Cahit Armağan DİLEK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cahit Armağan DİLEK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Şubat 2015 Cuma

Türk-Amerikan ilişkilerinde ABD'nin Manivelaları; NATO, İncirlik, PKK ve Cemaat






  Türk-Amerikan ilişkilerinde ABD'nin Manivelaları; NATO, İncirlik, PKK ve 
Cemaat 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
29 Mart 2014 Cumartesi
Cahit Armağan DİLEK tarafından yazıldı.


Dokümanlarda Türk-Amerikan İlişkileri

Küresel ve bölgesel ilişkiler bağlamında ABD Türkiye için, Türkiye de ABD için kritik öneme sahip iki ülke konumundadır. Türk hükümeti bu ilişkiyi önceleri 
"stratejik ortaklık" tanımlarken daha sonraları 2009'da Amerikan Başkanı Obama'nın kullandığı "model ortaklık" kavramını benimsemiştir.  Nitekim bu durum T.C. Dışişleri Bakanlığının resmi internet sayfasında "model ortaklık kavramı, Türkiye-ABD ilişkilerinin ulaştığı ileri noktayı, ilişkilerin özgün karakterini ve kapsamlı niteliğini yansıtmaktadır"şeklinde ifade edilmektedir.[1] Aynı sayfada ilişki alanları ve bölgeler "Türkiye ve ABD, Orta Doğu, Kuzey Afrika, Balkanlar, Kafkaslar, Doğu Akdeniz, Orta ve Güneydoğu Asya gibi çok geniş bir coğrafyada ve terörle mücadelede, enerji arz güvenliği, nükleer yayılmanın önlenmesi ve küresel ekonomik gelişmeler gibi kritik önem taşıyan konularda kapsamlı işbirliği yapmaktadır." şeklinde açıklanmaktadır.  

ABD Dışişleri Bakanlığının resmi internet sayfasındakiTürkiye sayfasındaki bilgi kağıdında ise Türk-Amerikan ilişkileri için stratejik veya model ortaklık ifadeleri yer almamakta, Türkiye'nin coğrafi konumunun önemine işaret edilerek karşılıklı çıkar ve saygıya dayanan ilişkilerin 1947'deki Truman Doktrini uygulamasıy la derinleşmeye ve gelişmeye başladığı belirtilmekte, Türkiye ile terörle mücadele, Afganistan, Irak, Suriye konularında birlikte çalışıldığından ve Türkiye'nin ABD'ye sağladığı imkanlardan söz edilmektedir.[2]

Dışişleri Bakanlıklarının politik açıklamalarının yanında herhangi bir ülkenin Amerikan iç ve dış politikasındaki yerini anlayabilmek için bakılması gereken 
dokümanların en başında Amerikan Ulusal Güvenlik Stratejisi gelmektedir. Amerikan politikaları ve stratejilerine yön veren, hiyerarşik sıralamada en üst 
sırada bulunan bu doküman en son Mayıs 2010'da yayımlanmıştır. Obama'nın bu yıl ortalarında yeni dokümanı yayımlanması beklenmektedir. 2010 tarihli Amerikan Ulusal Güvenlik Strateji dokümanını incelediğimde tespit ettiklerim şunlardı:[3] "Dünyanın her yerindeki gelişmelerin içinde olmayı hedefleyen ABD dünya genelinde bölgesel teşkilatları, üçlü mekanizmaları, ikili ortaklıkları kullanmayı öngörüyor. Bu maksatla da dünyanın her bölgesinde bunları organize ettireceği güçlerin ortaya çıkmasını destekliyor. Ancak bunu yaparken bazı sınıflandırmalar yapıyor. Örneğin, en yakın müttefikler (Kanada, İngiltere, 
Fransa, Almanya gibi), çok özel ilişkileri olanlar (İsrail), yeni ortaya çıkan güçler (Rusya, Çin, Hindistan gibi) , küresel ve bölgesel rolleri artan güçler 
(Güney Kore, Güney Afrika, Endonezya, Japonya, Brezilya, Avustralya gibi), bulundukları konum itibariyle işbirliği yapılması önemli olan ülkeler (Türkiye, Körfez ülkeleri, Meksika, Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan, Pakistan, Nijerya, Kenya, Filipinler, Tayland gibi)."

Söz konusu dokümanda Türkiye'nin konumuna ilişkin olarak ise şu tespitleri yapmak mümkündür: Türkiye, strateji metninde adı geçen sınırlı sayıda ülkelerden birisidir. Türkiye’nin adı sadece metnin 42. sayfasında Avrupalı müttefikler başlığı altındaki paragrafta geçmektedir. Ancak adı geçen diğer ülkeler “yakın müttefik, özel ilişkili, stratejik ortak, ortak” şeklinde tanımlanırken Türkiye için bu tip bir ilave tanımlama yapılmamış olması dikkat çekmektedir. ABD Başkanı Obama’nın 2009 yılında Türkiye’ye yaptığı ziyarette gündeme gelen “model ortaklık” veya özellikle Türkiye’de her seviyedeki yöneticiler tarafından 
sıklıkla telaffuz edilen “stratejik ortaklık” ifadesi Türkiye için metinde yer almamıştır. Metindeki Türkiye ifadesi, Balkanlar’da istikrar ve demokrasinin 
geliştirilmesi, Kafkaslar ve Kıbrıs’ta sorunların çözülmesine yönelik girişimlere ABD’nin bağlı kalacağını belirten cümleden sonraki “geniş bir yelpazedeki ortak çıkarlar bağlamında ve özellikle bölgesinde istikrarın sağlanması konusunda Türkiye ile angajmanlara girileceği” ifadesinin içinde yer almaktadır.

Metinde adı geçen ülkelerden övücü, bölgesel ve küresel konulara daha fazla söz sahibi olabilirler gibi yaklaşımlarla bahsedilirken Türk siyasetçilerin beklediği ifadelerin metinde yer almadığı görülmektedir. Bu haliyle ABD’nin Türkiye’nin rolünün ve birlikte çalışma alanının daha sınırlı olmasını beklediği 
değerlendirmesi yapmak yanlış olmayacaktır. Buna göre Türkiye ile Balkanlar, Kafkasya (muhtemelen Ermenistan ile ilişkiler) ve Kıbrıs’ta birlikte çalışılması 
öngörülüyor. Bu ifadelerle birlikte metnin Ortadoğu bölümüne ilişkin paragraflar da incelendiğinde Ortadoğu’da Türkiye’yi ön plana çıkaracak, ki Türkiye’nin 
haklı olarak çok iddialı ve önemli bir potansiyele sahip olduğu bölgedir,  bir rol öngörülmüyor.

Amerikan Raporlarına Göre ABD'nin Manivelaları

En üst seviyedeki Amerikan politika ve stratejilerindeki ifadelerin ne anlama geldiğini bunların sahadaki uygulamalarından görmek mümkündür. Bu bağlamda ABD'nin Türkiye'yi nasıl gördüğünü ve Türkiye'nin iç ve dış politikalarını nasıl etkilediğini gösteren önemli bir örneği burada açıklamak istiyorum. Görevli olduğum dönemde Amerikan Savunma Bakanlığının Türkiye'nin bulunduğu bölgeye ilişkin özel ve gizli bir değerlendirme raporunu okuma şansım oldu. Aslında Türkiye'deki son iç politik gelişmeler bağlamında bu makaleye ilham kaynağı olan da bu rapordur. 2004 yılında okuduğum bu raporda ABD'nin Türkiye ile ilişkilerinde kullanabileceği manivelalar şu şekilde ifade edilmekteydi:

- Türkiye bir NATO üyesidir.
- Türkiye ABD'ye üs kolaylığı (İncirlik) sağlamaktadır.
- ABD'nin Türkiye'deki sosyo-ekonomik ve politik ortamı etkileme gücü vardır. 

Bu çok sade, kısa ama Türk-Amerikan ilişkilerini ve ABD'nin Türkiye'yi nasıl gördüğünü net olarak özetleyen bir değerlendirmedir. Bu makalede ağırlıklı 
olarak üçüncü maddeyi ele alacağım. Çünkü bu madde Türkiye'nin bilgi harekatına (psikolojik harekat, algı yönetimi, siber-dijital savaş vs) açık olduğunu göstermektedir. Özellikle 2007'den sonra Türkiye açık ve ağır bir şekilde bunlara maruz kalmıştır. 

İlk ikisinin uygulamasına ilişkin çok sayıda örnek verilip makaleler yazılabilir. Örneğin Afganistan ve Irak'ın işgalinde İncirlik Üssünün kullanımı gibi. Üs imkanını Türkiye sağlamış olmasına rağmen üs bir Amerikan manivelasına dönüşmüştür. Nitekim ABD'nin Irak'tan çekilirken İncirlik Üssü'nü kullanılabileceği  ABD tarafına iletilmiş ancak ABD Körfez ülkelerini tercih etmiştir. Ayrıca üssü kapatıyorum demek ABD ile ilişkilerin sıfırlanması demek 
anlamına geliyor, üs kullanıldığında da Türkiye ister istemez ABD'nin saflarında yer almış algısı da yaratılmış oluyor.

NATO üyeliğiTürkiye'yi Batı dünyasına bağlayan en önemli mekanizmaların başında yer almıştır. Aslında halen de öyledir, çünkü kullanılıp kullanılamaması ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte NATO karar mekanizması içinde veto yetkisi bulunmaktadır. Ancak Türkiye NATO'nun karar mekanizmalarında etkili olamayınca NATO'nun genel politikalarına uymak zorunda kalınmakta ve NATO Türkiye'nin politikalarını şekillendirmekte, Türkiye'nin öngörmediği operasyonların ve projelerin içinde yer almasına yol açmaktadır. Örneğin Libya operasyonu, örneğin Füze Kalkanı Projesi. Bunda son örnek ise Ukrayna krizidir. Ukrayna krizi bir ABD-Rusya ya da AB-Rusya krizi olmaktan çok bir NATO-Rusya krizi olmaya doğru giderken bunun Türkiye'nin çıkarlarına uygun olup olmadığı Türkiye'de hiç incelenmemektedir. Ukrayna krizi ile ilgili yapılan NATO Savunma Bakanları toplantısına Türkiye'nin Savunma Bakanı katılmamıştır. NATO karar alıp savaş gemilerini Karadeniz'e gönderme kararı alırsa buna Türkiye'nin nasıl bir cevap verebileceği kamuoyunda tartışılmamaktadır. Gelişmelere hazırlıklı olmayınca da bu tür gelişmelere yönelik alternatifleri olmayan Türkiye'ye karşı NATO üyeliğinin bir manivela olarak kullanılmasına da ortam yaratılmaktadır.

ABD'nin manivelaları tabii ki bu kadar sınırlı değil. Askeri nitelik taşıyan NATO üyeliği ve üs imkanı gibi manivelaların yanında ekonomik ve askeri yardım 
konuları, Türkiye'nin AB üyeliği, güvenlik konularında (terörle mücadele gibi) işbirliği de birer manivela olarak ortaya çıkmaktadır. Belirtilen konuların 
Türkiye'nin iç ve dış politik kararlarında ne kadar etkili olduğunu geçmişteki olaylar göstermektedir. Örneğin sözde işbirliği yaptığımız terörle mücadele 
alanında Türkiye'nin talep ettiği helikopterler, silahlı/silahsız insansız uçaklar bırakın satılmasını kiralanmasına bile izin verilmezken, aynı ABD bu tür 
silah ve sistemleri kolayca Güney Kore, Japonya ve hatta Irak'a kısa bir süreçte satabilmektedir.

Ancak bunların yanında etnik ve dini/mezhepsel hassasiyetler bir toplumun şekillendirilmesinde, algılarının yönetilmesinde en önemli alanlardır. İşte 
ABD'nin Türkiye'de toplumu ve yöneticilerini şekillendirecek sonuçlar yaratmakta en çok kullandığı alanlar bunlar olmuştur, olmaya da devam etmektedir. Çünkü ABD Savunma Bakanlığı dünyada bu konuda en büyük harcamayı yapan, en çok personel kullanan kurumdur. İşte bu konu yukarıda bahsettiğim Amerikan raporundaki üçüncü maddeye girmektedir.

Türkiye'deki sosyo-ekonomik ve politik ortamı etkileyen Amerikan manivelaları; 

PKK ve Cemaat

PKK Terör Örgütü

Etnik bölücülük temeline dayalı bir hedefle ortaya çıkan PKK terör örgütü ABD tarafından 1997 yılında kendi terör örgütleri listesine dahil edilmiştir. Bu 
kararla ABD, PKK'ya karşı terörle mücadelede Türkiye'nin yanında olduğu mesajını da vermiştir. PKK'nın ortaya çıkışından itibaren ABD'nin PKK'yı izliyor olması normal bir gelişmedir. Ancak ABD açısından PKK'nın tam bir manivela haline gelmesi PKK'nın lideri Öcalan'ın 1999'da Türkiye'ye teslim edilmesiyle olmuştur. Çünkü PKK liderinin teslim edilme şartları (Türkiye'ye götürülürken yolda ölmemesi, doğru bir dava görmesi, Kürt sorununda önemli adımlar atılması, idam edilmemesi)[4] ABD'nin konuyu terörle mücadele kapsamında değil bir etnik grubun özgürlük mücadelesi olarak ele aldığını gösteriyordu. Artık ABD doğrudan işin içindeydi. Bu konuda daha önce yazdığım ve süreci anlatan makalemde detaylar yer almaktadır.[5]

Anılan makalede özetle şunları anlatmıştık: Teslim şartlarında belirtildiği şekilde Öcalan doğru bir dava görmüş ve idam edilmemiştir. Bundan sonra da  Türkiye 'nin Kürt sorunu adı verilen konuda köklü adımlar atması için PKK yeniden devreye sokulmuştur. 2003'te Irak'ın işgal edilmesiyle Türkiye ABD'yle komşu olmuş, Irak'ın kuzeyinde üslenen ve yeni saldırılara hazırlanan PKK'nın tasfiye edilmesi konusu Türkiye-ABD ikili görüşmelerinde Türk tarafının ana ve 
çoğunlukla da tek gündem maddesi olmuştur. 2004'den itibaren PKK'nın saldırıları artmaya başlayınca da ABD Türkiye'nin alması gereken tedbirler konusunda fikir beyan eden, görüşleri dinlenen birinci aktör konumuna gelmiştir. Bu durum Türkiye'nin sınır ötesi operasyon girişimlerinin sürekli ötelenmesine yol açmış, 2007 yılı sonundan itibaren ABD'nin izniyle Irak'ın kuzeyine başlatılan sınır ötesi operasyonların koordinasyonu kapsamında operasyonların sınırlı kalması ve Türkiye'nin Irak'ın kuzeyine (hem PKK hem de Irak'ın kuzeyindeki yerel Kürt yönetimine) yönelik kapsamlı operasyonlar yapılması engellenmiştir. ABD bu şekilde Türkiye'nin Kürt sorununda askeri seçenekleri kullanmasını kontrol etmiş ve sınırlandırmış, sorunun askeri tedbirlere değil siyaset içinde çözülmesini sürekli telkin etmiştir.

ABD'nin bu kapsamda Türkiye'ye önerdiği yöntemler terör örgütleriyle değil "isyan eden-ayaklanan-özgürlük arayan-ülkesinin işgaline direnen" gruplara 
(insurgency) karşı kendisinin uyguladığı yöntemlerdir.[6] Bu durum PKK konusunun yani terörün siyasallaşmasını hızlandırmıştır. Nitekim 2006'dan itibaren hükümetin PKK ile başlattığı gizli görüşmeler, Habur'dan giriş, sızan Oslo görüşmeleri ve İmralı zabıtları, 2013 yılı başından itibaren artık kamuoyuyla da 
paylaşılan hükümet-PKK terör örgütü görüşmeleri, teröristbaşının son iki Nevruz'daki mesajları, teröristbaşının son sızan ses kayıtları göstermektedir ki 
PKK ve onun hapisteki lideri anayasa yazılmasından Meclis'in çalışması ve çıkarılacak kanunlara, sözde çözüm sürecinin nasıl uygulanacağından TSK'nın 
uyacağı kurallara kadar hatta bir iddiaya göre Bakanların kimler olacağına kadar hükümetin dolayısıyla Türkiye'nin kararlarını yönlendirir, Türkiye'nin 
geleceğini belirler hale gelmiştir.
Bunun için Öcalan da muhtemelen öldürülmeyeceği ve Kürt sorunun siyasi alanda çözüleceği kulağına fısıldanmış olarak ABD tarafından adeta bir Truva atı gibi Türkiye'nin terörle mücadele mekanizmasının içine sokulmuştur. ABD Öcalan'ı teslim eden olarak ve Öcalan vasıtasıyla, ayrıca terörist saldırıları yapan PKK'nın üslendiği Irak'ın kuzeyi dahil Irak'ta kontrolü elinde bulunduran ülke olarak PKK vasıtasıyla bizzat işin içine girmiştir.  ABD'nin bir manivela olarak tasarladığı Öcalan bütün bu süreci yönetip kendi tasarladığı stratejiyi hayata geçirmiş, PKK'nın hem terör saldırılarını hem de eylemsizlik sürecine 
sokulmasını dönüşümlü bir manivela olarak kullanmıştır. 
Eylemsizlik süreçlerinden özellikle seçim dönemlerinde karlı çıkmaya alıştırılan hükümet son olarak sözde çözüm süreci adı altında terör örgütüyle müzakereye oturmak zorunda kalmıştır. Gelişmeleri objektif şekilde değerlendirenlerin söylediğini teyit edercesine Öcalan'ın kendisini ziyaret edenlere söylediklerinden ve son günlerde sızan konuşmalarından da anlaşılmaktadır ki müzakerenin yasal dayanağı yoktur, hükümeti iktidardan düşürerek yargıya götürecek  sonuçlar doğurmuş, hükümeti geri dönülemez bir noktaya getirmiş ve hükümeti bununla tehdit etmiştir. Öcalan bu süreçte kazanmış olduğu yetkilerle (Kürt halkının temsilcisi, müzakere yetkilisi, siyasi şahsiyet, barışsever ve barış yapar vs) bu hükümetin yerine gelecek yeni bir hükümetle bile kaldığı yerden devam etme pozisyonuna gelmiştir.

Bütün bu gelişmelerden ABD'nin habersiz olduğu, sözde çözüm sürecinin Türkiye'nin projesi olduğuna ilişkin kamuoyuna pompalanan haberler ise hayatın normal akışına terstir, zaten öncesini yukarıda açıkladık. Söz konusu çözüm süreciyle ilgili İmralı'dan Kandil'e, PKK'nın Avrupa temsilcilerine, Irak'ın 
kuzeyindeki Kürt gruplara giden bilgilerden ABD'nin haberdar olmaması mümkün değildir. Ayrıca artık herkes tarafından bilinen ABD'nin küresel bazdaki dinleme 
faaliyetleriyle bu ilişkileri ortaya çıkarması kaçınılmazdır. Burada muhtemelen ABD'nin dikkat ettiği husus "gelişmelerin ABD'nin öngördüğünden daha çabuk 
sonuçlanması veya geri dönülemez bir anlaşmazlıkla sonuçlanmasıdır." Bunun için de hem hükümet hem de PKK kanadını yoklayarak süreci kontrol altında tuttuğunu söyleyebiliriz. ABD açısından; 2002 sonunda iktidara geldiğinde teslim edilmiş ve İmralı'da mahkum olan Öcalan'ı elinde bulunan AKP hükümetinin PKK terör örgütüyle müzakere masasına oturtulmuş olmasının önemli bir başarı olduğunu söylemeliyiz. Çünkü ABD bu sorunun tarafların birbirini hırpaladığı ama kesin bir üstünlük sağlayamadıkları bir ortamda, zamana yayılmış olarak, zamanı geldiğinde sonuçlanmasını beklemektedir. Bundan sonraki basamakta yeni bir hükümetle ama aynı Öcalan'ın müzakereyi tamamlaması beklenmelidir. Mevcut hükümet veya yeni hükümetin müzakereye yanaşmaması halinde ne olacağının mesajını (ya müzakere ya savaş) son Nevruz'da hem Öcalan hem de Kandil ve destekçileri tarafından verilmiştir. Yani Öcalan süreçte sözde barışı arayan baş aktör olmaya devam ederken hükümeti ve toplumu müzakereye resmen ve kanunen başlatmak için PKK'nın terörist saldırılara başlaması da çok büyük ihtimaldir. Yeni dönemde Öcalan süreci çok daha sıkı kontrol altında tutabilecektir, ABD'nin 1999'dan itibaren fiilen içinde bulunduğu suni etnik bir sorun üzerinden Öcalan'ı (ve PKK'yı) kullanarak Türkiye'deki sosyo-ekonomik ve politik gelişmeleri etkilemeye devam etmesi de mümkün olacaktır.

ABD'nin PKK ve Öcalan konusunda işin içinde olduklarını gösteren diğer konu da yine Amerikan kurumlarının hazırladıkları bazı raporlar ve bunların birbiriyle 
çelişkileridir. Örneğin Amerikan düşünce kuruluşu RAND dünya genelindeki terör örgütleri ve direniş örgütleriyle ilgili olarak 2010 yılından sonra hazırladıkları raporlarda PKK'yı da incelemişlerdir. Bunlarda 1999 yılında PKK lideri Öcalan'ın yakalanmasıyla Türkiye'nin zafer kazandığı değerlendirmesinde bulunmuştur. Aynı dokümanlarda terör örgütlerinin keskin hiyerarşik yapıya sahip olmaları nedeniyle lideri etkisiz hale getirilen terör örgütlerinin dağıldığı tespiti de yapılmaktadır. Ancak yıl 2014 ve halen Öcalan lider hatta hapishaneden ülkeyi yönlendiren bir konuma gelmişse Öcalan'ın etkisiz hale getirilemediğini söyleyebiliriz. Bunun temelinde de Öcalan'ın 1999'daki teslim şartları yani ABD'nin Öcalan'ı manivela yapacak şartları vardır.  Öcalan'ın şuanda çok etkin konumda olduğunu teyit eden diğer bir dokümanda ABD Kongresi Araştırma Merkezinin periyodik olarak hazırlayıp Kongre üyelerine sunduğu Türkiye raporlarında (Türkiye'ye ilişkin karar alışlarda temel başvuru dokümanı olarak kullanılmaktadır) Türkiye'deki ana aktörler (key figures) listesinde Cumhurbaşkanı, Başbakan, Dışişleri Bakanının yanında sayılan dördüncü kişi Öcalan'dır. 

Cemaat

Cemaatten bahsederken hemen söyleyelim ki söz konusu Kongre raporlarında bahsedilen beşinci ve son kişi Fethullah Gülen'dir.

Ne kadar ilginçtir ki ABD'nin PKK'yı tam bir manivela olarak kullanmaya başlaması ile Cemaat denince herkesin aklına gelen dini örgütlenmenin bir 
manivela haline gelmesi hemen hemen aynı döneme denk gelmektedir. Birisini vermiş diğerini almıştır. Öcalan Şubat 1999'da Türkiye'ye teslim edilirken 
cemaat lideri F.Gülen ise Mart 1999'da ABD'ye gidiyordu diğer bir ifadeyle sığınıyordu. Öcalan görünüşte o güne yaptıklarının hesabının görüleceği bir 
davada yargılanacaktı ama öldürülmemesi / idam edilmemesi şartı vardı. Nitekim ömür boyu hapse mahkum oldu, ancak hapisteyken Kürtlerin sözde tek temsilcisi unvanına ulaştı ve onların adına müzakere masasına oturdu. F.Gülen devlete sızıp ele geçirme planları var diye hakkında dava açılma hazırlıkları yapılırken ABD'ye kaçtı, açılan davada ise beraat etti. Ama Türkiye'ye dönmedi ama bulunduğu yaşadığı ABD'den Türkiye'deki gelişmeleri etkileme, hükümeti 
yönlendirme, dini bir lider olmaktan çok devletin Cumhurbaşkanının ve hükmet üyelerinin muhatap olduğu siyasi bir figür haline geldi.

Bütün ülkelere ilişkin yıllık terör raporları, insan hakları raporları, dini özgürlükler raporu hazırlayan ABD'nin F.Gülen hareketinden habersiz olması, Amerikan topraklarında kendince sürgün hayatı yaşayan bir dini liderin ve onun cemaatinin faaliyetlerini takip etmemesi, onları yönlendirmemesi mümkün değildir. Nitekim Amerikan gizli servislerinin F.Gülen cemaatiyle ilişki içinde olduklarına ilişkin haberler basına da yansıdı. Bırakın gizli servislerin faaliyetlerini yukarıda bahsedilen Kongre raporlarında verilen detaylı bilgiler F.Gülen'in ABD'nin takibinde olduğunu göstermektedir. Türkiye'nin iç dinamikleriyle yakında etkileşim içinde bulunan bir aktörün ABD tarafından kullanılmadığını düşünmek uluslararası ilişkileri, gizli servislerin faaliyetlerini bilenler açısından mümkün değildir.

2013'ün son çeyreğinde ve 2014'ün ilk aylarında ortaya çıkan bilgi ve belgeler gösterdi ki hakkındaki davadan beraat eden F.Gülen'in liderliğindeki oluşum 2000 yılında hakkında açılan davanın iddianamesinde belirtildiği şekilde devletin bütün kurumlarına sızmış, elemanlarının kritik görevlere yerleşmesini sağlamıştı. Bununla yetinmeyip hükümetin desteği ve sağladığı olanakları kullanarak görünürdeki hükümetin arkasında aslında devleti yöneten gizli güç haline gelmişti.

Aslında burada Türkiye'nin seçilmiş hükümeti dar kadrosunun açığını cemaatin yetişmiş elemanlarıyla kapatıyordu.  Bu durum her iki tarafın işine de 
geliyordu. Bu birliktelik amaçların örtüştürülmesiyle daha da derinleşti. Türkiye'de gündem demokratikleşme, askeri vesayetin sona erdirilmesi ve Kürt 
sorunun (bazılarına özellikle askerlere göre terör sorunu) çözülmesiydi ya da kısaca askerin etkisizleştirilmesiydi. Bu hedef Kürtçü kesim ve PKK tarafının da 
işine geliyordu, çünkü onlar da asker aradan çıkarılırsa terörün siyasallaşmasının daha kolay olacağına inanıyordu.  Nitekim öyle oldu ve 2007'den sonra başlayan operasyonlar ve davalar süreci ile bazı yasal düzenlemeler yetişmiş askeri kadroları hapishanelere tıktı, geri kalanlarının özellikle Güneydoğu Anadolu'da kışlalarından bile çıkamaz hale getirdi.

Konuyu biraz yakından takip edenler bilecektir ki bahse konu süreçte psikolojik harekat  teknikleri uygulanmış, toplum yönlendirilmiştir. Şimdi hükümetin 
söylediği şekilde bunu cemaatin tek başına yapmış olması mümkün değildir. Hükümet ortam hazırlamıştır, destek sağlamıştır (zaten bunun yapıldığı inkar 
edilmiyor, sadece safmışsız denilerek işin içinde çıkılmak isteniyor). Cemaatin insan gücünün de psikolojik harekat tekniklerinin uygulanmasına ve binlerce 
belge, bilgi, kayıt elde edilip analiz edilerek tasnif edilmesine yönelik teknik imkanlara sahip olmadığını, bunun bir başka gücün desteğiyle yapılmış olası çok 
büyük ihtimaldir. Bu gücün de cemaatin liderini ağırlayan ülke olduğunu söylemeliyiz.

Ancak burada şu konuyu hiç akıldan çıkarmamak gerekir. Bütün bunlar yani cemaatin arkasında ABD'nin olması, cemaatin çift taraflı oynayarak hükümeti zor durumda bırakması, 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasının yok sayılması, kapatılması, bu konuda hükümetin mağdur gösterilmesi kabul edilemez, rüşvet ve yolsuzluğa bulaşanları haklı göstermez.

Neden Cemaat - Hükümet Kavgası

Peki herşey anlattıklarımız gibiyse son aylardaki hükümet-cemaat çatışması neden yaşanıyor? Bunun Kürt sorununun sözde çözümü ve hükümetin etkinlik sürecini ve görevini doldurmuş olmasıyla ilgisi olduğunu düşünüyorum. 11 yıldır iktidarda olan AKP artık yıpranmıştır, özellikle 2011 seçimlerinden sonraki süreçte hükümetin demokratik esaslardan ayrılmaya başladığının iyice belirginleşmesi yurt içinde hem halk hem de kanaat önderlerinden tepkiler almış, bu tepkiler artık sokaklara taşmıştır. Ayrıca dış politika bağlamında özellikle bölgesel konularda ABD politikasıyla uyuşmazlıklar yaşanmaktadır. Yani hükümet hem iç hem de dışarıda destek sıkıntısı yaşamaktadır. ABD açısından Hükümet öyle bir değişmelidir ki toplumun genelinden gizli yürütülen sözde çözüm süreci de hasar görmemeli, ülkede ve bölgede kaosa yol açmayacak şekilde muhtemelen genel seçimlere kadar halk desteğini yitirmiş seviyeye gelerek iktidarı kaybetmelidir.

Cemaat-hükümet kavgasının sonucundan en fazla faydalanan kesim sözde çözüm süreciyle ülkemizin güneydoğusunda özerk bir yönetim kurmaya çalışan Öcalan liderliğindeki Kürtçüler ve PKK tarafı olmuştur. Sözde sürecin başlaması ancak işlemediğini ortaya çıkmasıyla birlikte 2013 yaz aylarının sonundan itibaren cemaat hükümet kavgasının da başladığını görüyoruz. Bu kavga sertleştikçe ve 17 Aralık ile birlikte en üst seviye çıktıkça bölgeden hiçbir haberin kamuoyuna yansıtılamadığı çünkü gündeme alınamadığı, adeta bir karartma uygulandığını görüyoruz. Diğer taraftan hükümetin bu kavgayı bir seçim stratejisine dönüştürerek yeni karşı taraflar yarattığını da görüyoruz. Hal böyle olunca kavganın da bir senaryo olabileceğini düşünmeliyiz. 30 Mart'taki yerel 
seçimlerden sonra hükümetin kendince yeterli oy aldığını değerlendirmesiyle birlikte bu kavganın sönümlenmesi hiç de küçük bir olasılık değildir. 

 Sonuç

Küresel güç ABD'nin küresel bazda politika ve stratejiler oluştururken ülkelerin ve yerel unsurların varsa hassasiyetlerini kullanması Amerikan çıkarları 
açısından normal bir uygulamadır. Yukarıda bahsettiğim Amerikan raporunda ABD'nin Türkiye'ye yönelik belirttiği üç maniveladan üçüncüsünü (ABD'nin 
Türkiye'deki sosyo-ekonomik ve politik ortamı etkileme gücü vardır.) Türkiye'de 1999 ve özellikle 200'ten itibaren kullandığını görmekteyiz. Burada öne çıkan 
manivelalar ise PKK ve cemaattir. PKK'nın yaptıkları bellidir, geçmişi zaten onu aklamaya ve affetmeye izin vermeyecek kadar vahşidir.

Cemaattin ise biz bir hizmet hareketiyiz, iyilik yapıyoruz demesi yaptıkları yasa dışı işleri görmezden getiremez. Hükümetin sağladığı ortamla ve şuanda 
sığındıkları ülkenin teknik ve operasyonel desteğiyle ülkemize, kurumlarımıza ve insanlarımıza karşı yaptırdığı operasyonların, düzmece davaların hesabını 
vermeden, işin içinde yer alanları yargıya teslim etmeden, ne yapalım bizi de başkaları kullanmış diyerek işin içinden sıyrılması kabul edilemez. Aynı şekilde 
hükümetin de her ne kadar soruşturma işinin içinde cemaatin adamlarının olduğunu söylese de 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk iddialarından yargı önünde mutlaka hesap vermesi gereklidir. Kumpas ve yolsuzluklar birbirine uygun ortam hazırlamış olabilir ancak ayrı suç iddialarıdır.

Önümüzdeki en büyük tehlike ise hükümet-cemaat kavgasının da büyük kumpasın parçası bir senaryo olması ve güneydoğudaki bölünmeyi maskeliyor olmasıdır. 
Böylece yetişmiş insanlarımızın, kurumlarımızın, Atatürk'ün deyişiyle mazisi insanlık tarihiyle başlayan Türk Ordusunu tasfiye gayretlerinin ülkemizin ve 
milletimizin bölünmesine yol açacak kumpasın saklanmasıdır.


[1] "Türkiye - Amerika Birleşik Devletleri Siyasi İlişkileri", 

http://www.mfa.gov.tr/turkiye-amerika-birlesik-devletleri-siyasi-iliskileri.tr.mfa

Erişim tarihi 23 Mart 2014.


[2]U.S. Relations With Turkey, Fact Sheet, January 7, 2013, 

http://www.state.gov/r/pa/ei/bgn/3432.htm,

 Erişim tarihi 23 Mart 2014.


[3] ABD Ulusal Güvenlik Stratejisinin Şifreleri ve Türkiye, Cahit Armağan Dilek, 
Ocak 2013,  

http://www.asssastratejibulteni.com/ABD_Guvenlik_Stratejisinin_Sifreleri_ve_Turkiye.pdf


[4]“Öcalan'ı biz teslim etmedik, sadece Türkiye’nin işini kolaylaştırdık”,  
13.05.2011, Gazetevatan, 

http://www.gazetevatan.com/-ocalan-i-biz-teslim-etmedik--turkiye-nin-isini-kolaylastirdik--377067-gundem/

Erişim tarihi 23 Mart 2014.


[5] Çapulcudan özgürlük savaşçısına, terörden direnişe, direnişten bağımsızlığa; 
PKK terör örgütünün dönüştürülmesi, 27 Mayıs 2013, Cahit Armağan Dilek, 

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2013/05/27/7012/capulcudan-ozgurluk-savascisina-terorden-direnise-direnisten-bagimsizliga-pkk-teror-orgutunun-donusturulmesi.s
Erişim tarihi 23 Mart 2014.


[6] Yazarın Notu: ABD açısından dünyada mücadele edilmesi gereken tek bir terör örgütü vardır o da El Kaidedir. ABD'nin teröre ve ayaklanmaya (direniş 
örgütleri) karşı ayrı ayrı stratejileri vardır. Türkiye'ye dikte edilen ayaklanmalara (direniş örgütlerine) karşı olan yöntemlerdir. Bu yöntemler söz 
konusu örgütlerle ilişki kurmayı, liderleriyle görüşmeyi ve müzakere etmeyi kapsamaktadır. Ancak terörle mücadelede bu konuda sıfır tolerans vardır ve 
teröristler nerede olurlarsa olsunlar aranıp bulunup imha edilmektedir.

..

18 Şubat 2015 Çarşamba

AKP (Erdoğan) - PKK (Öcalan) Barış Anlaşması Son Virajda




  AKP (Erdoğan) - PKK (Öcalan) Barış Anlaşması Son Virajda


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                         
Terörizm ve Terörizmle Mücadele
10 Nisan 2014 Perşembe
Cahit Armağan DİLEK tarafından yazıldı.


Türkiye Cumhuriyeti son 30 yıldır fiilen 1984'te başlayan PKK terör örgütü sorunuyla mücadele etmektir. Türkiye'nin bugüne kadar sorunu çözememesinin en 
temel faktörü sorunu tam olarak tanımlayamaması ve dolayısıyla çözüm yöntemini belirleyememesidir. Türkiye'nin PKK'ya karşı mücadelesini iki ayrı dönemde 
(birinci dönem 1984-1999, ikinci dönem 1999-....) incelediğimizde[1] aslında birinci dönemde sorun devlet tarafından  "terör" olarak görülmüş ve ona göre 
mücadele edilmiş, teröristbaşının yakalanmasıyla ve örgütün yurtdışına kaçmasıyla da askeri anlamda terör örgütü mağlup edilmişti.

Bunun hemen sonrasında ise devletin gerekli sosyal, ekonomik, siyasi, diplomatik tedbirleri hayata geçirememesini de fırsat bilen PKK Irak'ın kuzeyindeki güvenli 
sığınakta aldığı dış desteklerle birlikte 2003'ten sonra yeniden saldırılara başladı. Ancak bu sefer Türkiye'yi yönetenlere ve onların vasıtasıyla Tük 
milletine bu sorunun bir özgürlükler sorunu olduğu, askeri yöntemlerden vazgeçilerek siyasi çözümün bulunması empoze edildi. Maalesef bunda da başarılı 
oldular ve PKK terör örgütü AKP'nin müzakere masasına oturmasını sağladı.[2] Böylece uğruna binlerce gazi ve şehit verdiğimiz ve askeri anlamda kazanılan 
terörle mücadele siyaseten kaybedilmiş oldu.

Şimdilerde bunun yasal bir zemine oturtularak son imzaların atılması için gün sayılıyor. Ve Türkiye kendisinin acı şekilde yaşadığı ancak özellikle 2003'ten 
bu yana dik durup terör diye tanımlayamadığı PKK sorununda dışarıdan gelen empozelerle gerçeklere uygun olmayan sözde bir çözüme doğru sürüklenmektedir. 
Bunun sonucun da hatalı çıkması, yeni sorunlar yaratması kaçınılmaz olacaktır.

İşte bu makalede Türkiye'nin bekası açısından maalesef kötü sona doğru yaklaşan bu gidişin neden hatalı olduğunu önemli bir araştırmanın sonucundan faydalanarak 
ortaya koymaya çalışacağım. Öncelikle önemli bir ayrıntıyı vurgulamak gerekiyor. O da 2002'nin sonundan itibaren iktidarda bulunan AKP'nin 2013 yılı başında 
kamuoyuna duyurduğu ve sonrasındaki sözde çözüm sürecinde bile sürekli terörle mücadeleden bahsetmesine rağmen on yıldır uygulananların "isyancı-ayaklanan ya 
da işgale karşı direnen gruplara (insurgency)" karşı yürütülen strateji olduğudur. Bunlar Türkiye'ye dışarıdan dayatılan yöntemlerdir. Dünyada terörle 
mücadele ve isyancı-direniş gruplarına karşı mücadele stratejilerinin belirlenmesinde esas ülke ABD'dir. Ancak ABD'nin terörle mücadele adı altında 
Türkiye'ye önerdiği ise kendisinin işgal ettiği ülkelerde ya da BM/NATO gibi uluslararası ve bölgesel kuruluşlar vasıtasıyla müdahil olduğu çatışmaların 
yaşandığı ülkelerde uyguladığı isyana/direnişe karşı yöntemlerdir.  

Amerikan Yaklaşımı; İsyancı/Direniş Örgütleriyle Müzakere Ederek Sonuca Ulaşma 

ABD'de terörist ve direniş/isyancı gruplarla mücadelede izlenecek politika ve stratejilerin neler olabileceği konusunda yapılmış çok sayıda inceleme  ve rapor 
vardır. Çünkü ABD dünyanın her tarafındaki bu tür olayların içindedir. Amerikalı araştırmacılar ve karar vericiler de bunları bir sonraki olaylarda kullanmak 
üzere kapsamlı şekilde incelemekte, dersler çıkarmaktadır. Bu araştırmayı yapanlardan en dikkat çekici olanı ise Amerikan karar vericiler üzerinde çok 
etkili olduğu bilinen RAND'dır. RAND'ın bu konularda 2010 ve 2013 yıllarındaki incelemeleri detaylı raporlar[3] olarak kamuoyuyla da paylaşılmıştır. Bu 
raporlarda dünyadaki 71 adet terör örgütü ve direniş/isyancı grubun neden olduğu çatışma süreçleri, nasıl sonlandırılabileceği incelenmiş ve öneriler 
hazırlanmıştır.

RAND son olarak söz konusu raporlardaki ulaştığı sonuçlardan hareketle bir barış anlaşmasıyla sonuçlanan (incelenen 71 adedinden 13'ü) hükümet-direniş/isyancı 
grup çatışmalarının hangi safhalardan geçtiğini tespit ederek Afganistan'dan tamamen çekilme hazırlığı yapan ABD'deki konuyla ilgili kişilerin Afganistan'da 
barışı tesis edecek bir çözüme nasıl ulaşılabileceğine ilişkin önerileri içeren yeni bir rapor hazırlamıştır.[4]

Raporda müzakereyle çözüme ulaşmış örnek olaylardan tespit edilen ve bir barış anlaşmasına götüren temel basamaklar aşağıdaki şekilde tespit edilmiştir. 
Raporda her örnek olayda bu basamakların aynı basamak sırasını takip etmediği, bazen birkaç basamağın eş zamanlı olarak gerçekleştiği, şekildeki basamak 
sıralamasına uyan tek örneğin Kuzey İrlanda olduğu tespit edilmiştir.  

PKK Terör Örgütüne Direniş/İsyancı Örgüt Muamelesi Yapılıyor

Yukarıdaki şekille Türkiye'de son yıllarda PKK terör örgütüyle ilgili gelişmelere bakıldığında şaşırtıcı derecede örtüştüğünü görmekteyiz. Ama yine 
hatırlanması ve akılda tutulması gerekli olan şey PKK'nın bir terör örgütü olduğu (en azından devletin resmi söyleminin bu olduğu, halkın (PKK ve yandaşı 
örgüt/partiler hariç) da buna inandığı), bu şeklin ise terör örgütleriyle değil direniş/isyancı gruplarla müzakere ederek bir anlaşmaya varmanın basamakları 
olduğudur.

Türkiye'ye PKK terör örgütüyle mücadelede bu yaklaşımı öneren ABD açısından tek terör örgütü olan El Kaide ile mücadelesinde Reagan döneminden Obama yönetimine 
kadar tüm Amerikan Başkanları terör örgütleriyle görüşülemeyeceğini, teröristler dünyanın neresinde hangi inde saklanırlarsa saklansınlar aranıp bulanarak imha 
edilmesini ana hareket tarzı olarak kabul etmiştir ve halen de aynı stratejiyi uygulamaktadır. Bunun içindir ki ABD'nin terörle mücadele stratejisi ve 
direniş/isyancı gruplarla mücadele stratejisi farklıdır ama bizim terörle mücadelede ikincisini esas almamızı istenmektedir. Çünkü PKK ABD'nin terör 
örgütleri listesinde olmasına rağmen özellikle 1999'da Öcalan'ın yakalanıp teslim edilmesiyle birlikte artık  ABD açısından özgürlük/bağımsızlık arayan bir 
halk adına terörist yöntemler de kullanan bir direniş/isyan hareketidir.



Terörle mücadele(!) maksadıyla PKK ile müzakere etmek ve müzakerenin safhaları

2012 yılında hükümetin en çok kullandığı ifadelerden birisi "terörle mücadele, siyasetle müzakere" idi. Ancak 2012 sonuna gelindiğinde bu ifade "terör 
örgütüyle müzakere" şekline dönüştü ve 2013 başından itibaren fiilen sözde çözüm süreci olarak uygulamaya geçti. İşte bu sürece bakıldığında yukarıdaki raporda 
belirtilen şekille örtüştüğünü ancak henüz sonuçlanmadığını görüyoruz. Nasıl mı? 

İşte açıklaması.

Belki de söz konusu rapordaki diğer 13 örnek olaydan farklı olarak Türkiye'deki PKK örneğinde şekildeki yedi basmak hemen hemen aynı anda gerçekleşiyor. Önce 
askeri çıkmaz basamağına bakalım. Aslında Türk devleti PKK'yı askeri anlamda 1999'da mağlup etmiş örgütü dağılma noktasına getirmişti. Fakat yukarıda özetle 
anlatmaya çalıştığım şekilde 2003'ten sonra PKK siyasallaştırılarak ve yine terörü kullanarak yeniden piyasaya sürüldü. Çok ilginçtir ki sözde çözüm 
sürecinin başlamasından hemen önce de 2012 sonbaharında PKK yine askeri anlamda çözülme aşamasına gelmişken hükümetin MİT Müsteşarı nedeniyle sıkıştığı durum ve 
açlık grevi tehdidiyle oluşacağı iddia edilen komplike bir sorunu önleyebilecek tek kişi olarak Öcalan'ın parlatıldığı bir senaryoyla Öcalan'ın hükümetin 
başkanı olan Erdoğan ile temas kurmasının sağlanması, sanki ortada bir askeri çıkmaz varmış, devlet terör örgütünü yenememiş gibi bir ortam yaratılması, daha 
fazla kan akmasın, Öcalan PKK tarafında her şeye hakim çözüm ondan geçer, Öcalan sadece PKK'yı değil hükümete karşı her türlü girişimi önleyebilecek kudrette 
kişi algısının oluşturulmasıyla ortam olgunlaştırılmış ve müzakere süreci uygulamaya sokulmuştur.

PKK örneğinde isyancıların yasal müzakere tarafı olarak kabul edilmesi safhasının 2013 yılının hemen başında İmralı'da Öcalan ile görüşüldüğün 
kamuoyuna duyurulmasıyla başlamıştır. Burada Öcalan açısından sıkıntılı durum bunun henüz TBMM'den çıkarılacak bir kanunla bağlayıcı hale getirilmemiş 
olmasıdır. Hükümet bunu elinde bir koz olarak tutmak isterken Öcalan da yaptıkları görüşmelerin kanunsuz olduğu eğer bu kanun çıkmazsa Erdoğan ve ekibi 
yüce divana gider tehdidiyle hükümeti baskı altında tutmaya devam etmektedir. Nitekim şimdi de Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde AKP'yi desteklemek için bu yasal 
düzenlemeleri şart koşmaktadırlar. Ama bütün bunlara rağmen artık teröristbaşı Öcalan'ın müzakerenin bir tarafı olduğu hükümet tarafından kabul edilmiş, 
topluma da bu husus kanıksatılmaya devam edilmektedir.

Ateşkeskonusu PKK'nın uygulamalarında hep olmuştur. Özellikle 1999 öncesi dönemde PKK zorda kaldığı dönemlerde tek taraflı ateşkesler ilan etmiş, bu 
dönemleri yeniden toparlanma, güç kazanma için kullanmıştır. Bununla birlikte artık kamuoyunun da öğrendiği AKP'nin 2006'dan sonra muhtemelen aracılarla PKK 
ile gizli irtibatlar kurduğu, görüşmeler yaptığı dönemlerde özellikle seçim dönemlerinden önce PKK'nın ateşkes ilan ettiği, devlet buna resmen uymasa da 
PKK'nın yine bu dönemleri güç kazanma için kullanırken AKP'nin de nispeten çatışmaların olmadığı önemler olması nedeniyle özellikle seçmenler üzerinde 
siyasi bir argüman olarak kullanmasına fırsat verdiğini, her iki tarafın da bundan istifade ettiğini söyleyebiliriz. Kamuoyuna sızdırılan ve İmralı 
zabıtları olarak bilinen 23 Şubat 2013 günü Öcalan'ın kendisini ziyarete gelen kişilerle yaptığı görüşmelerde "biz iktidarı AKP'ye altın tepsisinde sunduk" 
ifadesiyle ateşkeslere de referans yaptığı bilinmektedir.[5]

AKP ile PKK arasında bir resmi ara anlaşma imzalandığına dair bir belge henüz yoktur. Ancak kamuoyunda Oslo süreci olarak bilinen görüşmelerin sonunda bir 
mutabakat metninin oluştuğu ancak Başbakan'ın buna imza atmadığı iddia edilmişti. Bu gerçekleşmeyince de Haziran 2011 genel seçimlerin hemen sonrasında 
PKK'nın çok kanlı bir terör dalgasını başlattığını biliyoruz. İşte bu gelişmenin yaşanabileceği yukarıda belirtilen RAND raporunda da vurgulanmaktadır. Buna göre eğer taraflar bir ara anlaşma imzalarsa süreç daha sıkıntısız işleyebiliyor 
ancak bu ara anlaşma tek tarafın imzasıyla yarım kalırsa yeni bir şiddet sarmalı ortama hakim oluyor. İşte Haziran 2011 sonrasında da Türkiye'de olan budur. 

Yani PKK ile müzakere ederek sonuç alacağına inan AKP hükümeti PKK ile ara anlaşmaya yaklaşmış ancak son anda bundan vazgeçmiştir. Eğer bu gerçekleşseydi PKK büyük 
bir siyasi zafer elde edecek, Türk devletinin 1984'den bu yana yaptığı bütün mücadeleyi boşa çıkarırken hükümet de elindeki bütün kozları kaybetmiş olacaktı. 
Ancak bu ara anlaşma imzalanmamış olmasına rağmen 2013 başında başlatılan müzakerelerin bu imzasız mutabakatın üzerine inşa edildiğini söylemek yanlış 
olmayacaktır. Çünkü terör örgütü elde ettiği bir pozisyondan daha geriye düşmeyi asla kabul etmeyecektir.    

Sızan Oslo ve İmralı görüşmeleri tutanakları yetki paylaşımı başlığı altına giren konuların AKP ile PKK arasındaki gizli görüşmelerde sürekli görüşüldüğünü 
göstermektedir. Zaten PKK ve ilintili parti/örgütler bu taleplerini açıkça dile getirmekle birlikte, söz konusu gizli görüşmelerde bunların detaylarına 
girildiği, sonuçta Türkiye'nin nasıl bir rejimle yönetileceğinin, görevden alınacak kamu görevlilerinden anayasada yer alacak hususlara kadar paylaşım 
konularının görüşüldüğü anlaşılmaktadır. Nitekim sonraki süreçte bunlardan bir kısmının demokratikleşme paketi adı verilen yasal düzenlemeler içine katılarak 
hayata geçirildiği de bilinmektedir. Bu kapsamda kamuoyunda da açıkça en çok tartışılan konular genel af ve seçimlerdeki yüzde on barajıdır. Yüzde on barajı 
konusunda adım atılması, oranın düşürülmesinin demokratik kriterler açısından genelde desteklendiği ve önümüzdeki süreçte bir şekilde çözüleceği 
beklenmelidir. Ancak genel af konusu sıkıntılıdır. Çünkü teröristlerin hiçbir ceza almadan af edilmesini topluma anlatmak zor gözükmektedir. Diğer taraftan 
PKK'nın da aftan yana olmadığını söylemeliyiz. Çünkü af PKK'nın yaptıklarının suç olduğunu vurgulayan bir uygulamadır. Halbuki onlar yaptıkları silahlı 
terörün haklı bir gerekçesi olduğunu, suçlu olmadıklarını, dolayısıyla herhangi bir sorgulama, yargılama ve af olmadan doğrudan sisteme dahil olmayı 
istemektedir. Dolayısıyla hükümetle varılacak bir çözüm yada barış anlaşmasının bir tarafı olarak devletin yasal güçleri nasıl muamele görüyse PKK'lı 
teröristlerin de aynı şekilde muamele görmesini beklemektedirler. Bu da yetki paylaşımının en çetrefilli konularından birisi olarak gündemdedir. Ama 
karşınızdakini isyancı/direniş grubu olarak kabul ederseniz bu tür talepleri geri çevirmeniz de zor olacaktır. Ayrıca PKK taleplerinin resmen, yasal olarak 
ve pratikte uygulamaya geçtiğini görmeden silah bırakmayı da düşünmemektedir ki silah bırakmayan bir örgüte af çıkarılması da ciddiyetten uzak bir yaklaşım 
olacaktır. Bununla ilişkili olarak PKK yönetimi mevcut silahlı gücünü ilan etmeyi hedeflediği özerk bölgenin özsavunma gücü olarak kullanmayı 
planladığından silah bırakmayı düşünmemektedir.

İsyancı grup liderliğinin ılımlılaşmasıkonusu PKK örneğinde tam bir sanal senaryoyla uygulamaya sokuldu. Yıllardır PKK sorunun siyasi yollardan çözülmesi 
gündeme getirilerek devletin karşısına sürekli bir muhatap çıkarılması gerektiği tartışılmış ve Öcalan'ın adı sürekli zikredilmiştir. Nitekim hapiste olan 
Öcalan, en son 2012 sonbaharındaki açlık grevini önleyebilecek tek kişi algısı oluşturularak zaten son birkaç yıldır devam eden muhatap kim olacak 
tartışmasında vazgeçilmez, barışı sağlayabilecek tek kişi algısıyla hükümetin daha doğrusu Başbakan Erdoğan'ın karşınsa çıkarıldı. Bu süreçte Öcalan sürekli 
iyi polisi, yapıcı rolü oynadı. Terör örgütünün diğer yöneticileri gerektiğinde kötü polis rolünü oynayarak Öcalan'ın ılımlı ve aranan lider kişi olarak 
sunulmasını sağladı. Halbuki sızan Şubat 2013 İmralı görüşmeleri ve son olarak Mart 2014'de sızan Öcalan'ın İmralı'daki diğer mahkumlarla görüşmelerindeki 
ifadeleri, Öcalan'ın ılımlı, barış yapıcı tavrının bir maske olduğunu, bunu görüşmelerde ve müzakerelerde karşı tarafı aldatmaya yönelik bir tavır olduğunu, 
Öcalan'ın hiçbir şeyden vazgeçmediğini göstermektedir.

PKK ile müzakerelerde garantör üçüncü şahıs arayışları devam etmektedir. Aslında garantörlük mekanizması tecrübe edilmiştir. Çünkü Oslo sürecindeki görüşmelerin 
üçüncü bir şahıs/devlet garantörlüğünde yapıldığı artık bilinmektedir. Bununla birlikte PKK tarafının şimdiki sözde çözüm sürecinin yürütülmesini takip edecek 
bir gözlem heyetinin de resmen kurulmasına yönelik talepleri vardır. Bu heyetin Meclis'ten temsilciler olabileceği gibi yabancı-uluslararası kuruluşlardan veya 
akil insanlar heyeti benzeri bir grup olabileceği bunun için de TBMM'den bir kanun çıkarılması istenmektedir. PKK tarafının ayrıca uluslararası bir gözlemci 
heyeti için de girişimleri vardır. AKP tarafının ise bu konuyu da yine elinde bir koz olarak tutarak iç politik gelişmelere bağlı olarak ele alması 
beklenmektedir. Oslo sürecinde garantör uygulamasını hayata geçiren tarafların müzakereler için de bir garantör mekanizmasında anlaşması hiç de uzak bir 
ihtimal değildir.

Tarihi vazifede(!) son viraj  

Türkiye'de 30 Mart'ta yapılan yerel seçimlerle birlikte PKK ile müzakerelerde son viraja girilmiş gibi gözüküyor. Bu müzakerelerin barış anlaşmasıyla 
sonuçlanabilmesi için Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin AKP'nin daha doğrusu Başbakan Erdoğan'ın istediği şekilde çözülmesi gerekmektedir. 2013 başında 
başlayan sözde çözüm süreci müzakereleri karşılıklı yoklamalar, PKK'nın terörist faaliyetlerini tehditlerini şantajlarını görmezden gelmeler, demokratik paketler 
içine sıkıştırılmış tavizlerle yerel seçimlere kadar getirildi. Ama Türkiye'nin iç siyasi ortamı PKK'nın beklediği bir barış anlaşmasının imzalanmasını henüz 
mümkün kılmamaktadır.

Fakat PKK'nın artan tehdit ve şantajları, dış baskılar bu sorunda Türk milletinin istemediği şekilde de olsa bir sonuca ulaşılmasını dikte etmektedir. 
Bunun perde arkasında da ABD'nin olduğu söylemek bir komplo teorisi değildir. ABD'nin Ankara'daki Büyükelçisi daha birkaç gün önce bu konuyu yapılması gereken 
bir "tarihi vazife" olarak tanımlamaktadır.[6] İlk başta tepki çekmesine rağmen bu tanımlamanın arka planında 1999'da Öcalan'ın neden ve hangi şartlarla 
Türkiye'ye teslim edildiğini açıklayan aynı büyükelçinin açıklamalarında yer almaktadır.[7] Yani daha Öcalan teslim edilirken bu tarihi vazife Türk 
hükümetlerine verilmiştir.

İşte öyle bir ortamda biraz da zamanlamanın dikkate alınmasıyla Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra (Öcalan'ın emriyle Başbakan Erdoğan'ın adaylığını 
destekleyecek PKK/BDP tabanı) PKK'nın beklediği yasal düzenlemelerde somut adımlar atılabilecektir. Bu süreç içinde yeni MİT kanunun çıkarılarak geç de 
olsa dolaylı yoldan müzakerelerin yasal güvenceye alınması, yeni MİT kanunun verdiği yetkilerle Öcalan'ın İmralı'da veya başka yerlerde PKK'nın diğer 
yönetici kadrolarıyla görüştürülmesinin sağlanması, Öcalan'ın ziyaretçi yelpazesinin (yabancı heyetler, gazeteciler vs) genişletilmesi, güneydoğuda 
fiili özerklik uygulamalarının genişlemesine ve derinleşmesine sessiz kalınması gibi uygulamalarla PKK'nın imzalı, resmi ve yasal bir metine yönelik 
baskılarının azaltılması sağlanabilecektir.

Sonuç

Türkiye 30 yıldır PKK terör örgütüyle mücadele etmektedir. 1999'a gelindiğinde PKK'nın lideri yakalanmış, yargılanmış, hapse atılmış, PKK askeri anlamda mağlup 
edilmiş, tükenmiş,  dağılma noktasına getirilmiştir. Ancak Türkiye'nin yanlış ve eksik sosyo-ekonomik politikaları ve PKK'yı taşeron olarak kullanan güçlerin 
hedefleri özellikle 2003 sonrasında PKK terör örgütünü yeniden sahneye çıkarmıştır. Ancak bu sefer terörün siyasallaşmasının ve PKK'nın bir 
direniş/isyancı örgüt kimliğine bürünmesinin önünü açan dışarıdan empoze edilen yöntemler Türkiye'nin terörle mücadelesinde uygulanmıştır.

2013 yılı başından itibaren PKK ile hükümet müzakere eder pozisyondadır. Bu durum PKK'nın terör örgütü kimliğinden kurtulup özgürlükler bağlamında mücadele 
eden bir direniş ya da isyancı örgüt algısını yaratmıştır. Etnik temelde farklı olduğunu iddia eden bir direniş ya da isyancı örgütle müzakere ettiğinizde de 
barış anlaşmasına giden yolda onların farklılığını ortaya koyacak bazı tavizlerin (özerklik, federal yapı, konfederasyon, merkezi yönetimde ve 
kurumlarında kotalar vs) verilmesi de kaçınılmaz olacaktır. Halbuki terör örgütüyle ve teröristlerle mücadele edilseydi onlarla müzakere edilmez tam 
tersine ya onları saklandıkları inde bulup işlediği suçların karşılığında ceza almaları için yargıya havale edersiniz ya da teslim olmazlarsa onları etkisiz 
hale getirirsiniz, taviz vermeniz söz konusu olmaz. Gerçek anlamda terörle mücadele için lütfen ABD'nin El Kaide ile mücadelesini inceleyiniz.

Diğer bir sonuç da 1984'te etnik bölücülük politikasıyla ortaya çıkan PKK sorununun her ne kadar devlet açısından terörle mücadele ediliyor PKK açısından 
da Kürtlerin hakları için mücadele ediliyor gibi sunulmasına rağmen bugün artık kişiselleşmiş bir mücadele altında yürüdüğünü söyleyebiliriz. O da Erdoğan ile 
Öcalan'ın mücadelesidir.  Erdoğan her ne kadar 11 yıldır Başbakan olmasına rağmen artık AKP ve hükümet denildiğinde Erdoğan tek başına anılmaktadır, 
partinin ve hükümetin yerel seçim propagandaları bile Erdoğan'ın resimleri, sözleri üzerinden yapılamaktadır yani parti ve hükümet Erdoğan'ın kimliğinde 
toplanmıştır. Her şey Erdoğan'ın Başbakan olması ve şimdi de Cumhurbaşkanı olması üzerine kişiselleştirilmiştir.  Diğer tarafta da ömür boyu hapse mahkum 
bir terörist hapishanede terörü sonlandırılabilecek, Kürtlerin haklarını savunabilecek tek kişi olarak sunulmaktadır. Halbuki sızan görüşme zabıtları ve 
PKK/BDP cephesinin talepleri bütün mücadelenin Öcalan'ın özgürlüne odaklandığını göstermektedir. Onun içindir ki süregelen ve artık son viraja giren 
müzakerelerin asıl hedefi Erdoğan ile Öcalan'ın hedeflerinin gerçekleşmesine göre şekillenecektir. Onun içindir ki hükümet ile PKK arasında yapıldığı iddia 
edilen müzakereler aslında Erdoğan ile Öcalan arasındadır ve muhtemel bir barış anlaşması da ikisi arasında olacaktır. Ama kişisel hesaplar üzerinden yapılacak 
devleti, rejimi şekillendirme gayretlerinin hem o kişilere hem de devlete ve topluma fayda sağlaması beklenemez. Ama şu bilinmelidir ki bu hiç de kolay bir 
viraj değildir. Türk milletinin senaryo üzerindeki farkındalığının artmasıyla birlikte bu son viraja girdiklerini düşünenlerin oradan istediklerini alarak 
çıkması da zora girecektir.


[1] "Çapulcudan özgürlük savaşçısına, terörden direnişe, direnişten bağımsızlığa; PKK terör örgütünün dönüştürülmesi", 27 Mayıs 2013, Cahit Armağan 
Dilek, 

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2013/05/27/7012/capulcudan-ozgurluk-savascisina-terorden-direnise-direnisten-bagimsizliga-pkk-teror-orgutunun-donusturulmesi.i
Erişim tarihi 01 Nisan 2014.

 [2] "PKK'nın yeni stratejisi; adam öldürme, fikir öldür", Cahit Armağan Dilek, 21.yy Dergisi Kasım 2013 sayısı.


[3] RAND'ın bu konularda yayımladığı raporlar:

• Victory Has a Thousand Fathers: Sources of Success in Counterinsurgency,  Christopher Paul, Colin P. Clarke, and Beth Grill, (MG-964-OSD), 2010.

• Victory Has a Thousand Fathers: Detailed Counterinsurgenc, Case Studies, Christopher Paul, Colin P. Clarke, and Beth Grill, (MG-964/1-OSD), 2010.

• Paths to Victory: Lessons from Modern Insurgencies, Christopher Paul, Colin P. Clarke, Beth Grill, and Molly Dunigan, (RR-291/1-OSD), 2013.

• Paths to Victory: Detailed Insurgency Case Studies, Christopher Paul, Colin P. Clarke, Beth Grill, and Molly Dunigan, (RR-291/2-OSD), 2013.

• Counterinsurgency Scorecard: Afghanistan in Early 2013 Relative to Insurgencies Since World War II, Christopher Paul, Colin P. Clarke, Beth Grill, 
and Molly Dunigan (RR-396-OSD, 2013)

[4]From Stalemate to Settlement, Lessons for Afghanistan from Historical Insurgencies That Have Been Resolved
Through Negotiations, Christopher Paul and Colin P. Clarke, 2014.

[5] "İşte İmralı görüşmesinin tutanaklarının tam metni", 28 Şubat 2013, 
http://t24.com.tr/haber/iste-imralidaki-gorusmenin-tutanaklari/224711. 
Erişim tarihi 07 Nisan 2014.

[6] "Ricciardone'den önemli açıklamalar", 07 Nisan 2014, 
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/26165895.asp. Erişim tarihi 07 Nisan 2014.

[7] ABD'nin Ankara Büyükelçisi Ricardione Mayıs 2011'de 32.Gün programındaki röportajında "Öcalan'ın yolda ölmemesi, doğru bir dava görmesi, Kürt sorununda 
önemli adımlar atılması, idam edilmemesi" koşulların olduğunu doğruluyordu. “Öcalan'ı biz teslim etmedik, sadece Türkiye’nin işini kolaylaştırdık”,         
Gazetevatan, 
 http://haber.gazetevatan.com/ocalani-biz-teslim-etmedik-turkiyenin-isini-kolaylastirdik/377067/1 
/gundem, (13.05.2011). Erişim tarihi 07 Nisan 2014.


..

ABD'nin IŞİD konulu "Harp Oyunu"; IŞİD'le mücadelede neler olacak?


ABD'nin IŞİD konulu "Harp Oyunu"; IŞİD'le mücadelede neler olacak? 








21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 
Terörizm ve Terörizmle Mücadele
04 Kasım 2014 Salı
Cahit Armağan DİLEK tarafından yazıldı.

IŞİD terör örgütü, 09 Haziran 2014 tarihinde Irak'ın Musul şehrini işgal etmesiyle dünyanın gündemine en üst sıradan girdi. Irak'ta hızla ilerleyerek 
Bağdat'a ve Erbil'e yönelmesiyle buralardaki Amerikan varlığının tehdit altına girdiğini iddia eden ABD Ağustos ayında IŞİD'in en azından Bağdat ve Erbil'e 
girmesini engellemeye yönelik olarak Irak'taki IŞİD hedeflerine hava saldırıları başlattı. IŞİD'in elindeki batılı rehinleri birer birer kafasını keserek öldürmesinin de etkisiyle ABD, IŞİD'e karşı ortak bir koalisyon oluşturmayı planladı. Bu kapsamda Obama 10 Eylül 2014'te ABD'nin IŞİD stratejisini açıkladı. 
Bunun hemen sonrasında batılı ülkeler ve Arap ülkeleri koalisyona katılmaya ve askeri destek vereceklerini açıklamaya başladı. Obama'nın açıklamasından sonra Suriye'deki IŞİD hedeflerine de hava saldırıları yapılmaya başlandı. Koalisyonun hedefi havadan IŞİD hedeflerini vurmak, karada ise koalisyon tarafından eğitilip donatılacak yerel unsurların IŞİD'e karşı savaşmasını sağlamak,  bu arada IŞİD'in insan ve mali kaynağını da kesmek olarak belirlendi. Gelinen aşamada koalisyonun hava saldırıları IŞİD'in hareketini kısmen yavaşlatsa da IŞİD yeni duruma uygun taktiklerle Irak ve Suriye'de yeni yerleri işgal etme girişimlerini sürdürmekte, ilan ettiği İslam Devleti ve Halifeliği kontrolü altındaki bölgelerde iyice yerleşmesini sağlamaya çalışmaktadır.

"IŞİD'le mücadele" konulu Harp Oyunu

İşte bu aşamada Amerikan düşünce kuruluşu Atlantic Council'ın öncülüğünde Amerikalı askerlerin, diğer bir çok Amerikan düşünce kuruluşlarında görevli 
savunma ve güvenlik politikaları uzmanları ile Suriye ve Irak başta olmak üzere Ortadoğu bölgesi uzmanlarının katılımıyla 22 Eylül 2014 tarihinde IŞİD konulu 
bir Harp Oyunu oynandı. Harp Oyunundan elde edilen sonuçlar Ekim ayı başlarında kamuoyuyla paylaşıldı.

IŞİD krizinin sonuçlarından en çok etkilenecek ülkelerden biri olan Türkiye'nin de alacağı çok ders olan bu Harp Oyunu şu şekilde gerçekleştirildi: Harp oyunu 
katılımcıları Mavi (ABD ağırlıklı olmak üzere koalisyon gücü) ve Kırmızı (IŞİD) olarak iki gruba ayrıldı. Harp oyunun amacı: "önümüzdeki altı ay içinde 
koalisyon ve IŞİD arasında ne tür bir stratejik etkileşimin meydana gelebileceğini anlamak" olarak belirlendi. Katılımcıların savaşın stratejik, 
operasyonel ve taktik  her seviyesinde her türlü olasılığı düşünmeleri ve dikkate almaları istendi. Sonunda her iki grup hem karşı grubun yakın dönem  planlarını ve hedeflerini gerçekleştirmelerini engellemeyi ve onlara zarar vermeyi sağlayacak hem de kendi hedeflerini gerçekleştirmeyi sağlayacak şekilde 
kendi hareket tarzlarını belirlediler. İşte tarafların amaçları,  taktikleri-operasyonları.

Tarafların amaçları ve uygulayacakları taktikler/operasyonlar

Kırmızı Grup (IŞİD)

Amaçlar:

IŞİD'in amaçlarını belirlemek üzere uzun tartışmalar yapan Kırmızı grup üyeleri amaçlar başlığı altında şu tespitlerde mutabık kaldılar:

- İslam Devletinin sürdürülebilmesi için toprak almak ve alınan toprakların kontrolünü elinde bulundurmak kritik önemdedir. Şu anki kazanımlar önceki 
cihatçı terörist örgütlerin başaramadığı tarihi bir fırsattır. Bu durum cihatçı örgütler dünyasında uzun dönemli bir üstünlük kuran bir yapı olarak IŞİD'i 
diğerlerinden farklı yapacaktır.    

- Eğer "devlet projesi" çarpık gelişirse yapılmış olan her şey paramparça olur dağılır. Bu nedenle işgal edilen yerlerde bir yönetim sisteminin temellerinin 
oluşturulması için önümüzdeki kısa vadede Irak ve Suriye'deki mevcut kazanımların sağlamlaştırılmasına odaklanılmalıdır. Bu durum toprakların 
genişletilmesinin durdurulması anlamına gelmemelidir. Ancak savunması daha kolay sınırların ve IŞİD'in birimleri arasındaki lojistik, muhabere ve komuta-kontrol irtibatının sürdürülebilir olmasını sağlayacak yerler öncelikli olmalıdır. Bunu sağlayabilmek için Suriye'de Haseki, Halep, Deyrizor bölgelerine odaklanılmalı, Irak'ta çıkacak fırsatlarla yeni yerlerin ele geçirilmesi düşünülmelidir. Çünkü Mavi (koalisyon güçleri)'nin hava saldırıları hızlı ve geniş toprak işgalini zorlaştırmaktadır.

- Bu aşamada Mavi (ABD)'ye kendi toprakları üzerinde bir saldırı gerçekleştirmek için daha tedbirli davranılmalıdır. Çünkü böyle bir saldırı ilk anda bazı sembolik kazançlar sağlıyor gibi görünse de ABD'nin bütün her şeyiyle mücadeleye girmesine dolayısıyla büyük kara birliklerini de savaşa sokmasıyla 
sonuçlanabilir ki böyle bir durum Kırmızı için sonun başlangıcı olacaktır. (Bu konuda Kırmızı grup katılımcılarının tam bir mutabakat sağlanamadığı görüldü. 
Bazı katılımcılar Mavi'yi tahrik edecek şekilde bölgedeki çıkarlarını etkileyen bazı saldırılar yapılması gerektiğini savundu.)

Taktikler/Operasyonlar

Kırmızı'nın yukarıdaki amaçlarına ulaşabilmek ve Mavi'nin amaçlarını engellemek için önümüzdeki 6 aylık süreçte uygulamayı düşündüğü taktikler ve operasyonlar:

- Saldırgan sosyal medya propagandasıyla içinde bulundukları politik kırılganlıklar ile dini ve sosyal hassasiyetlerin istismar edilmesiyle Mavi 
içindeki bölge ülke hükümetlerinin kara ordularını Irak ve Suriye'ye göndermeleri engellenecektir.

- Kara ordularının Irak ve Suriye'ye gönderilmesinin engellenmesinde caydırıcılık sağlamak üzere büyük bölgesel ülkelerin başkentlerinde terörist  hücreler oluşturulacaktır (ancak varlıkları belli edilmeyecek).

- İnsan gücü büyütülecektir. (Kırmızı bu aşamada El Kaide bağlantılı gruplarla resmi ortaklık kurmayı tercih etmemektedir. Ancak zımni işbirliğini  kolaylaştırmak için onları kendi ağına dahil edecektir.)

- Karşı tarafın askeri/güvenlik sistemine uygun şekillerde sızarak Irak ordusu ve Suriyeli ılımlı muhaliflerin yetenekleri ve operasyonel faaliyetleri hakkında 
istihbarat toplamak faaliyetleri gerçekleştirilecektir.

- Kontrol edilen bölgelerde Kırmızı'nın meşru güç olduğu algısını kuvvetlendirmek üzere orada yaşayan halkın temel ihtiyaçları ve güvenlikleri 
sağlanacaktır.

- Mavi içindeki bölgesel hükümetlerin kara ordusu göndermelerini caydırmak üzere kimyasal ve biyolojik harp üzerinde uzmanlaşmış elit birlik oluşturulacak (ancak varlığı belli edilemeyecek).

- Operasyonları desteklemek üzere lojistik nakliyat hatları oluşturulacaktır. (Kırmızı'nın operasyonları en doğuda Musul-Kerkük-Tiktir-Felluce hattı boyunca 
olacaktır. Batıda ise Suriye'nin Haseki, Halep'in kuzeyi, Deyrizor Kırmızı'nın tutunması için hayati önemdedir.)

- Yerel nüfusun haraca bağlanmasına, silah depolarının basılarak el konulmasına, çıkarılan petrolü alacak yeni alıcıların bulunmasına devam edilecek, Mavi'nin 
stratejik noktalara hava saldırıları yapması nedeniyle yeni alternatif gelir kaynakları geliştirilecektir.

- Mavi'nin hava kuvvetleri unsurlarına karşı ses getirici saldırılar düzenleyebilmek için yeni alınan, ele geçirilen askeri sistemlerin / teçhizatların 
nasıl kullanıldığı öğrenilecektir. 

- Mavi'nin stratejik noktalarına sofistike siber saldırılar yapabilmek için mevcut elemanlar içinden yetenekli olanlar belirlenecek veya dışarıdan İnternet 
konusunda uzman kişiler örgüte kazandırılacaktır.

- Mavi'den belirli tavizleri alabilmek, Kırmızı'nın yeteneklerini göstermek ve yeni elemanlara yönelik propaganda yapabilmek için Mavi ülkelere ait sivillerin 
eğer mümkünse ABD'li askeri danışman yada özel kuvvetler personeli kaçırılmasına yönelik gayretlere ağırlık verilecektir.

Mavi grup (Koalisyon güçleri)

Amaçlar:

Koalisyon güçlerinin amaçlarını belirlemek üzere uzun tartışmalar yapan Mavi grup üyeleri amaçlar başlığı altında şu tespitlerde mutabık kaldılar:

- Mavi'nin yakın dönemdeki (Harp Oyununda oynanan önümüzdeki 6 aylık süreyle sınırlandırılmışır) ana amacı Kırmızı'yı daha fazla rahatsız edip yapısında 
bölünmeler oluşturmak, savunma pozisyonda kalmaya ve Irak'ı terk etmeye zorlamak olacaktır. Bunun için diplomatik, askeri, ekonomik ve bilgi harbi alanındaki gerekli tedbirler uygulanmalıdır.

- Mavi Irak'taki durumu diplomatik, askeri ve ekonomik açıdan daha fazla kontrol edebilecek seviyededir. Diplomatik olarak Irak'ta ideal durum yok ancak Suudi Arabistan ve İran'ın da yeni Irak hükümetine biraz daha yakın duracağına dair umutlar da dikkate alındığında Bağdat hükümetinin işin içine daha çok girmesi ve Kırmızı karşıtı koalisyonun devam ettirileceği beklenmelidir. Askeri olarak Mavi, Irak'ta Kırmızı'yı rahatsız edecek şekilde koordineli hava operasyonları ve kara operasyonları yapacak yeterli kuvvete sahiptir. Ekonomik alanda Mavi önümüzdeki altı ayda koalisyona dahil Arap ülkeleriyle koordineli olarak Kırmızı'nın ekonomik kaynaklarını ve özellikle petrol kaynaklarını azaltabilir. Mavi açısından en zor alan bilgi harbi alanı olacaktır. Kırmızı bilgi harbi / sanal ortamda Mavi'ye nazaran çok fazla hareket serbestisine sahiptir. Mavi bir çok hukuki, idari, bürokratik sorunları aşmak zorundayken Kırmızı'nın bu alanda sıkıntısı yoktur. Dolayısıyla Mavi'nin bu alanda yapabileceği en iyi şey Kırmızı'nın yasadışı/gayrimeşru olduğunu vurgulamak ve itibarsızlaştırmaktır.

- Suriye'deki durum ise Mavi için Irak'a nazaran hem diplomatik hem de askeri açıdan çok daha zordur. Diplomatik olarak var olan bir süreç yoktur. Askeri 
alanda Kırmızı'ya karşı mücadele edecek karada yeterli kuvvet olmadığı gibi hava operasyonlarının etkisi sınırlı kalmaktadır. Ekonomik ve bilgi harbi alanlarında Kırmızı'nın bariz bir üstünlüğü vardır. Dolayısıyla önümüzdeki altı ayda Suriye'de çözülebilecek bir şey görülememektedir. Hatta Irak'ta Mavi'nin askeri açıdan büyük ilerlemeler göstermesi halinde Kırmızı Suriye'ye çekilecek, pozisyonu sağlamlaştıracak ve kendini daha da güçlendirecektir.

-  Mavi açısından üzerinde en çok yoğunlaşılan konulardan biri de sınırlar oldu. Suriye ve Irak'ın sınır güvenliği Kırmızı'nın durdurulması bağlamında ele 
alınması gereken temel konulardan biridir. Çünkü bu sayede Kırmızı'nın ekonomik ve askeri açıdan tecrit edilmesi sağlanacaktır. Suriye-Irak sınırının kontrol altına alınmasıyla Kırmızı'nın mali kaynak, insan ve teçhizat aktarımı önemli ölçüde sekteye uğratılacaktır. Suriye ve Irak'ın diğer ülkelerle olan 
sınırlarının da kontrol altına alınmasıyla Mavi'nin Kırmızı'yı tam olarak çevreleme stratejisini başarıya ulaşmasına önemli katkı sağlayacaktır.

- Mavi grup üyelerinin en önemli faraziyelerinden biri de harp oyununda oynanan önümüzdeki 6 aylık dönemde ABD'nin konvansiyonel kara kuvvetlerini bölgeye göndermeyeceğidir. Bu sebeple diğer Mavi ülkelerin de kara kuvvetlerini bölgeye göndermeyecektir. Ancak Mavi grup Kırmızı'nın mağlup edilebilmesi için kara kuvvetleriyle gerçekleştirileceğini bilmektedir, bunun için Irak ve Suriye'de yetenekli ve donanımlı kara kuvvetleri oluşturulmalıdır. Mavi'nin sahada mevcut 
kara unsurları bu aşamada Kırmızı'yı sadece durdurabilir ya da ilerlemesini engelleyebilir.

Taktikler/Operasyonlar

Mavi'nin  yukarıdaki amaçlarına ulaşabilmek ve Kırmızı'nın amaçlarını engellemek için önümüzdeki 6 aylık süreçte uygulamayı düşündüğü taktikler ve operasyonlar:

- Kırmızı'yı durdurmak için Irak ve Suriye'deki askeri kuvvet artırılacaktır. Bu yaklaşım bölgedeki ve dünya genelindeki diğer terörist örgütlere için de örnek 
teşkil edecektir. Kısa vadede bunu yapmanın en iyi yolu hava operasyonlarının icra edildiği alanları genişletmek ve gizli operasyonların sayısını artırmak 
olacaktır.

- Irak ordusunun etkinliğini artırmak ve Peşmerge güçlerini desteklemek için daha güçlü çabalar gösterilecektir. Her ne kadar önümüzdeki 6 aylık dönemde bunu tam olarak gerçekleştirmek mümkün olamayacaksa da Irak'ta uzun dönemde elde edilecek başarı için bu bir ön şarttır.

- Kırmızı'nın hareket serbestisini engellemek için hava operasyonlarının alanı genişletilecektir. Fiili askeri ve diğer operasyon baskısını kurmak için 
Suriye'ye yönelik seyir (cruise) füzesi ve insansız uçak kapasitesi maksimize edilecektir. Suriye-Irak sınırı boyunca ateş serbest bölgesi ihdas edilerek bu 
bölgeye girenler Kırımızı olarak kabul edilip saldırı gerçekleştirilebilecek, böylece Kırmızı iki ayrı bölgeye sıkıştırılmış olacak ve bu bölgeler arasında irtibat kesilecektir. Bunun için önce yoğun bir bilgilendirme kampanyası yapılacak ve bilahare sınırdan geçişleri engellemek üzere saldırgan bir hava operasyonu faaliyeti icra edilecektir.

- Kırmızı'nın yeni eleman teminini önlemek için aktif bir itibarsızlaştırma politikası izlenecektir. Mavi'nin başarılarının da medyada ön plana çıkarılması 
sağlanacaktır.

- Kırmızı'nın mali kaynağını engellemek için bölgesel şartlar belirlenecektir. Bu konuda en büyük ilerleme Körfez'deki Arap ülkeleriyle yapılacak işbirliği yoluyla olacaktır.

- İran'ın bu çatışmadaki rolüne ilişkin stratejik yaklaşım netleştirilecektir.  Mevcut durum siyasi açıdan çok karmaşık olmasına rağmen stratejik yaklaşımın netleştirilmesi Kırmızı'nın durdurulmasını hızlandıracaktır.

- Irak'ın kuzeyinde ve batısında bazı şehirlere öncelik verilecek ve yoğunlaşılacaktır.  Bu kapsamda Bağdat ve Musul öne çıkmaktadır. Bağdat'ın 
güvenliğinin sağlanması merkezi hükümetin rahat çalışmasına yönelik engelleri ortadan kaldıracaktır. Ayrıca Musul, Erbil ve Kerkük'ün güvenliğinin  sağlanmasının sürdürülebilmesi için Mavi Peşmergeye yardıma devam edecektir.

Harp Oyunundan elde edilenler

 Mavi ve Kırmızı grup üyeleri ayrı ayrı yaptıkları toplantılardan sonra elde ettikleri sonuçları mukayese etmek üzere ortak bir toplantı yaptılar. İşte 
ortaya çıkan tespitler:

- Görünen o ki her iki tarafın da kendileri açısından kritik görevleri başarma şansları var ancak bunu yapabilmeleri için sırayla belirli bazı adımları 
atmaları ve tedbirleri almaları gerekecektir.

- Suriye ve Irak'taki harekat ortamının çok fazla karışık olması ve gelişmeleri etkileyen çok fazla sayıda aktör ve etken olmasına rağmen Mavi ve Kırmızı grup 
katılımcıların mümkün olduğunca bütün harekat ortamını, aktörlerini ve etkenlerini kapsamayı başardıkları değerlendiriliyor.

- Kırmızı grup en avantajlı hareket tarzının mevcut ağ yapılarını Irak ve Suriye dışındaki bölgelerde (öncelikle Lübnan, Ürdün ve Körfez ülkeleri)  genişletmek 
olarak belirledi, çünkü bu durum Mavi'nin Kırmızı'yı çevreleme planlarını da etkisiz hale getirecektir.  Bu durum Mavi'nin kara kuvveti oluşturma çabalarını 
vakitlice gerçekleşmesini gerektiriyor.

- Mavi, Kırmızı'nın akılcı yaklaşımından ve düşman coğrafyaları ele geçirmek için yapılabilecek saldırgan girişimlerin ağır maliyetlerinin farkında olmasına 
şaşırdı. Kırmızı'nın bu tür stratejik sabır göstermesi Mavi'nin Kırmızı'yı çevreleme çabalarını ve politik isteğini akamete uğratabilecektir. Bununla birlikte, bu bir harp oyunu ve gerçek hayatta Kırmızı'nın mutlaka riskten kaçınacağını kabul etmek doğru olmayacaktır, çünkü gerçek durumda bunun aksini gösteren IŞİD uygulamaları görülmüştür. IŞİD laik bir direniş grubu değildir, dolayısıyla çok net toprak ve siyasi hedefleri yoktur. Bugüne kadar yaptıklarının ve bundan sonra da yapacaklarının çoğu ideolojinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla maliyet-kar analizi ve rasyonel karar alma mekanizması bu ideolojiden ve örgütün hiyerarşik yapının yarattığı ortamdan etkilenecektir.

- Bütün bu tespit ve değerlendirmelerden sonra Harp Oyununda şu ortak sonuçlara ulaşılmıştır:
  Önümüzdeki 6 ayda Mavi ve Kırmızı arasında tam bir çıkmaz var.

  Mavi'ye düşen ana sorumluluk başarıyı yakalayabilmek için harekat ortamına   uyum sağlamak ve diplomatik, askeri, ekonomik ve bilgi alanındaki çabaları 
Kırmızı'nın stratejisini bozmak üzere koordine etmektir. Sınır güvenliği ve yeterli askeri kuvvet bulundurmak Mavi'nin işini kolaylaştıracak en önemli 
etkenler olacaktır. Mavi'nin artan şekilde kullanacağı askeri güçle yapılacak askeri operasyonlar Kırmızı'yı Irak ve Suriye'de durduracaktır. Bu Kırmızı'nın toprak kazanıp   kontrol etmeye yönelik hedeflerinden vazgeçmesini sağlayacaktır. Bu kapsamda Suriye-Irak sınırını kontrol ederek Kırmızı'yı ikiye bölmek Mavi'yi başarıya  götürecek ilk temel basamak olacaktır.

  Mavi Suriye'de Kırmızı'ya karşı yapacağı harekatın alt yapısını iyileştirmeye devam ederken Irak'a verilecek desteğe yoğunlaşmak düşmanın bir diğer 
  yarısının etkisizleştirilmesini sağlayacaktır.Kırmızı'nın kaynaklarını kesmeye yönelik hızlandırılmış operasyonlar ve güçlü bir bilgi harbiyle Kırmızı'yı itibarsızlaştırma çabaları Mavi'nin uzun vadede başarıya ulaşmasını sağlayacaktır.

Harp Oyunun sonuçlarına Türkiye açısından bakış

Harp Oyunu askeri harekatların planlanmasını ve icrasının teorik olarak beyin jimnastiği şeklinde masabaşı çalışması veya harekat ortamına ilişkin tüm 
bilgilerin kullanıldığı bilgisayar destekli askeri tatbikatıdır. Gelişmiş ülkelerin silahlı kuvvetleri tarafından kullanılan etkin bir harbe hazırlık enstrümanıdır. Günümüzde artık sadece silahlı kuvvetler tarafından değil hazırlayacakları raporlara esas olmak üzere düşünce kuruluşları ve sivil iş hayatında değişik seviyede, kapsamda ve ölçekte oynanmaktadır. Türkiye'de harp oyunu TSK tarafından da etkin olarak kullanılmış bir harbe hazırlık enstrümanı olmuş olmasına rağmen son dönemde TSK'yı hedef alan düzeme kumpas davalarının bir harp oyunuyla ilişkilendirilmesi TSK'nın da bu konudan ve politik-askeri 
değerlendirmelerden  uzak durmasına neden olmuştur. Ama bu yazıdaki IŞİD konulu harp oyunu da göstermektedir ki harp oyunu askeri harekat planlayıcıları ve karar vericileri için kısa sürede sonuç alınabilecek en maliyet-etkin harbe hazırlık ve planma metodu olduğu gibi siyasi karar vericileri için de en önemli 
karar destek vasıtalarından biridir.

Amerikalıların oynadığı IŞİD konulu harp oyununa gelince;

- Harp oyunun oynanmasının üzerinden bir aydan biraz fazla bir zama geçmesine rağmen ABD liderliğindeki koalisyonun ve IŞİD'in gerçek harekat alanındaki uygulamalarının harp oyunundaki tespit ve önerilerle önemli oranda örtüştüğünü görüyoruz.

- Harp oyunu sonuçlarında belirtildiği şekilde hava operasyonlarının yoğunlaşması halinde IŞİD'in ilerleyişinin durdurulduğunu ya da ilerleyişinin 
engellendiğini Ayn El Arab örneğinde fiilen de gördük.

- Harp oyununda IŞİD'i durduracak ve mağlup edilmesine yol açacak en kritik hamle olarak Suriye-Irak sınırının IŞİD'ın çift yönlü olarak eleman, kaynak, 
malzeme geçişine kapatılması önerilmektedir. Böylece koalisyonun daha hazır olduğu Irak'a öncelik ve ağırlık verilerek IŞİD'in Irak'tan tamamen çıkması da 
sağlanabilecektir. Gerçek durumda koalisyonun bu konuda henüz harekete geçememesinin nedeni havadan sağlanacak üstünlüğü yerde fiiliyata çevirecek 
kapasitede kara kuvvetinin olmamasıdır.  Tabi bunun yanında 605 km uzunluğundaki Suriye-Irak sınırının zaman ve mekan olarak havadan tam kontrole alınabilmesinin hem insan gücü hem de uçak gibi askeri sistem/teçhizatlar gereksiniminedeniyle çok büyük maliyeler getireceğini ve böyle bir alanın kontrol edilerek bunun sürdürülebilir hale getirilmesinin askeri anlamda oldukça zor olduğunu da hatırda tutmak gerekir. Bununla ilintili bir konu olması nedeniyle Türkiye'nin istediği uçuşa yasak ve güvenli bölge uygulamalarına ABD'nin sıcak bakmamasının ardında da benzer gerekçeler yatmaktadır.

- İşte bu nedenledir ki harp oyunda Mavi yani koalisyonun karada savaşacak yetkin bir kara kuvveti oluşturmasının önemine dikkat çekilirken bunun mümkün olan en kısa sürede yapılması istenmektedir. Aksi durum Kırmızı'nın yani IŞİD'in lehine olacak, çünkü ele geçirdiği, yerleştiği merkezlerde kendi yönetim sistemini, onların deyişiyle devlet sistemini oturtmaya başlamış olacaktır. Ancak gerçek durumda ABD liderliğindeki koalisyonun kara kuvveti oluşturmakta zorlandığını ve bunun Suriye bölümün 3 yılı bulabileceği bildirilmektedir. Bu durum harp oyununda önümüzdeki 6 ayda neden bir ÇIKMAZ görüldüğünün de en önemli kanıtıdır.

Türkiye açısından bakacak olursak;

- Harp oyunun açıklanan sonuçlar bölümünde Türkiye'nin adı geçmemektedir. Ancak Mavi ve Kırmızı grubun toplantılarında nelerin konuşulduğunu bilmiyoruz. Bununla birlikte gerek harp oyunundan ortaya çıkan sonuçlar gerekse gerçek durumdaki gelişmeler ABD liderliğindeki koalisyonun Türkiye'den temel beklentilerinin Türkiye-Suriye sınırının IŞİD'in eleman geçişine kapatılması ve IŞİD'in petrol satışının engellenmesi şeklindedir. Bunun yanında özellikle Suriye'de IŞİD'e karşı savaşacak yerel unsurlardan oluşan kara kuvvetine katılacak personelin eğitilmesi ve donatılmasına katkı verilmesi de Türkiye'den istenenlerdendir.

- IŞİD'le mücadelede Türkiye'nin gerek Irak gerekse Suriye'de askeri operasyonlara katılmasını ABD dahil hiç bir aktör istememektedir. Zaten PYD/YPG merkezli ortaya çıkarılan krizle de bağlantılı şekilde Türkiye'de PKK terörünün yeniden artış eğilimine girmesi Türkiye'nin dikkatini ve enerjisinin içişlerine vermesine yol açtı. Böylece sınırlarımızın hemen ötesinde Batılı güçler IŞİD bahanesiyle Ortadoğu bölgesini yeniden dizayn ederken ve bunda Türkiye'nin güneydoğusunu da bu dizaynın bir parçası yapacaklarının ipucunu vermişlerken Türkiye bu yeni güçler dengesinin oluşturulması sürecinde dışarıda tutulmuş gözüküyor.

Sonuç olarak, akıllı insanlar başkalarının akıllarından, tecrübelerinden faydalanandır hatırlatması yaparak IŞİD'le mücadelede neler olabileceğine 
ilişkin olarak önemli ip uçları veren Amerikalıların bu harp oyununun sonuçlarından Türkiye için gerekli dersleri çıkarmaya çalışalım.

Terörizm ve Terörizmle Mücadele
04 Kasım 2014 Salı
Cahit Armağan DİLEK tarafından yazıldı.
..