadır.15


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

10 Jack DONNELY, Teoride ve Uygulamada İnsan Hakları, (Çev.: Mustafa Erdoğan – Levent Korkut), Yetkin Yayınları, Ankara, 1989, s. 27. 
11 Mustafa ERDOĞAN, Anayasal Demokrasi, Siyasal Kitabevi, 4. Baskı, Ankara, 2001, s. 127. 
12 Anıl ÇEÇEN, İnsan Hakları, Selvi Yayınları, Ankara, 1990, s. 37. 
13 Oktay UYGUN, “İnsan Hakları Kuramı”, İnsan Hakları, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2000, s. 17. 
14 Mithat SANCAR, “Hukukun Oluşturulmasında İnsan Haklarının Rolü ya da İnsan Hakları ile Pozitif 
Hukuk Arasındaki İlişki”, 50 Yıllık Deneyimlerin Işığında Türkiye’de ve Dünyada İnsan Hakları, Hacettepe 
Üniversitesi İnsan Hakları ve Felsefesi Uygulama ve Araştırma Merkezi, Ankara, 1999, s. 316. 
15 DONNELY, age., s. 27.


***

İNSAN HAKLARI,

İNSAN HAKLARI,




GİRİŞ 

İnsan hakları kişiye sadece insan olması sebebiyle tanınan vazgeçilmez, devredilmez, bölünmez ve evrensel haklardır. İnsan haklarının tanınmasında en önemli değer insandır. İnsanı esas alması insan haklarını diğer ahlakî taleplerden üstün kılmaktadır. Diğer bir deyişle insan haklarının üstünlüğü, insan haklarının diğer tüm haklardan öncelikli olmasıdır. İnsan haklarının üstünlüğü bağlamında insan hakları mücadelesi tarihe yön vermiştir. İnsan haklarının dinamik yapısı insan haklarının devamlı olarak gelişmesini sağlamıştır. İnsan haklarının bu özelliği, olması gerekeni hedef göstererek pozitif hukuku yönlendirmiştir. Bundan dolayı insan hakları “hukukun hukuku” olma, pozitif hukuk 
karşısında ölçüt olma, “devlet üstü” ve “tabii hukuk” olma iddiasındadır.1

İnsan haklarının ilk nüvelerine Eski Yunan’da rastlanır. Eski Yunan’da görece özgür bir düşünce ve siyasî ortamın mevcudiyeti insan haklarının ortaya çıkmasını sağlamıştır. 
İlk ve Orta Çağda insan haklarının bayraktarlığını semavî dinler yapmışlardır. Semavî din önderlerinin başlangıçta kurulu düzene karşı çıkmaları ve zulme maruz kalmaları hak ve adalet kavramlarına anlam kazandırmıştır. Ancak dinlerin kurulu düzeni ele geçirmeleriyle hak ve adalet talepleri son bulmuş ve insan hakları ihlâlleri teokratik bir kılıfa bürünmüştür. 
İlk ve Orta Çağ teokratik meşruiyet temeline dayalı kralların hükmettiği dönemler olmuş, bu dönemlerde insan hakları hep söylendiği üzere adeta Orta Çağ karanlığına çekilmiştir. 

Birleşik Krallık’ta ekonomik temelli başlayan insan hakları talepleri, tedricen insan haklarının günümüzdeki anlamını bulmasına doğru yönelmiştir. Magna Carta, Haklar Dilekçesi ve Hakları Bildirisi’yle insan hakları korunması gereken bir değer olarak hukuk düzenine girmiştir. Tarihte ilk defa insan hakları lehine bölünmez, tek, sınırsız ve sorumsuz iktidar sınırlandırılmıştır. Bu gelişme insan haklarının kabul edilip gerçekleşebilmesi için iktidarın sınırlandırılmasının bir gereklilik olduğunu açıkça göstermiştir. Adadaki bu özgürlük kıvılcımı başta Birleşik Devletler olmak üzere dünyanın diğer alanlarına da sıçramıştır. 

Kara Avrupa’sında katı mutlakıyet rejimlerinin burjuvazinin özgürlük alanını kısıtlaması 1789 Fransız İhtilâli ile neticelenmiştir. İhtilâl, özgürlük ateşi ve milliyetçiliği dalga dalga yaymıştır. Avrupa’daki kurulu düzenler parçalanarak ulus devlerin doğduğu yeni bir siyasî düzen kurulmuştur. Ulus devletlerin kurulmasını müteakiben insan haklarının tanındığı hızlı bir anayasallaşma süreci başlamıştır. 

I. ve II. Dünya Savaşları savaşların içyüzünü tüm çıplaklığı ile ortaya koymuştur. Özellikle II. Dünya Savaşından sonra savaşların yıkıcı sonuçlarının önlenmesi amacı, devletleri çözüm aramaya sevk etmiştir. 1945 yılında Birleşmiş Milletlerin kurulmasıyla uluslararası barış ve güven ortamının sağlanması esas alınarak insan haklarının korunması hedeflenmiştir. Böylece hem insan hakları uluslar arası bir nitelik kazanmış hem de insan haklarının uluslar arası korunmasının önü açılmıştır. 

II. Dünya Savaşına kadar insan hakların gerçekleşmesi için hukuken insan haklarının tanınması yeterli görülmekteydi. Parlamentolar özellikle II. Dünya Savaşına kadar insan haklarının koruyucusuy du lar. Millet iradesinin yanılarak geri dönülmez felâketlere neden olması insan haklarının korunması anlayışı ile sonuçlanmıştır. İnsan hakları fikri içten dışa doğruyken insan haklarının korunması fikri dıştan içe doğru gerçekleşmiştir. İnsan haklarının uluslar arası korunması bağlamında BM’nin yanı sıra Avrupa Konseyi gibi çeşitli 
örgütlenmeler meydana gelmiştir. 

İnsan haklarının korunmasında uluslar arası koruma tali olup esas olan ulusal korumadır. Modern devlet aygıtı yasama, yargı ve yürütmeden oluşmaktadır. İnsan haklarının korunması bunlardan yargının görev alanı içerisindedir. Bağımsız ve tarafsız bir yargı sisteminin tesis edilememesi sebebiyle kâmil manada insan haklarının korunması gerçekleştirilememiştir. 

İnsan hakların tanınması kabulünü de zorunlu kılmaktadır. Modern devletlerde yürütme erkinin insan haklarını tarihte görülmemiş şekilde ihlâl edecek konumda olması, insan haklarının korunmasının sadece yargı ile sağlanmasının mümkün olmadığı anlayışı ile sonuçlanmıştır. Bu bağlamda yasama ve yürütme erkleri içinde insan haklarının korunması amacıyla çeşitli kurum ve birimler oluşturulmuştur. 

Devletin en başta gelen görevi insan haklarının korunmasını sağlamaktır. Bu bağlamda tezde insan haklarının korunması amacıyla devlet mekanizması içerisinde oluşturulmuş kurumlar ele alınmıştır. 

Tez dört bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde insan hakları kavramı, insan haklarının sınıflandırılması, temeli, evrenselliği, bölünmezliği, dünyada ve ülkemizde insan haklarının tarihi gelişimi, insan haklarını koruma ve ulusal insan haklarını koruma mekanizmaları işlenmiştir. Bu bölümde insan hakları kavramından insan haklarının korunmasına nasıl gelindiği ve insan haklarının korunmasının gerekliliği teorik bağlamda ele alınarak genel bir çerçeve çizilmiştir. 

Teorik çerçevenin belirlenmesinin ardından insan haklarını korumaya yönelik mekanizmalar yasama, yürütme ve yargı içerisinde sistematik olarak değerlendirilmiştir. İkinci bölümde yasamanın insan haklarını koruması bağlamında klasik parlamenter denetim yollarına, İnsan Haklarını İnceleme Komisyonuna, Dilekçe Komisyonuna, Meclis Başkanı, komisyonlar ve siyasî partilerin rolüne değinilmiştir. 

Üçüncü bölümde yürütmenin insan haklarını koruması ele alınmıştır. İnsan hakları ihlâlleri genelde yürütmeden kaynaklanmakla birlikte buna paradoks oluşturacak şekilde yürütme içerisinde insan haklarını korumaya yönelik kurumsallaşmaya gidilmiştir. İlk olarak insan haklarının yürütmeye karşı korunması ve yürütmenin insan haklarını koruması irdelenmiştir. Ardından yürütme içerisinde oluşturulan insan hakları kurum veya birimleri sistematik olarak işlenmiştir. Amaçlarına göre yürütme içerisindeki insan hakları 
kurumsallaşması insan haklarını koruma mekanizmaları, insan hakları birimleri, insan haklarını araştırma ve inceleme birimleri ve kurulması planlanmış veya planlanmakta olan insan hakları birimleri şeklinde dörtlü bir yapı içerisinde işlenmiştir. 

Son olarak dördüncü bölümde yargının insan haklarını koruması konu edinilmiştir. Yargının insan haklarını korumasına değinildikten sonra muhtemelen ülkemize özgü olan insan haklarının yargıya karşı korunması ve ardından yargı dallarının insan haklarını koruması ele alınmıştır. 

Ülkemizde insan haklarının korunması yıllardır istikrarlı bir şekilde sağlanamamıştır. Sivil-asker ilişkilerindeki sorunlar darbeler ile sonuçlanarak insan hakları ihlâlleri nin önü alınmaz hâle gelmiştir. Avrupa Birliği’ne katılım süreciyle birlikte insan haklarının korunması başat konulardan biri olmuştur. İnsan haklarının korunması bağlamında kurumsal yapının ele 
alındığı tez insan haklarının kurumsallaşmasını bütünsel olarak değerlendirmektedir. 


İNSAN HAKLARI 

 İNSAN HAKLARI KAVRAMI, 

İnsan hakları kavramı günümüzün popüler ifadelerinden biridir. Kavramın popüler kullanımı yanında kavramda devamlılık unsurunun bulunması insan haklarını tanımlamayı güçleştirmektedir. Tanımlamanın kısıtlamayı da barındırması durumu daha da zorlaştırmaktadır. Kavramın çok yönlülüğü ve tanımlamada karşılaşılan zorluklar kavramın belirsiz olmasından değil; aksine çok yönlü olmasından kaynaklanmaktadır. Bundan dolayı insan hakları, dinî inanç, felsefî düşünce, dünya görüşü ve yaşam tarzının bir yansıması ve 
sonucu olarak değişen ve gelişen bir nitelik taşımaktadır.2

İnsan hakları ifadesinin geçtiği yerlerde hak ve özgürlüklerden bahsedilmektedir. Hak ve özgürlük kavramlarına açıklık getirildiğinde insan haklarının tanımı kolaylaşacaktır. Bu sebeple sırasıyla hak ve özgürlüğün neyi ifade ettiği irdelenecektir. 

Hak, “bir şeyi yapmak veya başkalarının belirli bir davranışta bulunmasını ya da belirli bir davranıştan kaçınmasını istemek yetkisi” anlamına gelmektedir. Bir şeyin hak olabilmesi için hukuk düzeni tarafından tanınması gerekir. Bundan dolayı hak, hukukî manada hukuk düzeni tarafından tanınmış bir yetkidir. Hak kavramını büyük hukukçulardan ARSAL(1880-1957) şu şekilde tanımlamıştır: “Hak, hukuk düzenince tanınmış, sınırı, konusu, kullanılma şekil ve koşulları gösterilmiş, yararlanılması toplumca sağlanmış özgürlüklerdir.”3 Bir hakkın mevcudiyetinden bahsedebilmek için dört koşulun bulunması gerekmektedir: 

1. Hakkın açık bir biçimde tanımlanması, 
2. Haktan yararlanacak olanların belli olması, 
3. Hakka saygı gösterecek ya da riayet edecek organın belirli olması, 
4. Hakkın konusuna ilişkin ihtilaf çıktığında çözüm mercilerinin belirlenmiş olması. Yapılan hak tanımları ayrıntılı olmasa da bu dört unsuru içermektedir. 

Özgürlük bir diğer adıyla hürriyet kelimesi siyasî yönü de olduğundan hak kelimesinden daha fazla tanımlanmasına girişilmiş ve tartışmalara sebep olmuştur. 
Özgürlüğü Türk Dil Kurumu şu şekilde tanımlamıştır: 

“1. Herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu, serbestî. 
2. Her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi iradesine, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi durumu.”4 

Bu tanımda özgürlük serbestîyi içine alan geniş bir şekilde tanımlanmıştır. 
Kavramı sözlük anlamıyla ifade etmek kolay gibi görünse de üzerinde sayısız tanımlamaların yapılması tam tanımını yapmayı sadece zorlaştırmakla kalmayıp imkansızlaştırmaktadır. 
Bundan dolayı Montesquieu bu durumu yüzyıllar öncesinde veciz bir şekilde ifade etmiştir: “Hiçbir kelime yoktur ki, hürriyet kelimesi kadar kendisine değişik anlamlar verilmiş ve düşüncelere çeşitli biçimlerde yansımış olsun.”5

Yüzlerce yapılan bunlar gibi tanımlama çabası kavramın bütün yönlerini etraflıca 
içeren tanıma kavuşmasını sağlayamamıştır. Abraham Lincoln bu durumu “Dünya hiçbir zaman hürriyet kelimesinin iyi bir tarifine kavuşamamıştır.” şeklinde ifade etmiştir.6 

Bu durum aşırı derecede tanımlama çabasının başarıya ulaşmasının mümkün olmadığını göstermektedir. İnsan yaşadığı sürece özgürlük gelişen şartlara ve durumlara göre tanımlanmaya devam edecektir. Özgürlüğün bu özelliği, özgürlüğü ölümsüzleştirmektedir. 

Ülkemizde özgürlük 1924 Anayasasında doğal hukuktan esinlenilerek 1789 İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirgesinde formüle edilmiş şekliyle tanımlanmıştır. 
Buna göre özgürlük, başkasına zarar vermeyecek her şeyi yapabilmektir.7 

Klasik tanımlar günümüzdeki sosyal devlet anlayışıyla bağdaşmamaktadır. Yoksulluk ve sefalet içerisinde olan birinin kimseye zararı dokunmadan gezmesi, vitrin önlerinde seyretmesi, acaba bu kişiyi ne kadar özgür kılar 8

Hak ve özgürlük arasındaki ilişkiye geldiğimizde durum biraz daha karmaşık hâle gelmektedir. Özgürlüğün de bir hak olduğu konusunda büyük ölçüde fikir birliği vardır. Çoğu zaman bu kelimeler birbiri yerine kullanılmaktadır. Ancak hak kavramı özgürlükten daha geniş bir anlamı ifade eder. Özgürlük genel olarak serbestîyi ifade etmekle birlikte hak kavramı sadece davranış serbestîsini değil; aynı zamanda devletten ve toplumdan kimi taleplerde bulunmayı da kapsar.9 Anayasalarımızda hak ve özgürlük(hürriyet) kelimeleri çoğu yerde yan yana veya madde başlığı özgürlük; maddenin içeriği hak olarak düzenlenmiştir. 
Bu durum kavram karmaşasına sebep olmaktadır. 

Özgürlük hak kavramıyla, hak da hukuk kuralıyla anlam kazanır. Bunları birbirinden bağımsız düşünmek imkansızdır. Bu kavramlarla birlikte insan haklarını nasıl ifade edeceğimiz konusu önem arz etmektedir. Özgürlük başkasına zarar vermemek şartıyla istediğini yapabilmek olarak tanımlandı. 

Kişi bu özgürlükten yararlanarak yaşamına veya beden bütünlüğüne zarar verebilecek midir? Bu soruyu sorduğumuzda karşımıza insan hakları 
çıkmaktadır. Bu kavramla birlikte hak ve özgürlük kavramları felsefî birer kavram olmaktan çıkarak somut birer anlama bürünmüşlerdir. İnsanın onur ve haklar yönünde özgür olduğu, ırk, renk, cinsiyet, dil, din ve felsefî düşünce bakımından tüm temel hak ve özgürlüklerden yararlanmada ayrımsız olarak eşit bulundukları ilk kez Fransız İhtilâli ile eylem safhasına geçmiştir. 

İnsan hakları, kişinin sırf insan olmasından kaynaklanan dokunulmaz, vazgeçilmez ve devredilmez haklar bütününden oluşmaktadır. İnsan haklarından yararlanmak için sadece insan olmak yeterlidir. Bu durum insan haklarının evrenselliğinden kaynaklanmaktadır. Diğer bir deyişle, insan hakları her yer ve zamanda tüm insanlar için geçerli olan haklardır. Bundan dolayı insan hakları eşitlik temeli üzerine kuruludur. İnsan haklarından yararlanmada ırk, din, 
dil, felsefî düşünce ve benzeri nedenler etkili olamazlar. 

İnsan hakları ahlâkîlik düşüncesinden kaynaklanan haklardandır. Bunun ahlâkî tek temeli ise kişinin insan olmasıdır. Bundan dolayı insan haklarının diğer haklar yanında önceliği vardır. Çünkü bütün diğer haklar insan haklarıyla anlam kazanır. Her ne kadar insan hakları hukuk düzeni tarafından tanınsa da gerçek anlamda olması gerekeni belirtir. İnsan haklarının devlet tarafından kişilere tanınmış kısmı genel manada kamu hürriyetleri, kamu hürriyetleri ise anayasalarda temel hak ve özgürlükler olarak ifade edilir. 

İnsan hakları özelliği itibariyle diğer haklardan farklı olup onlara yol gösterici 
niteliktedir. İnsan haklarının neler olduğu, iç hukukta anayasada ve anayasada belirtilen haklar ve özgürlüklere binaen çıkarılan kanunlarda; uluslararası hukukta ise bildirge ve sözleşmelerde yer alır. 

İnsan hakları dinamik bir yapıya sahiptir. Bu zamana kadar çeşitli insan hakları 
listeleri oluşturulmuştur. Ancak nihaî nokta konulamamaktadır. Bu insan haklarının dinamik niteliğinden kaynaklanmaktadır. İnsan haklarının gelişme ve değişme süreci devam etmektedir. 1789 Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirgesinden bu yana çıkarılan sözleşme ve bildiriler insan haklarının dinamik özelliğini göstermektedir. Son zamanlarda ortaya atılan gelişme hakkı, çevre hakkı ve benzerleri son noktanın konulmadığını göstermektedir. 

Dinamik insan hakları, insan hakları mücadelesinin devam ettiğinin göstergesidir. İnsan hakları mücadelesi nerede ortaya çıkarsa çıksın kurulu düzenle bir bakıma çıkar çatışması niteliğinde olduğundan siyasî özellik taşımaktadır. Bu durum siyasî düzenlerde köklü değişikliğe neden olmaktadır. Rusya’da bazı temel hak ve özgürlüklerin tanınması mücadelesinin rejimin çöküşüyle neticelenmesi iç müdahâle, Irak’taki rejimin hak ve özgürlükleri kısıtlamasının rejimin yıkımıyla sonuçlanması dış müdahâle ile değişikliğe 
örnektir. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

1 Mithat SANCAR, “Devlet Aklı” Kıskacında Hukuk Devleti, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000, s. 132. 
2 İsmail KILLIOĞLU, “İnsan ve Özgürlük Üstüne Bir Deneme”, Yeni Türkiye İnsan Hakları Özel Sayısı, Yıl 4, S. 22, Temmuz-Ağustos 1998, s. 692. 
3 Ahmet MUMCU, Elif KÜZECİ, İnsan Hakları & Kamu Özgürlükleri, Yenilenmiş Üçüncü Baskı, Savaş Yayınları, Ankara, 2003, s. 21. 
4 Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayını, Sekizinci Baskı, Ankara, 1998, C. 2, s. 1747. 
5 Münci KAPANİ, Kamu Hürriyetleri, Yedinci Baskı (Tıpkı Basım), Yetkin Yayınları, Ankara, 1993, s. 3 
6 KAPANİ, a.g.e., s. 4. 
7 Suna KİLİ, A. Şeref GÖZÜBÜYÜK, Türk Anayasa Metinleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1985, s. 124. 
8 KAPANİ, a.g.e., s. 5. 
9 Said Vakkas GÖZLÜGÖL, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve İç Hukukumuza Etkisi, Yetkin Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2002, s. 29. 

***