Mehmet Doğan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mehmet Doğan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Kasım 2019 Cuma

Alparslan Türkeş li yıllar

Alparslan Türkeş li yıllar.



Sadi Somuncuoğlu
03.10.2018

15 Nisan 1978, Büyük Yürüyüş, soldan sağa; Mehmet Doğan, Gün Sazak, Alparslan Türkeş, Sadi Somuncuoğlu, Turan Koçal.

Kara Kuvvetleri Başkanı Org. Cemal Gürsel Başkanlığında teşkil edilen Milli Birlik Komitesi (MBK), 27 Mayıs 1960’da, “kardeş kavgasını önlemek” gerekçesiyle darbe yaptı, idareye el koydu. 38 kişilik MBK’de Alparslan Türkeş de vardı. MBK’de kısa zamanda görüş ayrılıkları görülmeye başladı. Komitede ülke meselelerinde projesi olan tek kişi Alparslan Türkeş’di. Bu yönüyle, kamuoyunda dikkatleri üzerine çekiyordu. Basında “ Kudretli Albay ” veya “İhtilalin güçlü adamı” gibi sıfatlar takılan Türkeş, kıskançlığın ve karşıt düşüncelerin hedefi yapıldı. Komite ikiye bölündü; 14’ler ve 24’ler olarak. 13 Kasım’da da iç darbeyle 14’ler tasfiye edilerek, yurt dışına sürgün edildi.

Türkeş’in önemli görüşleri vardı. Sonradan bunların bir kısmı gerçekleşti. Mesela, TÜBİTAK;  ‘Türk bilim stratejisini belirleyecek’ bir kurumun teşkili.  Gerçekten stratejinin olmayışı, başıboşluktu; her üniversitenin kendine göre hareket etmesi demekti. Araştırma konuları, doktora tezleri milli hedefimize göre değil, kalkınmış ülkelerin ihtiyacına göre belirleniyordu. Bizim beyinlerimiz, yabancılara çalışıyordu. TÜBİTAK teklifi, daha sonra gerçekleşti. Ama zaman içinde amacından saptı, laboratuvara dönüştü.

Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) da Türkeş’in önerilerindendi. 1960’da Başbakanlığa bağlı Devlet Planlama Teşkilatı kuruldu, Planlı kalkınma 1961 Anayasasına girdi.

Alparslan Türkeş, 1960’da “Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü” nü kurdurdu. Enstitü, Türk Kültürü Dergisi’ni bu güne kadar aralıksız çıkardı. Türk tarihine ve kültürüne çok değerli eserler kazandırdı.

Türkeş, Demokrasiyi seçti.,

14’lerin yurda dönüşüne izin çıkınca Alparslan Türkeş ve arkadaşları 1963’de yurda döndü. Türkeş 4 arkadaşıyla 1965’de CKMP’ye girdi. Aynı yıl yapılan kongrede Genel Başkan seçildi. Böylece ülkeye hizmetin yolunu demokratik rejimde gördüğünü gösterdi. 14’lerden 5 kişi daha katılınca sayı 9’a çıktı. 4 arkadaşı da CHP’ye katılmıştı. Partide her görüşten insan vardı. Komünist olan da vardı. Mesela Niyazi Ağırnaslı, CKMP’nin Marksist ve Leninist senatörüydü. Alparslan Türkeş Genel Başkan olduktan sonra, CKMP’den ayrıldı. Türkiye İşçi Partisi (TİP)’ni kurdu. Dev-Genç ve Dev-Sol’un avukatlığını yaptı. Partide sıradan vatandaşlar da vardı; milliyetçiler, ümmetçiler, menfaatçiler (bunlar çoğunluktaydı) vardı.

CKMP’nin yöneticileri de, bir bir istifaya etmeye başladı, eskilerden  çok azı kalmıştı. 14’lere gelince onlar da Partiden beklediklerini bulamadılar; 4-5 sene içinde ayrıldılar.

Parti, Gençlikten başladı.,

Ancak Türkeş, hiç sarsılmadan mücadelesini kararlı bir şekilde yürüttü. MHP bir dava partisiydi, davası da Türk milliyetçiliği ülküsüyle Türk Milletine hizmetti. Program, tüzük gibi yapılanmaya dair konularda ciddi hazırlıklar tamamlandı. Parti gençliğe çok önem veriyordu. Kendi kadrosunu yetiştirmek için işe gençlikten başlamıştı. Türkeş konferanslar veriyor, görüşlerini açıklıyordu.

Cumhuriyet tarihinde bir ilk olan 27 Mayıs 1960 darbesi, tartışılması bir yana, Türk milliyetçiliği açısından çok önemli bir kavşaktı. Önemi; Alparslan Türkeş’in ihtilalde katılmasıydı. Aslında Türkeş, Milliyetçilere devletin yönetimine talip olmaları gerektiği mesajını veriyordu. Gerçi 1948’de Mareşal Fevzi Çakmak, Kenan Öner, Hikmet Bayur, Osman Bölükbaşı ve arkadaşlarının Millet Partisi ve 1952’de Prof. Dr. Remzi Arık, Tahsin Demiray, Dr. Cezmi Türk ve arkadaşlarının Türkiye Köylü Partisi kurulmuştu, ancak camiada tasvip görmedi.

Alparslan Türkeş haklı çıktı…

Bizim yetişme yıllarımızda (1957-58) da büyüklerimiz mealen “Bizim siyasetle ilgimiz olamaz. Çünkü milliyetçilik milletin tümüne aittir. Bir parti sahiplenirse, diğer partiler dışlanacaktır. O zaman da Türk milliyetçiliğinin gelişmesi mümkün olmayacaktır. Halbuki bizim işimiz araştırmak, yazmak, dergi çıkarmak, okumak, konferans vermek, dernek, vakıf kurmak ve eğitim yoluyla Türk Milliyetçiliği fikrini topluma yaymaktır. Milliyetçilik topluma mal edilince de, bu düşüncedeki milletvekilleri TBMM’ye girecektir. Türk Milliyetçiliği iktidara gelecektir.”  deniliyordu. Biz gençler mantıklı gördüğümüz bu görüşü beğenir, inanırdık.

Alparslan Türkeş, Türk Milliyetçilerinin iktidarı gelerek hizmet etmesi gerekir. Aksi halde, dernek ve dergiyle başarılı olunamaz. Yabancı odaklar ve yerli işbirlikçileri, milli kimliğin ve tarih şuurunun topluma hakim olmasına izin vermez. Dernekleri, dergileri hemen kapatılır. Onlar için en büyük tehlike milliyetçiliktir. Ama demokratik rejimin temel kurumu partilerin durumu farklıdır. Parti, hem demokratik rejimin temel kurumu, hem de milletten aldığı milyonlarca oy gücüyle TBMM’ye girer, hükûmet olur, dokunulmazlık kazanır. Siyasi parti konuştuğu zaman, köydeki insanı da, şehirdeki insanı da, Cumhurbaşkanını da, işçiyi de, hasılı herkesi ilgilendiriyor. Sonuçta milletin bütününe hitap eden, bütününü kapsayan bir teşkilat ve program söz konusudur. Kapatılması çok zordur, kapatılsa bile yenisi kurulur. Dernek üyeleriyle, parti millet ve rejimle beraberdir.

Bu iki düşünce tartışıldı. Alparslan Türkeş’in haklı olduğu görüldü, artık geri dönülmez şekilde strateji belli olmuştu.

Ülkü Ocakları kuruluyor…

Bizim, Türk Ocaklı bir grup olarak (Galip Erdem, Ben, İbrahim Metin, Halil Özyıldız, İskender Öksüz, genç asistanlar gibi 9-10 kişi) siyasete başlamamız, Alparslan Türkeş’in CKMP Genel Başkanı olduğu 1965’li yıllarına rastlar.

Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de 1965’lerde ideolojik eylemler ve fikir hareketleri dalgalar halinde yayılıyordu. Kısa zamanda kuru particilik itibardan düşmüş, boşluğu ideolojiler doldurdu. Bu ortamda ülkemiz de çalkantılı bir döneme girdi. Kimse neyin ne olduğunu doğru dürüst bilmiyordu. Gençlik bu tartışmaların merkezindeydi.  CKMP böyle bir ortamda, ideolojisiyle çalışmalara gençlikten başladı.

Çalışmalara gençlikten başlandı ama gençlik çalışmaları yeterli görülmüyordu. Türkeş Galip ağabeyden yardım istiyor. “Gençliğin teşkilatlanma ve eğitim görevini kime vermeli” diye soruyor. O da 1957-58 yıllarından itibaren Türk Ocaklarında çalıştığım için benim adımı vermiş. Ben 1962’de Akademiyi bitirmiş, 1963-65’de askerliğimi tamamlayıp Ankara’ya dönmüştüm. 1967’de Kültür Bakanlığı’nın bin temel eser projesinde uzman olarak çalışıyordum.  Türkeş’in daveti üzerine kendisiyle görüştüm. CKMP Gençlik Kolları Genel Başkanı olmamı istedi, kabul ettim. O yıllarda her fakülte ve yüksek Okulda, öğrenci dernekleri kuruluyordu. Üç fakültede Ülkü Ocağı Öğrenci derneği  (ÜOÖD)vardı. Aşırı solun örgütü Fikir Kulüpleri Federasyonu en önce kurulanı idi. Adı sonradan Dev-Genç olarak değişti. Akıncılar vardı, Sosyal Demokratlar vardı. Adalet Partisi’nin Hür Düşünce Kulübü vardı.

Teşkilatlanma ve eğitim.,

Ülkü Ocaklarının teşkilatlanması için bir program yaptık. Buna göre Ülkü Ocağı Öğrenci dernekleri (ÜOÖD), 1968 sonuna gelindiğinde bütün Fakülte ve Yüksekokullarda, 1969’da üniversite şehirlerinde Ülkü Ocakları Birliği (ÜOB)’nin kurulması gerekiyordu. Bu hedef başarıyla tutturuldu. 1970 sonunda Türkiye Yüksek Öğrenim Gençliği Ülkü Ocakları Konfederasyonu (TÖYGÜK) resmen kurulacaktı, bu mümkün olmadı. Bizim Ülkü Ocaklarımız, kuruluş safhasından itibaren disiplinli bir güç olarak devreye girmişti.

1966’da üç ÜOÖD ile başlayan yüksek öğrenim gençlerinin teşkilatlanma işleri böylece tamamlanırken, Genel Merkezde bir program dahilinde gençliğin sistematik eğitimi yürütülüyordu. Dersleri veren hocalarımız, ODTÜ Bölüm Başkan vekili İskender Öksüz, Kamil Turan, Galip Erdem ve Genel Başkan Alparslan Türkeş’di. 12 Mart 1971’e kadar sürdürülen eğitim çalışmalarıyla, gençler şuurlu, bilgili, dönemin bütün sorularına cevap veren, fedakâr, özgüveni yüksek, mücadeleci bir kimliğe sahipti.  Bir yandan da Partinin kendi kadrosu yetişiyordu.  ÜOÖD hareketi kısa zamanda çok büyüdü; Türkiye’ye yayıldı. Gençler amaçlarına motive oldular. Onlara, ‘Gittiğiniz yerde bayrak sizin elinizde. Sokakta yürürken örnek insan olacaksınız, sizi tanıyanlar ibretle, imrenerek ‘baktıklarında ‘keşke benim çocuğum da böyle olsa’ dedirteceksiniz.’ diye yetiştiler. Bu gençlerin bazılarıyla otuz yıl sonra karşılaştığımızda, ‘Örnek olacağız diye gençliğimizi yaşatmadınız.’ şeklinde lâtifede bulunmuşlardır.

Fakülteleri işgal ve boykot gibi yollarla eğitim öğretim yapamaz hale getiren aşırı sola karşı mücadele eden ÜOÖD memlekette büyük bir kabul görüyordu. Bu olumlu havada üniversite öncesi (lise ve dengi) gençliğin teşkilatlanması için 1968’de Türkeş’in emriyle Genç Ülkücüler Teşkilatı (GÜT) kuruldu.  1969’dan itibaren Türkiye’nin her tarafında şubeler açıldı. Bu yıllar Türk Milliyetçilerinin teşkilatlanma ve genişleme yıllarıydı.  Milliyetçi Türk Kadınlar Birliği(1967), 1974’de Ülkücü Öğretim Üyeleri ve Öğretmenler Derneği (ÜLKÜ-BİR), 1969’da Kültür Bilim ve Teknik Merkez (KÜBİTEM)’in, 1971’de Türk Kültür ve Bilim Merkezi (TÜRKÜBİL)’in kurulması, Milli Hareket (1976), Devlet gazetesi (1969) ile Töre(1971) ve Bozkurt (1972)dergilerinin yayıma başlaması camiada adeta bir dirilme ve özgüven etkisi yaptı. Artık kendi mücadelemizi kendimiz anlatıyor ve fikri dokumuzun inşası yanında anarşi başta olmak üzere günlük gelişmeleri kendimiz yorumluyorduk. Bu müthiş bir kaynaşma, bütünleşme ve güven unsurunu doğurdu. Sayıları 20’yigeçen yan kuruluşlar dediğimiz derneklerin tamamı, ÜOÖD hariç doğrudan Genel Başkan Türkeş’e bağlıydı.

Türk Milliyetçilerinin ana kuruluşu: MHP

Gençlik ve aydınlar kesiminde ciddi bir varlık gösteren Alparslan Türkeş’in liderliğindeki Türk Milliyetçilerinin ana kuruluşu MHP, il, ilçe ve belde teşkilatlarıyla köylere kadar yayıldı. Ülkemizde çeşitli dış kaynaklı ideolojilerin anarşi fırtınası estirdiği, kafaların karıştığı, endişelerin arttığı sırada MHP’nin bu şekilde halka inen teşkilatlarla güçlenmesi, O’nu ülke gündemini belirleyici konuma getirdi. O zaman pek farkına varılmayan bu yapılanma çok önemliydi.

Parti 1969 seçimlerinde bir milletvekili çıkardı. O da Genel Başkan Alparslan Türkeş’ti. 12 Mart 1971’e gelindiğinde 14’lerden Türkeş’in yanında sadece Dündar Taşer ve Ahmet Er kalmıştı. Eski CKMP’lilerin çoğu istifa etmişti. Ancak, 1967’den itibaren Galip Erdem ağabey başta olmak üzere Türk Ocaklarında yetişen bizim ekip ile Ülkü Ocağı Öğrenci Derneklerinden yetişenler, İstanbul, Konya, Adana, Mesin, İzmir gibi illerden katılan seçkin milliyetçiler, partinin yeni kadrosunu teşkil etti. 1973 seçimlerinde üç milletvekili, 1977’de 16 milletvekili seçilerek grup kurulmuştu. Ülkedeki rahatsızlıklar, gerginlikler Mecliste de yaşanıyordu. TBMM müzakerelerinde MHP dikkatleri çekmiş, meydanı boş bulanların at oynatmasına fırsat vermedi, Parti halkın ümit kaynağı oldu.

MHP’nin bu hızlı yükselişinde, Alparslan Türkeş’in liderliği, stratejisi, tarih bilgi ve şuuru belirleyici olmuştu.

Demokrasi: Müzakere ve oylama.,

Bir GİK toplantısında Alparslan Türkeş dedi ki; ‘Kastamonu’da Nurcu, çok değerli bir grup arkadaşımız var; bunlar aynı zamanda Türkçü. “Hacca, sizinle birlikte gidelim” diye haber salmışlar bana…’  Onlara ‘Arkadaşlarla bir konuşayım.’ cevabını verdim dedi. ‘Arkadaşlar, davamız, partimiz için fikriniz nedir?’ diye sordu. Tabii herkes uygun gördü ve Hacca gitti, öylece… Bu olayı anlatmaktaki maksadım, MHP’de kararların nasıl alındığını, demokrasinin nasıl işlediğini göstermektir. Evet bütün kararlar böyle alındığı için MHP güçlendi, başarılı oldu.

Alparslan Türkeş her şeyi istişare eder, kararları oylamayla alırdı, dedim. Ama bu gerçek pek bilinmez.  Nitekim, MHP İddianamesinde ve duruşmalarda savcının “‘Faşist Türkeş, despot vs.’ ithamı, Türkiye’de de yaygındı. Belki hâlâ da vardır, tamamen ortadan kalkmış değil. Halbuki, Türkeş bir demokrattı. Partiyi bu esaslara göre yönetiyordu. Birkaç örnek daha verelim, belki faydası olur. 1977 seçimleri için adaylar belirleniyordu; Türkeş, Genel İdare Kurulu toplantısında ‘Ben artık Adana’dan aday olmak istemiyorum. Oradaki arkadaşların önünü açmak gerekir’ demişti.  Bunun üzerine müzakere açıldı, oylandı. Adana’dan aday olmasına karar verildi. Yine Adana’dan aday oldu.

Evet, Türkeş gibi bir lider aday olacağı ili seçemiyordu. İnanılmaz bir şey, değil mi? Ama MHP’de Türkeş’in koyduğu usul böyle. Mücadele eden kadrolar, her konuda kararı da kendileri veriyor. Kendi kararlarının doğruluğuna inandıkları için de canla başla çalışıyorlar.  Bir defa da, Adana merkez ilçe teşkilatı terör dolayısıyla açılamaz olmuş, arkadaşlar çok sıkıntı içindeler, partiye gidecekler kapalı, şikâyeti üzerine Başkanlık Divanı durumu görüşüp,  üç yöneticiye yetki verdi ve Adana’ya gönderdi. Bu kişiler inceleyip, geldiler, hem yazılı rapor verdiler,  hem de sözlü olarak dediler ki; ‘Gerçekten ilçe açılmıyor ve ilçe teşkilatı burada yok.’ Tartışıldı, ilçenin feshine karar verildi. Yeni bir heyete yetki veril. Bunu ilkeli duruşu duyan teşkilatlar kendilerinin ne kadar güçlü olduğunu gördü. Öyle kolayca fesih yoktu. Kusuru olmayan bir teşkilatı kapatmak mümkün değildi. Bugün Türkiye’de herkes demokrasiden bahsediyor! Her gün demokrasinin faziletini anlatanlar var, ama ne yazık ki hiçbiri söylediğine inanmıyor, uymuyor. Sahtesiyle oyalanıyoruz.

1969’da Genel İdare Kurulu’na girdim ve 1980’e kadar Türkeş’le beraber çalıştım. Hükûmette iken de beraberdik, parti küçükken de beraberdik, hapishanede de beraber olduk. Parti bu usulle çalıştı. Önemli diğer hususta, müzakerelerde kendi fikrini söylediği nadirdi. Toplantıları yönetir, hür ortamın teminatı da kendisiydi. Demokrasi, kararların organlar tarafından, demokratik kurallara göre alınması değil miydi? İşte bizim Parti MHP, Türkeş’in Genel Başkanlığında aynen böyle yönetildi.

12 Eylüle doğru

12 Eylül henüz olmamış, her taraf kan deryası, köyler ve şehirler, kurtarılmış bölgeler, kıyamet kopuyor. Dış servislerin eseri olan Maraş, Sivas, Çorum olayları, belli ki bir ve bütün olan Türk Milletinin çeşitli kesimleri birbirlerine düşürülmek isteniyor. Anarşi adı verilen keşmekeş bütün yurt sathına yayıldı. Herkes şaşkınlık içindeydi. İdeolojik gerginlik hat safhadaydı. Güvenlik güçleri sanki yetersiz kalmıştı. Bu ortamda, yıl 1978-79; aklıselimle hareket etmesi gereken valilerin bir kısmı ya solculuk aşkına, ya da iktidara yaranmak için yanlı davranıyordu. İl ve ilçelerde, emniyette böyleydi. “Faşizm tehlikesi (Komünizm değil) geliyor” paranoyası ile bizim gençler karakolların müdavimi yapılmıştı. Peşinen olayların sorumlusu görüldüklerinden işkenceyle delil ve itiraf peşindeydiler. Bunun önüne bir türlü geçilemiyordu. Gerçekte, Ankara bile güneş batınca devletin elinden çıkıyor, bazı semtlerde  kurşun sesinden geçilmiyordu. Ne yazık ki, can kaybı günde 15-20’i bulmuştu.  Herkes kendini korumak zorundaydı.

Sıkıyönetim teklifimiz.,

Genel İdare Kurulu ile Meclis Grubunun ortak toplantısında söz alarak; ‘Türkiye, olağan hal mevzuatı ve emniyet kadrolarıyla idare edilemiyor. Hükümet kontrolü kaçırdı, felakete doğru sürükleniyoruz.  Vatandaş feryat halinde, şehirler tedhiş içinde, hayat durmuş vaziyette. Herkes evinden helalleşerek çıkıyor. Sıkıyönetim idaresine ihtiyaç vardır, bunu talep etmeliyiz’ teklifini yaptım. Genel Başkan Alparslan Türkeş, görüş bildirmek mutadı olmadığı halde şöyle konuştu; ‘Arkadaşlar durum çok ağır, bu doğru. Ama bizim askerler siyaseti bilmezler. Gelirler yanlış iş yaparlar, işler daha da bozulur. Böyle bir şey istemeyelim.’ Müzakere başlamış oldu. Konuşmalar tamamlanınca oylama yapıldı, sıkıyönetim ilânı uygun görüldü.  Türkeş,  ‘Madem senin teklif kabul edildi, basın açıklamasını yaz bakalım” dedi. Hemen, ülkenin içine düştüğü bunalımdan çıkması için sıkıyönetimin ilânını istiyoruz’ şeklindeki bildiriyi yazıp basına verdik. Ertesi gün haber manşetlerden verildi. Başbakan Ecevit çok öfkelenmiş olacak ki, hem Savcılığa suç duyurusunda bulunarak, ‘Bir zümrenin hakimiyetini istemekle anayasal suç işlediğimizi’  iddia etti; hem de, Sıkıyönetim teklifimizin gereğini yaparak hazırladıkları tasarıyı TBMM’ye sunarak yasalaştırmak zorunda kaldı.

Burada parantez açıp, bir gerçeğe işaret etmeliyim. Sıkıyönetim Mahkemelerinde yapılan bütün yargılamalarda, bu olağanüstü durumun dikkate alınması gerekirken, sanki her şey normalmiş gibi işlem tesis edildi. Mahkemeler ideolojik hesaplaşmaya alet edildi.

10. MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası

      12 Eylül 1980’de Parti hakkında dava açıldı. Adı, ‘Milliyetçi Hareket Partisi ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’ idi.  Aylarca süren basın kampanyalarıyla, duruşma başlamadan mahkum ediliyorduk. Savcılığın hazırladığı 587 sanıklı, 947 sayfa iddianame ile 220 idam cezası isteniyordu. İddia; “Anayasal düzeni, Cumhuriyetçilik ve demokrasi prensiplerine aykırı olarak, devletin tek bir kişi tarafından yönetilmesi amacına yönelik değiştirilmesine zor yoluyla kalkışmak” şeklindeydi.  Suçun(!) yasal ifadesi böyleydi, ama duruşmalarda ve medyadaki adı“ faşist devlet kurmaktı.”  Duruşmalar bu iddia ile başladı. Savunmalar alınıp, belgeler okunduktan sonra sıra esas hakkında mütalaaya geldi. Savcı Parti 37 yöneticisinden 30’una beraat, 7’sine muhtelif cezalar istedi. Mahkeme Heyeti ise, Türkeş’e 11 yıl ceza, 6’ına da beraat kararı verdi. Tamamen yoruma dayanan Türkeş’in bu cezası Yargıtay’da zaman aşımına uğrayıp düştü.

11- C – 5 projesi ve seçilen hedef

MHP yöneticilerinin yargılanması bu kısa özette de görüldüğü gibi tamamen siyasiydi. Sıra semt sanıklarına gelince, hak, hukuk, ahlak, insanlık Hak getire. İşkencenin, her çeşidi vardı. Feryatlar ayyuka çıkıyor, ama aldıran yok.

Uygulanan düşmanca tekniklere bakınca, Türk Milliyetçiliğinin yok edilmek istendiği aşikâr. Bunun için C-5, projedir diyoruz.

Bütün mahkeme safahatın anlatamayız. Ancak MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davasının hazırlanışına dair bazı bilgiler verebiliriz.

Sıkıyönetimde görülen bütün davaların sorguları, (Türkiye Komünist Partisi, Dev- Sol, Acilciler, Maocular, THKP-C, DHKP-C, DİSK,TİKP, CHP, MSP gibi) o yerin emniyet müdürlüklerinde yapıldı. Doğru olan da buydu. Normal emniyet makamlarında yapılan sorgulamanın özelliği şudur: İfadeye götürülen sanığın girişte kimliği, getiren polislerin adı, giriş tarihi, saati ve dakikası deftere yazılır. Çıkışta aynı işlemler tekrarlanıp, sanık savcılığa götürülür. Artık oradan geri dönüş mümkün değildir. Zira bunun adına, işkenceyle ifade değiştirme denir.

a) Bu usulün tek istisnası, sadece ülkücülerin C-5’de sorgulanmalarıdır. Özel olarak kurulan C-5’in Mamak askeri bölgesinde ve Savcılığın hemen yanında ve koruması altında denetlemez olması çok önemlidir. C-5’de sorgulaması biten ülkücü Savcının huzuruna çıktığında, “efendim, ifademi kabul etmiyorum, işkenceyle alındı” derse, kendini hemen C-5’de bulur. Bunun örneği çoktur, her ülkücü için geçerlidir.

b) Bir başka farklı ve çok önemli hikâye de şöyle. C-5’de Sanıklara imzalattırılan ifade tutanaklarının nasıl hazırlandığıyla ilgilidir. 12 Eylül darbesinden hemen sonra, önceden düşünülmüş olmalı, bazı C-5 görevlileri otobüslerle ülkücülerin bulunduğu mahallelere giderek kahvelerde kim varsa, sorgusuz sualsiz gözaltına alıyor. O bölgede önceden meydana gelen faili meçhul olaylarla ilgili karakollarda tutulan kayıtları toplayıp, bunlardan ifade tutanağı hazırlanıyor. Sonra C-5 teknikleriyle gözaltına bekletilen ülkücülere imzalatılıyor.

c) C-5’de görevli polislerin seçimi de bir ilktir. Savcı telefon ederek Ankara Emniyet Müdüründen tek tek adını verdiği polisleri istiyor. Emniyet Müdürü görevdeyken bu gerçeği açıkladı. Bu polislerin ülkücülerin ideolojik düşmanı olduğunu biliniyor. Bazılarının Dev-Genç gibi örgütlerin davalarında isimleri ortaya çıkınca, o davaların sanığı yapıldığını da biliyoruz.

ç) MHP ve Ülkücüler Davasına bakacak mahkemenin önceden ayarlandığı ortaya çıkmıştı. Bu da şöyle planlanmış: Sıkıyönetim Askeri Mahkemelerine dosyalar iş yüküne göre dağıtılıyordu. MHP davasına bakması istenen Mahkemenin, dosya gönderilmeyince önü açıldı. Dosya bu mahkemeye gönderildi. Duruşmalarda gördük ki, yargıçların çoğu, sorgucu polisler gibi sol görüşlüydü, düşünce olarak bize karşıydılar.

12 Eylül’ün amacı neydi?

Önemli bir soru. Cevabını Kenan Evren o sabah okuduğu bildiriyle verdi: “Girişilen harekatın amacı, ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır.”

Bildirideki tespitler ve hedefler doğru, icraatlar yanlıştı. Darbenin gerekçesi, “halklara özgürlük” esasına göre sosyalist bir rejim kurmak üzere ‘36 silahlı fraksiyon’ adı verilen yeraltı örgütlerinin bütün yurda yayılan eylemleriydi. Ama düşmanca mücadele ettikleri; Türkeş, MHP, ülkücüler, Türk Milliyetçileri, Türkiye’mizin birlik ve bütünlüğünü canı pahasına savunan, tamamı legal, meşru, dernek, dergi, sendika ve meslek birlikleriydi. İçlerinde tekbir illegal yeraltı teşkilatı yoktu. Sevmeyebilirlerdi; ama düşmanlık yapamaz, insan haklarını ve hukuku ayaklar altına alamazlardı. İdamları “bir sağdan bir soldan yaptık” mantığı bu gerçeğin bir ifadesiydi.

Bu bakımdan, darbenin gizli hedefi genelde Türk Milliyetçileri, özel ifadesiyle,  MHP ve Ülkücü Kuruluşlardı. Genel Başkanından köydeki taraftarlarına kadar on binlercesi karakollara götürüldü, hapishanelere dolduruldu. İşkencenin alası yapıldı, hayatını kaybedenler oldu.  Cezaevinden en son çıkan Genel Başkan Alparslan Türkeş’ti. Ülkücüler, canla başla savundukları Devletlerinin yöneticileri tarafından zulme ve ihanete uğramıştı. Hep bizimle uğraştılar, uğraşıyorlar. Bu haksızlıkların arka planında hangi mihraklar vardı, bunun bilinmesi şarttır.

Kısaca “Girişilen harekatın amacıyla” taban tabana ters düşmek pahasına, Türk Milliyetçileri bir numaralı hedef seçildi, yok edilmeye çalışıldı. Bir bölümünü yukarıda örnekleriyle anlatıldı. Bu dehşetli çelişkinin anlamı neydi? Biz ona bakalım.

13. Darbe Türk Milliyetçilerine karşıydı.,

a) Diyoruz ki, iki kutuplu dünya düzeninin elebaşları bize karşı anlaştı. Bir tarafta Sovyetler Birliği, diğer tarafta ABD vardı. Eldeki bilgilere göre “biri darbe ortamını hazırladı, öteki darbeyi yaptırdı.”  Niçin anlaştılar? Çok basit. “Eğer MHP iktidara gelirse, ki öyle görünüyor. İşbirlikçiler ve dışarıdaki bazı mihraklar bundan derin endişe duydular. Türkiye ve Orta Doğu’daki bütün işlerimiz akamete uğrar; vakit varken bu işi halledelim.” dediler. Bu tespiti anlamak biraz zor olabilir. Zira batı mantalitesi farklı çalışıyor. Uzakta bir tehdit görülürse, “bize bir şey olmaz” demezler, “ya olursa” derler. Sonra harekete geçip, onu küçükken, yok edeler. Anlaşmanın mantığında bu gerçek yatıyor.

ABD’nın Türkiye Büyükelçisi, Spain Pentagon’a atandı,  oradan da emekli oldu; hatıralarını yazdı. Paul Henze CIA İstasyon Şefi, 1983’te Amerikan Kültür Merkezinde seçilmiş 32 aydına konferans verdi. Ünlü bir gazeteci, konferanstan çıkar çıkmaz gelerek, teypten okur gibi anlattı. Bu iki ABD yetkilinin verdiği bilgiler, 12 Eylül darbesinin kime karşı yapıldığını aşikâr ediyor.

Diyorlar ki; “Bizim Türkiye’deki bütün partilerle aramız iyiydi. Sadece MHP kontrol edilemiyordu. Amerikan yetiştirmesi denilen Süleyman Demirel’le aramız ne kadar iyiyse Amerikan düşmanı denilen sosyalist Bülent Ecevit’le de o kadar iyiydi. Hatta Ecevit problemlerin çözümünde daha da yardımcı oluyordu. Ama MHP kontrol edilemiyordu.”  Evet, MSP demiyor, TİKP demiyor, iktidardaki partiler demiyor.  TBMM’de dördüncü sırada yer alan MHP’ diyor. “Kontrol edilemiyordu” diyor. Çok anlamlı değil mi?

Devam edelim: “MHP iktidara gidiyordu. Bunu önlemek mümkün değildi. Sovyetler, ülkücülerin gelişmesini önlemek için sağda solda dinamit patlattı, tabanca attı. (Buradaki, basitleştirme, minimize etme, masum gösterme ve meşrulaştırma ilginç) Ancak,  bu tepki doğurdu, ülkücülerin ve MHP’nin büyümesine yaradı. Bunun üzerine Sovyetler, muhtemel bir MHP iktidarına karşı batı kamuoyunu hazırladı. MHP iktidara gelince, Komünist partilerini (İktidara gelecek kadar oyu vardı), sendikaları (Hükümetleri sarsacak güçteydiler),medya ve STK gibi bütün unsurları karşısında bulacaktı. Kısaca batı MHP iktidarına kesin karşıydı. Tam anlamıyla çıkmazdaydık.”

Bu tespitler çok önemliydi. MHP iktidarı demek, ABD’nin de,  Sovyetlerin de Türkiye ve Ortadoğu’daki projelerinin durması demekti. İşte iki kutbun düşmanları bu gerekçeyle anlaştılar. Sovyetler, ülkeyi ateşe veren korkunç kargaşayla darbenin ortamını hazırladı, ABD’de de, ‘bizim çocuklarla’ darbe yaptırdı.

b) Konuyla ilgili bir bilgi daha: Darbe ilk günden itibaren ABD’nin yakın takibindeydi. Nitekim, darbesinden birkaç saat sonra Büyükelçisi James Spain ABD’ye şu gizli diplomatik notu gönderiyor: “Mevcut askeri liderlerin tamamını iyi tanıyoruz ve özellikle de NATO üyeliği başta olmak üzere Türkiye’nin güvenlik ya da dış politikasında değişim yaşanacağı yönünde bir endişe taşımamıza da gerek yok… Türkiye’de ordunun yönetime el koymasının diğer birçok demokratik ülkenin aksine “daha köklü ve daha kabul edilir” bir durum” olduğu ifade ediliyor. (12 Eylül 2018 İrem Köker BBC Türkçe)

c) Kehanet gibi bir tespit: 12 Eylül darbesinden iki yıl önce, 15 Nisan 1978. MHP’nin düzenlediği “Tandoğan Yürüyüş ve Mitingi.” Tahminen 500 -600 bin kişi katıldı. Zamanın İçişleri Bakanı ”komandolar Çankaya’yı basacak” duyumu üzerine toplantıyı havadan helikopterle izliyor. Devletin sırlarına vakıf, çok önemli görevlerde bulunmuş, Kenan Evren’in sınıf arkadaşı bir E. Bir Albay, mitingin analizini yapıp (Ağustos 1982) dedi ki:

“ Evim Tandoğan meydanında, balkondan sizin mitingi dürbünle başından sonuna kadar takip ettim. Dostları sevindirip, düşmanları korkuttunuz. Sizin hakkınızda karar o gün verildi.”

Bilgi ve belge bahsini burada keselim. Tekrar, 12 Eylül projesine dönemlim.  Önce Türk Milliyetçilerine ağır bir darbe vuruldu, sonra Türkiye’ye… Bir ülkenin omurgasını kırmak isterseniz, o ülkenin milli hassasiyetleri yüksek kesimini, milliyetçilerini çökertmeniz yeterlidir.  Çünkü onlar, tarih  şuuruna sahiptirler; milletinin egemenliğini, birliğini ve vatanın bütünlüğünü canı pahasına korumayı ve yaşatmayı iman meselesi sayarlar. Eğer böyle olmasaydı Türkiye bugünlere gelir miydi?  Milletin dokusu bu kadar bozulur, Devleti yöneten zihniyet bu kadar yabancılaşır mıydı?

12 Eylülün sonuçları

a) Darbeciler bütün partileri kapattı, üs düzey yöneticilere siyasi yasak koydu, vizeli, vetolu seçimle demokrasiye dönüldü. Çok boyutlu sosyal, kültürel, hukukî ve demokratik siyasi hayatımız emirle düzelendi. Bu suni bir doğumdu, bazı itirazlar yapılsa da kabul görmedi. Böylece anayasalı, Meclisli ve çok partili hayatımızın başladığı 1876’dan bu yana kazanılan bütün birikimler, mevzuat, eğitim, usta-çırak ilişkisi ve tevarüsle yetişen siyaset kadroları tasfiye edildi, siyasetin dengeleri alabora oldu. Ülkenin yönetimi, yeni, hırslı ve tecrübesiz, dünya ve tarih bilgileri yetersiz gençlere teslim edildi. 1983’de çok parti kuruldu, seçimlere Konsey’in izniyle üçü girdi. Partiler, sağda ve solda seçmen gruplarını temsil çekişmesine girdi, kargaşa başladı, siyaset kimliksizleşti. Bozulan siyasi dengeler bir türlü yerine oturmadı, dış destekli siyaset dönemine girildi. Dış etkilere açıklık, dışa açıklık gibi algılandı. Türkiye bugünlere sürüklendi.

b)12 Eylül’ün boyutlarını doğru anlamak için Genelkurmay’ın şu tespiti yeterlidir: “650 binden fazla kişi gözaltına alındı ve 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. 210 bin dava açıldı ve 230 bin kişi yargılandı. 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. Cezaevlerinde 299 kişi hayatını kaybetti. 171 kişinin ise işkence ile öldüğü belgelendi.”

Askeri Mahkemelerde yapılan sorgulama ve yargılamalarda:

- Ülkenin anarşi bataklığına sürüklendiği, yerleşim birimlerinde can mal güvenliğinin kalmadığı, kamu güvenliğinin bozulduğu dikkate alınıp yapılsaydı, yukarıda bahsi geçen korkunç mağduriyetler meydana gelmezdi.

– Aşırı solcu eylemci gençlerden önce, onları aldatıp kullanan gizli ana merkezler hedef alınsa, ilaç değil de mikrop hedef seçilseydi, her şeye rağmen darbe bir ölçüde başarılı olabilirdi.

– Siyasi ve ideolojik davranıldığı için korkunç zulüm gören milliyetçi ülkücü gençlerin, hapishanelerden çıktıklarında ayakta duracak mecalleri, ellerinden tutacak kimseleri kalmamıştı. Evleri, barkları dağılmış, iş, para-pul yok, açlık var, borç var, felaket var. Milliyetçi camianın önemli bir bölümü hayal kırıklığına uğradı, ülkede yaşanan olumsuzluklara ilgisiz kaldı.

– 12 Eylül darbecileri Türk Milliyetçilerin birliğini dağıttı. Yeniden bir araya gelmelerini önlemek için de bir dizi kararlar aldı. Bugün yaşanan dağınıklığın temel sebebi budur. Bakıyoruz bu kadar vakıf var, dernek var, kooperatif var, dergi var, topluluk var, yetişmiş insan var; ama çoğu kendi aleminde. Biri diğerini ya tanımıyor, ya da sorunun farkında değil.

Bu bakımdan Türk milliyetçilerinin en acil ve en önemli meselesi, birliğini kurmaktır. Birlik yoksa, zor durumda bulunan Türkiye de toparlanamaz.

Ülke çapındaki bu dağınıklık devam ediyor. Türk Milliyetçilerinin demokratik dönemdeki partili mücadelesini üç bölümde ele almak mümkündür. Bunalar:         1) 1Ağustos 1965’den 12 Eylül 1980’e kadar geçen 15 yıl 1,5 ay. 2) 7 Temmuz 1983’den 15 Temmuz 2016’ya kadar geçen 33 yıl, 8 gün. 3) 25 Ekim 2017’den günümüze kadar geçen 1 yıl 3 ay. Toplam 54 yıl, 5 ay.

Türk milliyetçiliği en büyük potansiyel güç
Bana göre bugün Türkiye’de en büyük güç Türk milliyetçileridir. Hasımları bile sıkışınca “gerçek milliyetçi biziz” diyebiliriz. Türk Milliyetçiliği büyük güç, ama potansiyel güç. Potansiyel güç, durgun güç demektir. Durgun gücün enerjiye dönüşmesi için harekete geçmesi şart. Hareket ise, ancak birliğin sağlanmasıyla mümkündür. Kim haklı veya kim haksız olursa olsun. Esas olan birliğin sağlanmasıdır.

Şüphe yok ki 12 Eylül camiamızı birliğini bozdu. Buna halen çare bulanamadı. Bu bir gerçek. Bizim bir numaralı meselemiz bölünmemizdir. Milliyetçi ve ülkücülerin bölünmüşlüğüne karşı gösterilen tepkiler, sonuç vermedi. Teşkilatlı bir yapımız, hayatın her alanında gücümüz ve iletişim araçlarında yerimiz yoksa, sesimiz de duyulmaz.

Bu durumdan hepimiz sorumluyuz. Birliğin yolunu bulmalıyız. Bunun için, STK’lar arasında dayanışma ve sistemli eğitim önemlidir. Eğitimden kasıt: Teşkilatlar arasında kardeşlik ruhunun güçlenmesi, işbirliği ve inanmış dava adamlarının yetişmesine önem vermektir.

Milli  meselelerin çözümünde görüş ve hareket birliği çok önemlidir.  Her şey Türk Milletinin egemenliği çerçevesinde düşünülmelidir. Milli eğitime, milli kültüre, hukuk devletine, demokrasiye, güvenliğe, ekonomik kalkınmaya ve bilim mantalitesine ihtiyacımız var.

Sonuç

Emperyal güçler ve  işbirlikçileri, darbeyle Türk Milliyetçiliğinin siyasi varlığını yok etmek istedi. Aradan 38 yıl geçti, zulmettiler, ağır insanlık suçu işlediler, zarar verdiler ama başaramadılar. Türk Milliyetçiliğinin itibarı yükseldi. Türk Milliyetçileri, TBMM dahil devletin ve ülkenin her yerinde varlığını sürdürdü.

Türk Milliyetçiliğin Sahibi Türk Milletidir.


https://millidusunce.com/misak/alparslan-turkesli-yillar/


***

8 Mart 2019 Cuma

Kanaat En Büyük Hazinedir

Kanaat En Büyük Hazinedir



Uzm. Mehmet Dere
2011 - Haziran, Sayı: 304, Sayfa: 062


Kanaat; sözlükte elde bulunanla yetinmek, kısmetine/hakkına razı olmak, başkasının elindekine göz dikmemek, tamahkâr/açgözlü olmamak gibi anlamlara gelir. (Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, İz Yay., İstanbul 1996, s. 594)

İslam ahlakında ise kanaat, kişinin Allah’ın kendisine dünya nimeti olarak verdiği paya rıza göstermesi, kısmetine razı olması, başkalarının elindekine göze dikmeyip tok gözlü olmasıdır. (Mustafa Çağrıcı, “Kanaat”, DİA., C. 24 , TDV. Yay., İstanbul  2001, s. 289)

Kanaat, ahlakî bir erdem olmanın yanı sıra insanın hem kişiliğini ve haysiyetini koruması, hem de mutlu ve huzurlu bir hayat yaşamasının bir gereği olarak görülmüştür.

İnsanların çok çeşitli ihtiyaçları ve istekleri vardır. Her insan, ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılamak ve isteklerini tam olarak yerine getirmek ister. Ama bu her zaman mümkün olmaz. Çünkü dünyanın imkânları, bizim ömrümüz ve kazanma gücümüz sınırlıdır. İşte insanda oluşabilecek aşırı mal hırsının ve dünya tutkusunun yok olması ancak kanaat ile mümkündür.

Dinimiz kanaatkârlığı emretmiş, kanaatkâr insanı övmüş, açgözlülüğü, hırsı, tamahı, israfı kötülemiştir. Kanaat büyük bir hazinedir. İnsanın, durumuna göre hareket etmesi, ayağını yorganına göre uzatması kanaatkâr olmasına bağlıdır. Kanaat aslında bir gönül zenginliği, göz tokluğudur. Zengin bir kalbe, tok bir göze sahip olan insan, Allah’ın ihsanı olarak kavuştuğu bir nimete, bulunduğu duruma şükreder. Başkalarının malına göz dikmez, tamah etmez, açgözlülük etmez. Bu nedenledir ki Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadislerinde “Gerçek zenginlik, mal çokluğu değil, gönül zenginliği (göz tokluğu) iledir” buyurmuşlardır. (Buhârî, Rikâk 15; Müslim, Zekât, 120; Tirmizî, Zühd, 40; İbni Mâce, Zühd, 9)

Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) de kanaatkârlığı bir iffet, tok gözlülük hali olarak değerlendirmiş (Buhârî, Zekât, 18), İslam’la hidayete kavuşup yeterli miktarda rızka/ nimetlere sahip olan ve buna kanaat edeni övmüş (Tirmizî, Zühd, 35; Ahmet b. Hanbel, Müsned, 2/168, 173), asıl zenginliğin kanaatkârlık olduğunu (Buhârî, Rikâk 15; Müslim, Zekât, 120), kanaatkârlığın şükrün en ileri derecesi olduğunu (İbni Mâce, Zühd, 24) bildirmiştir.

Kanaatsiz kimse, içinde bulunduğu hiçbir durumdan memnun olmaz; şükretmeyi bilmez. Hangi durumda olursa olsun hep daha fazlasını ister ve bu nedenle de hiçbir zaman mutlu olamaz. Kanaat yoksunu, hırslı, aç gözlü kimseleri Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle tanımlar: “İnsanoğlunun iki vadi dolu malı olsa, bir üçüncüsünü ister. İnsanın gözünü topraktan başka bir şey doyurmaz. Fakat Allah, tevbe edenin tevbesini kabul eder.” (Buhârî, Rikâk,10; Müslim, Rikâk, 16, Zekât, 116, 119; Tirmizî, Zühd, 19; İbni Mâce, Zühd, 27)

İnsan kanaatsizlik nedeniyle gayrimeşrû, haram, emeksiz, zahmetsiz kazançlara yönelir. Bu yolda izzetini, haysiyetini, şerefini kaybeder. Bu durum kişinin rahatını ve huzurunu bozduğu gibi toplumun da rahatını ve huzurunu bozar. Müslümana yakışan kanaat sahibi olmalı; meşrû ve helal ölçüler içerisinde şeref ve haysiyetiyle çalışıp gayret gösterdikten sonra elde ettiği nimetlere/paya razı olmalı ve bu nimetleri veren Allah’a şükretmelidir. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) “Sizden biriniz, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için daha uygundur” (Buhârî, Rikâk, 30; Müslim, Zühd, 8; Tirmizî, Kıyamet, 59) buyurarak, kişinin her türlü gayretine rağmen istediği hedefine ulaşamadığı takdirde, kendisinden daha aşağı durumlarda olanlara bakıp kısmetine razı olması gerektiğini ifade etmiştir. Böylece kanaatkârlık sonucunda kişi huzurlu ve mutlu olduğu gibi toplum da huzurlu ve mutlu olur.

Kanaat ile ilgili anlatacağımız şu olay konumuzun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Mehmet Akif, bir gün saat satın almak için çarşıya doğru gider. Giderken yolda karşılaştığı adamın bir kolunun omzundan aşağısının olmadığını görür. “Ben saatim yok diye üzülüyordum, bu adamın saati olsa bile takacak kolu yok” der. (Vehbi Vakkasoğlu, Mehmet Akif, Nesil Yay., İstanbul 2001, s. 215)

Kanaat, şükür kavramıyla da yakından ilgilidir. Mümin sıkıntılara sabreden, nimetlere şükreden kimsedir. Şükretmek için çok mala, nimete sahip olmak gerekmez. Elde bulunan her şeye şükretmek kanaatkâr insanın özelliğidir. Yüce Rabbimiz bir ayet-i kerimede: “Şükrederseniz size olan nimetimi artırırım” (İbrahim, 14/14) buyurmuştur. Atalarımız da “aza şükretmeyen çoğu bulamaz” demişlerdir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) “Kanaatkâr ol ki insanların Allah’a en çok şükredeni olasın” (İbni Mâce, Zühd, 24) tavsiyesinde bulunarak şükürle kanaat arasındaki yakın ilgiye dikkat çekmiştir. Çalışarak helalinden kazanç elde etmek, kanaatkâr olmak, Allah’ın verdiği nimetlere şükretmek İslam ahlakının kazandırdığı güzel nimetlerdendir.

Bu arada şunu da hatırlatalım ki kanaatkârlığı tembellikle birbirine karıştırmamalıyız. Kanaatkâr olan kişi, gücü yettiğince çalışır, çabalar, Allah’a tevekkül eder. Az çalışıp az kazanmak, eldekiyle yetinip çalışmayı terk edip tembellik yapmak asla kanaatkârlık değildir. Gerçek kanaatkârlık, çok çalışıp helal/meşrû yollardan kazanıp elde edilene razı olmaktır. Fakirliğe, sefalete, tembelliğe, miskinliğe, aile ve toplumların yokluk, yoksulluk, darlık içinde kalmasına yol açabilecek yanlış anlayışları yüce dinimiz şiddetle reddetmiştir. Helalinden ve meşrû bir yolda kazanmak şartıyla ne kadar zengin olursak o kadar iyi olur. Çünkü Allah yolunda infak etmek, harcamak, zekât vermek vb. gibi maddî yolla yapılan ibadetler için zengin olmak gerekir. Zira bir hadiste de buyrulduğu gibi “Veren el alan elden üstündür.” (Buhârî, zekât, 17; Tirmizî, Zühd, 32) Ancak elde edemediklerimize üzülmemeli; elde ettiklerimize ise kanaatkârlık gösterip şükretmeliyiz.

Netice olarak söylemek gerekirse, kanaat/kanaatkârlık İslamî ve ahlakî bir erdem olup, yüce dinimiz İslam kanaati ve kanaatkârlığı övmüş; hırs, tamah ve açgözlülüğü ise yasaklamıştır. Bizlere düşen görev çalışıp helalinden kazanmak, payımıza düşene razı olup kanaatkâr olmaktır. Kanaatkâr olup Allah’ın verdiği nimetlere şükretmek Müslümanın temel vasıflarından olduğu gibi, aynı zamanda İslam ahlakının kazandırdığı güzel niteliklerdendir.


https://dergi.altinoluk.com/index.php?sayfa=yillar&MakaleNo=d304s062m1

***

29 Mayıs 2017 Pazartesi

80.Yılında İnkılâp (Tarihi) Dersleri BÖLÜM 2



 80.Yılında İnkılâp (Tarihi) Dersleri  BÖLÜM 2



“Vekil bey tedrisatına yarın devam edecektir.” 

İnkılap Enstitisü’nün açılışı mahiyetindeki Maarif Vekili tarafından verilen bu ilk dersin gerek başlangıç tarzı itibarıyla, gerekse katılanlar arasında Türk ve yabancı öğretim üyelerinin bulunması ve Harb Akademisi talebelerinin de yer almaları ile bir açılış merasimi olduğunu söyleyebiliriz. Başlangıçta okunan Cumhuriyet marşı da bu tören havasını güçlendirmektedir. Bakan, konuşmasında dersin muhtevası ve bu muhtevanın hangi isimler tarafından tedris edileceğini de açıklamıştır. Bu durumda Reşit Galib’in tasarladığı tarzda bir tedrisatın sözkonusu olmayacağı anlaşılmaktadır. 

Reşit Galip İnkılap Kürsüsü başkanı olarak ders verecek, onun yardımcıları üniversitenin öğretim üyeleri olacaktı. Bu kısa süre sonra, derslerin üniversite hocaları tarafından tedris edileceğine işaret olabilir. Fakat, Yusuf Hikmet Bey, hiçbir Üniversite hocasının ismini zikretmemiş, kendisiyle birlikte 4 kişi tarafından bu derslerin verileceğini belirtmiştir. Bunların başında Recep Bey (Peker) gelmektedir. 


Recep (Peker), o sırada Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Umumî Kâtibi (Genel Sekreteri)dir. Umumî Kâtip Parti hiyerarşisinde Gazi ve İsmet Paşa’dan sonra üçüncü yetkili kişidir. Gazi Parti’nin başkanı ve Ebedî Şef’dir, Başvekil İsmet Paşa Parti’nin başkan vekilidir. Recep Bey daha önce çeşitli bakanlıklar yapmış, parti içinde etkili bir isimdir. Reşit Galib’in ayağını kaydıran isimler arasında onun bulunma ihtimali kuvvetlidir. Recep Bey’in döneminde Faşist, Nazist ve Komünist partilerde genel sekreteliğin önemi dikkate alınır ve ayrıca CHP’yi bu otoriter partilere benzetme yönünde eğilimler hatırlanırsa, ideoloji oluşturma konusundaki mevkii de kolaylıkla kavranabilir. İnkılâbın askerî vechesi ile ilgili dersleri Reep Bey’in vereceği Maarif Vekili tarafından belirtilmiş olmakla beraber, onun yayınlanmış olan dersleri, bu muhtevayı aşacak genişliktedir.14 

İnkılâp derslerinin ikinci ismi, Mahmut Esat’tır. Daha önce Adliye Vekilliği yapan ve Medenî Kanunu hazırlayan Mahmut Esad (Bozkurt) konunun hukukla ilgili yönlerini anlatacaktır. Bozkurt’un İstanbul’da ve Ankara’da verdiği dersleri “Atatürk İhtilali” isimli kitabında bütünleştirildiği söylenebilir (1940).15 

İnkılâbın iktisadî vechesini anlatacak isim Yusuf Kemal (Tengirşenk) Bey, Adliye ve Hariciye vekillikleri yapmış bir hukukçudur.16 

Maarif Vekili Yusuf Hikmet (Bayur) kendi sahasını haricî siyaset olarak belirlemiştir. Reşit Galib’den sonra, kısa süre Refik (Saydam”ın vekaletinin 
ardından) 27 Ekim 1933’te bakanlığa getirilen Yusuf Hikmet Bey’in bu görevi bir yıl dolmadan, 8 temmuz 1934’te sona ermiştir (8.5 ay). 

İnkılâp (Tarihi) derslerinin başlangıçta, hepsi neredeyse ömür boyu milletvekilliği yapan ve esas olarak siyasetçi kategorisinde yer alan kişiler tarafından verilmesi üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur. Reşit Galip’in başlangıçta işi akademiye bırakacak bir yapı kurmak istemesine rağmen, Yusuf Hikmet, muhtemelen aldığı direktife uygun olarak kürsüyü siyasetçilere tahsis etmiştir. Bunların içinde aktif siyasetçiliği en önde olan elbette Recep Peker’dir. Daha sonra Dahiliye Vekilliği (1942-1943) ve en sonunda Başbakanlık da yapmıştır (1946-1947). Mahmut Esat, Ankara Hukuk Fakültesi’nde hocalık yapmış, Yusuf Kemal Tengirşenk, 1933’te adliye vekilliğinden ayrıldıktan sonra Ankara Hukuk Fakültesi’nde ekonomi profesörü olarak çalışmış, hayatının son dönemine kadar üniversite hocalığını devam ettirmiştir. Yusuf Hikmet Bayur ise, İnkılâp Tarihi konusunu iş edinmiş, üniversite hocalığı yapmış, 3 cilt 10 kitaplık Türk İnkılâbı Tarihi kitabını yazmıştır (1940-1967) 

İnkılâp derslerinin ikinci günü de gazetelerin 1. Sayfasında resimli haber olarak yer almıştır. Cumhuriyet gazetesi 6 Mart 1934 tarihli nüshasında haberi “İnkılap Enstitüsünde” başlığı ile vermiştir. Alt başlıkda, “Maarif Vekili Hikmet Bey, dün ikinci dersinde Türk inkılâbı demek Gazi demek olduğunu söyledi ve Gazi büyük adamların en mümtazıdır, dedi.” ifadesi yer almaktadır. Toplantı ile ilgili resimden sonra “Maarif Vekili’nin bugün Ankara’ya gideceği belirtiliyor“ ibaresine yer verilmektedir. 

İnkılâp derslerinin başlaması ve Dr. Reşit Galib’in ölümü! 

İstanbul Üniversitesi’nde İnkılâp Kürsüsü’nün açılması ve ilk dersin verilmesi haberi gazetelerde yer aldığı gün, bu konuyla ilgili ilk adımları atan Dr. 
Reşit Galib’in vefat etmesi ilgi çekici bir tevafuk olarak okunabilir. Meşhur kurtarma hadisesinden sonra sağlık durumu bozulan Reşit Galip’in rahatsızlığı 
bilahire zatürreye dönüşmüştür. Dr. Reşit Galip, 5 Mart 1934 günü bu hastalıktan kurtulamıyarak vefat eder. 6 Mart tarihli gazeteler bir taraftan 
İnkılâp dersleri haberini verirken, bir taraftan da onun vefat haberini duyurmakta ve hakkında övücü ibareler kullanmakta idiler. Reşit Galip’le 
ilgili övücü ifadelere rağmen, onun İnkılâp kürsüsü kurma konusundaki öncülüğünden hiç söz edilmemesi de ilgi çekicidir.17 

Recep Bey kürsüde 

Recep (Peker) Bey’in ilk dersi vereceği 14 Mart 1934 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “İnkılâp Konferansları. Recep Bey yarın ilk dersini verecek” 
başlığı ile duyurulmaktadır. Alt başlıkta Recep Bey’in dersine büyük ehemmiyet atfedildiği belirtilmektedir. Maarif Vekaleti’nin sene içinde verilecek 
dersleri bir araya toplayarak bir kitap halinde neşredeceği bilgisi de haber metninde yer almaktadır. Haberde, fakültelerin son sınıf talebeleri 
ile Harp Akademisi, Yüksek Ticaret Mektebi son sınıf talabelerinin İnkılâp derslerine devam mecburiyeti olduğu bilgisi yer almaktadır. Mülkiye son 
sınıf talebesinin devam mecburiyeti hakkında emrin de geldiği, bu surette dersleri takibe mecbur talebenin miktarının 700’e baliğ olduğu kaydedildikten 
sonra, bu talebenin imtihanlarının kendi fükletelerinde, diğer derslerin imtihanlarından sona yapılacağı, İnkılâp derslerinden sertifika almayanlara 
diploma verilmeyeceği belirtilmektedir. 

Aynı haber metninde büyük bir İnkılâp Enstitüsü binası yaptırılacağı belirtilmektedir. Bu binanın yanan Adliye binası civarında (Ayasoyfa’nın 
doğu tarafı) denize nazır bir arsada yapılmasının muhtemel olduğu belirtilmektedir. Bu binanın 5 bin kişi alabilecek bir konferans salonu bulunacağı 
da kaydedilmektedir. 

Aynı gazetenin 1 nisan 1934 tarihli nüshasında yer alan bir habere göre, Dersim meb’usu Mazhar Müfit (Kansu) Bey’in Meclis başkanlığına “İnkılâp 
tarihi derslerine halkın niçin kabul edilmediğine dair takrir” (önerge) verdiği haberi yer almaktadır. Ertesi gün Maarif Vekili Meclis’te önergeyi cevaplandırıyor. 

Üniversite salonunun 1000 kişi aldığını, devam eden talebe ve muallim adedinin 1000 ila 1200 arasında olduğunu söylüyor. Vekil, başlangıçta derslerin kalabalık olduğu, zamanla kalabalığın azaldığını, ayrıca Ankara Radyosu’nun dersleri naklen verdiğini, halkın radyodan dersleri takip ettiğini belirtiyor. İstanbul Radyosu tertibatı olmadığı için dersleri naklen yayınlıyamıyormuş. Bakan Meclis’in istemesi halinde 5-6 bin kişilik salon yaptırılabileceğini de belirtiyor. 

Haberin bu bölümünü, İnkılap Tarihi derslerine verilen önemi tebarüz ettirmek amaçlı olarak okuyabiliriz. Üniversite’nin kendine mahsus binasının olmadığı bir dönemde sırf İnkılap Kürsüsü’ne büyük bir binanın yapılması, bu yapının denize nazır olacağının belirtilmesi, ayrıca 5 bin kişilik salondan söz edilmesi ancak bu şekilde değerlendirilebilir. Değil o yıllarda, o günden bugüne kadar Türkiye’de 5 bin kişilik bir konferans salonu yapılmadığını da hatırlatmakla yetinelim. 

Tarih dersi mi, ideolojik tahkimat mı? 

Bu başlangıç döneminde İnkılâp tarihi derslerinin tarihten çok ideolojik tahkimat maksatlı olduğu anlaşılmaktaır. Derslerin başlangıcında “tarih” kelimesi kullanılmamış, doğrudan “İnkılâp dersleri” denilmiştir. Bir taraftan “İnkılâp dersleri” verilirken, “inkılâplar” da devam etmektedir! 

1934 yılı içinde Soyadı Kanunu çıkarılmış, ölçülerde Avrupa sistemine geçilmiş, din adamlarının dinî kisveleri mabedler dışında giymesi yasaklanmış, 
dil inkılâbına hız verilmiş ve hatta “mûsıkî inkılâbı”na girişilmiştir... 

İnkılâp derslerinin mahiyeti konusunda CHP’nin “Kâtib-i Umumî”si Recep Bey’in cümleleri aydınlatıcı olabilir. Recep Bey, birinci dersinde, her büyük fikir hareketinin, tesiri evrensel olan her inkılâbın, ileri gidiş esnasında, nesiller, zamanlar geçtikce, şefler değiştikçe hız ve heyecanını kaybedeceğini, bu safhalarda yavaş yavaş ana fikirlerden gerilemeler görüleceğini belirttikten sonra, “bu heyecan hayat boyunca –insan hayatı değil- bir ulusun hayatı boyunca, nesilden nesile aynı hızı, aynı canlılığı muhafaza etmezse feragatler başlar, ana inanışlardan kaybedilir. İnkılâbı yok etmek, kayalara çarptırmak isteyen unsurlar bu hızı eksiltebilirler. Buna yol vermemek için biz kurtuluş ve diriliş devrimizin sıcaklığını nesilden nesile nakletmeliyiz” demektedir.18 

Bu ister istemez, başlangıç devrinin kutsallaştırılmasını ve bu kutsallaştırmayı sağlayacak efsanevî-mitolojik bir anlatımı gerektirmektedir. 

İnkılâp Dersleri başlangıçtan itibaren böyle bir çerçeveye oturtulmuş, sonuna kadar da böyle sürdürülmüştür. Bu yüzden, İnkılâp Tarihi’nin önceliği hiç bir zaman ilim olmamış, inanç-ideoloji olmuştur. 1940’lı yıllarda İnkılâp Tarihi yerine daha objektif bir isimlendirme yapılmış, “Cumhuriyet Tarihi” adı tercih edilmiş, fakat bu ad değişikliği muhtevada ciddi anlamda bir değişikliğe yol açmamıştır.19 


DİPNOTLAR;


1 Mesela, 2010’da kurulan devlet üniversitelerden İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Ankara’daki Yıldırım Bayezid Üniversitesi ve Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından kurulan Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi’nde İnkılap Tarihi Enstitüsü bulunmamaktadır. Gelişim Üniversitesi, Avrasya Üniversitesi, Şifa Üniversitesi gibi özel vakıf üniversitelerinde de yoktur. Anadolu’da yeni kurulan şehir üniversitelerinden Bayburt, Gümüşhane, Sinop üniversitelerinde de keza bulunmamaktadır. Buna karşılık, Kastamonu Üniversitesi’nde rektörlüğü bağlı Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi bölümü dikkati çekmektedir. 
Bazı üniversitelerde bölüm veya anabilim dalı olarak İnkılâp tarihi yer almakta, olmayanlarda da bu dersleri muhtemelen tarih bölümü hocaları vermektedir. 
2 Sanat tarihi alanındaki yayınlarıyla tanınan Prof. Dr. Oktay Aslanapa, dönemin İnkılâp tarihi ders notlarını “1933 Yılında İstanbul Üniversitesi’nde Başlayan 
İlk İnkılâp Tarihi Ders Notları” adıyla yayınlamıştır. (İstanbul, 1997) Aslanapa, Önsöz’de İnkılâp tarihi derslerinin başlangıcını, kendisi katılmışcasına 
anlatmaktadır. Gerçekten dersler Zeynep Hanım Konağı’nın yanındaki ahşap konferans salonunda verilmeye başlanmıştır, fakat 1933’te değil, 1934’te. 
Aslanapa’nın Üniversite’ye başlama yılı 1934 olduğuna göre, kendisi bu derslerin takipçisi olabilir. 
Derslerin 1933’te başladığı yönündeki bilgi ise hafıza yanılmasından başka bir şey değildir. 
3 Saadet Tekin: “Dr. Reşit Galip ve üniversite reformu” Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, C.1, S. 2, 1992, sf. 207 
31 Mayıs 1933 tarihinde TBMM Üniversite Kanunu’na kabul etmiştir. 20 Haziranda Maarif Vekaleti Üniversite’de İnkılâp Enstitüsü açılması kararını almıştır. 
31 Temmuzda Darülfünun kanun gereğince kapanmış, 1 Ağustosta Üniversite kurulmuştur. Reşit Galib 13 Ağustos’da Maarif Vekilliğinden istifa etmiştir. 
4 Cumhuriyet, 1.8.1933 
5 Afet İnan: Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler. Ankara, 1984, sf. 210 vd. 
6 Milliyet 11.8.1933 
Mükrimin Halil, Akdes Nimet tarihçidir. Hilmi Ziya felsefe, Ziyaeddin Fahri sosyoloji hocasıdır. Enver Ziya daha sonra Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih, Coğrafya 
Fakültesi’nde Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nü kuracak ve ilk Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Ders kitabını yazacaktır (1942) Bu kitap, 1981 yılına kadar okutulmuştur. 
Ahmet Akil’le ilgili bilgi bulamadık. Nizamettin Ali, Nizamettin Ali Sav olabilir. Hüseyin Hüsnü Paşa’nın oğlu. Türkiye’de Hendese, Berlinde yüksek Mühendislik 
okumuş. Haydelberg Üniversitesi’nde iktisat ve felsefe doktorası yapmış, Londra Üniversitesi’nde öğretimini tamamlamıştır. 1919’da Şefik Hüsnü’nün İşçi ve 
Çiftçi Sosyalist Fırkasında yer almış. Daha sonra Yunus Nadi’nin Ankara’da yayınladığı Yeni Gün gazetesinde yazarlık yapmış, tahsilini tamamladıktan sonra 
çeşitli devlet kademelerinde bulunmuştur. 1934’te M. Vehbi Sarıdal’la Marx’ın Kapital’ini çevirmeye teşebbüs eden ve İsmet İnönü’nün danışmanlığını da yapan Sav, 1954 ve 1957’de Demokrat Parti’den milletvekili 
seçilmiştir. Milletvekili iken 1959’da ölmüştür. Türklerde Sanayi (1930) ve Sanayi İktisadı ve Türk Sanayi (1950) isimli iki kitabı vardır. 
(https://eksisozluk.com/nizamettin-ali-sav-4124237?day=2013-11-24) 
7 Arı İnan: Tarihe Tanıklık Edenler. İstanbul 2011, Uluğ İğdemir’le konuşma, sf. 3-10 
8 aynı yer ve Kılıç Ali’nin Anıları, sf. 288-290 
9 Rodoslu olan Reşit Galip tabiptir. Balkan Savaşı’na ve 1. Dünya Harbi’ne gönüllü olarak katılmış, Tavşanlı’da doktorken Millî Mücadele için çalışmaya 
başlamıştır. Millî Mücadele’den sonra Mersin’de doktorluk yaparken ziyareti esnasındaki konuşmayla M. Kemal Paşa’nın dikkatini çekmiştir. M. Kemal Paşa’nın 
Reşit Galib’i tanıma hikâyesini şahidi olan Kılıç Ali anlatmaktadır. 
1923 martında bir güney gezisine çıkılmıştır. Mersin’deki durumdan memnun olmayan Paşa’nın, Türkocağı başkanı Reşit Galib’in “Senin asıl büyüklüğün, 
‘Milletin bir ferdiyim” diye övünmendir” sözü hoşun gider. Bu hadiseden bir hayli sonra boşalan milletvekillikleri için isim aranırken hatırına gelir. 
Sıhhat Vekili Refik (Saydam) buna karşı çıkar. “Bu adamı çok iyi bilirim. Şimdi bir köy doktorunu milletvekili yapıyoruz. Yarın milletvekilliği kendisine az 
gelecek. Bakan olmak isteyecek. Bakan olursa o da az gelecek başbakanlık isteyecek! Başbakan olursa...” 
(Kılıç Ali’nin Anıları. Derl. Hulusi Turgut. İstanbul 2013. Sf. 288-290) 1925’te Aydın milletvekili yapılan Reşit Galip vekil olduktan sonra İstiklâl Mahkemesi 
üyeliğine getirilir. “Reşit Galip Atatürk’ten aldığı her görevi büyük bir özenle yerine getiriyordu. Bu nedenle de Atatürk’ün dikkatini çekmeyi başarmıştı...
Onun çevresine girmiş oldu. Her akşam sofrada ve yapılan gezilerde arkadaşlar arasında bulundu. Fakat Atatürk’ün çevresine girip onun yakını olduktan 
sonra tavırları değişmeye başladı. Yavaş yavaş yakın ardaşlarını bile beğenmez olmuştu. Sadece milletvekili olarak kalmış olmasını takdir edilmemesine 
bağlıyordu. Dr. Refik Saydam’ı haklı çıkarır gibiydi.” (Kılıç Ali’nin Anıları a.g.e 290) Reşit Galib’in uzun süre ilkokullarda her sabah okutulan 
“Andımız”ın ilk halini yazdığı bilinmektedir. (Yener Oruç: Atatürk’ün “Fikir Fedaisi” Dr.Reşit Galip, Gürer Yayınları, İstanbul, 2007, 
A.Gürhan Fişek: “Eğitimin yapı taşları az zamanda çok işler yaptı.” sosyalpolitika.fisek.org.tr/ 
10 Kılıç Ali’nin Anıları, sf. 295-297 
11 Zikreden: Prof.Dr.A.Gürhan Fişek: “Eğitimin yapı taşları -Az zamanda çok işler yaptı.” Hasan Âli (Yücel)’nin dönemin bilgilerine dayanarak konuştuğunu 
tahmin edebiliriz. Mustafa Kemal Paşa’nın 1930’lu yıllarda çok sık görüştüğü, konuştuğu, sofrasına davet ettiği kişiler bellidir. 
En sık görüşülen-çağrılan, ziyaret edilenlerin başında İstiklâl Mahkemesi üyesi Kılıç Ali gelmektedir. Yazar Falih Rıfkı (Atay) ve Parti Genel Sekreteri Recep 
(Peker) de bu kategoridedir. (bkz. Walter F. Weiker: “Kemal Atatürk’ün yakınları, 1932-1938” Belleten, C. 34, S. 136, sf. 609-627) Tam olarak bu kişilerin kastedildiğini iddia etmemekle beraber, böyle bir tahminde bulunabiliriz. Nitekim, dersler her ne kadar daha sonraki Maarif Vekili tarafından başlatılmış 
ve ilk ders verilmişse de İnkılâp Derslerinde Recep Bey baş rolü oynamıştır. Kılıç Ali’nin, Reşit Galib’in bakanlığı sırasındaki hal ve hareketine bakarak, 
“Refik Bey’in dediği çıktı... Çok geçmedi bakanlıktan istifaya mecbur edildi” demesi dikkat çekicidir. (Kılıç Ali’nin Anıları, sf. 298) 
12 Kâzım Karabekir: Bir Düello Bir Suikast. (Yayın haz. Faruk Özerengin) İstanbul 1995, sf. 79 
13 a.ge. sf. 93 
14 Recep Bey’in İnkılâp Dersleri, önce Halkevi dergisi Ülkü’de tefrika edilmiş, sonra da Ankara’da Parti’nin basımevi Ulus Matbaası’nda kitap olarak basılmıştır 
(1935 ve 1936) Birikim Yayınları 1983’de, İletişim Yayınları 1984’te kitabı tekrar yayınlamışlardır. 
15 Oktay Aslanapa Mahmut Esad’ın ders notlarını Recep ve Yusuf Kemal beylerin ders notlarıyla birlikte yayınlamıştır. 
(İlk İnkılâp Tarihi Ders Notları. İstanbul 1997) 
16 Yusuf Kemal Tengirşenk’in Türk İnkılâbı Ders Notları-Ekonomik Değişmeler, Edebiyat Fakültesi Talebe Cemiyeti Neşriyatı arasında 1935’te basılmıştır. 
Kitabın kapağında “Talebe tarafından derslerde tutulan notlar” ibaresi yer almaktadır. 
17 Reşit Galib’in ölüm haberi, Hakimiyet-I Milliye’de “İnkılâp Enstitüsünde ilk ders verildi” haberinin altında siyah çerçeve içinde tek sütunda 24 satırlık 
haber olarak verilmiştir. (5 Mart 1934). Ertesi gün (6 mart) Birinci sayfa sağ başta resimli büyük haber Reşit Galib’e ayrılmıştır: 
“Büyük kayıp.” Haberde, aydın meb’usu için Mecliste saygı duruşu yapıldığı “bir dakika sükut” belirtilmektedir. Burhan Asaf’ın Reşit Galip’le ilgili yazısı iç 
sayfalardadır. Hakimiyet-i Milliye’nin 7 Mart nüshasında, Reşit Galib’in cenaze mersimi haberi vardır. Cenazeye katılanlar şöyle duyuruluyor: “Başvekil, 
Meclis Başkanı, Reisicumhur Umumi Kâtibi Ruşen Eşref, başyaverleri Celâl b., Muallim Âfet hanımefendi, vekil beyler, CHP Umumî Kâtibi Recep bey, 
CHP umumî idare heyeti azası, mebuslar, bütün devlet erkânı, muallimler, talebeler velhasıl Ankara’nın yaşlı ve genç bütün varlığı Hacıbayram’da toplanmıştı.” 
18 Recep Peker: İnkılâp Dersleri. İstanbul 1984, sf. 14 
19 1942 yılında Ankara Üniversitesi’nin Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi bünyesinde Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü kurulmuş, Ensititü başkanı Enver Ziya Karal Türkiye Cumhuriyeti Tarihi isimli uzun yıllar orta öğretimde okutulan ders kitabını yazmıştır. Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’in makamında 27 Mart 1945’te 
cereyan eden hadisede Kâzım Karabekir Paşa, Enver Ziya Karal’ın yazdığı kitaba esas kaynak olarak ‘Nutuk’u almasını eleştirmiştir. Karabekir, Nutuk’un 
tarafgirane bir metin olduğunu, yakılan kırk kitabı içinde bulunan “Nutuk’un hata ve sevap cetveli”nde Nutuk’taki yanlışları tek tek gösterdiğini belirtmiş, 
inkılâp tarihinin seyrinde büyük rolü olan birçok şahsiyetin emeklerin yok sayıldığını vurgulamıştır. 
Daha sonraki İnkılâp/devrim tarihi kitaplarının anası olan Türkiye Cumhuriyeti Tarihi’nin yazarı Karal, Kâzım Karabekir’in eleştirilerine cevap verirken üzerinde 
durduğu iki nokta önemlidir. Birincisi, bu kitabın bir devlet tarihi olduğudur. Devlet tarihinde olaylar devlet başkanları etrafında toplanır. Bu bütün devlet tarihlerinde göze çarpan bir gerçektir. Klasik bir ders kitabında bir olayın bütün kahramanlarını saymak mümkün değildir. Karal’ın, Karabekir’in tarih kritiğine yer verilmemesi itirazına cevabı da, ders kitabında tarih kritiğine yer verilmeyeceği şeklindedir! (bkz. D.M.Doğan: Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş. Ankara 2013, sf. 317) 


Kaynaklar 

Aslanapa, Oktay; “1933 Yılında İstanbul Üniversitesi’nde Başlayan İlk İnkılâp Tarihi Ders Notları” adıyla yayınlamıştır. 

İnan, Afet; Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler. Ankara, 1984 
İnan, Arı; Tarihe Tanıklık Edenler, İstanbul, 2011 
Doğan, D. Mehmet; Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş, Ankara 2013 
Karabekir, Kazım; Bir Düello Bir Suikast. (Yayın haz. Faruk Özerengin) İstanbul 1995 
Kılıç Ali’nin Anıları. Derl. Hulusi Turgut. İstanbul 2013 
Kılıç Ali, Atatük’ün Hususiyetleri, İstanbul 1955 
Recep (Peker); İnkılap Dersleri, Ankara 1935 
Yener, Oruç; Atatürk’ün “Fikir Fedaisi” Dr.Reşit Galip, İstanbul, 2007 
Yusuf Kemal ( Tengirşenk), Türk İnkılâbı Ders Notları - Ekonomik Değişmeler, Edebiyat Fakültesi 
Talebe Cemiyeti Neşriyatı, 1935 
Walter F. Weiker: “Kemal Atatürk’ün yakınları, 1932-1938” Belleten, C. 34, S. 136 
Fişek, A. Gürkan; “Eğitimin yapıtaşları az zamanda çok işler yaptı”. sosyalpolitika.fisek.org.tr 

Gazeteler 
Cumhuriyet 
Hakimiyet-i Milliye 

80. yılında İnkılâp (Tarihi) dersleri 
D. Mehmet Doğan 


***

80.Yılında İnkılâp (Tarihi) Dersleri BÖLÜM 1


80.Yılında İnkılâp (Tarihi) Dersleri BÖLÜM 1



80. Yılında İnkılâp (Tarihi) Dersleri 
*D. Mehmet Doğan 
*Yazar 


Özet 

Tarihin yakın dönemlerini yazmak ve öğretmek bazı sıkıntıları beraberinde getirir. Türkiye’de bu 1930’lu yıllarda yapılmaya başlanmıştır. Bu yakın tarihin başlangıçta “İnkılâp tarihi” olarak adlandırıldığını, daha sonra daha objektif bir yaklaşım benimsenerek “Cumhuriyet tarihi”ne dönüştürüldüğünü hatırlayabiliriz. 

2547 sayılı Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) Kanunu’na göre, bütün üniversitelerde İnkılâp Tarihi Enstitüsü, araştırma ve uygulama merkezleri açmak mecburî 
sayılmaktadır. Üniversitelerde İnkılâp Tarihi dersi mecburîdir, fakat bu işin tarihi ile ilgili belli başlı bir çalışma yoktur. Bu derslerin düzenli olarak verilişinin 80. yıldönümünde, 80.yıl önceki başlangıcın şekli ve muhtevası bu makalede ele alınmaktadır. 

GİRİŞ

Yakın devirlerin tarihini yazmak kadar öğretmek de problemlidir. Hele yaşayanların müdahil olduğu/olabileceği bir tarih kesitini yazmak/ anlatmak 
daha ciddi sıkıntılara yol açar. Türkiye’de bu 1930’lu yıllarda, daha net konuşmak gerekirse, Cumhuriyet’in 10. yılında, yani rejimin müellifi 
hayatta ve muktedir iken yapılmaya başlanmıştır. Bu başlangıcın 1927’de Cumhuriyet Halk Fırkası’nın 2. Umumî Heyeti’nde Gazi Mustafa Kemal 
Paşa’nın Nutuk’uyla bir doktrin halinde müjdelendiğini söylemek mümkündür. Bu yakın tarihin başlangıçta “İnkılâp tarihi” olarak adlandırıldığını, daha sonra daha objektif bir yaklaşım benimsenerek “Cumhuriyet tarihi”ne dönüştürüldüğünü, muhteva değişmediği için 1960 darbesinden sonra inkılâp yerine “devrim” denilerek devam edildiğini, nihayet 1980 darbecilerinin “devrim”i “inkılâb”a çevirerek ve başına “Atatürk ilkeleri” ibaresini ekleyerek öğretimi sürdürdüklerini hatırlayabiliriz. 

2547 sayılı Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) Kanunu’na göre, Türkiye’de bütün üniversitelerde İnkılâp Tarihi Enstitüsü, araştırma ve uygulama merkezleri açmak mecburî sayılmaktadır.1 Bu bilhassa 28 Şubat döneminde sıkı tutulan bir işti, bu yüzden o zaman mevcut bütün üniversiteler böyle enstitüler, merkezler kurdular. İşe bakın ki, bu enstitüler-merkezler var ve üniversitelerde İnkılâp Tarihi dersi mecburî, fakat bu işin tarihi ile ilgili belli başlı bir çalışma yok. Sahayı bilmek iddiasında olanların dahi gerçek bilgiler yerine söylentileri gerçek sanıp tekrarladıkları sık rastlanan bir hâl. Mesela, ilk inkılâp tarihi dersinin 1933’te verildiği, ilk konuşmayı Atatürk’ün veya İnönü’nün yaptığı bu kabildendir.2 

Bu derslerin düzenli olarak verilişinin 80. yıldönümü hatırlanmadı bile... 

Dr. Reşit Galip ve İnkılâp dersleri 

“İnkılap tarihi” derslerinin başlangıcı, zamanın Adliye Vekili Mahmut Esat (Bozkurt)’un Ankara Hukuk Mektebi’nde verdiği “İhtilaller tarihi” dersine 
dayandırılmaktadır (1925). Darülfünun, gerçek özerk bir üniversite olgunluğu ile inkılâplar konusunda siyasetle paralel hareket etmemiş, belki de esas olarak bu sebeple lağvedilerek 1933’te İstanbul Üniversitesi kurulmuştur. İstanbul Üniversitesi’nin kuruluş çalışmalarını yürüten Maarif Vekili Dr. Reşit Galib’in inkılâp tarihinin Üniversite’de öğretilmesi konusunda da ilk adımları attığı anlaşılmaktadır. 

Reşit Galip, 1933 te Üniversite kuruluş çalışmaları sırasında İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nün (Türk İnkılâbı Enstitüsü) kurulacağını, Türk inkılâbının ideolojisini yeni üniversitenin işleyeceğini belirtmiştir.3 

Reşit Galib’e göre, İnkılâp Enstitüsü, siyasî, hukukî, adlî, içtimaî, iktisadî, malî sahalarda ve umumî olarak millî kültür sahasında Türk inkılâbını doğuran sebepleri, Türk inkılâbının ana unsurlarını, prensiplerini, inkılâptan doğan Türk geleceğinin her safhasını inceleyecektir.4 Enstitüye ırkan Türk olmayanların alınmayacağı, işe yeminle başlanacağı da ifade edilmektedir.5 O zamanın gazete haberlerine göre, İnkılâp tarihi kürsüsü Maarif Vekili Dr. Reşit Galip Bey’e teklif edilmiş, o da kabul etmiş ve böylece kürsünün kadrosu tamamlanmıştır. Kadroda muavin olarak Mükrimin Halil (Yınanç), Hilmi Ziya (Ülken), Akdes Nimet (Kurat), Enver Ziya (Karal), Nizamettin Ali, Ziyaeddin Fahri (Fındıkoğlu), Ahmet 
Akil beyler çalışacaklardır.6 

Öğreticilerde ırk mensubiyetini şart koşma, yemin etme gibi unsurlar bu dersin ilimden çok inanç sahasına girdiğini, başlangıçta tamamen ideolojik bir öğretimin hedeflendiğini gösterir. 

Üniversite reformunu yapan Bakan’ın fahrî profesör olarak İnkılâp kürsünün başına getirilmesi döneminde tartışmalara-dedikodulara yol açmıştır. 

Reşit Galip, 1933 yazında Moda’da bir deniz kazasında çocuklarını ve baldızını kurtarmak için denize atlamış, kurtarma işini yapmış, ama daha 
önce verem geçirdiğinden bünye zafiyeti yüzünden rahatsızlanmıştır. 

Bu vak’adan sonra Atatürk Yalova’da bulunurken huzura davet edilmiş, O da rahatsızlığını öne sürerek gelemeyeceğini belirtmiştir. O sıralar kendisi 
ile ilgili bazı dedikodular dolaşımdadır. Bunlardan biri inkılâp tarihi profesörü yapılmasıdır. Atatürk’ün sofrasında “siz varken, İsmet Paşa varken Reşit Galip nasıl profesör olur” diyenler vardır. Ayrıca, Darülfünun lağvedilince M. Kemal, İsmet ve Fevzi paşaların fahrî profesörlükleri de ortadan kalkmıştır. Bu vasatta Reşit Galib’in kulağına Atatürk’ün “istifa etsin” dediği haberi geliyor. İstifasını özel ulakla İsmet Paşa’ya ulaştırıyor. İsmet Paşa’nın “o istifa ederse ben de ederim” dediği söyleniyor. Bu tartışmalar sırasınde Rektör Neşet Ömer (İrdealp) ve Edebiyat Fakültesi Dekanı Fuat (Köprülü) Yalova’ya, huzura çağrılıyor. Atatürk Reşit Galib’in istifasını kabul ediyor, bir süre sonra Hikmet Bayur’u İnönü ile arasının açık olduğunu bilmesine rağmen Maarif Vekili yapmak istiyor. Reşit Galib’in istifasından sonra Maarif Vekilliği’ne iki buçuk ay sonra, o sırada Riyaseti Cumhur Umumî Kâtibi (Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri) olan Yusuf 
Hikmet (Bayur) getiriliyor.7 

Reşit Galib’in bakanlığı bir yıldan az sürmüştür (19 Eylül 1932-13 Ağustos 1933) Reşit Galib’in Maarif Vekili yapılması Gazi ile bir sofra tartışmasına dayandırılıyor. 

Aydın milletvekili olan Reşit Galip Ankara Halk Evi başkanlığını da üstlenmiştir. Halk Evi’nde tiyatro faaliyetleri de yapılmaktadır. Maarif Vekili, faaliyetlerinde ona yeterince yardımcı olmamaktadır. Reşit Galip sofrada 

M. Kemal Paşa’nın hocası olan Maarif Vekili Esat (Sagay) Bey’i tenkid ediyor. Atatürk de hocasının bu şekilde eleştirilmesine kızıyor. Sarhoş olduğu anlaşılan Reşit Galib’in sözlerine devam etmesi üzerine M. Kemal Paşa ona sofradan kalkmasını söylüyor. O da “ burası milletin sofrasıdır ” diyor. Bunun üzerine Paşa sofrayı terk ediyor. Reşit Galip de haber vermeden Ankara’ya gidiyor. Aradan aylar geçtikten sonra M. Kemal Çankaya sofrasında Reşit Galib’i hatırlıyor ve Kılıç Ali’ye soruyor. Bunun üzerine Reşit Galip getirtilir, Paşa’nın elini öper. Sandalyesi iki askere taşıttırılıp sofradan kaldırılarak kendisine ders verilir.8 Bakanlığa tayininin bu hadiseden sonra olduğu anlaşılmaktadır.9 

Bir süre sonra da bu sefer İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda M. Kemal Paşa hocası Millî Eğitim Bakanı’nı sıkıştırır. Cevabından memnun olmaz. 
İstifasını ister ve yerine bir isim teklif etmesini söyler. Bir odada görüşürler ve çıkınca, Esat Bey yerine Reşit Galib’i teklif eder. Durumdan Başvekil 
İsmet Paşa’nın haberi yoktur. Telefonla haber verilir. İsmet Paşa biraz direnir, fakat sonunda “emir ve irade Şef’imindir” diyerek kabul eder.10 

Reşit Galib’in Bakanlığı sırasında yaptıklarından ötürü kıskanıldığını, kendisinden beş yıl sonra Maarif Vekili olan Hasan Âli Yücel ifade etmektedir. 
Ona göre, “iki ruh cücesi” onun eteklerine yapışıp umulmadık bir zamanda bu karakter kahramanının yere düşürülmesine aracı olmuşlardır.11 

Dr. Reşit Galib’i 1933 yılında ideolojik bir İnkılâp tarihi dersinin Üniversite’de okutulması konusunda harekete geçiren sebep ne olabilir? 

1933 nisanında Milliyet gazetesinde başlatılan Millî Mücadele ile ilgili yayınlar, doğrudan Cumhuriyet’in ilk muhalif partisi olan Terakkiperver 
Cumhuriyet Fırkası (Partisi) erkânını -ki bunlar Millî Mücadele’nin önemli isimleridir- itibarsızlaştırma maksatlıdır. “Ankaralının defteri” sütununun 
27 Nisan tarihli yazısı “Tek cepheye sadakat böyle mi olur?” başlıklıdır ve Kâzım Karabekir Paşa’yı hedef almaktadır. 

Bu yazıları takip eden Kâzım Karabekir Paşa, Mustafa Kemal Paşa’nın parası ile eski yaveri ve o sırada Siirt meb’usu olan Mahmut (Soydan) tarafından 
çıkarılan bu gazetede yazılanlara itiraz eder. Her şeyi göze alarak cevabî yazılar (mektuplar) gönderir. Bu yazılar önce yayınlanır, sonra çürütülmeye 
çalışılır. Daha sonra bazı vesikalar konmaz ve nihayet cevabî yazılar neşredilmez. 8 Mayıs tarihli gazetede, Gazi’nin Kâzım Paşa’nın yazıları 
hakkında kanaati Falih Rıfkı’nın ağzından aktarılır: “Bu mektubu yazan üzerine akıl doktorlarının dikkat nazarını celbederim.” 

Bunun üzerine Paşa, “şarkılı ibret yazacağına İstiklâl Harbi’ne ait bir eser yaza idin” diyenlere cevaben, böyle bir eserin yayınlanmasına karar 
verir. Böylece İstiklâl Harbimizin Esasları kitabı matbaaya gönderilir.12 

İşte tam bu sırada Kâzım Karabekir Paşa’nın Erenköy’deki köşkünün etrafında emniyet gözetimi sıkılaştırılır. Kitabın birinci cildinin basımı bitmek 
üzereyken matbaacı, maruz kaldığı tehditler üzerine “pasaportumu alarak savuşmaktan başka çaresinin kalmadığını” bildirir.13 Daha sonra 
böyle “millî dâvaya aykırı” bir eseri basmak istemediğini beyan eden telgraf gönderir. 

Bu arada kitabın basılı formaları bir gece Yeşilköy yolundaki bir kireç ocağında yakılmıştır. 4 Haziran 1933’de Paşa’nın köşkü Emniyet’çe aranır 
ve 96 dosya alınıp götürülür... 

İnkılâp tarihinin resmî anlatımını tedrisat konusu yapmak böyle bir döneme rastlamaktadır. Yıl, 1933, Cumhuriyetin 10. Yıldönümüdür. Maarif 
Vekili Reşit Galib’in bu havada, Gazi Paşa’ya sadakatını ısbat etmek için Üniversite’de kürsü kurulmasına yöneldiğini, fakat Paşa’nın etrafındaki 
bazı kişilerin dedikoduları üzerine teşebbüsünün akim kaldığını söyleyebiliriz. Gazi Paşa’nın fikri beğendiğini, fakat başka bir sadık adamı tarafın
dan hayata geçirilmesini uygun bulduğunu tahmin edebiliriz. Bunun için seçilen isim “Riyaseti Cumhur Umumî Kâtibi” Yusuf Hikmet (Bayur)dir. 
Cumhurbaşkanı “Genel Sekreteri”ni bu iş için görevlendirmiştir. Gazi’nin, Dr. Reşit Galip yerine Yusuf Hikmet’i seçme sebeplerinden biri de Reşit 
Galib’i İnönü’ye yakın görmesi olabilir. Nitekim Reşit Galib’in istifası İsmet Paşa’ya ulaştırıldığında ilk tepki olarak “o istifa ederse ben de ederim” 
demesi ilgi çekicidir. 

Yusuf Hikmet (Bayur) ve İnkılâp Enstitüsü 

Dr. Reşit Galib’in hazırladığı zemin üzerinde ilk İnkılâp (tarihi) dersleri, 1934 yılının mart ayında verilmeye başlanmıştır. Maarif Vekili Yusuf 
Hikmet Bey tarafından 4 Mart 1934 günü İstanbul Üniversitesi İnkılâp Enstitüsü açılmıştır. Ankara’da yayınlanan CHP’nin yayın organı 3 Mart 
tarihli Hakimiyet-i Milliye haberi 1. Sayfadan ve resimli olarak vermiştir: “İnkılâp Enstitüsü. Maarif Vekili Hiket Bey yarın ilk dersi verecektir.” 
Gazetenin başyazısı da bu konuya ayrılmıştır. Falih Rıfkı (Atay), yazısında bir Fransız ihtilalcisine ait olduğunu iddia ettiği şu sözü aktarır: “Yarım 
inkılâp yapanlar mezarlarını kazıyor demektir.” Falih Rıfkı’ya göre, Türk inkılabı yaradış ve tamamlanış hareketine nesillerce devam edecektir: 

“Fakat bugün artık bu hareketin ana istikametleri, ana prensipleri ders olarak verilebilir.” 

“İnkılâp yürüyor demek, inkılâp düşünüyor, inkılâp okuyar, inkılâp yazıyor, inkılâp sıcak ve taze şuur hassasını muhafaza ediyor demektir.” 

İlk ders haberi 5 Mart 1934 tarihli gazetelerde yer almıştır. Cumhuriyet gazetesi haberi 1. Sayfadan şu başlık altında vermektedir: “İnkılâp enstitüsü 
açıldı. İlk dersi Maarif Vekili Hikmet B. Verdi.” 

Alt başlıkta salonu dolduranların dersten evvel hep bir ağızdan “Cumhuriyet marşı”nı terennüm ettikleri (okudukları) belirtiliyor. 
Cumhuriyet marşının 10. Yıl marşı olduğu tahmin edilebilir. İstiklâl Marşı’nın değil de “Cumhuriyet marşı”nın açılışta okunması ilgi çekicidir. 
Haberle ilgili iki resimde kalabalık dinleyici topluluğu ve dersi veren Hikmet Bey görülmektedir. 

“İstanbul Üniversitesi İnkılâp Enstitüsü, dün saat 17.30 da Maarif Vekili Hikmet Bey tarafından Üniversite konferans salonunu hınca hınç 
dolduran binlerce talebe ve samiinin (dinleyicinin) huzuru (katılması) ile açılmıştır. Salonun oturacak ve ayakta durulabilecek yerleri binlerce 
Üniversite ve Harp Akademisi talebeleri ile Türk ve ecnebi profesörleri tarafından doldurulmuş bulunuyordu.” 

“Ders başlamadan evvel salonu dolduranlar hep bir ağızdan Cumhuriyet marşını terennüm etmişlerdir.” 

“Tam saat 17.30’da Vekil Bey alkışlar arasında kürsüye gelerek, Enstitü faaliyetinin ne şekilde cereyan edeceğini ve tedrisatın kimler tarafından 
ve hangi bahisler üzerinden yapılacağı hakkında kısa bir mukaddemeden sonra ilk dersine başlamıştır.” 

“Vekil Bey Türk inkılâbının yüksek mânasının ne olduğunu ve bu inkılâbın nasıl başladığını anlatmak üzere Türk inkılâbını muhtelif kısımlara 
ayırmış ve bunların en mühimminin ilk safhayı teşkil eden askerî kısmı olduğunu, bunun temadisi olan hukukî kısmın inkılâbın ikinci safhasını, 
iktisadî kısmın üçüncü safhayı, haricî siyaset kısmının da dördüncü safhayı teşkil ettiklerini söylemiş ve bunlaran birinci kısmın, Recep Bey 
tarafından, hukukî kısmın Mahmut Esat Bey tarafından, iktisadî kısmının Yusuf Kemal Bey tarafından ve harici siyaset kısmının da kendisi tarafından 
tedris edileceğini söylemiştir.” 

“Vekil Bey, bundan sonra uhdesine almış bulunduğu inkılâp safhasının ilk dersini, Türk inkılâbının siyasî kısmını safha safha anlatmaya başlamıştır.” 

“Hikmet Bey tedrisatına, Büyük Harbe takaddüm eden cihan vaziyetini ve bu vaziyet içinde Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasî, iktisadî, coğrafî halini ve İmparatorluğun zaaf noktalarını izah ederek girişmiş, Büyük Harp’teki büyük devletlerin ve Osmanlı Devleti’nin karşılıklı vaziyet ve münasebetlerini, harbin neticesini siyasî noktayi nazardan büyük bir itina ve vukufla izah etmiş ve bu izah hazurun tarafından büyük bir alâka ile dinlenmiştir.” 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***