CEMAL GÜRSEL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
CEMAL GÜRSEL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Kasım 2019 Cuma

Alparslan Türkeş li yıllar

Alparslan Türkeş li yıllar.



Sadi Somuncuoğlu
03.10.2018

15 Nisan 1978, Büyük Yürüyüş, soldan sağa; Mehmet Doğan, Gün Sazak, Alparslan Türkeş, Sadi Somuncuoğlu, Turan Koçal.

Kara Kuvvetleri Başkanı Org. Cemal Gürsel Başkanlığında teşkil edilen Milli Birlik Komitesi (MBK), 27 Mayıs 1960’da, “kardeş kavgasını önlemek” gerekçesiyle darbe yaptı, idareye el koydu. 38 kişilik MBK’de Alparslan Türkeş de vardı. MBK’de kısa zamanda görüş ayrılıkları görülmeye başladı. Komitede ülke meselelerinde projesi olan tek kişi Alparslan Türkeş’di. Bu yönüyle, kamuoyunda dikkatleri üzerine çekiyordu. Basında “ Kudretli Albay ” veya “İhtilalin güçlü adamı” gibi sıfatlar takılan Türkeş, kıskançlığın ve karşıt düşüncelerin hedefi yapıldı. Komite ikiye bölündü; 14’ler ve 24’ler olarak. 13 Kasım’da da iç darbeyle 14’ler tasfiye edilerek, yurt dışına sürgün edildi.

Türkeş’in önemli görüşleri vardı. Sonradan bunların bir kısmı gerçekleşti. Mesela, TÜBİTAK;  ‘Türk bilim stratejisini belirleyecek’ bir kurumun teşkili.  Gerçekten stratejinin olmayışı, başıboşluktu; her üniversitenin kendine göre hareket etmesi demekti. Araştırma konuları, doktora tezleri milli hedefimize göre değil, kalkınmış ülkelerin ihtiyacına göre belirleniyordu. Bizim beyinlerimiz, yabancılara çalışıyordu. TÜBİTAK teklifi, daha sonra gerçekleşti. Ama zaman içinde amacından saptı, laboratuvara dönüştü.

Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) da Türkeş’in önerilerindendi. 1960’da Başbakanlığa bağlı Devlet Planlama Teşkilatı kuruldu, Planlı kalkınma 1961 Anayasasına girdi.

Alparslan Türkeş, 1960’da “Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü” nü kurdurdu. Enstitü, Türk Kültürü Dergisi’ni bu güne kadar aralıksız çıkardı. Türk tarihine ve kültürüne çok değerli eserler kazandırdı.

Türkeş, Demokrasiyi seçti.,

14’lerin yurda dönüşüne izin çıkınca Alparslan Türkeş ve arkadaşları 1963’de yurda döndü. Türkeş 4 arkadaşıyla 1965’de CKMP’ye girdi. Aynı yıl yapılan kongrede Genel Başkan seçildi. Böylece ülkeye hizmetin yolunu demokratik rejimde gördüğünü gösterdi. 14’lerden 5 kişi daha katılınca sayı 9’a çıktı. 4 arkadaşı da CHP’ye katılmıştı. Partide her görüşten insan vardı. Komünist olan da vardı. Mesela Niyazi Ağırnaslı, CKMP’nin Marksist ve Leninist senatörüydü. Alparslan Türkeş Genel Başkan olduktan sonra, CKMP’den ayrıldı. Türkiye İşçi Partisi (TİP)’ni kurdu. Dev-Genç ve Dev-Sol’un avukatlığını yaptı. Partide sıradan vatandaşlar da vardı; milliyetçiler, ümmetçiler, menfaatçiler (bunlar çoğunluktaydı) vardı.

CKMP’nin yöneticileri de, bir bir istifaya etmeye başladı, eskilerden  çok azı kalmıştı. 14’lere gelince onlar da Partiden beklediklerini bulamadılar; 4-5 sene içinde ayrıldılar.

Parti, Gençlikten başladı.,

Ancak Türkeş, hiç sarsılmadan mücadelesini kararlı bir şekilde yürüttü. MHP bir dava partisiydi, davası da Türk milliyetçiliği ülküsüyle Türk Milletine hizmetti. Program, tüzük gibi yapılanmaya dair konularda ciddi hazırlıklar tamamlandı. Parti gençliğe çok önem veriyordu. Kendi kadrosunu yetiştirmek için işe gençlikten başlamıştı. Türkeş konferanslar veriyor, görüşlerini açıklıyordu.

Cumhuriyet tarihinde bir ilk olan 27 Mayıs 1960 darbesi, tartışılması bir yana, Türk milliyetçiliği açısından çok önemli bir kavşaktı. Önemi; Alparslan Türkeş’in ihtilalde katılmasıydı. Aslında Türkeş, Milliyetçilere devletin yönetimine talip olmaları gerektiği mesajını veriyordu. Gerçi 1948’de Mareşal Fevzi Çakmak, Kenan Öner, Hikmet Bayur, Osman Bölükbaşı ve arkadaşlarının Millet Partisi ve 1952’de Prof. Dr. Remzi Arık, Tahsin Demiray, Dr. Cezmi Türk ve arkadaşlarının Türkiye Köylü Partisi kurulmuştu, ancak camiada tasvip görmedi.

Alparslan Türkeş haklı çıktı…

Bizim yetişme yıllarımızda (1957-58) da büyüklerimiz mealen “Bizim siyasetle ilgimiz olamaz. Çünkü milliyetçilik milletin tümüne aittir. Bir parti sahiplenirse, diğer partiler dışlanacaktır. O zaman da Türk milliyetçiliğinin gelişmesi mümkün olmayacaktır. Halbuki bizim işimiz araştırmak, yazmak, dergi çıkarmak, okumak, konferans vermek, dernek, vakıf kurmak ve eğitim yoluyla Türk Milliyetçiliği fikrini topluma yaymaktır. Milliyetçilik topluma mal edilince de, bu düşüncedeki milletvekilleri TBMM’ye girecektir. Türk Milliyetçiliği iktidara gelecektir.”  deniliyordu. Biz gençler mantıklı gördüğümüz bu görüşü beğenir, inanırdık.

Alparslan Türkeş, Türk Milliyetçilerinin iktidarı gelerek hizmet etmesi gerekir. Aksi halde, dernek ve dergiyle başarılı olunamaz. Yabancı odaklar ve yerli işbirlikçileri, milli kimliğin ve tarih şuurunun topluma hakim olmasına izin vermez. Dernekleri, dergileri hemen kapatılır. Onlar için en büyük tehlike milliyetçiliktir. Ama demokratik rejimin temel kurumu partilerin durumu farklıdır. Parti, hem demokratik rejimin temel kurumu, hem de milletten aldığı milyonlarca oy gücüyle TBMM’ye girer, hükûmet olur, dokunulmazlık kazanır. Siyasi parti konuştuğu zaman, köydeki insanı da, şehirdeki insanı da, Cumhurbaşkanını da, işçiyi de, hasılı herkesi ilgilendiriyor. Sonuçta milletin bütününe hitap eden, bütününü kapsayan bir teşkilat ve program söz konusudur. Kapatılması çok zordur, kapatılsa bile yenisi kurulur. Dernek üyeleriyle, parti millet ve rejimle beraberdir.

Bu iki düşünce tartışıldı. Alparslan Türkeş’in haklı olduğu görüldü, artık geri dönülmez şekilde strateji belli olmuştu.

Ülkü Ocakları kuruluyor…

Bizim, Türk Ocaklı bir grup olarak (Galip Erdem, Ben, İbrahim Metin, Halil Özyıldız, İskender Öksüz, genç asistanlar gibi 9-10 kişi) siyasete başlamamız, Alparslan Türkeş’in CKMP Genel Başkanı olduğu 1965’li yıllarına rastlar.

Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de 1965’lerde ideolojik eylemler ve fikir hareketleri dalgalar halinde yayılıyordu. Kısa zamanda kuru particilik itibardan düşmüş, boşluğu ideolojiler doldurdu. Bu ortamda ülkemiz de çalkantılı bir döneme girdi. Kimse neyin ne olduğunu doğru dürüst bilmiyordu. Gençlik bu tartışmaların merkezindeydi.  CKMP böyle bir ortamda, ideolojisiyle çalışmalara gençlikten başladı.

Çalışmalara gençlikten başlandı ama gençlik çalışmaları yeterli görülmüyordu. Türkeş Galip ağabeyden yardım istiyor. “Gençliğin teşkilatlanma ve eğitim görevini kime vermeli” diye soruyor. O da 1957-58 yıllarından itibaren Türk Ocaklarında çalıştığım için benim adımı vermiş. Ben 1962’de Akademiyi bitirmiş, 1963-65’de askerliğimi tamamlayıp Ankara’ya dönmüştüm. 1967’de Kültür Bakanlığı’nın bin temel eser projesinde uzman olarak çalışıyordum.  Türkeş’in daveti üzerine kendisiyle görüştüm. CKMP Gençlik Kolları Genel Başkanı olmamı istedi, kabul ettim. O yıllarda her fakülte ve yüksek Okulda, öğrenci dernekleri kuruluyordu. Üç fakültede Ülkü Ocağı Öğrenci derneği  (ÜOÖD)vardı. Aşırı solun örgütü Fikir Kulüpleri Federasyonu en önce kurulanı idi. Adı sonradan Dev-Genç olarak değişti. Akıncılar vardı, Sosyal Demokratlar vardı. Adalet Partisi’nin Hür Düşünce Kulübü vardı.

Teşkilatlanma ve eğitim.,

Ülkü Ocaklarının teşkilatlanması için bir program yaptık. Buna göre Ülkü Ocağı Öğrenci dernekleri (ÜOÖD), 1968 sonuna gelindiğinde bütün Fakülte ve Yüksekokullarda, 1969’da üniversite şehirlerinde Ülkü Ocakları Birliği (ÜOB)’nin kurulması gerekiyordu. Bu hedef başarıyla tutturuldu. 1970 sonunda Türkiye Yüksek Öğrenim Gençliği Ülkü Ocakları Konfederasyonu (TÖYGÜK) resmen kurulacaktı, bu mümkün olmadı. Bizim Ülkü Ocaklarımız, kuruluş safhasından itibaren disiplinli bir güç olarak devreye girmişti.

1966’da üç ÜOÖD ile başlayan yüksek öğrenim gençlerinin teşkilatlanma işleri böylece tamamlanırken, Genel Merkezde bir program dahilinde gençliğin sistematik eğitimi yürütülüyordu. Dersleri veren hocalarımız, ODTÜ Bölüm Başkan vekili İskender Öksüz, Kamil Turan, Galip Erdem ve Genel Başkan Alparslan Türkeş’di. 12 Mart 1971’e kadar sürdürülen eğitim çalışmalarıyla, gençler şuurlu, bilgili, dönemin bütün sorularına cevap veren, fedakâr, özgüveni yüksek, mücadeleci bir kimliğe sahipti.  Bir yandan da Partinin kendi kadrosu yetişiyordu.  ÜOÖD hareketi kısa zamanda çok büyüdü; Türkiye’ye yayıldı. Gençler amaçlarına motive oldular. Onlara, ‘Gittiğiniz yerde bayrak sizin elinizde. Sokakta yürürken örnek insan olacaksınız, sizi tanıyanlar ibretle, imrenerek ‘baktıklarında ‘keşke benim çocuğum da böyle olsa’ dedirteceksiniz.’ diye yetiştiler. Bu gençlerin bazılarıyla otuz yıl sonra karşılaştığımızda, ‘Örnek olacağız diye gençliğimizi yaşatmadınız.’ şeklinde lâtifede bulunmuşlardır.

Fakülteleri işgal ve boykot gibi yollarla eğitim öğretim yapamaz hale getiren aşırı sola karşı mücadele eden ÜOÖD memlekette büyük bir kabul görüyordu. Bu olumlu havada üniversite öncesi (lise ve dengi) gençliğin teşkilatlanması için 1968’de Türkeş’in emriyle Genç Ülkücüler Teşkilatı (GÜT) kuruldu.  1969’dan itibaren Türkiye’nin her tarafında şubeler açıldı. Bu yıllar Türk Milliyetçilerinin teşkilatlanma ve genişleme yıllarıydı.  Milliyetçi Türk Kadınlar Birliği(1967), 1974’de Ülkücü Öğretim Üyeleri ve Öğretmenler Derneği (ÜLKÜ-BİR), 1969’da Kültür Bilim ve Teknik Merkez (KÜBİTEM)’in, 1971’de Türk Kültür ve Bilim Merkezi (TÜRKÜBİL)’in kurulması, Milli Hareket (1976), Devlet gazetesi (1969) ile Töre(1971) ve Bozkurt (1972)dergilerinin yayıma başlaması camiada adeta bir dirilme ve özgüven etkisi yaptı. Artık kendi mücadelemizi kendimiz anlatıyor ve fikri dokumuzun inşası yanında anarşi başta olmak üzere günlük gelişmeleri kendimiz yorumluyorduk. Bu müthiş bir kaynaşma, bütünleşme ve güven unsurunu doğurdu. Sayıları 20’yigeçen yan kuruluşlar dediğimiz derneklerin tamamı, ÜOÖD hariç doğrudan Genel Başkan Türkeş’e bağlıydı.

Türk Milliyetçilerinin ana kuruluşu: MHP

Gençlik ve aydınlar kesiminde ciddi bir varlık gösteren Alparslan Türkeş’in liderliğindeki Türk Milliyetçilerinin ana kuruluşu MHP, il, ilçe ve belde teşkilatlarıyla köylere kadar yayıldı. Ülkemizde çeşitli dış kaynaklı ideolojilerin anarşi fırtınası estirdiği, kafaların karıştığı, endişelerin arttığı sırada MHP’nin bu şekilde halka inen teşkilatlarla güçlenmesi, O’nu ülke gündemini belirleyici konuma getirdi. O zaman pek farkına varılmayan bu yapılanma çok önemliydi.

Parti 1969 seçimlerinde bir milletvekili çıkardı. O da Genel Başkan Alparslan Türkeş’ti. 12 Mart 1971’e gelindiğinde 14’lerden Türkeş’in yanında sadece Dündar Taşer ve Ahmet Er kalmıştı. Eski CKMP’lilerin çoğu istifa etmişti. Ancak, 1967’den itibaren Galip Erdem ağabey başta olmak üzere Türk Ocaklarında yetişen bizim ekip ile Ülkü Ocağı Öğrenci Derneklerinden yetişenler, İstanbul, Konya, Adana, Mesin, İzmir gibi illerden katılan seçkin milliyetçiler, partinin yeni kadrosunu teşkil etti. 1973 seçimlerinde üç milletvekili, 1977’de 16 milletvekili seçilerek grup kurulmuştu. Ülkedeki rahatsızlıklar, gerginlikler Mecliste de yaşanıyordu. TBMM müzakerelerinde MHP dikkatleri çekmiş, meydanı boş bulanların at oynatmasına fırsat vermedi, Parti halkın ümit kaynağı oldu.

MHP’nin bu hızlı yükselişinde, Alparslan Türkeş’in liderliği, stratejisi, tarih bilgi ve şuuru belirleyici olmuştu.

Demokrasi: Müzakere ve oylama.,

Bir GİK toplantısında Alparslan Türkeş dedi ki; ‘Kastamonu’da Nurcu, çok değerli bir grup arkadaşımız var; bunlar aynı zamanda Türkçü. “Hacca, sizinle birlikte gidelim” diye haber salmışlar bana…’  Onlara ‘Arkadaşlarla bir konuşayım.’ cevabını verdim dedi. ‘Arkadaşlar, davamız, partimiz için fikriniz nedir?’ diye sordu. Tabii herkes uygun gördü ve Hacca gitti, öylece… Bu olayı anlatmaktaki maksadım, MHP’de kararların nasıl alındığını, demokrasinin nasıl işlediğini göstermektir. Evet bütün kararlar böyle alındığı için MHP güçlendi, başarılı oldu.

Alparslan Türkeş her şeyi istişare eder, kararları oylamayla alırdı, dedim. Ama bu gerçek pek bilinmez.  Nitekim, MHP İddianamesinde ve duruşmalarda savcının “‘Faşist Türkeş, despot vs.’ ithamı, Türkiye’de de yaygındı. Belki hâlâ da vardır, tamamen ortadan kalkmış değil. Halbuki, Türkeş bir demokrattı. Partiyi bu esaslara göre yönetiyordu. Birkaç örnek daha verelim, belki faydası olur. 1977 seçimleri için adaylar belirleniyordu; Türkeş, Genel İdare Kurulu toplantısında ‘Ben artık Adana’dan aday olmak istemiyorum. Oradaki arkadaşların önünü açmak gerekir’ demişti.  Bunun üzerine müzakere açıldı, oylandı. Adana’dan aday olmasına karar verildi. Yine Adana’dan aday oldu.

Evet, Türkeş gibi bir lider aday olacağı ili seçemiyordu. İnanılmaz bir şey, değil mi? Ama MHP’de Türkeş’in koyduğu usul böyle. Mücadele eden kadrolar, her konuda kararı da kendileri veriyor. Kendi kararlarının doğruluğuna inandıkları için de canla başla çalışıyorlar.  Bir defa da, Adana merkez ilçe teşkilatı terör dolayısıyla açılamaz olmuş, arkadaşlar çok sıkıntı içindeler, partiye gidecekler kapalı, şikâyeti üzerine Başkanlık Divanı durumu görüşüp,  üç yöneticiye yetki verdi ve Adana’ya gönderdi. Bu kişiler inceleyip, geldiler, hem yazılı rapor verdiler,  hem de sözlü olarak dediler ki; ‘Gerçekten ilçe açılmıyor ve ilçe teşkilatı burada yok.’ Tartışıldı, ilçenin feshine karar verildi. Yeni bir heyete yetki veril. Bunu ilkeli duruşu duyan teşkilatlar kendilerinin ne kadar güçlü olduğunu gördü. Öyle kolayca fesih yoktu. Kusuru olmayan bir teşkilatı kapatmak mümkün değildi. Bugün Türkiye’de herkes demokrasiden bahsediyor! Her gün demokrasinin faziletini anlatanlar var, ama ne yazık ki hiçbiri söylediğine inanmıyor, uymuyor. Sahtesiyle oyalanıyoruz.

1969’da Genel İdare Kurulu’na girdim ve 1980’e kadar Türkeş’le beraber çalıştım. Hükûmette iken de beraberdik, parti küçükken de beraberdik, hapishanede de beraber olduk. Parti bu usulle çalıştı. Önemli diğer hususta, müzakerelerde kendi fikrini söylediği nadirdi. Toplantıları yönetir, hür ortamın teminatı da kendisiydi. Demokrasi, kararların organlar tarafından, demokratik kurallara göre alınması değil miydi? İşte bizim Parti MHP, Türkeş’in Genel Başkanlığında aynen böyle yönetildi.

12 Eylüle doğru

12 Eylül henüz olmamış, her taraf kan deryası, köyler ve şehirler, kurtarılmış bölgeler, kıyamet kopuyor. Dış servislerin eseri olan Maraş, Sivas, Çorum olayları, belli ki bir ve bütün olan Türk Milletinin çeşitli kesimleri birbirlerine düşürülmek isteniyor. Anarşi adı verilen keşmekeş bütün yurt sathına yayıldı. Herkes şaşkınlık içindeydi. İdeolojik gerginlik hat safhadaydı. Güvenlik güçleri sanki yetersiz kalmıştı. Bu ortamda, yıl 1978-79; aklıselimle hareket etmesi gereken valilerin bir kısmı ya solculuk aşkına, ya da iktidara yaranmak için yanlı davranıyordu. İl ve ilçelerde, emniyette böyleydi. “Faşizm tehlikesi (Komünizm değil) geliyor” paranoyası ile bizim gençler karakolların müdavimi yapılmıştı. Peşinen olayların sorumlusu görüldüklerinden işkenceyle delil ve itiraf peşindeydiler. Bunun önüne bir türlü geçilemiyordu. Gerçekte, Ankara bile güneş batınca devletin elinden çıkıyor, bazı semtlerde  kurşun sesinden geçilmiyordu. Ne yazık ki, can kaybı günde 15-20’i bulmuştu.  Herkes kendini korumak zorundaydı.

Sıkıyönetim teklifimiz.,

Genel İdare Kurulu ile Meclis Grubunun ortak toplantısında söz alarak; ‘Türkiye, olağan hal mevzuatı ve emniyet kadrolarıyla idare edilemiyor. Hükümet kontrolü kaçırdı, felakete doğru sürükleniyoruz.  Vatandaş feryat halinde, şehirler tedhiş içinde, hayat durmuş vaziyette. Herkes evinden helalleşerek çıkıyor. Sıkıyönetim idaresine ihtiyaç vardır, bunu talep etmeliyiz’ teklifini yaptım. Genel Başkan Alparslan Türkeş, görüş bildirmek mutadı olmadığı halde şöyle konuştu; ‘Arkadaşlar durum çok ağır, bu doğru. Ama bizim askerler siyaseti bilmezler. Gelirler yanlış iş yaparlar, işler daha da bozulur. Böyle bir şey istemeyelim.’ Müzakere başlamış oldu. Konuşmalar tamamlanınca oylama yapıldı, sıkıyönetim ilânı uygun görüldü.  Türkeş,  ‘Madem senin teklif kabul edildi, basın açıklamasını yaz bakalım” dedi. Hemen, ülkenin içine düştüğü bunalımdan çıkması için sıkıyönetimin ilânını istiyoruz’ şeklindeki bildiriyi yazıp basına verdik. Ertesi gün haber manşetlerden verildi. Başbakan Ecevit çok öfkelenmiş olacak ki, hem Savcılığa suç duyurusunda bulunarak, ‘Bir zümrenin hakimiyetini istemekle anayasal suç işlediğimizi’  iddia etti; hem de, Sıkıyönetim teklifimizin gereğini yaparak hazırladıkları tasarıyı TBMM’ye sunarak yasalaştırmak zorunda kaldı.

Burada parantez açıp, bir gerçeğe işaret etmeliyim. Sıkıyönetim Mahkemelerinde yapılan bütün yargılamalarda, bu olağanüstü durumun dikkate alınması gerekirken, sanki her şey normalmiş gibi işlem tesis edildi. Mahkemeler ideolojik hesaplaşmaya alet edildi.

10. MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası

      12 Eylül 1980’de Parti hakkında dava açıldı. Adı, ‘Milliyetçi Hareket Partisi ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’ idi.  Aylarca süren basın kampanyalarıyla, duruşma başlamadan mahkum ediliyorduk. Savcılığın hazırladığı 587 sanıklı, 947 sayfa iddianame ile 220 idam cezası isteniyordu. İddia; “Anayasal düzeni, Cumhuriyetçilik ve demokrasi prensiplerine aykırı olarak, devletin tek bir kişi tarafından yönetilmesi amacına yönelik değiştirilmesine zor yoluyla kalkışmak” şeklindeydi.  Suçun(!) yasal ifadesi böyleydi, ama duruşmalarda ve medyadaki adı“ faşist devlet kurmaktı.”  Duruşmalar bu iddia ile başladı. Savunmalar alınıp, belgeler okunduktan sonra sıra esas hakkında mütalaaya geldi. Savcı Parti 37 yöneticisinden 30’una beraat, 7’sine muhtelif cezalar istedi. Mahkeme Heyeti ise, Türkeş’e 11 yıl ceza, 6’ına da beraat kararı verdi. Tamamen yoruma dayanan Türkeş’in bu cezası Yargıtay’da zaman aşımına uğrayıp düştü.

11- C – 5 projesi ve seçilen hedef

MHP yöneticilerinin yargılanması bu kısa özette de görüldüğü gibi tamamen siyasiydi. Sıra semt sanıklarına gelince, hak, hukuk, ahlak, insanlık Hak getire. İşkencenin, her çeşidi vardı. Feryatlar ayyuka çıkıyor, ama aldıran yok.

Uygulanan düşmanca tekniklere bakınca, Türk Milliyetçiliğinin yok edilmek istendiği aşikâr. Bunun için C-5, projedir diyoruz.

Bütün mahkeme safahatın anlatamayız. Ancak MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davasının hazırlanışına dair bazı bilgiler verebiliriz.

Sıkıyönetimde görülen bütün davaların sorguları, (Türkiye Komünist Partisi, Dev- Sol, Acilciler, Maocular, THKP-C, DHKP-C, DİSK,TİKP, CHP, MSP gibi) o yerin emniyet müdürlüklerinde yapıldı. Doğru olan da buydu. Normal emniyet makamlarında yapılan sorgulamanın özelliği şudur: İfadeye götürülen sanığın girişte kimliği, getiren polislerin adı, giriş tarihi, saati ve dakikası deftere yazılır. Çıkışta aynı işlemler tekrarlanıp, sanık savcılığa götürülür. Artık oradan geri dönüş mümkün değildir. Zira bunun adına, işkenceyle ifade değiştirme denir.

a) Bu usulün tek istisnası, sadece ülkücülerin C-5’de sorgulanmalarıdır. Özel olarak kurulan C-5’in Mamak askeri bölgesinde ve Savcılığın hemen yanında ve koruması altında denetlemez olması çok önemlidir. C-5’de sorgulaması biten ülkücü Savcının huzuruna çıktığında, “efendim, ifademi kabul etmiyorum, işkenceyle alındı” derse, kendini hemen C-5’de bulur. Bunun örneği çoktur, her ülkücü için geçerlidir.

b) Bir başka farklı ve çok önemli hikâye de şöyle. C-5’de Sanıklara imzalattırılan ifade tutanaklarının nasıl hazırlandığıyla ilgilidir. 12 Eylül darbesinden hemen sonra, önceden düşünülmüş olmalı, bazı C-5 görevlileri otobüslerle ülkücülerin bulunduğu mahallelere giderek kahvelerde kim varsa, sorgusuz sualsiz gözaltına alıyor. O bölgede önceden meydana gelen faili meçhul olaylarla ilgili karakollarda tutulan kayıtları toplayıp, bunlardan ifade tutanağı hazırlanıyor. Sonra C-5 teknikleriyle gözaltına bekletilen ülkücülere imzalatılıyor.

c) C-5’de görevli polislerin seçimi de bir ilktir. Savcı telefon ederek Ankara Emniyet Müdüründen tek tek adını verdiği polisleri istiyor. Emniyet Müdürü görevdeyken bu gerçeği açıkladı. Bu polislerin ülkücülerin ideolojik düşmanı olduğunu biliniyor. Bazılarının Dev-Genç gibi örgütlerin davalarında isimleri ortaya çıkınca, o davaların sanığı yapıldığını da biliyoruz.

ç) MHP ve Ülkücüler Davasına bakacak mahkemenin önceden ayarlandığı ortaya çıkmıştı. Bu da şöyle planlanmış: Sıkıyönetim Askeri Mahkemelerine dosyalar iş yüküne göre dağıtılıyordu. MHP davasına bakması istenen Mahkemenin, dosya gönderilmeyince önü açıldı. Dosya bu mahkemeye gönderildi. Duruşmalarda gördük ki, yargıçların çoğu, sorgucu polisler gibi sol görüşlüydü, düşünce olarak bize karşıydılar.

12 Eylül’ün amacı neydi?

Önemli bir soru. Cevabını Kenan Evren o sabah okuduğu bildiriyle verdi: “Girişilen harekatın amacı, ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır.”

Bildirideki tespitler ve hedefler doğru, icraatlar yanlıştı. Darbenin gerekçesi, “halklara özgürlük” esasına göre sosyalist bir rejim kurmak üzere ‘36 silahlı fraksiyon’ adı verilen yeraltı örgütlerinin bütün yurda yayılan eylemleriydi. Ama düşmanca mücadele ettikleri; Türkeş, MHP, ülkücüler, Türk Milliyetçileri, Türkiye’mizin birlik ve bütünlüğünü canı pahasına savunan, tamamı legal, meşru, dernek, dergi, sendika ve meslek birlikleriydi. İçlerinde tekbir illegal yeraltı teşkilatı yoktu. Sevmeyebilirlerdi; ama düşmanlık yapamaz, insan haklarını ve hukuku ayaklar altına alamazlardı. İdamları “bir sağdan bir soldan yaptık” mantığı bu gerçeğin bir ifadesiydi.

Bu bakımdan, darbenin gizli hedefi genelde Türk Milliyetçileri, özel ifadesiyle,  MHP ve Ülkücü Kuruluşlardı. Genel Başkanından köydeki taraftarlarına kadar on binlercesi karakollara götürüldü, hapishanelere dolduruldu. İşkencenin alası yapıldı, hayatını kaybedenler oldu.  Cezaevinden en son çıkan Genel Başkan Alparslan Türkeş’ti. Ülkücüler, canla başla savundukları Devletlerinin yöneticileri tarafından zulme ve ihanete uğramıştı. Hep bizimle uğraştılar, uğraşıyorlar. Bu haksızlıkların arka planında hangi mihraklar vardı, bunun bilinmesi şarttır.

Kısaca “Girişilen harekatın amacıyla” taban tabana ters düşmek pahasına, Türk Milliyetçileri bir numaralı hedef seçildi, yok edilmeye çalışıldı. Bir bölümünü yukarıda örnekleriyle anlatıldı. Bu dehşetli çelişkinin anlamı neydi? Biz ona bakalım.

13. Darbe Türk Milliyetçilerine karşıydı.,

a) Diyoruz ki, iki kutuplu dünya düzeninin elebaşları bize karşı anlaştı. Bir tarafta Sovyetler Birliği, diğer tarafta ABD vardı. Eldeki bilgilere göre “biri darbe ortamını hazırladı, öteki darbeyi yaptırdı.”  Niçin anlaştılar? Çok basit. “Eğer MHP iktidara gelirse, ki öyle görünüyor. İşbirlikçiler ve dışarıdaki bazı mihraklar bundan derin endişe duydular. Türkiye ve Orta Doğu’daki bütün işlerimiz akamete uğrar; vakit varken bu işi halledelim.” dediler. Bu tespiti anlamak biraz zor olabilir. Zira batı mantalitesi farklı çalışıyor. Uzakta bir tehdit görülürse, “bize bir şey olmaz” demezler, “ya olursa” derler. Sonra harekete geçip, onu küçükken, yok edeler. Anlaşmanın mantığında bu gerçek yatıyor.

ABD’nın Türkiye Büyükelçisi, Spain Pentagon’a atandı,  oradan da emekli oldu; hatıralarını yazdı. Paul Henze CIA İstasyon Şefi, 1983’te Amerikan Kültür Merkezinde seçilmiş 32 aydına konferans verdi. Ünlü bir gazeteci, konferanstan çıkar çıkmaz gelerek, teypten okur gibi anlattı. Bu iki ABD yetkilinin verdiği bilgiler, 12 Eylül darbesinin kime karşı yapıldığını aşikâr ediyor.

Diyorlar ki; “Bizim Türkiye’deki bütün partilerle aramız iyiydi. Sadece MHP kontrol edilemiyordu. Amerikan yetiştirmesi denilen Süleyman Demirel’le aramız ne kadar iyiyse Amerikan düşmanı denilen sosyalist Bülent Ecevit’le de o kadar iyiydi. Hatta Ecevit problemlerin çözümünde daha da yardımcı oluyordu. Ama MHP kontrol edilemiyordu.”  Evet, MSP demiyor, TİKP demiyor, iktidardaki partiler demiyor.  TBMM’de dördüncü sırada yer alan MHP’ diyor. “Kontrol edilemiyordu” diyor. Çok anlamlı değil mi?

Devam edelim: “MHP iktidara gidiyordu. Bunu önlemek mümkün değildi. Sovyetler, ülkücülerin gelişmesini önlemek için sağda solda dinamit patlattı, tabanca attı. (Buradaki, basitleştirme, minimize etme, masum gösterme ve meşrulaştırma ilginç) Ancak,  bu tepki doğurdu, ülkücülerin ve MHP’nin büyümesine yaradı. Bunun üzerine Sovyetler, muhtemel bir MHP iktidarına karşı batı kamuoyunu hazırladı. MHP iktidara gelince, Komünist partilerini (İktidara gelecek kadar oyu vardı), sendikaları (Hükümetleri sarsacak güçteydiler),medya ve STK gibi bütün unsurları karşısında bulacaktı. Kısaca batı MHP iktidarına kesin karşıydı. Tam anlamıyla çıkmazdaydık.”

Bu tespitler çok önemliydi. MHP iktidarı demek, ABD’nin de,  Sovyetlerin de Türkiye ve Ortadoğu’daki projelerinin durması demekti. İşte iki kutbun düşmanları bu gerekçeyle anlaştılar. Sovyetler, ülkeyi ateşe veren korkunç kargaşayla darbenin ortamını hazırladı, ABD’de de, ‘bizim çocuklarla’ darbe yaptırdı.

b) Konuyla ilgili bir bilgi daha: Darbe ilk günden itibaren ABD’nin yakın takibindeydi. Nitekim, darbesinden birkaç saat sonra Büyükelçisi James Spain ABD’ye şu gizli diplomatik notu gönderiyor: “Mevcut askeri liderlerin tamamını iyi tanıyoruz ve özellikle de NATO üyeliği başta olmak üzere Türkiye’nin güvenlik ya da dış politikasında değişim yaşanacağı yönünde bir endişe taşımamıza da gerek yok… Türkiye’de ordunun yönetime el koymasının diğer birçok demokratik ülkenin aksine “daha köklü ve daha kabul edilir” bir durum” olduğu ifade ediliyor. (12 Eylül 2018 İrem Köker BBC Türkçe)

c) Kehanet gibi bir tespit: 12 Eylül darbesinden iki yıl önce, 15 Nisan 1978. MHP’nin düzenlediği “Tandoğan Yürüyüş ve Mitingi.” Tahminen 500 -600 bin kişi katıldı. Zamanın İçişleri Bakanı ”komandolar Çankaya’yı basacak” duyumu üzerine toplantıyı havadan helikopterle izliyor. Devletin sırlarına vakıf, çok önemli görevlerde bulunmuş, Kenan Evren’in sınıf arkadaşı bir E. Bir Albay, mitingin analizini yapıp (Ağustos 1982) dedi ki:

“ Evim Tandoğan meydanında, balkondan sizin mitingi dürbünle başından sonuna kadar takip ettim. Dostları sevindirip, düşmanları korkuttunuz. Sizin hakkınızda karar o gün verildi.”

Bilgi ve belge bahsini burada keselim. Tekrar, 12 Eylül projesine dönemlim.  Önce Türk Milliyetçilerine ağır bir darbe vuruldu, sonra Türkiye’ye… Bir ülkenin omurgasını kırmak isterseniz, o ülkenin milli hassasiyetleri yüksek kesimini, milliyetçilerini çökertmeniz yeterlidir.  Çünkü onlar, tarih  şuuruna sahiptirler; milletinin egemenliğini, birliğini ve vatanın bütünlüğünü canı pahasına korumayı ve yaşatmayı iman meselesi sayarlar. Eğer böyle olmasaydı Türkiye bugünlere gelir miydi?  Milletin dokusu bu kadar bozulur, Devleti yöneten zihniyet bu kadar yabancılaşır mıydı?

12 Eylülün sonuçları

a) Darbeciler bütün partileri kapattı, üs düzey yöneticilere siyasi yasak koydu, vizeli, vetolu seçimle demokrasiye dönüldü. Çok boyutlu sosyal, kültürel, hukukî ve demokratik siyasi hayatımız emirle düzelendi. Bu suni bir doğumdu, bazı itirazlar yapılsa da kabul görmedi. Böylece anayasalı, Meclisli ve çok partili hayatımızın başladığı 1876’dan bu yana kazanılan bütün birikimler, mevzuat, eğitim, usta-çırak ilişkisi ve tevarüsle yetişen siyaset kadroları tasfiye edildi, siyasetin dengeleri alabora oldu. Ülkenin yönetimi, yeni, hırslı ve tecrübesiz, dünya ve tarih bilgileri yetersiz gençlere teslim edildi. 1983’de çok parti kuruldu, seçimlere Konsey’in izniyle üçü girdi. Partiler, sağda ve solda seçmen gruplarını temsil çekişmesine girdi, kargaşa başladı, siyaset kimliksizleşti. Bozulan siyasi dengeler bir türlü yerine oturmadı, dış destekli siyaset dönemine girildi. Dış etkilere açıklık, dışa açıklık gibi algılandı. Türkiye bugünlere sürüklendi.

b)12 Eylül’ün boyutlarını doğru anlamak için Genelkurmay’ın şu tespiti yeterlidir: “650 binden fazla kişi gözaltına alındı ve 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. 210 bin dava açıldı ve 230 bin kişi yargılandı. 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. Cezaevlerinde 299 kişi hayatını kaybetti. 171 kişinin ise işkence ile öldüğü belgelendi.”

Askeri Mahkemelerde yapılan sorgulama ve yargılamalarda:

- Ülkenin anarşi bataklığına sürüklendiği, yerleşim birimlerinde can mal güvenliğinin kalmadığı, kamu güvenliğinin bozulduğu dikkate alınıp yapılsaydı, yukarıda bahsi geçen korkunç mağduriyetler meydana gelmezdi.

– Aşırı solcu eylemci gençlerden önce, onları aldatıp kullanan gizli ana merkezler hedef alınsa, ilaç değil de mikrop hedef seçilseydi, her şeye rağmen darbe bir ölçüde başarılı olabilirdi.

– Siyasi ve ideolojik davranıldığı için korkunç zulüm gören milliyetçi ülkücü gençlerin, hapishanelerden çıktıklarında ayakta duracak mecalleri, ellerinden tutacak kimseleri kalmamıştı. Evleri, barkları dağılmış, iş, para-pul yok, açlık var, borç var, felaket var. Milliyetçi camianın önemli bir bölümü hayal kırıklığına uğradı, ülkede yaşanan olumsuzluklara ilgisiz kaldı.

– 12 Eylül darbecileri Türk Milliyetçilerin birliğini dağıttı. Yeniden bir araya gelmelerini önlemek için de bir dizi kararlar aldı. Bugün yaşanan dağınıklığın temel sebebi budur. Bakıyoruz bu kadar vakıf var, dernek var, kooperatif var, dergi var, topluluk var, yetişmiş insan var; ama çoğu kendi aleminde. Biri diğerini ya tanımıyor, ya da sorunun farkında değil.

Bu bakımdan Türk milliyetçilerinin en acil ve en önemli meselesi, birliğini kurmaktır. Birlik yoksa, zor durumda bulunan Türkiye de toparlanamaz.

Ülke çapındaki bu dağınıklık devam ediyor. Türk Milliyetçilerinin demokratik dönemdeki partili mücadelesini üç bölümde ele almak mümkündür. Bunalar:         1) 1Ağustos 1965’den 12 Eylül 1980’e kadar geçen 15 yıl 1,5 ay. 2) 7 Temmuz 1983’den 15 Temmuz 2016’ya kadar geçen 33 yıl, 8 gün. 3) 25 Ekim 2017’den günümüze kadar geçen 1 yıl 3 ay. Toplam 54 yıl, 5 ay.

Türk milliyetçiliği en büyük potansiyel güç
Bana göre bugün Türkiye’de en büyük güç Türk milliyetçileridir. Hasımları bile sıkışınca “gerçek milliyetçi biziz” diyebiliriz. Türk Milliyetçiliği büyük güç, ama potansiyel güç. Potansiyel güç, durgun güç demektir. Durgun gücün enerjiye dönüşmesi için harekete geçmesi şart. Hareket ise, ancak birliğin sağlanmasıyla mümkündür. Kim haklı veya kim haksız olursa olsun. Esas olan birliğin sağlanmasıdır.

Şüphe yok ki 12 Eylül camiamızı birliğini bozdu. Buna halen çare bulanamadı. Bu bir gerçek. Bizim bir numaralı meselemiz bölünmemizdir. Milliyetçi ve ülkücülerin bölünmüşlüğüne karşı gösterilen tepkiler, sonuç vermedi. Teşkilatlı bir yapımız, hayatın her alanında gücümüz ve iletişim araçlarında yerimiz yoksa, sesimiz de duyulmaz.

Bu durumdan hepimiz sorumluyuz. Birliğin yolunu bulmalıyız. Bunun için, STK’lar arasında dayanışma ve sistemli eğitim önemlidir. Eğitimden kasıt: Teşkilatlar arasında kardeşlik ruhunun güçlenmesi, işbirliği ve inanmış dava adamlarının yetişmesine önem vermektir.

Milli  meselelerin çözümünde görüş ve hareket birliği çok önemlidir.  Her şey Türk Milletinin egemenliği çerçevesinde düşünülmelidir. Milli eğitime, milli kültüre, hukuk devletine, demokrasiye, güvenliğe, ekonomik kalkınmaya ve bilim mantalitesine ihtiyacımız var.

Sonuç

Emperyal güçler ve  işbirlikçileri, darbeyle Türk Milliyetçiliğinin siyasi varlığını yok etmek istedi. Aradan 38 yıl geçti, zulmettiler, ağır insanlık suçu işlediler, zarar verdiler ama başaramadılar. Türk Milliyetçiliğinin itibarı yükseldi. Türk Milliyetçileri, TBMM dahil devletin ve ülkenin her yerinde varlığını sürdürdü.

Türk Milliyetçiliğin Sahibi Türk Milletidir.


https://millidusunce.com/misak/alparslan-turkesli-yillar/


***

11 Şubat 2019 Pazartesi

14'LERİN TEMİZLENMESİ (SOSYALİZME VURUŞ) BÖLÜM 2

14'LERİN TEMİZLENMESİ (SOSYALİZME VURUŞ)  BÖLÜM 2


Alay Komutan yardımcısının da sesi yükselmişti:

"Ne demek tevkif ederim ?"

"Ben görevimi yapıyorum !"

Üsteğmen Erol, soluğu gazinoda aldı ve orada içinde olduğu örgütün subaylarına durumu anlatmaya çalıştı:

"Sakın gitmeyin !"

Yemek bitmiş, yeni komutan odadan çıkmamıştı. Gazino toplantı için hazırlandı, subaylar yerlerini alıp oturdular... Üsteğmen Erol, moralini yüksek tutmaya çalışıyordu... Belki de tepki, toplantıya katılmamakla değil, toplantıya katılıp rest çekmekle anlam kazanırdı. Tanıdığı subaylara yaklaşıp, "Kalkın konuşun" dedi.

"Tamam... Gelsin de bir bakarız..."

Her şey, Üsteğmen Erol'un öngörüsü dışında gelişiyordu ama hayal kırıklığı içinde teslim olmak yerine, sonuna kadar direnmeye karar vermişti.

Yeni alay komutanı geldiğinde subayların büyük bir bölümünün yerlerinden kalkmaması Üsteğmen Erol'a, çölde susuz kalmış bir insanın dudaklarını yalayıp geçen su gibi geldi. Yeni alay komutanı bozulmuştu. Konuşmasını da moral bozukluğu içinde yapmış, alay komutanlarının rahatsızlandığını, onun için alaya komuta etmek için kendisinin görevlendirildiğini tedirginlik içinde anlatmıştı. Sonra içindeki ezikliği bastırmaya çalıştığını belli eden bir ses tonuyla, "Bundan sonra benim emirlerime göre hareket edeceksiniz. Bütün alayı futbol sahasında içtimaa bekliyorum" demişti...

Üsteğmen Erol, artık mutlaka bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyordu. Cesaret kimi zaman, sonrasını hesaplamaya gerek duymadan, o an için yapılması gereken neyse, onu yapmaktır.

Ayağa kalktı:

"Albayım, sizin elinizde, alay komutanlığına atandığınıza dair yazılı bir emir var mı?"

Albay, başına bela olmaya niyetlenen bu üsteğmeni başından savmak istedi:

"Var var... Sonra gösteririm..."

"Hayır, şimdi gösterin !"

Üsteğmen Erol, Genelkurmay'ın genelgesini baştan sona okudu... Sonra yeniden konuştu:

"Ben Nizam Karakolu nöbetçi subayıyım. Elinizde yazılı emir olmadan komutayı teslim alamazsınız. Görevim sizi tevkif etmektir. Bir saat önce bir alay komutanımız gidecek, bir saat sonra bir başkası gelecek... Biz koyun sürüsü değiliz... Birileri çobanları değiştiriyor ama bunu yaparken elinize değnek vermesi lazım. 0 değnek de sizin elinizde yok !"

O sırada bir subay ayağa kalktı:

"Kesinlikle birliklerimizi toplamayacağız. Sizin emrinize göre hareket etmeyiz!"

Üsteğmen Erol, bu karşı çıkışla moral buldu ama onun hayalinde böyle bir durumla karşılaştıklarında ne yapmaları gerektiğini anlatan bir tablo çizilmiş olsaydı, mutlaka birlikte hareket ettikleri yüzbaşılar çoktan ayağa kalkıp, bu karşı çıkışı desteklerdi. O zaman diğerleri de köşelerine sineceklerdi. Oysaki, devamı yoktu... O anda havayı kokladı. Toplantıda iki yüz seksen subay vardı. Eğer albayı o anda tevkif etmeye kalkışsa belki de bir arbede başlayacaktı.

Kritik bir noktada olduğunu anlayan yeni alay komutanı da, "Alayı içtima için derhal harekete geçirin" sözleriyle, toplantıyı çabucak kapadı.

Erol un içi içini yiyordu, yeni alay komutanı yürürken,hızla yanına ulaştı:

"Yazılı emrinizi gösterecektiniz..."

Yoktu... Yeni alay komutanı yazılı emrini gösteremiyordu. Genelkurmay başkanı bile, Muhafız Alayı komutanını tutuklattıktan sonra, gönderdiği yeni alay komutanının eline "ne olur ne olmaz" kaygısıyla yazılı emir verememişti. Şimdi, bir üsteğmen, Genelkurmay başkanının genelgesine dayanarak, yeni alay komutanına yazılı emir soruyorsa, suçlu mu olacaktı ?

Yeni komutan futbol sahasındaki toplantıda konuşurken, Üsteğmen Erol'un kanı bütün vücudunda hızla dolaşıyordu. Onun, kendisini tutuklayacağını sezen yeni komutan konuşmasını kısa kesti, subaylar arasında yürümeye başladı. Artık harekete geçmek için daha fazla bekleyemezdi:

"Sizi tevkif ediyorum!"

Komutan, olduğu yerde çakılıp kaldı. Üsteğmen Erol, konuşmayı sürdürdü:

"Gazinoda yazılı emri göstereceğinizi söylediniz."

"Karargâhta kaldı."

Subaylar, ortamın psikolojisine uygun olarak, ikisinin çevresini bir hilal gibi çevirmişlerdi. Üsteğmen Erol, komutanı gözaltına aldığı andan sonra nelerin gelişeceğini kestiremiyordu.

"Peki, ben emri istiyorum..."

Yeniden Nizam Karakolu'na döndüğünde saat 16.00'ya geliyordu. Bir süre sonra, ayak sesleriyle dikkatini kapıya yöneltti. Sert adımlarla içeri giren üç subayın arasından, komutan yardımcısı yarbay ön plana çıktı:

"Erol, bak sen gençsin..."

"Eee, ne olmuş?"

"Seni kurşuna dizerler..."

Subayların giderek yaklaştığını gören Üsteğmen Erol tutuklanacağını anlamıştı. Ancak birden tank paletlerinin sesi ortalığı kapladı. Üsteğmen Erol'un yüreğine okyanus ferahlığı yerleşirken, yarbay, telaşla "Ne oluyor?.." diye sordu.

“İşte bizimkiler... Biraz sonra burada olacaklar."

Subaylar, Nizam Karakolu'ndan hızla çıktılar. Tank sesleri bir yükseliyor, bir alçalıyordu ama gelen tank falan yoktu. Üsteğmen Erol, yalnız kaldığını ve tutuklanacağını düşünüyordu. Son şansı Binbaşı Fethi Gürcan'a ulaşmaktı. Doğruca bölüğe gitti ve Astsuay Münip Tepeci'yi buldu:

"Başımıza bir alay komutanı geldi, herkes kabullenmiş görünüyor. Yukarıdan da bir türlü hareket emri gelmiyor. Elimizdeki planlardan hangisini uygulayacağımızı dahi bilmiyoruz. Belli ki bir terslik var. Fethi Binbaşı'ya gidip durumu anlatalım."

Münip ile Muhafız Alayı'nın kırık dökük bir pikabına bindiklerinde, Köşk'ten nasıl çıkacaklarının planını bile yapmamışlardı. Karşılarına çıkan ve Türkeşçi olduklarını bildikleri teğmenler "Nereye gidiyorsunuz ?" diye sorunca, olabildiğince kayıtsız görünmeye çalışarak, "Biraz Köşk'ü dolaşacağız" dediler.

Nöbetçiler tedirgindi... Karşılarında Paraşüt, arkalarında Tank bölükleri vardı. Paraşüt Bölüğü'nün üsteğmeni de Türkeşçi gençlerdendi ama Üsteğmen Erol'a karşı bir sempatisi vardı. Onların arasından geçtiklerinde, tank sesleri tümüyle kesilmişti.

Kendilerini Tank Bölüğü'ne attıklarında, oradaki subayların da kendileri kadar durumdan habersiz olduğunu gördüler:

"Alarmda bekliyoruz ama, Harp Okulu'ndan harekete geçmemiz için emir gelmiyor. Muhafız Alayı'nda durum nedir?"

"Durum bizde de aynı. Acilen Süvari Grubu'na gidip, Binbaşı Fethi Gürcan'la görüşmemiz gerekiyor."

Sonunda Binbaşı Fethi'ye ulaştılar.

"Neler oluyor?"

"Durum çok kritik. Alay komutanının tevkif edildiğini söylediğim arkadaşlardan bir tepki gelmedi. Mecbur kaldım, gelen notu Türkeşçi subaylara da gösterdim. Yeni alay komutanı olarak biri geldi. Nöbetçi subayı sıfatıyla yazılı emir istedim. Oyalayıp durdu, elinde yazılı emir yok. Tevkif etmek istedim ama, bizim oradaki arkadaşlar durumu kabullenmiş görünüyorlar. Bu arada karşı taraf da örgütlendi. Alayı harekete geçirmemiz imkânsız. Neredeyse beni tevkif edeceklerdi."

Binbaşı Fethi, Üsteğmen Erol daha konuşmasını bitirmeden kararını vermişti.

"Neyle geldiniz?"

"Kırık dökük bir pikapla."

"Anlaşıldı... Şimdi pikaba tekrar biniyoruz."

O sırada, Üsteğmen Turgut Saltoğlu'nu da çağırdı. Hiç zaman kaybetmeden dördü birden pikaba binerek Köşk'e doğru gitmeye başladılar.

"Nereden gideriz ?"

"Paraşüt Bölüğü'nün üsteğmeni Türkeşçi ekipten. Ama bize çıkışta kolaylık gösterdiler. Aynı yerden girebiliriz."

"Tamam. Şimdi Köşk'e girer girmez ben hemen bölük komutanının odasına gideceğim ve orada oturacağım. Erol! Sen kendine güvendiğin bir ekip oluşturacaksın, yeni alay komutanı olduğunu iddia eden adamı yakalayıp bana getireceksin."

Kırık dökük pikap, Paraşüt Bölüğü'nün arasından sıyrılarak Köşk'e girdi. Bu kez içinde iki değil, dört kişi vardı.

Binbaşı Fethi Gürcan'ın bölük komutanı odasına girip, uzun namlulu Smith Wesson tabancasını masanın üzerine koyup oturmasıyla her şey değişmişti. Üsteğmen Erol, onun yardımcısı konumunda olduğundan, yüzbaşılar emrine girmişti. On kişilik bir ekibi hızla oluşturmuştu ama alay komutanının nerede olduğunu net olarak öğrenemiyorlardı. Kimileri Nizam Karakolu'nda, kimileri ise gazinoda olduğunu söylüyorlardı.

"Erol, sen beş kişiyi al gazinoya git! Turgut sen de beş kişi alıp Nizam Karakolu'na git. Neredeyse oradan alıp getirin !"

Erol ve Turgut, aldıkları emri yerine getirmek üzere altışarlı iki grup halinde pikaplara bindiler.

Erol, ekibiyle birlikte gazinoya ulaştı, içeriye girip baktı, alay komutanı yoktu. O sırada, kısa bir süre önce kendisini tutuklamaya kalkan emir subayı binbaşıyı gördü, onu yakaladı:

"Sen alçağın birisin!"

Fazla vakti yoktu. Bir an önce Turgut'un yardımına gitmek için karakol tarafına koştu. Camdan, Turgut'un, yeni alay komutanı ve alay komutan yardımcısıyla konuştuğunu gördü.

Turgut, Silahlı Kuvvetler Birliği'nin konferanslarından tanıdığı ve "Silahlarınız bize mi döndü?" diye sitem eden komutanlara, "Mensup olduğumuz kuvvetler duruma hâkimdir" yanıtı veriyordu.

Yıldırım gibi içeriye daldı ve Thompson'u yeni alay komutanına dayadı. Hepsini birden pikaba doldurdular.

Görev eksiksiz tamamlanmıştı. Yakalananlar Binbaşı Fethi Gürcan'ın karşısında duruyorlardı. Binbaşı Fethi, konukları gelmiş gibi nezaketle, "Buyurun, hoş geldiniz" dedi, "sizi bir süre burada dinlendirelim."

Gözetim altında tutulan albay, yarbay ve binbaşıya çay ikramı yapıldı.

Yeni alay komutanı, bu tutum karşısında cesaretlendi: ^ Acaba bir telefon edemez miyim? Eşim beni merak eder..." Kusura bakmayın. Bizim eşlerimiz de bizleri her gün merak ediyorlar."

Komutan yardımcısı, söz alıp, ortamı yumuşatmaya çalıştı:

"Yahu Fethi, niye böyle yapıyorsunuz" dedi, "durum hakkında bilgim olsaydı, ben de sizin saflarınızda yer alırdım. Bu gibi durumlara gerek kalmazdı."

"Daha dün Muhafız Alayı gazinosunda yapılan subaylar toplantısında, alay komutanı ülkenin içinde bulunduğu siyasî ortamı anlatmış ve bunun çaresinin ne olacağını tartışmaya açmıştı. Durumu bilmemeniz imkânsız."

Binbaşı Fethi, başlarına iki nöbetçi diktiği "konuklarının" yanından ayrıldı.

O sırada, Köşk'teki durumu bildirmek ve bundan sonra atacakları adımı sormak için Harp Okulu'yla görüşmeye çalışıyorlardı ama hatlar kesikti. Telsizle de haberleşemeyince, birini bilgi vermek üzere Harp Okulu'na gönderdiler.

Binbaşı Fethi Gürcan'ın emriyle Tank Bölüğü üç tankı çıkarmış, Köşk'ün önüne dayamıştı.

Onlar Talat Aydemir'e ulaşmaya çalışırken, üst üste gelen telefonlarda Hava Kuvvetleri'nin Muhafız Alayı'nı bombalayacağı tehditleri ulaşıyor, bu da Muhafız Alayı'ndaki subayları kaygılandırıyordu. Üsteğmen Erol, paraşütçü astsubayı santrala gönderdi ve kendisinden başka kimseye telefon bağlamamasını istedi. Böylece dışardan gelen ihbarları denetlemek ve Muhafız Alayı'ndaki çözülmeyi engellemek istiyordu.

O sırada, Türkeşçilerin ağırlıkta olduğu tankçılar, namlularını Köşk'e doğru çevirmişlerdi.

Üsteğmen Erol, üst üste aldığı tehdit telefonlarının ardından, çalan telefonu yeniden açtı:

"Şu anda Köşk'te, başbakan, bakanlar, parti liderleri, Genelkurmay başkanı, kuvvet komutanları, cumhurbaşkanının başkanlığında toplantı yapıyorlar. Tanklar namlularını Köşk'e çevirmiş durumdalar. Onlar da dışarı çıkmak istiyorlar. Ne yapayım?"

Ankara'da tek bir silah sesi, korkunç bir çarpışmanın işareti olabilirdi. Hava Kuvvetleri alarmı kaldırmadığı gibi, karacılar da alarma geçmişti. Gelişmeler, Albay Aydemir'in Ankara'daki gücünün çok büyük olduğunu gösteriyordu. Hükümetin talimatıyla, Ankara civarından çağrılan birlikler de, albaya bağlı olduklarını bildirmişlerdi.

Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel başkanlığında, en güvenli bölge olarak gördükleri Köşk'te toplanan İsmet Paşa, bakanlar, Genelkurmay başkanı, kuvvet komutanları ve parti liderleri durum değerlendirmesi yapıyorlardı.

"Kıtalar, tek bir silah atılmadan beş dakika içinde asilerin eline geçiyor. Bu nasıl bir şey?"

YTP Genel Başkanı Ekrem Alican, Talat Aydemir'le görüşme önerisini ortaya atmıştı. İsmet İnönü, "Ellerinde rehin kalırsın, daha da güçlü duruma gelirler" dedi. Israr edince, albayla görüşmek üzere toplantıdan ayrılmasına izin verildi.

Ekrem Alican'dan ilk haber gelmişti:

"Meclis'in feshini istiyorlar."

"Bir an önce tedbir almalıyız."

"Ankara civarından destek olarak çağırdığımız birlikler Talat Aydemir'le birlikte hareket ediyorlar. Hükümetin bu şartlar altında çalışması imkânsız. Geçici bir süre için Eskişehir'e nakledelim."

CKMP Genel Başkanı Osman Bölükbaşı, bu öneriye şiddetle karşı çıktı, İsmet Paşa'ya döndü:

"Paşam ! Gidelim Millet Meclisi'ne, ön sıralarda oturalım, bizi gelip orada teslim alsınlar !"

Çankaya zirvesinde, ne gibi önlemler alınabileceği düşünüldü. Radyoda, bütün siyasî parti liderlerinin imzaladığı bir bildiri ile cumhurbaşkanı, başbakan ve Genelkurmay başkanının mesajlarının yayınlanmasına karar verilmişti.

0 sırada içeriye giren Cumhurbaşkanlığı genel sekreteri, durumu daha da gerginleştiren haberi verdi:

"Muhafız Alayı'nda bir kıpırdanma var. Yeni komutan duruma hâkim değil."

Millî Savunma bakanı devreye girdi:

"Köşkü derhal terk edelim. Tehlike büyüyor."

Ancak onlar daha Köşk'ten çıkmadan yeni bir haber geldi:

'Süvari Grubundan Binbaşı Fethi Gürcan, yeni alay komutanını enterne edip Muhafız Alayı'nı ele geçirmiş! Tank Bölüğü namlularını Köşk'e çevirdi."

O ana kadar sakin görünen İnönü sinirlenmişti:

"Ne yani? Koskoca Muhafız Alayı'nı dört subay mı teslim aldı?"

Durum giderek kritik bir hal alıyordu. İçerideki gerginlik had safhaya ulaştı. Dışarıya çıkmaları halinde başlarına ne gelecekleri bilmiyorlardı.

Üsteğmen Erol telefonda duyduklarından heyecanlanmıştı Binbaşı Fethi Gürcan'a döndü:

"Cemal Paşa, îsmet Paşa, Sunay Paşa.. Hepsi şu anda Köşk'te toplantı halindeymiş! Kuvvet komutanları ve parti liderleri, kabine üyeleri de içerideymiş. Dışarı çıkmak istiyorlarmış. Ama tankçılar namlularını Köşk'e çevirdiği için çıkamıyorlarmış."

Bu habere Üsteğmen Erol kadar, Binbaşı Fethi Gürcan da şaşırmıştı. Onlar, Muhafız Alayı'na atanan yeni komutanı enterne edip, alayın komutasını ele geçirirken, Köşk'te kimlerin bulunduğunu bilmiyorlardı... Şimdi bütün güç onların ellerindeydi!

"Hemen Talat Albay'a ulaşmamız lazım."

Binbaşı Fethi, "Kimse dışarıya çıkmasın" haberini yolladıktan sonra, ısrarla Harp Okulu'nun telefonunu düşürmek için uğraşmaya başladı. On beş-yirmi dakika sonra bağlantıyı sağladı:

"Albayım, Gürsel, İnönü ve bütün kabine üyeleri ile komutanlar buradalar. Köşk'ü sardım. Hepsini enterne edeyim mi?"

*         *          *

Albay, telefonu aldığında, o anda her şeye hâkim olduğunu düşündü. Bir başkaldırı, kendiliğinden ihtilalin doruk noktasına ulaşmıştı. Ancak, İstanbul'daki birlikler kendisini yalnız bırakmışlar ve 9 Şubat Protokolü'ne imza atanlar, imzalarından geri dönmüşlerdi. Hava Kuvvetleri hükümetten yanaydı. Hükümet yanlısı kimi subayların, Genelkurmay karargâhının etrafına tanksavar silahları yerleştirdiklerini de öğrenmişti. Bu durum üzerine, Tank Taburu, Süvari Grubu ve Harp Okulu bir an önce harekete geçmek için sabırsızlanıyorlardı. Saatler ilerledikçe kıtaların denetimi güçleşiyordu. On sekiz bin silahlı güç, patlamaya hazır birer bomba gibi ondan gelecek emri bekliyordu. Harekete geçtiği anda, tanklar Genelkurmay'ı ve Hava Kuvvetleri karargâhını yerle bir edeceklerdi. Ordu her yerde birbirine girecek, oluk oluk kan akacaktı.

Kore günlerini düşünen albay, Türkiye'de yaşanacak bir iç savaşın, ülkeyi bölmek isteyen dış güçlerin de ekmeğine yağ süreceği olasılığıyla derin bir mutsuzluğa düştü.

Her şeye rağmen, Ankara'daki başarısı tartışmasızdı. O andan itibaren liderdi. Ancak bu şartlar altında bir dikta rejimine gidilmesi kaçınılmaz görünüyordu. Kendi kellelerini korumak için, bugüne kadar protokollere ihanet edenleri yok etmeleri gerekecekti...

Bu koşulları göze alarak altına imzasını atacağı bir ihtilal, yeni ihtilalleri de gündeme getirecekti.

Eline geçirdiği en büyük kozu kaçırdığında, kellesini vermeyi de göze alması gerekiyordu... Şimdi, "Vatan, sana canım feda !" demenin sırasıydı...

Binbaşı Fethi'ye, "Bizim onlarla işimiz yok. Dışarıya çıkışlar serbest, içeriye giriş yasak..." dedi.

*         *          *

İhtilal hiyerarşisine tartışmasız bağlılık gösteren Fethi Gürcan'ın telefondaki konuşmasını, Üsteğmen Erol ve Turgut, dikkatle izliyorlardı... Onun ses tonundaki belirgin düşüş, meraklarını iyice çoğalttı.

"Ya... Öylemi?"

Telefonu kapadı.

"Diyorlar ki..."

Üsteğmen Erol, bu olasılığı hiç hesaba katmamıştı.

Köşk'tekilere, dışarı çıkabilecekleri haberi yollandı.

İsmet Paşa, derin bir nefes aldı, albayın başını koyduğu davada baş almayı göze alamadığını düşündü, yanındakilere döndü:

"Talat, işte şimdi kaybetti..."

http://kutuphane.halkcephesi.net/Ihtilalin%20Suvarisi/bolum%2029.htm


14'LERİN TEMİZLENMESİ (SOSYALİZME VURUŞ) BÖLÜM 1

14'LERİN TEMİZLENMESİ (SOSYALİZME VURUŞ) BÖLÜM 1 



Hikmet Kıvılcımlı:

“Millî Birlik Komitesi, kendi içinde birlik miydi? Daha 27 Mayıs başarı kazanır kazanmaz, en başta 38 kişilik MBK içinden 38 parça gibi göründü. Altı ay geçmedi. Milli Birlikçiler ikiye bölündüler. M.B.K.'de yarıya yakın (kimine göre sekizde yedi) ‘muhalif’ üyelerden 14 birlikçi baskınla ayrılıp sınır dışına atıldı. 

Atılan 14'ler birlik miydiler? Hayır. Sonradan anlaşıldığına göre, 4'ü Türkeş çevresinde faşizan (kafatasçılığa eğilimli), 10'u Kabibay'la Erkanlı arasında ikircikli, halkçı göründüler. Ama, rahmetlik Cemal Gürsel Paşa, o zaman M.B.K. Başkanı, Devlet Başkanı, Silahlı Kuvvetler Başkanı sıfatıyla verdiği demeçte, bunların atılma sebebi açısından şöyle dedi: ‘İnsanı gayrı samimi beyanda bulunmak zorunda bırakıyorlardı!.’ Rahmetli Gürsel Paşa, basına şöyle bir bildiri vermişti: ‘Türkiye'de komünistlerin başarı kazanabileceklerini sanmıyorum. Ama, Türkiye için bir sosyalist partinin lüzumlu olduğuna inanıyorum.’ 

MBK başkanının bu ‘beyanları’ mı ‘gayrı-samimi’ idi? Anlaşılmadı. Yalnız, çok geçmeden, Türkiye'de sosyalistim diyeni haysiyet divanına verdiği halde, bir gün sosyalistliği kimseye bırakmayacak olan bir İşçi Partisi kuruldu. Ve rahmetlik Gürsel Paşa, Amerika'da komaya götürülmeden bir hafta önce, bir kuğu çığlığı gibi, ansızın: ‘Türkiye'de bir komünist partisinin kurulmasına lüzum vardır’ haykırışını yaptı. Ve uçakla Amerika'ya apar topar götürüldüğü günün akşamı, kendi cumhurbaşkanları Kennedy'yi kim vurduya getiren Amerika uzmanlarının hazakati sayesinde; bir daha kalkamayacağı komaya daldı. Öldü gitti. 

Ötede 14'ler, 2 yıl, 5'er bin lira maaşlı elçi danışmanlığı ile yurt dışında tecrübeye tabi tutuldular. Sansasyonel yasak buluşmalar yaptılar. İçeriden, dışarıdan birleşme denemelerine kalkıştırıldılar. Öngörüp birleşemediler. Yurda dönüşlerinde hepsinin ayakları suya erdi. Sosyal ve siyasi yönsüz hiç bir iş yapılamayacağını anladılar. Faşizmsi düşünenler CKMP'ye halkçımsı düşünenler CHP'ye, sosyalistimsi düşünenler TİP'e girdiler.” 

Kurucu Meclis, neredeyse CHP Meclisi olarak açılıyordu

Hikmet Bila:

“… Kurucu Meclis’te her yönden CHP ağırlığını göstermektedir.

Meclise siyasal partiler kontenjanı olarak 49 CHP’li, 25 CKMP’li girmiştir. Ancak, çeşitli meslek, işçi ve yargı kuruluşlarıyla illerden gelen temsilcilerin de çoğunu CHP’lilerin oluşturması nedeniyle, CHP, Kurucu Meclis’te üstünlüğünü sağlamıştır. İnönü ve CHP’nin yönetici kadrosu Kurucu Meclis’te yer almıştır.” 

14'lerin tasfiyesinden sonra siyasette ve orduda karışıklık daha da artmıştı. Ordu gençliğine, bir takım dedikodularla 14'lere karşı tavır aldırılmıştı ama, M..B.K.'sinin tümüne karşı bir tavır aldırılamazdı. Dağınık ta olsalar, Ordu ve Üniversite 27 Mayıs'ı sahiplenmişti. Kızsalar da, eleştirseler de M.B.K.'ni 27 Mayıs ruhunun temsilcisi olarak görüyorlardı. Üstelik, rakip güçler de dağınıktı. 

Dolayısıyla, M.B.K.'nin tamamen tasfiyesine, ne Kurucu Meclis'in ne de Cemal Gürsel'in gücü yeterdi. Çünkü İnönü hala otorite olarak açıkça ortaya çıkmaya cesaret edemiyor ve suyu daha da bulandırmaya uğraşıyordu. Hiç kimsenin işin içinden çıkamayıp kendisine muhtaç olacakları zamanlamayı sürdürüyordu.

BAŞKALDIRI

Başkaldırı

"Davaların en güzeli uğruna canımı feda ettiğime pişmanım sanmayın. Bu dava uğrunda bütün emeklerim boşuna gitmiş olsa da, ödevimi yapmış sayıyorum kendimi..."

Gracchus Babeuf 

Albay Aydemir, 20 şubat akşamı evine gittiğinde, Başbakanlık'tan bir arkadaşının bıraktığı yazılı notta, ertesi gün tutuklanacağı haberini aldı. Fazlaca düşünmeden, kendisini Harp Okulu'na attı. Okula ulaştığında saat 23.30 civarıydı. Öğrenciler uykuya çekilmişlerdi. Tutuklanacağı yolundaki haberi, bir gün önce, "Benim vücudumu çiğnemeden sizin kılınıza kimse dokunamaz" diyen Genelkurmay başkanına ulaştırdı. En iyisi geceyi Harp Okulu'nda geçirmekti. Ama ardı ardına gelen telefonlar, dinlenmesine izin vermiyordu. Gün 21 şubata dönerken, ilk telefonu İstanbul'dan aldı. 9 Şubat Protokolü'ne imza koyan generallerden biri, "Saat 03.00'te Ankara'daki birliklerin harekâta geçeceği söyleniyor. Sakın kendi başınıza iş yapmayın" dedi.

"Yok böyle bir şey. Şerefim, namusum üzerine, böyle bir harekâttan haberim yok."

Bu telefon görüşmesini diğerleri izledi.

Albay, her telefonda, benzer sorulara benzer yanıtlar veriyordu. İhtilal düşüncesiyle yatıp kalktığı doğruydu. Ülkedeki sorunların ancak bir ihtilal yönetimiyle çözüleceğine inandığı da doğruydu. Ama böyle bir ortamda ihtilale kalkışmayı aklından bile geçirmiyordu. İstanbul grubu ihtilalden vazgeçmişti... Kaçıncı kez aynı oyun oynanıyor, ihtilale endekslenen gençler, son anda öfkeleriyle baş başa bırakılıyordu. Gençlerin enerjilerini, bendini yıkmaya hazır bir nehir gibi görüyordu. Bir gün mutlaka o büyük enerjinin taşıp bendini yıkmasından; nehrin yönsüz, denetimsiz, başsız gelişigüzel akıp gitmesinden; her yanı köpük köpük bir öfkenin kendisine ve ülkeye zarar vermesinden korkuyordu.

O güne kadar bir müdahaleden yana olduğunu her ortamda açıkça söylediği için, bu fikre karşı olanlar karşısında tehlike oluşturduğunu biliyordu. Hükümetin kendisini ve yakın arkadaşlarını tasfiye etmeye can attığını anlamak için çok ince düşünmesine gerek yoktu. Ama yine de, Genelkurmay başkanının böyle bir tasfiyeye onay vermeyeceği inancını koruyordu. Devlet Başkanı Gürsel'le de çok yakın ilişkileri olmuştu. Üstelik, bir tasfiye planının orduda yaratacağı büyük tepkinin de, tasfiyeye kalkışanlar için caydırıcı olacağını düşünüyordu.

Kendisi dışında gelişen olaylar olduğu kesindi ve zihninde taşları yerli yerine koymaya, olayları çözmeye çalışıyordu. Arkadaşlarına, "Generallerden ümit kesen genç kitlenin son bağlantı noktası olduk. Onların generallere güvenleri azaldıkça, bize olan bağlan kuvvetleniyor. Bu da bizim hiyerarşi dışı bir ihtilal hazırlığı içinde olduğumuz söylentilerini yayıyor" diyordu.

Onlar, ihtilale karşı güçlerce "Albaylar Cuntası" olarak nitelendirilirken, Ankaralı albaylar da, İsmet İnönü etkisindeki subayları, onun seçim bölgesinden yola çıkarak, "Malatyalılar Cuntası" olarak isimlendiriyorlardı, "Havacılar Cuntası" ise Malatyalılar Cuntası'nın bir koluydu... Hava Kuvvetleri'ndeki bir grup sürekli olarak Harp ve Jandarma okulları başta olmak üzere, karacıların sık sık alarma geçtiği söylentilerini yayıyordu.

Saat 02.00 olmuştu. Albay Aydemir, pijamalarını giyerek yatağına girdi. Ama daha sırtını yatağına yerleştirmeden, bu kez 229. Piyade Alayı'ndan telefon eden bir yüzbaşı, kuvvet komutanlarının bir ihtilal için hazırlık yapıp yapmadıklarını kontrol etmek amacıyla alaya geldiklerini anlatıyordu:

"Bütün erat uyuyordu. Hiçbir şeyden haberimiz olmadığını bildirdim. Alay komutanını sordular, evde olduğunu söyledim. Komutanı, Merkez Komutanlığı'na çağırdılar. Sanırım onu tevkif edecekler. Alarm vereyim mi ?"

"Gerek yok. Sakin olun, benden haber bekleyin."

Albay, Merkez Komutanlığı'ndan Albay Selçuk Atakan'ı aradı. Arkadaşı yanlış bir haber alındığını, üzerinde araştırma yapıldığını anlattı.

Aradan on dakika geçmeden, 229. Alay'dan bu kez bir üsteğmen aradı:

"Albayım, havacılar alarma geçmiş. Merkez Komutanlığı'nı kuşattılar. Alayı alarma geçirelim mi ?"

"Hayır!"

İstanbul diken üzerindeyken, Ankara da kaynıyordu.

Yeniden Albay Selçuk'u aradı...

Hava Kuvvetleri Cuntası, Genelkurmay Başkanına giderek, o gece saat 03.00'te Ankara'daki birliklerin ihtilal yapacağını bildirmiş, Hava Kuvvetleri'nin alarma geçirilmesi için izin istemişlerdi.

Harp Okulu'nun uyuduğu saatlerde, havacılarla yakın temasta olan iki tabiî senatör, Hava Kuvvetleri karargâhına gitmişti. Üniformalarını giyen bir başka tabiî senatör de, Meclis Muhafız Taburu'na giderek, nöbetçi subayına Meclisin Harp Okulu tarafından sarıldığını bildirerek alarma geçmesini istemişti.

Albay, pencereyi açtı, kar havasını içine çekti... Aniden Tank Taburu'nun harekete geçtiğini gösteren sesler gelmeye başladı. Hiçbir şey düşünmeye fırsat bulamadan, kapısını tıklatan elin sahibi içeri girdi:

"Tank Taburu harekete geçmiş, Bakanlıklar'a doğru ilerliyorlar, haberiniz var mı ? Siz bir talimat verdiniz mi ?"

"Hayır."

"Öyleyse ben onları durdurmaya gidiyorum."

Binbaşı Bahtiyar Yalta'nın arkasından bakarken, çılgın bir gecenin başladığını biliyordu.

Meclis Muhafız Taburu'nun havacılar tarafından alarma geçirilmesi üzerine, Tank Taburu da kontr-alarma geçmiş, onu yakınındaki 229. Piyade Alayı ve Süvari Grubu izlemişti.

Yenimahalle'deki lojmanlarda oturan Tank Taburu subayları, hemen yanlarında oturan havacıların alarm yapıp birliklerine gittiklerini görünce, ne olduğunu anlamak için üniformalarını giyip onlar da kıtalarına koşmuşlardı. Kıtaya ulaşan haber ise, albaylar ile generallerin Merkez Komutanlığında, havacılar tarafından ele geçirilip tutuklandığı yolundaydı. Böyle bir durum karşısında işleyecek otomatik planı bütün subaylar biliyorlardı ve bu doğrultuda, kıtalar harekete geçmişti...

Zaten 27 Mayıs'tan sonra her an yeni bir ihtilal olacağı beklentisi içindeki asker ve subaylar hazırdı. Genelkurmay başkanının bilgisi dahilinde, bir gereklilik halinde müdahale etmek için hazırlanan ihtilal planları subayların ellerindeydi.

Binbaşı Bahtiyar Yalta, kar yağışı altında Bakanlıklar'a doğru yol alan Tank Taburu'nu geri çeviriyor, diğer kıtalardaki alarmın sona erdirilmesi için koşturuyordu.

Her dakika yeni bir gelişmeyle karşılaşan albay, soğukkanlı tav-n sürdürüyordu. Yatağından kalkıp giyindi... Alarma geçen kıtaların durdurulduğu haberinin ulaşması için dakikaları sayıyordu.

O sırada, Genelkurmay başkanına bir hareketin başlamak üzere olduğu ve birliklerin alarma geçtiği haberi ulaştırıldı. Saat 03.00'e yaklaşırken, olay yerine gelen Genelkurmay başkanı alarmı sona erdirmek üzere olan kıtaları ayakta gördü.

Genelkurmay başkanı, Tank Taburu'ndaki genç bir subaya neden alarma geçtiklerini sordu.

"Havacıların sizleri tevkif ettiğini duyduk, sizleri kurtarmaya geliyorduk paşam..."

Genelkurmay başkanı şaşkına dönmüştü. Bu sırada durumu denetlemek için Harp Okulu'na gelen Genelkurmay ikinci başkanı da, okulun mışıl mışıl uyuduğuna gözleriyle tanık olmuştu. Ama uyuyan aslanı uyandırmak için tahrikler sürecekti.

Kara Kuvvetleri'ne bağlı bazı kıtalardaki alarm kaldırılmış, ancak gece bitmemişti. Albay, bir yandan telefon görüşmelerini sürdürüyor, bir yandan yakın arkadaşlarıyla durum değerlendirmesi yapıyordu:

"Bir oldubittiyle bizi suçlu konumuna düşürmeye çalıştılar. Bu yüzden Silahlı Kuvvetler'in iki kanadını birbirinin üzerine saldırtmayı bile göze aldılar. Sorumlular ortaya çıkmalı!"

"Türk Silahlı Kuvvetleri'ni bölmeyi amaçlayan bir harekât başlatıldı ve bir kuvvet diğerinin üzerine saldırtıldı. Sorumluları yargılansın."

"İş mahkemeye gitsin; gerçek suçlular ortaya çıksın !"

Subaylar tek tek çağırılarak ifadeleri alındı ve bunlar rapor haline getirildi.

"Gençler şaşkınlık ve öfke içinde."

"Arkadaşlarımız haksız yere gözaltına alındı."

"Onları serbest bırakmazlarsa, kıtalar denetimden çıkabilir." Ordu ayaktaydı... Komutanlara, "Saat 06.00'ya kadar gözaltına alınan karacı subayları serbest bırakmazsanız, biz bundan sonra Kara Kuvvetleri'ni tutamayız" notası gönderildi.

Yarım saat sonra, gözaltına alman karacı subaylar serbest bırakılmışlardı. Tanyerinin ağarmaya başladığı dakikalarda, Albay Talat'ın karşısında oturan subaylardan kimisinin gözlerinde yaş, kimisinin kin, kimisinin keder vardı.

*     *     *
Kısacık bir uykunun ardından yeni güne kalktılar... Hızlı girdikleri 21 şubat gününün yeni gelişmelere gebe olduğunu biliyorlardı.Saat 11.00’de Albay Talat Aydemir, Albay Necati Ünsalan ve Albay Selçuk Atakan, Genelkurmay başkanının karşısında ayakta duruyorlardı. Genelkurmay başkanı, gözlerini Albay Aydemir'e dikti:

"Yavrum... Akşam Kara Kuvvetleri'ne alarmı sen verdirmişsin."

"Böyle bir şey yapmadım. Siz de biliyorsunuz, dün gece Harp Okulu mışıl mışıl uyuyordu. Bize bir oyun oynanmak istendi. Hava Kuvvetleri'nin alarma geçmesiyle, karacılar, daha önceden yapılan planlara göre otomatikman karşı alarma geçmişler. Kıtalara alarm vermek bir yana, bir yanlış alarmı kaldırarak bir faciayı önledim."

"Hava Kuvvetleri bana bir ültimatom verdi. Yeriniz değiştirilmedikçe alarmı kaldırmayacaklar. Hepiniz himayemdesiniz, ancak yerlerinizi değiştiriyorum..."

Albayın isyanı, gözlerinden kıvılcımlarla taştı:

"Ben Allah'tan başka kimsenin himayesi altına girmem. Ben suçlu değilim. Suçlu olan Hava Kuvvetleri... Siz de, Millî Birlik Komitesi üyelerinin ve CHP'nin oyununa geldiniz, bir kuvveti diğerinin üzerinde kullanmaya kalktınız."

Albay, belindeki silahı, Genelkurmay başkanını dehşete düşürecek kadar hızla belinden çekti ve onun masasının üzerine bıraktı:

"Beni ya şimdi bununla temizlersiniz ya da mahkemeye verirsiniz. Eğer geceki harekâta ben neden olduysam, beni kurşuna dizdirirsiniz. Benim damarlarımda CHP kanı değil, vatanseverlik kanı dolaşıyor. Böyle bir haksızlığa katlanamam. Eğer komutansanız, gerçek suçluları cezalandırırsınız !"

Genelkurmay başkanı, ateşli albayı susturmak için sesini yükseltti:

"Hava Kuvvetleri alarmı sürdürüyor. Üzerinize bomba yağdıracak !"

"Biz de Kara Kuvvetleri olarak yarı alarm halindeyiz. Gerekirse çarpışırız !"

Karşı karşıya kaldığı karmaşık durumdan, Albay Talat Aydemir’i ikna ederek çıkacağını düşünen ve konuşmasına "yavrum" diye başlayan Genelkurmay başkanı için, albayların dışarıya çıkmasını istemekten başka çare kalmamıştı.

Üç albay, şeref salonuna çıktığında, gece gelen haberlerin ardından, Genelkurmay başkanının alarmına destek veren Kara Kuvvetleri komutanı ağlıyordu.

"Paşam, neden ağlıyorsunuz ? Ben bir albay olarak, Hava Kuvvetleri'ne karşı Kara Kuvvetleri'nin prestijini kurtarmaya çalışıyorum, siz gözyaşı döküyorsunuz. Bunu yapacağınıza, bize sahip çıkın."

Ulaşılan sonda, ordunun parçalandığı gün gibi açıktı ve bu komutanlar için gerçekten de ağlanacak bir durumdu. En çok ağlanası olan da, Hava Kuvvetleri'nin, alarmı kaldırmaları için emir verdiği Genelkurmay başkanını dinlememeleriydi.

21 Şubat günü uzadı da uzadı... 21 şubatı 22 şubata bağlayan gece de uykusuz geçti. Yine ihtilal haberleri, yine, "Harekete mi geçiyorsunuz ?" soruları, yine "Harp Okulu uykuda, gelin görün" yanıtları...


 *         *          *

Albaya bağlı kıtalar 22 şubatta, diken üzerinde bekliyorlardı. Albay, saat 11.00 civarında aldığı bir telefonla, bir havacı arkadaşıyla buluşmak için Jandarma Okulu komutanına gitmişti.

O, arkadaşıyla Silahlı Kuvvetlerin iki kuvvetinin birbiriyle karşı karşıya getirilmesinden duyduğu üzüntüyü paylaşırken, telefondaki emir subayı, Genelkurmay başkanının kendisini görmek istediğini söyledi. Albay, durumdan şüphelendi ve görüşmeye gitmedi. Haklıydı, çünkü kendisiyle birlikte çağrılanlar tutuklanmışlardı. Yakın arkadaşlarının tutuklanma haberini aldığında, albay için de artık karar verme zamanı gelmişti.

Bir anonsla, subay taburuna sinema salonunda toplanmaları emri verildi. Albay asteğmenlere, dört gündür yaşanan olayları anlattı. Gençlerin kanları damarlarında öyle hızla dolaştı, öfkeleri öyle doruğa ulaştı ki, bu belki albayın beklediği tepkiden bile büyüktü. Ne olursa olsun direneceklerdi. Albay, Harp Okulu ile yakınındaki kıtalara alarm emri verdi. Artık gençler eğitim elbiselerini giymişler, elleri tetikte, albaydan emir bekliyorlardı. Bu sırada saat 13.30'a gelmişti.

*             *             *

Harp Okulu birinci sınıf öğrencisi Osman Yetkin, verilen emirle okulun iç bahçesinde toplanan sınıf arkadaşlarıyla birlikte saf tutmuştu. Bahçe öğrenci ve subay doluydu. Kanı kaynıyor, alarm durumunda olduklarını biliyordu ama doğrusu bunun tam olarak ne anlama geldiğini çözümleyebildiği söylenemezdi. O sırada, tabur komutan yardımcısı, "Üç defa Millî Şef inönü şerefine !" diye komut verince, o da diğer arkadaşları gibi, hiçbir şey düşünmeden komuta karşılık verdi:

"înönü sağ ol! İnönü sağ ol! İnönü sağ ol!"

Ancak, tam karşılarında saf tutan ikinci sınıf öğrencilerinin psikolojileri aynı durumda değildi... Onlara göre İnönü'nün siyasetçi kimliği ön plana çıkmıştı, üstelik kendi komutanlarını yemek istiyordu. Onların vazgeçilmezi, bütün dokunulmazlıklarıyla yüreklerinde duran Atatürk'tü...

Aniden bir elektriklenme oldu ve ikinci sınıf öğrencileri, "Atatürk! Atatürk! Atatürk!" diye bağırarak süngülerini takıp, birinci sınıf öğrencilerin üzerine yürümeye başladılar.

Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal ile onun en yakın silah arkadaşı îsmet İnönü, Harp Okulu'nda, yani yuvalarında süngülerle karşı karşıya geliyorlardı.

İkinci sınıf öğrencileri adım adım ilerlerken, birinci sınıf öğrencileri de adım adım geriliyordu. O sırada Binbaşı Bahtiyar Yalta, "Komutanım yetiş ! İki tabur birbirine giriyor!" haberini alınca, bahçeye koştu, kalabalığı yararak zorlukla olay yerine ulaştı. Su kendi mecrasında akmaya başlamış, yelkensiz ve rotasız geminin yolcuları bir felakete doğru sürükleniyordu. Orada bulunan yüzbaşıya, "Havaya ateş et!" emri verdi. Thompson'dan yükselen ses, iki taburu da durdurdu.

Osman ve arkadaşları, aradan birkaç gün geçtikten sonra, yaptıklarından pişmanlık duyacak ve kendilerine, "Yaşasın înönü!" diye bağırtan komutanlarını dışlayacaklardı.

Kıtalar alarmda, fırtına öncesi sessizlik içindeydiler. Parola, "Halaskar", işareti "Fedailer"di... Karacı subaylardan albaya destek yağıyordu. Artık Harp Okulu merkez olmuştu.

Öğleden sonra, Albay Aydemirin yerine okul komutanlığına atanan tuğgenerali, yanında iki subayla birlikte Harp Okulu'nun kapısından girerken, silahlanmış Harbiyeliler karşıladı. Harbiyeliler, generali komutan odasına almıyorlardı.

“Generalim, sizi göz hapsine almak zorundayız."

General, Harbiyelilerin bu tutumu karşısında fenalaştı. Albay Aydemirle görüşmesinde, evine gitmek için izin istedi ve okulda ayrıldı.

Ankara’daki  bütün gelişmeleri örgütün İstanbul ayağına bildiren albay, onlardan destek alamamış, tam tersine harekâttan vazgeçmesi için ikna edilmeye çalışılmıştı. Ama artık albay geri dönmüyordu...

Lapa lapa yağan kar ise Ankara sokaklarını ihtilalcilerden çok önce işgal altına almıştı.

*         *          *
Üsteğmen Erol Dinçer, görev yeri olan Muhafız Alayı'nda gergin saatler yaşıyordu... Albayın her an tutuklanabileceği haberi üzerine örtülü alarma geçmişlerdi. Harekete geçmek için emir bekliyorlardı. Yaşanan bütün gelişmeler, Binbaşı Fethi Gürcan kanalıyla kendisine ulaşmıştı. Tam öğle saatlerinde Muhafız Alayı Nizam Karakolu'nu, nöbetçi subayı olarak teslim alacağı da Fethi Binbaşı'nın bilgisindeydi.

Saat 11.30 sıralarında nizamiyeden bir cip geldi. Üsteğmen Erol, "geçsin" emri verdi. Gelen cipten inen, 13 kasımda, On Dörtlerin tasfiyesinde diş dişe oldukları bir subaydı. Elindeki zarfı uzattı:

"Talat Aydemir Albay'dan..."

"Sen..."

Şaşkınlık içinde, "Oyuna mı geliyoruz, kime hizmet ediyoruz?" sorularına yanıt aramaya çalıştı. Ama karşısındaki genç subay, onun şaşkınlığını ya anlamamış ya da umursamamıştı:

"Beni haberci olarak gönderdiler."

Üsteğmen Erol zarfı açtı:

"Alay komutanı enterne edildi. Saat 19.00'a kadar harekete geçmek için emrimizi bekleyin."

Üsteğmen Erol, elindeki notu aldı ve doğruca alay komutan yardımcısının yaniına gitti:

"Yarbayım, duyduğuma göre bizim alay komutanını Genelkurmay'da enterne etmişler ! Bana böyle bir haber ulaştı ve size bildiriyorum."

Beklediği şey, alay komutan yardımcısının heyecanla duruma el koymasıydı, ama öyle olmadı:

"Öyle mi? Bir şey olmaz. Sen kendi işine bak..."

Üsteğmen Erol'un kafasından hızla geçen düşünceler, "Bu adam karşı taraftan" sonucuna ulaştı.

Kendi enerjisini, başka enerjilerle buluşturmak için o anda hiç gözünü kırpmadan canını verebilirdi. Öğle saati olduğundan subaylar yemeğe gidiyorlardı. Gazinonun girişine yönelip, orada daha önce birlikte toplantılara katıldığı subaylara elindeki mesajı göstermeye başladı. Nasıl oluyordu da, elindeki mesajı okuyan subayların büyük bir bölümü, "Ya, öyle mi?" diye geçip gidebiliyorlardı?

Artık çaresi kalmamıştı. Mesajı, Türkeşçi olarak bildiği subaylara göstermeye başladı. Tam da o sırada bir minibüs geldi. Üsteğmen Erol, albay rütbeli subayın minibüsten inişini kaygıyla izledi.

"Alay komutan yardımcısıyla konuşacağım."

Üsteğmen Erol, onu istediği yere götürdü. Heyecanı ve gerginliği biraz daha artmıştı. Bir süre sonra, alay komutan yardımcısının telefonu geldi:

"Alaya anons yap. Bütün subaylar yemekten sonra gazinoda toplansınlar. Yeni alay komutanımız konuşma yapacak."

"Yeni alay komutanımız kim ?"

"Şimdi yanımda..."

Nizam Karakolu nöbetçi subayı olmak, her şeyden sorumlu olmak anlamına geliyordu.

"O albay nasıl alay komutanı olur? Genelkurmay'dan gelen genelge asılı. Orada, Genelkurmay başkanı ya da cumhurbaşkanının emri olmadan hiçbir harekete geçemeyeceğimiz yazılı. Elinde Genelkurmay'dan ya da cumhurbaşkanından alınmış bir yazılı emir var mı ? Bu işten Nizam Karakolu nöbetçi subayı olarak ben sorumluyum. Eğer yazılı emri yoksa, buna rağmen o albay subaylarla konuşmaya gelirse onu tevkif ederim."

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***