İncirlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İncirlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Mart 2020 Perşembe

TÜRKİYENİN S 400 ALIMI DÜNYA DENGELERİNİ DEĞİŞTİREBİLİR Mİ., BÖLÜM 2

TÜRKİYENİN S 400 ALIMI DÜNYA DENGELERİNİ DEĞİŞTİREBİLİR Mİ., BÖLÜM 2




Örneğin Ege Denizi’nde icra edilen “Kararlılık Gösteri-1992” NATO tatbikatı dönüşünde, 2 Ekim 1992 gecesi, Muavenet muhribimiz, Amerikan uçak gemisi Saratoga’dan atılan iki Sea Sparrow füzesi tarafından vuruldu. Geminin radarları hiçbir şekilde füzeleri “düşman saldırısı” algılamadı. Muavenet örneği dikkate alındığı zaman, S-400 sistemi kesin tercihtir. Çünkü S-400’ün IFF kataloğunda bütün Amerikan ve NATO hava saldırı araçları “düşman” olarak tanımlıdır. Ancak, Türkiye’nin kendi millî IFF yazılımlarının S-400 radarlarına yüklenmesi için karşılıklı mutabakat olduğu yönünde, kesin olmayan bilgiler vardır. 


Resim 2: Patriot PAC2 Füzeleri 

 Çok net olan gerçek şudur ki, alınsa bile ne S-400 ne de Patriot sistemi Türk Silahları Kuvvetlerinin kontrolünde olmayacaktır. 

ABD, Türkiye’nin S-400 hava savunma sistemleri almasına neden karşı çıkıyor? 

 S-400, Hollywood filmlerindeki Amerikan ordusunun yenilmezliği kadar Amerikan güç projeksiyonu ve savunma sanayisini de tehdit etmektedir. S-400’ler Suriye savaş alanında kullanılmasa da eski Rus ve Suriye hava sistemleri dahil son nesil füzelere ve Amerikan F-117 görünmez uçaklarına kilitlendiler. S-400 almak için Beyaz Rusya’dan Çin’e pek çok ülke sıraya girmişken, Amerikan savunma sanayisi özellikle görünmezlik teknolojisi için alarm çanları çalıyor. S-400’ün hedefi olacak F-35 ve F-22 için de durum farklı değil. Türkiye’nin aldığı 
takdirde NATO hedef tanımlama (IFF) sistemini S-400’lere yükleme ihtimali ise ayrı bir kâbustur. Washington, 3 bin F-35 için 1.6 trilyon dolar planlıyor olması durumun ciddiyetinin diğer bir göstergesidir 7

S 400 mi Patriot mu? Hangisi daha güçlüdür?

ABD tarafından Türkiye'nin Rusya'dan hava savunma sistemini tedariki Türkiye'nin Atlantik sisteminden ve yörüngesinden uzaklaşması olarak algılanıyor. Bu nedenle, ABD bunu engellemeye çalışıyor. Bunun için de Türkiye'ye her yönden baskı yapıyor. Amerikalılara göre; S-400 füze sistemlerinin olduğu yerde görev yapan Rus mühendisler F-35 uçaklarının 
manevralarını izleme ve öğrenme kapasitesine sahip olabilir. Bu da Türkiye’yi Amerika’nın ve NATO’nun ulusal güvenlik çıkarlarına zarar verildiği bir laboratuvar haline getirir. Amerikalı general D. Walters, Reuters'a verdiği mülakatta şunları söyledi; 

 “Halen F-35 uçaklarının görünmezlik kabiliyetinin ne olduğunu gizli tutabilmek için bu uçakların S-400 hava savunma sistemlerine ne kadar yakın ve ne süre ile uçabileceğinin bilinmemektedir, bu hususların tespit edilmesi gerekir. S-400'lerin radarlarda tespit edilemeyen F-35 savaş uçaklarının kapasitesi hakkında bilgi toplaması NATO'nun avantajına olmaz. Türkiye’nin aynı anda hem S-400 hem de F-35 uçaklarını kullanması ve her iki sistemi de askeri bilgi sistemlerine entegre etmeye çalışması milyarlarca dolarlık bu silah sisteminin 
tedarikini tehlikeye atar.” 

General Walters kısaca; Türkiye, S-400 hava savunma sistemleri ve F-35 uçaklarına aynı anda sahip olursa her iki silahın birbirine karşı etkilerini tespit etmeye çalışacağını söylemektedir. 

 NATO Komutanı Orgeneral Micheal Scaparrotti, Türkiye'nin S-400 hava savunma sistemini alması durumunda risk oluşturacağı için F-35 teslimatının iptal edilmesi istedi. 
NATO’nun iddiasına göre; S-400'lerin radarları Rusya'nın F-35'ler üzerinde casusluk yapmasına neden olabilir ve F-35’lerin radara yakalanmama özelliklerini tehlikeye atabilir. 

 Türkiye, her iki silah sistemine aynı anda sahip olduğunda F-35’in hangi mesafe, irtifa ve açılarda, S-400’ün radarları tarafından tespit ve atış için takip edilebildiğini, yapacağı test uçuşları sayesinde belirleyecektir. Böylece birbirini destekleyecek şekilde farklı mesafe ve açılarda yerleştirilmiş 2 x S-400 bataryası tarafından savunulan bir bölgeye F-35 uçaklarının nüfuz edemeyeceği gerçeği anlaşılacaktır. Daha da önemlisi, belki de S-400’ü dizayn eden firmanın iddia ettiği gibi F-35’in görünmezlik teknolojisinin, S-400 radarları karşısında 
tamamen etkisiz olduğu gerçeği ortaya çıkacaktır. 16 Ekim 2017 tarihinde Lübnan hava sahasını kullanarak Suriye’ye yönelik operasyon yapan bir İsrail F-35 uçağının, Suriye’nin S-200 füzeleri ile vurulması bu yönde bir gerçeğin açığa çıkabileceğinin kuvvetli bir emaresidir. 
Böylesi bir gelişme, dünyanın en pahalı silah tedarik programı olan F-35 projesinin tarihi bir fiyaskoyla sonuçlanmasına neden olur. 

 Bu gerekçelerle ABD Senatosu, askeri bütçe tasarısını onaylamasıyla birlikte 
Türkiye'ye, F-35 savaş uçaklarının teslimatını geçici olarak durdurdu. Tasarının maddeleri içinde Savunma Bakanlığı'nın, Trump'ın onayının ardından 90 gün içinde Türkiye'ye dair bir raporu Kongre'ye sunması öngörülüyor. Buna göre, Türkiye'nin ABD'den alacağı F-35'leri, Rusya'dan alacağı S-400 savunma sistemiyle birlikte kullanmasının ABD savunma sistemine bir zarar getirip getirmeyeceği araştırılacak. Bu süre zarfında da Türkiye'ye teslimat 
yapılmayacaktır. 

 Perde arkasında ABD, Türkiye’ye 100’ün üzerinde uçak satmaya çalışarak, Ankara’nın bağımsız dış politika izlemesinin önüne geçmeye çalışmaktadır. ABD, Ortadoğu, Doğu Akdeniz ve Ege bölgelerinde askeri dengenin değişmesini istememektedir. Washington, Türkiye’nin kendisini ve çıkarlarını savunmasına yardımcı olacak S-400 sistemine sahip olmasına karşı çıkmakta, bu sayede Ankara’yı bölgede oynanan oyunların dışında tutmaya çalışmaktadır. 

Türkiye’nin F-35 ‘de geldiği aşama.. 

 F-35; çok üst düzey teknolojileri kullanan, ağ-merkezli harp yetenekleri çok güçlü, uçan bir karargâh niteliğinde saldırı uçağıdır. F-35 uçaklarının tasarımına, 90’lı yılların başında “Müşterek Taarruz Uçağı” projesi kapsamında başlandı. Projenin amacı, ABD ve ortakları olan Birleşik Krallık, Türkiye, İtalya, Kanada gibi ülkelerin hâlihazırdaki savaşçı uçak envanterlerini yenilemekti. F-35 çok maksatlı savaş jetleri, bir önceki jenerasyon olan F-22 savaş uçaklarından 
sonra F-24 ismini alması gerekirken sürpriz bir kararla bugünkü adını aldı. Çin ile savaş için hazırlanan F-22 teknolojisinin ABD yasalarınca ihraç edilmesi yasaklandı. Türk Hava Kuvvetleri Komutanlığı, envanterinde iki farklı cinsiyle toplam 140 adet bulunan meşhur F-16’lar ise, 1987 yılında satın alınmıştı. Bosna-Hersek ve Suriye İç Savaşı’nda görev alan bu uçaklarla Türk ordusu tarafından yapılan en büyük operasyon ise 50 adet savaş uçağı ile Aralık 
2007’de Kuzey Irak’taki sınır ötesi PKK kamplarına yapılan hava bombardımanı dır. 
Türkiye’nin Müşterek Taarruz Uçağı projesine dâhil olması ise 2002 yılının Temmuz ayında gerçekleşti. 

195 Milyon dolarlık yatırımla 3. Seviye katılımcılar arasında yer alan Türkiye, yapılan sözleşmeye göre ilk aşamada toplam 116 adet F-35A cinsi uçak satın alacaktı. Türk Havacılık ve Uzay Sanayi (TUSAŞ) ise Danimarka menşeili başka bir firma olan Northrop Grumman ile beraber uçakların ana gövdesinin üretim ve montajını yapacak, ayrıca Türk Savunma Sanayi’nin önde gelen şirketlerinden ASELSAN, HAVELSAN, ROKETSAN gibi şirketler de uçağın çeşitli sistemlerinin üretiminde aktif rol üstlenecekti. Projenin Türkiye’deki şirketlere toplam katkısı yaklaşık 12 Milyar dolar olarak hesaplandı ve bugüne kadar yaklaşık getirinin 
ise 5.5 Milyar dolar civarında olduğu düşünülmektedir 8. 

   https://www.gazetediplomasi.com/wp-content/uploads/2018/11/1280px-thumbnail-696x463.jpg

   https://www.gazetediplomasi.com/wp-content/uploads/2018/11/1280px-thumbnail-696x463.jpg 

2011 yılında İsrail üzerinden ABD ve Türkiye arasında yaşanan sürtüşmelerin ardından ve yine ABD’nin F-35 yazılımlarının kaynak kodlarını diğer ülkeler ile paylaşılmasını reddetmesi üzerine güven ortamı kaybedildi ve Türkiye uçak siparişlerini askıya aldığını açıkladı. 2012 yılında iki adet, 2015 yılında ise dört adet olmak üzere toplam 6 adet savaş uçağının siparişi tekrar yapıldı ve Türkiye ilk savaş uçağını Haziran 2018’de gecikmeli olarak teslim aldı. Pilotlarımız geçtiğimiz Ağustos ayında ABD’de eğitim uçuşlarına başladı. Haziran 2018’de ABD başkanı Donald Trump tarafından imzalanan 2019 yılı savunma bütçesi yasa tasarısına göre uçakların Türkiye’ye transfer edilmesi durduruldu. Türkiye ve ABD arasında sıklıkla ortaya çıkan çalkantılı ilişkiler dönemleri sebebiyle, projenin geçmişinde yaşananlar da göz önüne alınırsa F-35 uçakları konusu gelecekte birçok kez daha gündeme gelecek gibi gözüküyor. 


Resim 3: F-35 Taarruz Uçağı 

 Türkiye, Lockheed Martin tarafından geliştirilen Müşterek Taarruz Programı 
kapsamındaki beşinci nesil savaş uçağı F-35 Lightning II projesine 2002 yılında dâhil oldu. Türkiye, F-35 savaş uçaklarının bazı parçalarını tedarik etmesinin yanı sıra filosuna eklemek için 116 adet uçak sipariş etti. İlk uçakların Türkiye'ye teslimatı için ise sonbahar ayları telaffuz ediliyordu. Bu uçaklar için yapılacak toplam ödemenin 25 milyar dolar olduğu belirtiliyor. TCG Anadolu’yu da bir mini-uçak gemisi olarak kullanmak istiyor. Bunu başarmak için de neredeyse 
piyasadaki tek seçenek, F-35’in dikey iniş yapabilen versiyonu F-35B’dir. Türkiye, F-35 savaş uçaklarının bazı parçalarını tedarik etti, 116 adet uçak sipariş etti. İlk uçakların Türkiye'ye teslimatı için ise sonbahar ayları telaffuz ediliyordu. Bu uçaklar için yapılacak toplam ödemenin 25 milyar dolar olduğu belirtiliyor. 

 Haziran 2018 ayından beri Amerika'da dört F-35 uçağının Türkiye’ye teslim töreni yapıldı. Uçakların, götürüldükleri Arizona’daki üste Türk pilotlara yönelik eğitim sürecinin ardından Türk topraklarına transferi öngörülüyor ve bu sürecin 1-2 yıl sürebileceği belirtiliyordu. Türkiye program kapsamında 100 adet F-35 uçağı almayı planlıyor. 

 Türkiye, ABD'nin tavrında ısrarcı olması halinde Türkiye'nin F-35'lerin muadili olarak gösterilen Rus Su-57'lere (T-50) yönelebilir. Rusya'nın geliştirme aşamasında olduğu Sukhoi Su-57 uçağının maliyeti, F-35'lerin neredeyse yarısı kadar. Su-57'lerin yetişmemesi halinde ilk etapta Su-35'ler ardından Su-57'lerin devreye girebileceği ifade ediliyor. Acil ihtiyaç halinde içi boş olarak satın alınabilecek uçakların tamamen Türk yazılım, silah, mühimmat, radar ve 
aviyonikleriyle donatılmak suretiyle milli ihtiyaçlara F-35'lerden çok daha fazla yanıt verebileceği belirtiliyor. Öte yandan F-35 projesinin mali nedenlerle batma tehlikesi vardır. F-35 alma niyetinde olan ülkelerin alım süresi, taahhütlerini uçak sayılarıyla birlikte garanti edene kadar uzatılacaktır. Yoksa proje batar. 

Bu noktada Türkiye’nin yapması gereken, S-400 hava savunma sistemini satın alarak, ABD’yi F-35’leri satmamaya zorlamak, bu sayede bu batık projeden kendisini kurtarmaya çalışmak olmalıdır. Ancak Türkiye projeye geliştirme safhasından bu yana ortak olduğu için ve şimdiye kadar 900 milyon dolar gibi ciddi bir miktar ödeme yaptığından bu ihtimal biraz uzak gözükmektedir. Bu şartlarda ise Türkiye, F-35’lerin görünmezlik kabiliyetinin, özellikle S-400 
gibi gelişmiş bir hava savunma sistemine karşı ne olduğu tespit edilmeden, ödediği 900 milyon doları kurtaracak sayının dışında bir alım garantisi vermemelidir. Maksimum satın alacağımız uçak sayısı, 1-2 filoyu yani 16-32 uçağı kesinlikle geçmemelidir. 

F-35 ve S-400 birlikte olabilir mi?.. 

 Türkiye Dışişleri Bakanlığı'ndan, S-400'lerin kontrolünün TSK tarafından sağlanacağı, ayrıca S-400'lerin NATO sistemine entegre edilmeyeceği ifade edildi. Dışişleri Bakanı M.Çavuşoğlu tarafından ABD'nin S-400'leri incelemesine izin verilmeyeceği açıklandı. Bu konuda, "ABD tarafı ile olan görüşmelerde; F-35'lerin zarar görmesi ve uçaklarla ilgili hassas bilgilerin açığa çıkarılmaması için S-400'lerin NATO sistemlerinden bağımsız olarak kullanılacağını doğruladık" ifadelerini kullanmıştır. Ancak, bu mümkün değildir. Çünkü ülkelerarası ilişkiler milli çıkarlar temelinde konjonktürel değişikliklere gebedir. Bu durumda 
böylesine pahalı, hayati öneme haiz ve birbirlerini alt etme amacıyla üretilmiş sistemlerin bir başka ülkeye tamamen devri mümkün değildir. 

F-35 uçakları ile S-400’ler arasındaki etkileşimleri açıklamadan önce NATO Hava 
Savunma Sistemi hakkında özet bir bilgi vermeliyiz. Öncelikle ABD, kendi milli sistemi olan bir mimari ile hava sahasını kontrol etmektedir. ABD tarafından aynı işlev ve maksatla Avrupa'nın güvenliği için NATO ve üye ülkelerin istifadesine sunduğu Avrupa Entegre Harekât İstihbarat Çevrimi (LOCE 9) bulunmaktadır. NATO hava komuta kontrol altyapısının karşılıklı çalışabilirlik kabiliyetinin tesisi açısından 48 değişik radar tipi ile yaklaşık 300 sensörün birbiri ile irtibatlandırılmasını kapsayan NATO Hava Komuta Kontrol Sistemi (ACCS 10
oluşturmaktadır. NATO müttefiki olan kanat ülkesi Türkiye'nin yüksek irtifa hava savunma ihtiyacı ancak konjonktürel olarak NATO ve Avrupa'ya herhangi bir tehdit olası olması durumlarında diğer NATO ülkelerinde mevcut yüksek irtifa hava savunma sistemlerinin ülkemizde geçici olarak konuşlandırılması şeklinde karşılanmaktadır. Anılan sistem, ABD'nin keşif, gözetleme ve istihbarat uyduları ile entegre, yer ve deniz üstü/ altı platformlarında konuşlu füzesavar sistemlerinin (PATRIOT, TOMAHAWK vb.) radar ve silah sistemleri ile irtibatlı, diğer NATO karargahları ve üye ülke milli haberleşme ağı içinde çevrim içi 
çalışmaktadır. 

   Bilindiği üzere ABD kendine müzahir ve tehdit olan ülkelerin hava sahalarını uyduları vasıtasıyla an ve an izlemektedir. ABD bu uydularını zaman zaman NATO operasyon ve tatbikatlarında ilgili bölgelere de yöneltmektedir. Eğer Patriot alınırsa, bunun radarları ülkemizdeki NATO radar ağı ve LOCE çevrim içi sistemine bağlanacak ve havadan gelecek herhangi bir tehdit, NATO karargâhları ve üye ülkelerin milli karargâhlarında bulunan terminaller tarafından otomatik olarak alınıp değerlendirilerek gerekli önlemler yerine getirilecektir. Sistemdeki uydular ve onun görüntülerini alan terminaller (ABD milli veya onun yan terminali olan LOCE vb) eğer soft-ware olarak erken ikaz sisteminde (Early Warning System) yüklü bilgilere sahip ise düşmanın füze rampalarından fırlatılacak herhangi bir füzeyi terminalin üzerinde aniden pop-up olarak ekranda görür, bire bir ve anlık görüntü ile yakalar. 

Füzenin çıkış ve vuruş noktası, vuruş zamanı, anlık bulunduğu yer hakkında bilgi sahibi olurken, gerekli ikaz ve savunma sistemlerini harekete geçirmekte sizin elinizde olacaktır. Bütün bunlar oturduğunuz yerden ve çevrimiçi olarak, bilgisayarın tuşlarına dokunarak yapılabilmektedir. 

Türkiye, ABD’nin yanında yer alırsa, kaçınılmaz olarak ABD’nin İran’a yapmayı 
planladığı saldırıda, Kürecik’teki İran’ı gözetleyen ABD radarı nedeniyle İran’ın bu noktaya yapacağı balistik füze saldırısına maruz kalacaktır. İncirlik üssündeki Amerikan uçak ve nükleer silahları nedeniyle İran ve Rusya’nın potansiyel balistik füze hedefi olacaktır. 

 Halen ülkemizde NATO radar ağına bağlı 15 sabit radar ile yerli yapım 14 adet TRS-22XX model taşınabilir radar bulunmaktadır. Hava Kuvvetleri envanterinde bulunan NATO ve Milli radarlar bir ağ ortamında birleştirilmiş, bu radarlardan elde edilen bilgiler ile tüm Türkiye’yi kapsayan hava resmi oluşturularak istenilen komuta kontrol merkezinden izlenebilir hale getirilmiştir. Yine aynı proje ile NATO’dan farklı olarak radarların uzaktan kontrol kabiliyetleri de ikiden fazla kontrol merkezinden yapılabilme kabiliyetine kavuşmuştur. 

Sonuç olarak; tedarik edilecek olan sistem ABD’nin Patriot veya Fransız-İtalyan ortaklığı SAMP-T olursa, bu sistemler kesinlikle NATO içindeki entegre savunma sisteminin bir parçası olacaktır. 

 Öte yandan, Rusya'dan S-400 alımının F-35 açısından riski olduğu apaçık ortadadır. 
Birbirlerine karşı iki hasım tarafından kullanılmak üzere üretilmiş iki silah sistemi var; İki sistem birlikte yer alamaz. Çünkü birbirlerinin zayıf veya güçlü özellikleri kolaylıkla ortaya çıkarılabilir. Türkiye'nin tercihini Rus S-400 füzelerini teslim alma yönünde kullanması durumunda sonuçları neler olur? 

- Amerika'dan 100 savaş uçağı alması öngörülen F-35 programından çıkarılma ve 'CAATSA 11' diye bilinen ve Rus savunma ve istihbarat sektörleriyle alışverişleri hedef alan bir yasa uyarınca ambargolara maruz kalma riskiyle karşı karşıya kalma olasılığı yüksek görünüyor. Bu durum karışıklığa yol açar. 

 - Türkiye'nin CH-47F ağır yük helikopterleri, UH-60 ve Black Hawk helikopterleri ile Lockheed Martin firması üretilen F-16 uçakları gibi geniş CAATSA yaptırımlarına dâhil olabilir. Durum böyle olduğu takdirde eğer başka alternatifler bulunamaz ve tedbirler alınamazsa Türkiye’nin savunma ve taarruz kapasitesi açısından olumsuzluklarla karşı karşıya kalabileceği aşikâr olacaktır. 

- Amerika, Türkiye'nin F-35 programına yaptığı 1 milyar doları aşkın yatırımını geri vermek zorunda kalır. Türk üreticiler, önemli parçaları tedarik ediyor. Bunların yerine yenisini yapmak iki yıl sürer ve diğer müttefiklere teslimatları geciktirir. 

 Şu anda göründüğü kadarıyla S-400'lerin alınması durumunda ABD yaptırımlarının yalnız askeri teçhizatla kalmayacağı ya dolaylı yoldan bankalara baskı, ya da piyasa psikolojisi yoluyla dövizi alevlendirerek, Türk ekonomisine nihai darbenin vurulabileceği kuvvetli bir ihtimaldir. Nitekim ABD Başkanının ‘ABD, Türkiye'nin S-400 alımını engellemek için sıkışırsa ülkeyi ekonomik olarak mahvetmeye kalkabilir' şeklindeki beyanatı bu ihtimali güçlendirmektedir. 

 F-35 dışında gelişen yaptırımın ayak seslerinden birisi de; ABD Başkanı Donald Trump, Türkiye’nin gelişmiş ekonomisini gerekçe göstererek, bazı ürünlerin ABD’ye gümrüksüz girişine imkân sağlayan ve gelişmekte olan ülkelere sunulan “Genelleştirilmiş Tercihler Sistemi (GTS) Programından Türkiye’yi çıkarmak istediğini açıklamasıdır. Başkan Trump’ın Kongre’ye yolladığı mektup, Beyaz Saray tarafından yayınlandı. 

 Sonuç.. 

 NATO müttefiki Türkiye'nin yüksek irtifa hava savunma ihtiyacı ancak konjoktürel olarak NATO ve Avrupa'ya herhangi bir tehdit olası olması durumlarında diğer NATO ülkelerinde mevcut yüksek irtifa hava savunma sistemlerinin ülkemizde geçici olarak konuşlandırılması şeklinde karşılan maktadır. Milli hava savunma zafiyetimiz uzun zamandır çözüm bekleyen bir sorundur. Türkiye’de son yıllarda bazı füze sistemleri geliştirme yolunda önemli adımlar atıldı. Türkiye’nin kendi milli uzun menzilli hava savunma sistemlerini 
geliştirmesi için henüz önünde epeyce bir yol var. Ama alınan füzeler savunma amaçlı yani bunları başkasına atmak yerine bölge savunması yapacağız. Türkiye’nin başkasına füze atacak bir sistemi henüz yoktur. Türkiye’nin aynı anda hem hava araçlarına hem de balistik füzelere karşı etkin olan yüksek irtifa hava savunma sistemi hala mevcut değildir. 

 S-400 ya da Patriot alınan sistem bizim malımız olacak ve kontrolü tamamen bizde olacak denilse de bu mevcut durumda çok zordur. Çünkü bu tür sistemlerin tedarikçisi olan ülkelerde uydu ve komuta-kontrol merkezi tedarikçi ülkenin kontrol ve gözetiminde çalışıyor. 
Tedarikçi ülkelerin erken haber verme ve ikaz sağlayan hedef istihbarat ve görüntü uyduları yok. Ayrıca Rusya, ABD ve Çin gibi ülkeler bu teknolojilerini öyle ulu orta ve tamamen bir başka ülkeye veremezler. S-400 füze sistemlerinin olduğu yerde görev yapan Rus mühendisler F-35 uçaklarının manevralarını izleme ve öğrenme kapasitesine sahip olabilir. ABD ve NATO; S-400 radarlarının Rusya'nın F-35'ler üzerinde casusluk yapmasına neden olabileceğini, özellikle F-35’lerin radara yakalanmama özelliklerini tehlikeye atabileceğini iddia etmektedir. 
Rusya'dan S-400 alımının F-35 açısından riski olduğu apaçık ortadadır. Birbirlerine karşı iki hasım tarafından kullanılmak üzere üretilmiş iki silah sistemi var. İki sistem birlikte yer alamaz çünkü birbirlerinin zayıf veya güçlü özellikleri kolaylıkla ortaya çıkarılabilir. 

 ABD, Türkiye’ye komşu iki ülkeyi parçalayarak, sınırımızda kukla bir devlet kurma peşinde iken Ankara’nın sözünden çıkmamasını istemektedir. Ortadoğu’da kartlar yeniden dağılırken Türkiye’nin tercihi ülkemizin olduğu kadar bölgenin hatta dünyanın geleceğine etki edebilir. Türkiye’nin ABD ve Rusya yanında yer alması Suriye’nin geleceğinden başlayarak, Doğu Akdeniz, Kıbrıs ve Ege’deki dengelere, Karadeniz’in ısınmasına, ABD’nin İran senaryosunun hayata geçip geçmemesine kadar önemli etkileşimler sağlayacaktır. ABD’nin Kürecik ve İncirlik’teki varlığı ve PKK devleti projesi de bundan etkilenecektir. 

 S-400 alındığı takdirde, Türkiye muhtemelen gelecekte ağ temelli olan ileri teknoloji olan bütün NATO savunma sanayii projelerinden dışlanacaktır. Türkiye NATO dışındaki ülkelere, başta Rusya ve Çin olmak üzere daha da bağımlı hale gelecektir. Bu uzun yol Türkiye'nin NATO'dan çıkmasıyla sonuçlanmayabilir ama uzun vadede Türkiye NATO'dan kaçınılmaz olarak uzaklaştıracaktır. ABD'nin Türkiye'ye S-400'lerle ilgili baskı uygulamasının arkasında ‘Türkiye'nin Amerikan yörüngesinin dışına çıkmasını istememesi' yatıyor. Türkiye, NATO üyesi kalmalıdır. 

Bu perspektiften ileriye doğru bakıldığında ülkemiz açısından en salim çıkış yolu, Rusya Federasyonundan S-400 alımını iptal etmesidir. Teknolojik olduğu kadar ekonomik olarak da Türkiye’nin Batı yanında olması daha çıkarınadır. Ruslar da para yok, Çin’de var ama doku uyuşmazlığı yaşıyoruz. NATO’nun egemen ve bağımsız üyesi olarak Türkiye, Rusya’ya olsun İran’a ya da Çin’e karşı olsun birebir ilişkilerde eli daha güçlü olur daha eşit koşullarda ilişki kurabilir. 

 S-400 alımı 2019’da Türkiye NATO ve ABD arasında tarihi kırılmalara evrilebilir. 
Ancak, Putin de Türkiye'nin dostu değildir. Gürcistan, Ukrayna ve Suriye'deki hamleleri, Türkiye'nin güvenliğini tehdit etmiştir. Putin’in gerçek niyeti Türkiye'yi Batı'dan ayırarak, ülkesini çevrelenmekten kurtarmaktır. S-400’ü seçmek Türkiye’yi enerjiden sonra askeri ihtiyaçlarında da Rusya’ya bağımlı hale getirebilir ve Rus dış politikası dayatmalarına maruz kalabiliriz. Üstelik 2015’de yaşandığı gibi Rusya ile bir kriz yaşanması halinde S-400’leri bu ülkeye karşı kullanmamız söz konusu olamaz. 

 Gittikçe saldırganlaşan, Akdeniz'deki ve Ortadoğu'daki varlığını güçlendiren ve bunu da Karadeniz üzerinden özellikle Kırım üzerinden yapan bir Rusya'ya karşı gelişmeler, Türkiye’yi Atlantik cephesinin lideri Amerika ile Avrasya cephesinin lideri Rusya arasında sıkıştırmaktadır. İncirlik üssünü ve Kürecik radarını Amerika’nın kullanımına sunan ve İncirlik üssünde Amerikan nükleer silahlarını depolayan Türkiye’nin aynı zamanda Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi ve Amerika’dan F-35 savaş uçaklarını tedarik etmek istemesi, içinde bulunduğumuz sürecin karakterini yansıtırken ciddi bir çelişki de oluşturmaktadır. 

 Sorunun Almanya'nın öncülüğünde bir grup Avrupalı müttefikle işbirliği halinde ABD ve Rusya arasında yürütülecek müzakerelerle çözümlenmesi doğru yöntem olabilir. Türkiye bir yandan krizi atlatma çalışmaları yaparken diğer yandan da kendi "Milli Hava Savunma Sistemini" tesis etme gayretlerine hız vermelidir. Türkiye'nin bağımsız dış politika izleyebilmek için askerî kapasitesini artırması hayati derecede önemli bir husustur. Taşıma suyu ile değirmen dönmez. İsrail örnek alınabilir. İsrail 70-250 km. menzilli füzelerin önünü alacak bir imkân ve kabiliyet kavuşmuştur. 

 Son olarak, Türkiye F-35 programının önemli bir ortağıdır, ancak yeri doldurulmaz değildir. Ancak, F-35 programından çıkmanın Ankara için sonuçları ağır olacaktır. Türkiye'nin programa şimdiye kadar yaptığı 1,25 milyar dolarlık yatırım, boşa gidecektir. Programa katılan Türk firmaları imalat ve arz zincirin den çıkarılacaktır. Türkiye’nin milli savunma sanayini ekonomik büyümenin kilit unsurlarından biri haline getirme umudu suya düşecektir. 

Türkiye’nin kararını bu noktada TBMM vermelidir, konu parlamentoda görüşülmeli ve bu ulusal meselede muhalefet de oturum öncesi iyi aydınlatılmalı dır. Genelkurmay’ın ve ilgili uzmanların da görüşüne başvurulmalıdır. 

DİPNOTLAR;

 1 Savunma Sanayi Müsteşarlığı, 2012 Faaliyet Raporu, (17 Eylül 2013), http://www.ssm.gov.tr/anasayfa/kurumsal/Faaliyet%20Raporlar/2012%20Y%C4%B1l%C4%B1%20Faaliyet%20Raporu.pdf 
2 Elliot Hen-Tov, The Political Economy of Turkish Military Modernization, MEIRA, Vol. 8-4, (2004), 23. 
3 Offset, savunma projelerinde ödemeler dengesinde ortaya çıkan olumsuzlukları kısmen veya tamamen 
   giderilmesi amacıyla gerçekleştirilen ihracat ve diğer döviz kazandırıcı işlemler olarak ifade edilmektedir. 
4 T-MALADMIS: Medium Altitude Air Defense System. 
5 MASINT: Measurement And Signature Intelligence. 
   https://www.globalresearch.ca/wp-content/uploads/2017/07/russian-s400-turkey-400x216.jpg
6 Patriot: Phased-Array Tracking and Intercept of Target. 
7 Federico Pieraccini, Why Russia’s S-400 Is a More Formidable Threat to US Arms Industry than You Think, 
   Strategic Culture Foundation, (15 June 2019). 
8 Hakan Aytaylan, Yılan Hikayesine Dönüşen F-35 Uçakları, Diplomasi Gazetesi, (4 Kasım 2018 ). 
9 LOCE: Link Operation and Intelligence Centers In Europe. 
10 ACCS: Air Command and Control System. 
11 CAATSA: Amerika’nın Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Etme Yasası. 



***

TÜRKİYENİN S 400 ALIMI DÜNYA DENGELERİNİ DEĞİŞTİREBİLİR Mİ., BÖLÜM 1

TÜRKİYENİN S 400 ALIMI DÜNYA DENGELERİNİ DEĞİŞTİREBİLİR Mİ., BÖLÜM 1






Türkiyenin S-400 alımı dünya dengelerini değiştirebilir mi? 



Prof.Dr.Sait Yılmaz 
20 Haziran 2019 

 Giriş 

 Türk Silahlı Kuvvetleri, NATO üyesi olduğu 1952 yılından beri savunma planlamaları ile araç, malzeme ve silah tedarik faaliyetlerini ittifakın planlamaları ve standartlarına uygun bir şekilde müttefiklik anlayışı ile yürütmüştür. 
Bu durum, diğer ülkeler gibi Türkiye’nin de kendi milli savunma ihtiyaçları için tedbir almasına engel olmamış, ittifak çerçevesi dışında da örneğin Yunanistan ile ilgili sorunları ya da terörle mücadele için kendi milli harekât planları 
çerçevesinde tedarik kabiliyetlerini sürdürmüştür. Bugün gelinen aşamada Rusya’dan bir hava savunma sistemi olan S-400 alımı ile ilgili girişimi ise başta ABD olmak üzere NATO Komuta Kademesi tarafından dozu gittikçe artan tepki ile karşılanmış, öyle ki ittifak için geleceğin silahı olarak görülen F-35 uçaklarının parası verildiği halde Türkiye’ye teslimi durdurulmuştur. 

Türkiye tarafından ise Milli Savunma Bakanı’nın açıklamasına göre ittifak hatta Batı dünyası ile ilişkilerimizi gözden geçirme noktasına geldik. Türkiye’nin S-400 tercihi dünya dengeleri açısından bir kırılma noktası olabilir. Neden bu noktaya geldik, yaptıklarımız doğru mu ve neler olabilir? Bu sorulara S-400 ve Patriot hava savunma sistemleri ile F-35 taarruz uçağı arasındaki teknik dengelere odaklanarak, cevap vermeye çalışacağız. 

 Türkiye’ni hava savunma kabiliyeti tedarik gayretleri.. 

Türkiye ana silah sistemlerinin % 75’ini ve genel ihtiyaçlarının % 35’ini dışarıdan temin eden bir ülkedir. Özellikle 1990 sonrasında gösterilen gayretler ile TSK ihtiyaçlarının yurt içinden karşılanma oranı %54’ü geçmiştir. Dış alımla tedarikin %30 oranın düşürülmesine çalışılmaktadır 1. Türkiye, dışarıdan tedarik yöntemleri ve iç temin konusunda pek çok politika denemiştir. Türkiye teknoloji edinimi konusunda önce silah satın alarak teknoloji transferini denedi ancak ihracatçı ülkelerin tereddütleri bu yöntemi işlemez hale getirdi. 

Böylece Türkiye, içeride üretmediğini uluslararası işbirliği (co-production) yolu ile üretmeye karar verdi. Söz konusu işbirliği müttefikler ile karşılıklılık ile Ar-Ge ve teknolojinin satın alınması esasına dayanıyordu 2. Savunma Sanayii Müsteşarlığı, savunma ihtiyaçlarının tedariki ve teknoloji transferinde offset alımları tercih etmeye başladı 3. Türkiye’nin savunma ihtiyaçlarının 
karşılanmasında en önemli kaynak, şüphesiz NATO’ya girişi ile başlayan yakınlaşma sonrası genellikle ABD’den gelen silah, araç ve teçhizat olmuştur. Amerikalılar her zaman konu Türkiye olduğunda gelişmiş teknoloji satmaktan uzak durdular ya da çok pahalıya satmak istediler. Amerikalılar, Türkiye’nin kendi bölgesinde bağımsız harekât yapabilecek bir güce ulaşmasından her zaman çekindiler, zayıf ve kontrol edilebilir yani bağımlı bir Türkiye’yi tercih 
ettiler. Bunun nedeni, bölgedeki çıkarları söz konusu olduğundan Amerikan işaret çubuğunun gösterdiği istikametten ayrılmamamız yani kendi bağımsız çıkarlarımız peşinde koşmamamız idi. 

Amerikalılar Türkiye’ye silah ve malzeme verirken çok dikkatli bir strateji izlediler. 
Rum lobisini etkisi ile 7/10 oranını korudular. Yunanlılara genellikle hibe olarak verirken, bizden parasını aldılar. Çelik başlıkların insan kafasına göre oldukça büyüklerini, gaz maskelerinin miadı dolmuş olanlarını, F-16’ların gece uçuş kabiliyeti olmayanlarını verdiler. 
Stratejik kapsamdaki hava savunma silahları almamız söz konusu bile değildi. Türkiye’nin Soğuk Savaş süresince hava savunması büyük ölçüde NATO’nun vereceği sistemlere bağımlı idi. Ancak, 1990 yılında Körfez Savaşı çıktığında güvendiğimiz NATO Patriotlarının gelmesine, bazı üyeler (ittifakı savaşa sokar diye) gönülsüz oldular. 2000’lere gelindiğinde Kara Kuvvetleri’nin elinde hava savunma silahı olarak klasik 12.7 mm. uçaksavar makineli tüfekleri, taretler vardı. 1980’lerde ABD tarafından verilen omuzdan havaya atılan kısa menzilli 
Stinger kullanımı ise ABD’nin iznine bağlanmıştı. Afganistan’da Sovyetlere karşı savaşında Taliban’a sayısız Stinger veren ABD, bize verdiği Stinger’leri her sene depolarımıza gelip sayıyordu. Amerikalıların 1959 yılında yerleştirdiği 150 km. menzilli Nike Hercules füzeleri ise çalışıp çalışmayacağı belli olmadığından envanterden çıkarıldı. 

Hava savunma sistemleri alçak, orta ve yüksek irtifa diye üç kademeli olarak 
düşünülmelidir. Türkiye’nin alçak irtifa hava savunma kabiliyetini geliştirmek için bahse değer ilk örnek Kaideye Dayalı Stinger (KDS) sistemidir. 2005 yılında üretilen ATILGAN paletli araçtaki kaideye dayalı bir sistem olup, alçak irtifa, daha çok savaş alanındaki birliklerin ihtiyacı için tasarlanmış bir hava savunma sistemidir. KDS’nin sabit tesise dayalı olanı ise ZIPKIN olarak isimlendirilmiştir. 

Türkiye’nin geliştirmeye çalıştığı (orta irtifa) T-MALADMIS 4 sistemi, içinde İsrail ve ABD’nin olduğu bir grup ile birlikte ROKETSAN tarafından geliştirilmektedir. 

 Türkiye, (yüksek irtifa) kısaca "T-LORAMIDS" (Türk Uzun Menzilli Bölge Hava ve Füze Savunma Sistemi) adı verilen projeyi 2006 yılında başlatırken, esas niyet ABD üretimi Patriot sistemlerine sahip olmaktı. ABD bu konuda Türkiye'yi İsrail modeli üzerinden ikna etmişti. ABD, 2005 yılında İsrail'e Demir Kubbe (Iron Domme) hava savunma füze sisteminin geliştirilmesinde finans ve teknoloji desteği vermişti. Bu kubbenin en yüksek hava savunma şemsiyesi ise ABD menşeli Patriot'lar tarafından sağlanacaktı. 

Türkiye’nin yüksek irtifa hava savunma sistemleri ihtiyacı için yıllar süren 
çalışmalardan sonra yapılan ihaleye; Rusya Antey 2500 (S-300VM), ABD Patriot PAC-3, Fransız-İtalyan ortaklığı SAMP-T füze savunma sistemiyle, Çin ise FD-2000 (HQ-9) sistemleriyle ihaleye katıldı. Yüksek fiyat veren Rusya’nın dışarıda bırakıldığı ihalede; 

- Çin, 3,5 Milyar dolar 

 - Fransa-İtalya ortaklığı 4,4milyar dolar 

 - ABD, 4,5milyar dolar fiyat verdi. 

 Fransız-İtalyan ortaklığı ve ABD ise ortak üretim ve teknoloji transferine yanaşmazken, yerli katkı oranını yüzde 10-12 arasında tuttu. Çin ise ortak üretim ve yüzde 30 yerli katkı önermenin yanında ortak üretim ve 1,1 milyar dolarlık iş payı sundu. 

 Çin’in teklifindeki en önemli husus ise "Türk mühendisleri tarafından tasarlanacak olan Yüksek İrtifa Gelişmiş Hava ve Füze Savunma Sistemi'nin üretilmesinde Çin’in, bize teknik destek sağlayacak” olmasıydı." Türkiye’nin kendi millî tasarımıyla, yüksek irtifa hava savunma sistemleri kurmasını sağlayacak olan bu işbirliği, dışa bağımlılığı kaldıracağı için, ABD ve NATO’nun şiddetli karşı çıkışlarına ve baskılarına yol açtı. 26 Eylül 2014 tarihinde Çin 
teklifinin birinci sırada geldiği açıklanmıştı. 13 Kasım 2015 tarihinde proje iptal edildi. İhalenin iptaline neden olan asıl gerekçe ise Çinli üretici CPMIEC'nin ABD'de kara listede bulunmasının içerdiği riskler olduğu dile getirildi. Çin’in ürettiği HQ-9 (Kızıl Bayrak FD-2000) füzeleri bir ara çözümdü ama ABD baskısına yenildi. Talip olduğumuz Çin’in HQ-9 modeli Rus S-300’ün 
modifikasyonu idi. Türkiye’nin NATO’daki müttefikleri, Türkiye’nin kendi hava savunma sistemini kuracak füzeleri kendisinin üretmesini istemediler. 

 2014 yılında 4.000 feet irtifada uçan bir Suriye helikopterini vurmak için elimizde F-16’dan başka bir vasıtamız olmadığının anlaşılması hava savunma alanında arayışlarımızı hızlandırdı. ABD ve Almanya’dan 2013 yılında Suriye'den gelebilecek tehditlere karşı Malatya'ya konuşlanan Patriotlar, 2016 yılında geri döndüler. Ruslar, S-400’leri, Amerikalılar Patriotların en üst versiyonunu kimseye satmıyorlardı. Yunanistan ise Patriot yanında Rusya’dan S-300’ler de aldı ve hepsini Türkiye’ye karşı konuşlandırdı. 

 Türkiye-Rusya-İran arasındaki son yıllarda Suriye konusunda Astana mutabakatı ve Soçi süreciyle artan işbirliği Türkiye ile Rusya’nın yakınlaşmasına ve Türkiye’nin Rusya’dan S-400 sistemi alması ile sonuçlandı. 2017 Eylül ayı başında Astana’da yapılan zirve sonrasında S-400 sisteminin alınması için Rusya ile sözleşme imzalandığını açıklandı. Bu gelişme üzerine yeniden devreye giren Washington'un şimdilerde Patriot vaadiyle Ankara'yı S-400 alımından 
vazgeçirmeye çalışıyor. ABD, Türkiye'nin S-400 sahibi olması halinde, başta F-35 savaş uçakları olmak üzere NATO'nun tüm hava unsurlarına ait bilgilerin Rusya'nın eline geçmesinden endişe duyduğunu söylüyor. 

Türkiye, 2030'lu yılların olası güvenlik risklerini karşılayacak nitelikte milli bir sisteme kavuşmak için kollarını sıvadı. Bu sistemin oluşturulmasına yönelik çalışmalar Savunma Sanayi Başkanlığı öncülüğünde TÜBİTAK SAGE, ASELSAN ve ROKETSAN tarafından 2018 yılı sonunda başlatıldı. İlk teslimatların 2021 sonunda gerçekleştirilmesi planlanıyor. 

Projenin ismi SİPER olacak. Milli sistemlerin Fransa ve İtalya ile işbirliği yapılarak geliştirilmesine karar verildi. Bu kapsamda, projenin "geliştirme" aşamasını dünyanın en gelişmiş füze savunma sistemlerinden biri olan SAMP-T sistemini üreten Avrupa ortaklığı EUROSAM ile işbirliği yaparak sürdürüyor. Son olarak, EUROSAM-T ile 17 Kasım 2017 yılında hava savunma sistemi antlaşması imzalandı. Konsorsiyumun ürettiği SAMP-T'ler ise, Türkiye'nin kısa vadedeki ihtiyaçlarını karşılayıp, orta ve uzun vadede de ortak AR-GE çalışmaları sayesinde Türkiye'ye özgün, tehditlere karşı yeni sistemler geliştirilmesini 
sağlayacak. Bu antlaşma teknoloji transferi ve ortak üretimi de mümkün kılacak şekilde yapıldı. 

Böylelikle Türkiye, söz konusu silah sistemlerini kendisinin üretebilmesini sağlayacak bilgi birikimi ve teknolojiye sahip olmayı hedefliyor. Türk Silahlı Kuvvetleri için geliştirip üretilecek olan SİPER sisteminin SAMP-T'den daha üstün özelliklere sahip bir füze savunma sistemi olması hedefleniyor. 

S-400 Nedir, Ne işe yarayacak? 

 2007 yılında üretimine başlanan S-400-Zafer, insanlı ya da insansız her türlü hava aracının yanı sıra hem Cruise (Seyir) hem de Balistik füzeleri imha edebiliyor. S-400 sistemine yönelik elektronik karıştırma yapma imkânı bulunmamaktadır. S-400, hedef balistik füze veya hava aracını 600 km.den izlemeye alır. Azami menzili 400 km, ulaşabildiği en yüksek irtifa 30 
km olan bu sistem, ayrıca her hedefe iki füze kilitleyerek eşzamanlı 80 hedefi vurabiliyor. S-400 hava savunma sisteminin belirli bir bölgede uçuşa yasak bölge ilan etme kabiliyeti var. Bu manada, S-400 stratejik bir savunma sistemidir. S-400 sisteminin radar ve füze tipleri açısından Patriotlardan kesin üstünlüğü olduğu görülmektedir. 

 Türkiye'nin anlaşma kapsamında 4 adet S-400 bataryası için Rusya'ya 2.5 milyar dolar ödediği açıklanmıştır. Rusya'dan sipariş edilen iki S-400 bataryası nın kendi radarı, komuta merkezi ve füze rampasıyla birlikte ilk partinin Temmuz 2019'da geleceği duyuruldu. 2.5 milyar dolarlık fiyatıyla bu alışverişin çoğu rakip sisteme kıyasla daha hesaplı olduğunu vurgulanıyor. 

 Türkiye neden S-400 alıyor sorusuna tehdit analizi açısından şu cevabı verebiliriz. 
Çevremizdeki ülkeler arasında sayı ve menzil açısından en çok balistik füzeye sahip ülkeler Rusya, İran ve İsrail’dir. 

 - Suriye’de SCUD-B/C modeli, 

 - Irak ve Mısır’da 250/500 km menzilli az sayıda eski model balistik füze vardır. 

 Türkiye için en büyük potansiyel tehdit İsrail’dir. İsrail ayrıca önemli miktarda nükleer silah sahibidir ve balistik füzeleri nükleer başlık taşıyabilmektedir. 

Öte yandan Yunanistan'ın bile Girit adasında konuşlu bir S-300 varlığı bulunmaktadır. 
Şu an Girit'e konuşlu bu silahlar Türk-Yunan güç dengesi için yapılacak askeri imkân ve kabiliyetler analizinde Yunanistan lehine pozitif ve büyük bir değer taşımaktadır. 

 Diğer yandan Rusya, Türkiye'nin dostu değildir; Gürcistan, Ukrayna ve Suriye'deki hamleleri, Türkiye'nin güvenliğini tehdit etmiştir. 2015 yılında yaşanan Suriye’de yaşanan Türk-Rus gerilimin tekrar yaşanması halinde, Türkiye'nin Rus seyir füzelerini S-400 ile önlemesini ve imha etmesini beklemek mümkün değildir. 

S-400’lerin kullanılabileceği en iyi olasılık Irak, Suriye ve Doğu Akdeniz’de sık sık milli çıkarlarımız aleyhine hareket eden sözde müttefik Batılı ülkelerin Türkiye’yi tehdit eden askeri senaryolara girişmesini caydırmak yönünde S-400’lerin mevzilenmesidir. Batılı ülkeleri asıl endişelendiren bu olasılıktır. 



Resim: S-400 Silah Sistemi 

 Türkiye, S-400 gibi çok etkili bir hava savunma sistemini envanterine katarak bölgesel güç dengelerinde konumunu oldukça güçlendirirken, başta Doğu Akdeniz ve Ege Denizi olmak üzere yakın coğrafyasında caydırıcı konumunu artırabilir. Ege denizinde Yunan hava savunma sistemi dikkate alındığında, dengeler Türkiye lehine oldukça değişir. 

Bununla beraber, Putin, Türkiye'yi Batı'dan ayırmayı başarır ve Rusya’nın 
kuşatılmışlığını kırarken Türkiye-Rusya eksenli yeni bir blok oluşur. Ancak, bu sefer gerek savunma planları gerekse askeri tedarik ihtiyaçlarında Türkiye, Rusya’ya büyük ölçüde bağımlı hale gelebilir. 

 Öte yandan, alınsa bile ne S-400 ne de Patriot sistemi Türk Silahları Kuvvetlerinin kontrolünde olacaktır. S-400’ün batarya ayağı yok. Bunun yanında, uydu, radar, hedef takip/izleme/angajman, komuta-kontrol, fırlatma üniteleri de mevcut değil. En önemlisi ‘uydu’ ihtiyacıdır. S-400'ler hangi uyduya bağlı çalışacaktır? Rus uydusu mu yoksa bizim kendi milli uydumuz GÖKTÜRK yeterli olacak mıdır? Hiç bir ülke böyle bir teknolojiyi tamamen diğer bir ülkeye teslim etmez. Sistemi satsa bile mutlaka kendi elemanları ile kendi gözetiminde 
çalıştırır. Böyle bir durumda sizin MASINT  5 (Ölçüm ve İz İstihbaratı) sistemi üzerinden, istediği anda o silahın durumunu öğrenebilir. 

 S-400 Neden önemli? 

S-400 hava savunma sistemi, Batılı F-16, F-15, F-18, F-35, Tornada, Eurofighter gibi taktik av-bombardıman uçakları, B-1, B-2, B-52 gibi stratejik bombardıman uçakları, balistik füzeler, seyir füzeleri ve insansız hava araçlarına karşı geliştirilmiş çok etkili bir hava savunma sistemidir. Batılı taktik av-bombardıman uçakları, ya hedefin üzerine gelerek klasik mühimmat veya lazer güdümlü GBU-10, 12, 16 gibi mühimmatlar atmaktalar veya hedefin maksimum 28 km uzağından uydu (GPS) güdümlü BLU-109, 110, 111 (JDAM) gibi mühimmatlar kullanmakta veya hedefe yaklaşmadan maksimum 100 km. mesafeden AGM-154 (JSOW) gibi mühimmatlar ile hedefe taarruz edebilmektedirler. Avrupa Birliği’nin envanterinde olan taktik av-bombardıman uçaklarının kullanabildiği en uzak mesafelerden atılan STORM SHADOW / SCALP füzesinin menzili 250 km.dir. Bu bilgiler ışığında, 400 km.ye atış yapabilen S-400 hava savunma sistemi ile savunulan bir hedef bölgesine taktik av bombardıman uçaklarının 
yaklaşması çok da kolay olmayacaktır. 

 ABD’nin stratejik bombardıman uçakları tarafından kullanılabilen 370 km menzilli AGM-158 A ve 1.000 km menzilli AGM-158 B (JASSM-ER) füzeleri ile Tomahawk gibi uçak ve gemilerden atılabilen seyir füzeleri ile S-400’ün etkili menziline girmeden hedeflere atış yapmak mümkündür. Ancak S-400 hava savunma sistemi, cruise (seyir) füzelerini vurma kabiliyetine sahip olduğundan taarruz eden seyir füzelerinin de başarı oranı düşük olacaktır. 

S-400 hava savunma sisteminin belirli bir bölgede uçuşa yasak bölge ilan etme 
kabiliyeti olduğundan bahsetmiştik. 

 Suriye’nin Afrin bölgesine yapılan Zeytin Dalı operasyonunun en kritik dönemlerinde Amerikan yapısı F-16’larımız, Rusya izin vermedikçe kara harekâtına destek verememiştir. Bu örnekten hareketle, Türkiye’nin gelecekte S-400 hava savuma sistemlerine sahip olması durumunda, Kuzey Irak’ta veya Kuzey Suriye’de veya bir başka bölgede uçuşa yasak bölge ilan etmesi mümkün olacaktır. 

Doğu Akdeniz’de, Kıbrıs açıklarında ve Meis Adası’nın güneyindeki gaz yatakları ve bölgeden geçecek enerji koridorları, Batı ile Türkiye arasında ciddi bir paylaşım kavgasına sebep olmaktadır. Türkiye’nin S-400 hava savunma sistemlerine sahip olması, bu bölgelerin kolayca gasp edilmesinin önündeki önemli engellerden birisidir. S-400 hava savunma sistemleri, bölgeyi uçuşa yasak bölge ilan ederken, bizim uçaklarımızın bu sistemlerin şemsiyesi altında bölgede daha kolay operasyon icra etmesini sağlayacaktır. Benzer bir durum 
Ege harekât alanı için de geçerlidir. 

 Türkiye’nin Rusya’dan S-400 satın alması, her iki ülkenin karşılıklı bağımlılık üzerine ilişkilerini geliştirecektir. Türkiye, Rusya ilişkisi sadece S-400 satışı ile sınırlı kalmaz; askeri, ekonomik ve politik alanda ilişkiler hızla gelişecektir. Türkiye gibi Ortadoğu ve Balkanlarda çok etkili bir ülke ile işbirliği yapmak, Rusya’nın kuşatılmışlığını kırarken, Moskova’ya ciddi bir güç kazandırır. Türkiye ve Rusya’nın ortak hareket etmesi, otomatikman İran, Irak ve Suriye gibi ülkelerin bu ortaklığa dâhil olmasını sağlayacaktır. Katar’ın da bu ittifaka katılma olasılığı çok yüksektir. Bu altı ülke Ortadoğu’daki güç dengelerini kökünden değiştirir. Washington kontrolündeki kukla yönetimlerin iktidarda kalması zorlaşır. Bu yöndeki bir gelişme ABD tehdidi algılayan diğer ülkelerin S-400 gibi Rus silahlarına yönelmesiyle bir domino etkisi yaratarak yeni dünya düzeninde Türkiye-Rusya eksenli yeni bir bloğun oluşmasına sebep olabilir. 

 S-400’den vazgeçilmesi ise Türkiye-Rusya ilişkilerini kesin şekilde olumsuz 
etkileyecektir. Bu olumsuzlukları şu şekilde sıralayabiliriz; 

- Rusya’nın gerek Suriye’deki gerek Türkiye’deki PKK terör örgütü hamiliğine 
soyunma dönemi tekrar başlayacaktır. 

 - Türk Akımı doğal gaz hattı başta olmak üzere benzeri stratejik işbirliği projeleri de olumsuz etkilenebilecektir. 

- Rusya'nın bir taburunu sınırımızın hemen ötesinde Gürcistan'da 2008’de işgal ettiği kuzey Osetya'da konuşlandırdığı nükleer yetenekli seyir füze silahları Türkiye için ciddi tehdit oluşturmaya devam edecektir. Rusya'nın yeni seyir füze silahlarının vakitlice teşhis edilmesi, erken uyarı ve izlenmesi, hava savunma makamlarının hedeflemelerinin desteklenmesi ileri konuşlandırılmış radar sistemlerinin, imha edilmeleri ise hava savunma silahlarının varlığını gerektirir. 

 Sözünü ettiğimiz askeri işlevlerin yerine getirilmesinde Kürecik radarı diye kamuoyuna mal olan sisteme bir görev düşüp düşmeyeceğini öngörmek için vakit erken. Öte yandan, orta/yüksek füze ve hava savunma sistemini Rusya'nın S-400 silahına ve destek teçhizatına teslim etmek kararı alan Türkiye'nin Rus seyir füzelerini bu sistemle önlemesini ve imha etmesini beklemek mümkün değildir. 

 Patriot.. 

 Patriot - Vatansever. 6 , tıpkı S-400 gibi stratejik bir savunma sistemidir. ABD’nin Raytheon şirketi tarafından üretilen Patriot füzelerinin PAC1, PAC2 VE PAC 3 olmak üzere 3 ayrı versiyonu bulunmaktadır. 

 - PAC1 versiyonu hantal ve eski versiyon olması nedeniyle artık çok kullanılmamakta olup, onun yerine geliştirilen PAC2 füzelerinin, hem uçaklara hem de balistik füzelere karşı etkili bir hava savunma silahı olduğu bilinmekte dir. Alındığı taktirde Türkiye'ye getirilecek olanın büyük ihtimalle PAC2 veya PAC3 olacağı söyleniyor. 

 - PAC3 ise az sayıda ülkede bulunuyor ve tamamen balistik füzelere karşı geliştirilmiş bir versiyondur. PAC3’lerin menzili 20 km.dir. Esas hedefi uçaklar olmayıp, balistik füzeleri çok erken algılayıp vurabilme imkân ve kabiliyetine sahiptir. 

ABD, Türkiye’nin S-400 sistemi almasını engelleye çalışırken, ABD Savunma 
Bakanlığına (Pentagon) bağlı Savunma Güvenlik İşbirliği Ajansı yaptığı açıklamada, “ABD Dışişleri Bakanlığının, tahmini 3,5 milyar dolar değerinde 80 MIM-104E Güdümü Yükseltilmiş Patriot füzesi, 60 İleri Kabiliyet Patriot-3 (PAC-3) füzesi (Toplam 140 Patriot füzesi ) ve ilgili ekipman satışına onay verdiğini” beyan etti. 

Ocak 2019 ayında Ankara’ya gelen ABD heyeti ile yapılan görüşmelerde ABD yönetimi Patriot sistemleriyle ilgili satış teklifini Türk tarafına iletti. Teklifte, savunma sistemi paketine 4 AN/MQP-65 radar seti, 4 kilitlenme kontrol sistemi, 10 anten direk grupları, 20 M903 fırlatma istasyonu, 5 elektrik santralinin yanı sıra iletişim teçhizatları, test cihazları, menzil programları ve destek ekipmanlar ının dâhil olduğu ifade edildi. 

 Patriot sisteminin alınması halinde komutası yani tetiği Türkiye’de değil, NATO 
karargâhlarındaki ABD generallerinde olacaktır. Bir NATO ülkesinden (örneğin Yunanistan) yapılacak uçak veya füze saldırısı halinde, Patriotlar işlevini görmeyecektir. Ülkemizdeki NATO radarları tarafından tespit edilen bu objeleri tanımlamak için, radarlardan IFF (Identification Friend or Foe) sorgu sinyali gönderilir. NATO kaynaklı objeler buna “dost” sinyali ile cevap verirler. Ayrıca saldırgan objenin tanımlanması Avrupa’daki NATO merkezlerinde bulunan bilgisayarlarda yapılacağından ve bütün radar bilgileri sayısal (digital)  olduğundan, NATO merkezlerindeki bilgisayarlarda objeye dost tanımlaması yapılarak Türkiye’ye gönderildiğinde, TSK’nın hava unsurlarını reaksiyon vermesi geciktirilebilir. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

20 Şubat 2015 Cuma

Türk-Amerikan ilişkilerinde ABD'nin Manivelaları; NATO, İncirlik, PKK ve Cemaat






  Türk-Amerikan ilişkilerinde ABD'nin Manivelaları; NATO, İncirlik, PKK ve 
Cemaat 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
29 Mart 2014 Cumartesi
Cahit Armağan DİLEK tarafından yazıldı.


Dokümanlarda Türk-Amerikan İlişkileri

Küresel ve bölgesel ilişkiler bağlamında ABD Türkiye için, Türkiye de ABD için kritik öneme sahip iki ülke konumundadır. Türk hükümeti bu ilişkiyi önceleri 
"stratejik ortaklık" tanımlarken daha sonraları 2009'da Amerikan Başkanı Obama'nın kullandığı "model ortaklık" kavramını benimsemiştir.  Nitekim bu durum T.C. Dışişleri Bakanlığının resmi internet sayfasında "model ortaklık kavramı, Türkiye-ABD ilişkilerinin ulaştığı ileri noktayı, ilişkilerin özgün karakterini ve kapsamlı niteliğini yansıtmaktadır"şeklinde ifade edilmektedir.[1] Aynı sayfada ilişki alanları ve bölgeler "Türkiye ve ABD, Orta Doğu, Kuzey Afrika, Balkanlar, Kafkaslar, Doğu Akdeniz, Orta ve Güneydoğu Asya gibi çok geniş bir coğrafyada ve terörle mücadelede, enerji arz güvenliği, nükleer yayılmanın önlenmesi ve küresel ekonomik gelişmeler gibi kritik önem taşıyan konularda kapsamlı işbirliği yapmaktadır." şeklinde açıklanmaktadır.  

ABD Dışişleri Bakanlığının resmi internet sayfasındakiTürkiye sayfasındaki bilgi kağıdında ise Türk-Amerikan ilişkileri için stratejik veya model ortaklık ifadeleri yer almamakta, Türkiye'nin coğrafi konumunun önemine işaret edilerek karşılıklı çıkar ve saygıya dayanan ilişkilerin 1947'deki Truman Doktrini uygulamasıy la derinleşmeye ve gelişmeye başladığı belirtilmekte, Türkiye ile terörle mücadele, Afganistan, Irak, Suriye konularında birlikte çalışıldığından ve Türkiye'nin ABD'ye sağladığı imkanlardan söz edilmektedir.[2]

Dışişleri Bakanlıklarının politik açıklamalarının yanında herhangi bir ülkenin Amerikan iç ve dış politikasındaki yerini anlayabilmek için bakılması gereken 
dokümanların en başında Amerikan Ulusal Güvenlik Stratejisi gelmektedir. Amerikan politikaları ve stratejilerine yön veren, hiyerarşik sıralamada en üst 
sırada bulunan bu doküman en son Mayıs 2010'da yayımlanmıştır. Obama'nın bu yıl ortalarında yeni dokümanı yayımlanması beklenmektedir. 2010 tarihli Amerikan Ulusal Güvenlik Strateji dokümanını incelediğimde tespit ettiklerim şunlardı:[3] "Dünyanın her yerindeki gelişmelerin içinde olmayı hedefleyen ABD dünya genelinde bölgesel teşkilatları, üçlü mekanizmaları, ikili ortaklıkları kullanmayı öngörüyor. Bu maksatla da dünyanın her bölgesinde bunları organize ettireceği güçlerin ortaya çıkmasını destekliyor. Ancak bunu yaparken bazı sınıflandırmalar yapıyor. Örneğin, en yakın müttefikler (Kanada, İngiltere, 
Fransa, Almanya gibi), çok özel ilişkileri olanlar (İsrail), yeni ortaya çıkan güçler (Rusya, Çin, Hindistan gibi) , küresel ve bölgesel rolleri artan güçler 
(Güney Kore, Güney Afrika, Endonezya, Japonya, Brezilya, Avustralya gibi), bulundukları konum itibariyle işbirliği yapılması önemli olan ülkeler (Türkiye, Körfez ülkeleri, Meksika, Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan, Pakistan, Nijerya, Kenya, Filipinler, Tayland gibi)."

Söz konusu dokümanda Türkiye'nin konumuna ilişkin olarak ise şu tespitleri yapmak mümkündür: Türkiye, strateji metninde adı geçen sınırlı sayıda ülkelerden birisidir. Türkiye’nin adı sadece metnin 42. sayfasında Avrupalı müttefikler başlığı altındaki paragrafta geçmektedir. Ancak adı geçen diğer ülkeler “yakın müttefik, özel ilişkili, stratejik ortak, ortak” şeklinde tanımlanırken Türkiye için bu tip bir ilave tanımlama yapılmamış olması dikkat çekmektedir. ABD Başkanı Obama’nın 2009 yılında Türkiye’ye yaptığı ziyarette gündeme gelen “model ortaklık” veya özellikle Türkiye’de her seviyedeki yöneticiler tarafından 
sıklıkla telaffuz edilen “stratejik ortaklık” ifadesi Türkiye için metinde yer almamıştır. Metindeki Türkiye ifadesi, Balkanlar’da istikrar ve demokrasinin 
geliştirilmesi, Kafkaslar ve Kıbrıs’ta sorunların çözülmesine yönelik girişimlere ABD’nin bağlı kalacağını belirten cümleden sonraki “geniş bir yelpazedeki ortak çıkarlar bağlamında ve özellikle bölgesinde istikrarın sağlanması konusunda Türkiye ile angajmanlara girileceği” ifadesinin içinde yer almaktadır.

Metinde adı geçen ülkelerden övücü, bölgesel ve küresel konulara daha fazla söz sahibi olabilirler gibi yaklaşımlarla bahsedilirken Türk siyasetçilerin beklediği ifadelerin metinde yer almadığı görülmektedir. Bu haliyle ABD’nin Türkiye’nin rolünün ve birlikte çalışma alanının daha sınırlı olmasını beklediği 
değerlendirmesi yapmak yanlış olmayacaktır. Buna göre Türkiye ile Balkanlar, Kafkasya (muhtemelen Ermenistan ile ilişkiler) ve Kıbrıs’ta birlikte çalışılması 
öngörülüyor. Bu ifadelerle birlikte metnin Ortadoğu bölümüne ilişkin paragraflar da incelendiğinde Ortadoğu’da Türkiye’yi ön plana çıkaracak, ki Türkiye’nin 
haklı olarak çok iddialı ve önemli bir potansiyele sahip olduğu bölgedir,  bir rol öngörülmüyor.

Amerikan Raporlarına Göre ABD'nin Manivelaları

En üst seviyedeki Amerikan politika ve stratejilerindeki ifadelerin ne anlama geldiğini bunların sahadaki uygulamalarından görmek mümkündür. Bu bağlamda ABD'nin Türkiye'yi nasıl gördüğünü ve Türkiye'nin iç ve dış politikalarını nasıl etkilediğini gösteren önemli bir örneği burada açıklamak istiyorum. Görevli olduğum dönemde Amerikan Savunma Bakanlığının Türkiye'nin bulunduğu bölgeye ilişkin özel ve gizli bir değerlendirme raporunu okuma şansım oldu. Aslında Türkiye'deki son iç politik gelişmeler bağlamında bu makaleye ilham kaynağı olan da bu rapordur. 2004 yılında okuduğum bu raporda ABD'nin Türkiye ile ilişkilerinde kullanabileceği manivelalar şu şekilde ifade edilmekteydi:

- Türkiye bir NATO üyesidir.
- Türkiye ABD'ye üs kolaylığı (İncirlik) sağlamaktadır.
- ABD'nin Türkiye'deki sosyo-ekonomik ve politik ortamı etkileme gücü vardır. 

Bu çok sade, kısa ama Türk-Amerikan ilişkilerini ve ABD'nin Türkiye'yi nasıl gördüğünü net olarak özetleyen bir değerlendirmedir. Bu makalede ağırlıklı 
olarak üçüncü maddeyi ele alacağım. Çünkü bu madde Türkiye'nin bilgi harekatına (psikolojik harekat, algı yönetimi, siber-dijital savaş vs) açık olduğunu göstermektedir. Özellikle 2007'den sonra Türkiye açık ve ağır bir şekilde bunlara maruz kalmıştır. 

İlk ikisinin uygulamasına ilişkin çok sayıda örnek verilip makaleler yazılabilir. Örneğin Afganistan ve Irak'ın işgalinde İncirlik Üssünün kullanımı gibi. Üs imkanını Türkiye sağlamış olmasına rağmen üs bir Amerikan manivelasına dönüşmüştür. Nitekim ABD'nin Irak'tan çekilirken İncirlik Üssü'nü kullanılabileceği  ABD tarafına iletilmiş ancak ABD Körfez ülkelerini tercih etmiştir. Ayrıca üssü kapatıyorum demek ABD ile ilişkilerin sıfırlanması demek 
anlamına geliyor, üs kullanıldığında da Türkiye ister istemez ABD'nin saflarında yer almış algısı da yaratılmış oluyor.

NATO üyeliğiTürkiye'yi Batı dünyasına bağlayan en önemli mekanizmaların başında yer almıştır. Aslında halen de öyledir, çünkü kullanılıp kullanılamaması ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte NATO karar mekanizması içinde veto yetkisi bulunmaktadır. Ancak Türkiye NATO'nun karar mekanizmalarında etkili olamayınca NATO'nun genel politikalarına uymak zorunda kalınmakta ve NATO Türkiye'nin politikalarını şekillendirmekte, Türkiye'nin öngörmediği operasyonların ve projelerin içinde yer almasına yol açmaktadır. Örneğin Libya operasyonu, örneğin Füze Kalkanı Projesi. Bunda son örnek ise Ukrayna krizidir. Ukrayna krizi bir ABD-Rusya ya da AB-Rusya krizi olmaktan çok bir NATO-Rusya krizi olmaya doğru giderken bunun Türkiye'nin çıkarlarına uygun olup olmadığı Türkiye'de hiç incelenmemektedir. Ukrayna krizi ile ilgili yapılan NATO Savunma Bakanları toplantısına Türkiye'nin Savunma Bakanı katılmamıştır. NATO karar alıp savaş gemilerini Karadeniz'e gönderme kararı alırsa buna Türkiye'nin nasıl bir cevap verebileceği kamuoyunda tartışılmamaktadır. Gelişmelere hazırlıklı olmayınca da bu tür gelişmelere yönelik alternatifleri olmayan Türkiye'ye karşı NATO üyeliğinin bir manivela olarak kullanılmasına da ortam yaratılmaktadır.

ABD'nin manivelaları tabii ki bu kadar sınırlı değil. Askeri nitelik taşıyan NATO üyeliği ve üs imkanı gibi manivelaların yanında ekonomik ve askeri yardım 
konuları, Türkiye'nin AB üyeliği, güvenlik konularında (terörle mücadele gibi) işbirliği de birer manivela olarak ortaya çıkmaktadır. Belirtilen konuların 
Türkiye'nin iç ve dış politik kararlarında ne kadar etkili olduğunu geçmişteki olaylar göstermektedir. Örneğin sözde işbirliği yaptığımız terörle mücadele 
alanında Türkiye'nin talep ettiği helikopterler, silahlı/silahsız insansız uçaklar bırakın satılmasını kiralanmasına bile izin verilmezken, aynı ABD bu tür 
silah ve sistemleri kolayca Güney Kore, Japonya ve hatta Irak'a kısa bir süreçte satabilmektedir.

Ancak bunların yanında etnik ve dini/mezhepsel hassasiyetler bir toplumun şekillendirilmesinde, algılarının yönetilmesinde en önemli alanlardır. İşte 
ABD'nin Türkiye'de toplumu ve yöneticilerini şekillendirecek sonuçlar yaratmakta en çok kullandığı alanlar bunlar olmuştur, olmaya da devam etmektedir. Çünkü ABD Savunma Bakanlığı dünyada bu konuda en büyük harcamayı yapan, en çok personel kullanan kurumdur. İşte bu konu yukarıda bahsettiğim Amerikan raporundaki üçüncü maddeye girmektedir.

Türkiye'deki sosyo-ekonomik ve politik ortamı etkileyen Amerikan manivelaları; 

PKK ve Cemaat

PKK Terör Örgütü

Etnik bölücülük temeline dayalı bir hedefle ortaya çıkan PKK terör örgütü ABD tarafından 1997 yılında kendi terör örgütleri listesine dahil edilmiştir. Bu 
kararla ABD, PKK'ya karşı terörle mücadelede Türkiye'nin yanında olduğu mesajını da vermiştir. PKK'nın ortaya çıkışından itibaren ABD'nin PKK'yı izliyor olması normal bir gelişmedir. Ancak ABD açısından PKK'nın tam bir manivela haline gelmesi PKK'nın lideri Öcalan'ın 1999'da Türkiye'ye teslim edilmesiyle olmuştur. Çünkü PKK liderinin teslim edilme şartları (Türkiye'ye götürülürken yolda ölmemesi, doğru bir dava görmesi, Kürt sorununda önemli adımlar atılması, idam edilmemesi)[4] ABD'nin konuyu terörle mücadele kapsamında değil bir etnik grubun özgürlük mücadelesi olarak ele aldığını gösteriyordu. Artık ABD doğrudan işin içindeydi. Bu konuda daha önce yazdığım ve süreci anlatan makalemde detaylar yer almaktadır.[5]

Anılan makalede özetle şunları anlatmıştık: Teslim şartlarında belirtildiği şekilde Öcalan doğru bir dava görmüş ve idam edilmemiştir. Bundan sonra da  Türkiye 'nin Kürt sorunu adı verilen konuda köklü adımlar atması için PKK yeniden devreye sokulmuştur. 2003'te Irak'ın işgal edilmesiyle Türkiye ABD'yle komşu olmuş, Irak'ın kuzeyinde üslenen ve yeni saldırılara hazırlanan PKK'nın tasfiye edilmesi konusu Türkiye-ABD ikili görüşmelerinde Türk tarafının ana ve 
çoğunlukla da tek gündem maddesi olmuştur. 2004'den itibaren PKK'nın saldırıları artmaya başlayınca da ABD Türkiye'nin alması gereken tedbirler konusunda fikir beyan eden, görüşleri dinlenen birinci aktör konumuna gelmiştir. Bu durum Türkiye'nin sınır ötesi operasyon girişimlerinin sürekli ötelenmesine yol açmış, 2007 yılı sonundan itibaren ABD'nin izniyle Irak'ın kuzeyine başlatılan sınır ötesi operasyonların koordinasyonu kapsamında operasyonların sınırlı kalması ve Türkiye'nin Irak'ın kuzeyine (hem PKK hem de Irak'ın kuzeyindeki yerel Kürt yönetimine) yönelik kapsamlı operasyonlar yapılması engellenmiştir. ABD bu şekilde Türkiye'nin Kürt sorununda askeri seçenekleri kullanmasını kontrol etmiş ve sınırlandırmış, sorunun askeri tedbirlere değil siyaset içinde çözülmesini sürekli telkin etmiştir.

ABD'nin bu kapsamda Türkiye'ye önerdiği yöntemler terör örgütleriyle değil "isyan eden-ayaklanan-özgürlük arayan-ülkesinin işgaline direnen" gruplara 
(insurgency) karşı kendisinin uyguladığı yöntemlerdir.[6] Bu durum PKK konusunun yani terörün siyasallaşmasını hızlandırmıştır. Nitekim 2006'dan itibaren hükümetin PKK ile başlattığı gizli görüşmeler, Habur'dan giriş, sızan Oslo görüşmeleri ve İmralı zabıtları, 2013 yılı başından itibaren artık kamuoyuyla da 
paylaşılan hükümet-PKK terör örgütü görüşmeleri, teröristbaşının son iki Nevruz'daki mesajları, teröristbaşının son sızan ses kayıtları göstermektedir ki 
PKK ve onun hapisteki lideri anayasa yazılmasından Meclis'in çalışması ve çıkarılacak kanunlara, sözde çözüm sürecinin nasıl uygulanacağından TSK'nın 
uyacağı kurallara kadar hatta bir iddiaya göre Bakanların kimler olacağına kadar hükümetin dolayısıyla Türkiye'nin kararlarını yönlendirir, Türkiye'nin 
geleceğini belirler hale gelmiştir.
Bunun için Öcalan da muhtemelen öldürülmeyeceği ve Kürt sorunun siyasi alanda çözüleceği kulağına fısıldanmış olarak ABD tarafından adeta bir Truva atı gibi Türkiye'nin terörle mücadele mekanizmasının içine sokulmuştur. ABD Öcalan'ı teslim eden olarak ve Öcalan vasıtasıyla, ayrıca terörist saldırıları yapan PKK'nın üslendiği Irak'ın kuzeyi dahil Irak'ta kontrolü elinde bulunduran ülke olarak PKK vasıtasıyla bizzat işin içine girmiştir.  ABD'nin bir manivela olarak tasarladığı Öcalan bütün bu süreci yönetip kendi tasarladığı stratejiyi hayata geçirmiş, PKK'nın hem terör saldırılarını hem de eylemsizlik sürecine 
sokulmasını dönüşümlü bir manivela olarak kullanmıştır. 
Eylemsizlik süreçlerinden özellikle seçim dönemlerinde karlı çıkmaya alıştırılan hükümet son olarak sözde çözüm süreci adı altında terör örgütüyle müzakereye oturmak zorunda kalmıştır. Gelişmeleri objektif şekilde değerlendirenlerin söylediğini teyit edercesine Öcalan'ın kendisini ziyaret edenlere söylediklerinden ve son günlerde sızan konuşmalarından da anlaşılmaktadır ki müzakerenin yasal dayanağı yoktur, hükümeti iktidardan düşürerek yargıya götürecek  sonuçlar doğurmuş, hükümeti geri dönülemez bir noktaya getirmiş ve hükümeti bununla tehdit etmiştir. Öcalan bu süreçte kazanmış olduğu yetkilerle (Kürt halkının temsilcisi, müzakere yetkilisi, siyasi şahsiyet, barışsever ve barış yapar vs) bu hükümetin yerine gelecek yeni bir hükümetle bile kaldığı yerden devam etme pozisyonuna gelmiştir.

Bütün bu gelişmelerden ABD'nin habersiz olduğu, sözde çözüm sürecinin Türkiye'nin projesi olduğuna ilişkin kamuoyuna pompalanan haberler ise hayatın normal akışına terstir, zaten öncesini yukarıda açıkladık. Söz konusu çözüm süreciyle ilgili İmralı'dan Kandil'e, PKK'nın Avrupa temsilcilerine, Irak'ın 
kuzeyindeki Kürt gruplara giden bilgilerden ABD'nin haberdar olmaması mümkün değildir. Ayrıca artık herkes tarafından bilinen ABD'nin küresel bazdaki dinleme 
faaliyetleriyle bu ilişkileri ortaya çıkarması kaçınılmazdır. Burada muhtemelen ABD'nin dikkat ettiği husus "gelişmelerin ABD'nin öngördüğünden daha çabuk 
sonuçlanması veya geri dönülemez bir anlaşmazlıkla sonuçlanmasıdır." Bunun için de hem hükümet hem de PKK kanadını yoklayarak süreci kontrol altında tuttuğunu söyleyebiliriz. ABD açısından; 2002 sonunda iktidara geldiğinde teslim edilmiş ve İmralı'da mahkum olan Öcalan'ı elinde bulunan AKP hükümetinin PKK terör örgütüyle müzakere masasına oturtulmuş olmasının önemli bir başarı olduğunu söylemeliyiz. Çünkü ABD bu sorunun tarafların birbirini hırpaladığı ama kesin bir üstünlük sağlayamadıkları bir ortamda, zamana yayılmış olarak, zamanı geldiğinde sonuçlanmasını beklemektedir. Bundan sonraki basamakta yeni bir hükümetle ama aynı Öcalan'ın müzakereyi tamamlaması beklenmelidir. Mevcut hükümet veya yeni hükümetin müzakereye yanaşmaması halinde ne olacağının mesajını (ya müzakere ya savaş) son Nevruz'da hem Öcalan hem de Kandil ve destekçileri tarafından verilmiştir. Yani Öcalan süreçte sözde barışı arayan baş aktör olmaya devam ederken hükümeti ve toplumu müzakereye resmen ve kanunen başlatmak için PKK'nın terörist saldırılara başlaması da çok büyük ihtimaldir. Yeni dönemde Öcalan süreci çok daha sıkı kontrol altında tutabilecektir, ABD'nin 1999'dan itibaren fiilen içinde bulunduğu suni etnik bir sorun üzerinden Öcalan'ı (ve PKK'yı) kullanarak Türkiye'deki sosyo-ekonomik ve politik gelişmeleri etkilemeye devam etmesi de mümkün olacaktır.

ABD'nin PKK ve Öcalan konusunda işin içinde olduklarını gösteren diğer konu da yine Amerikan kurumlarının hazırladıkları bazı raporlar ve bunların birbiriyle 
çelişkileridir. Örneğin Amerikan düşünce kuruluşu RAND dünya genelindeki terör örgütleri ve direniş örgütleriyle ilgili olarak 2010 yılından sonra hazırladıkları raporlarda PKK'yı da incelemişlerdir. Bunlarda 1999 yılında PKK lideri Öcalan'ın yakalanmasıyla Türkiye'nin zafer kazandığı değerlendirmesinde bulunmuştur. Aynı dokümanlarda terör örgütlerinin keskin hiyerarşik yapıya sahip olmaları nedeniyle lideri etkisiz hale getirilen terör örgütlerinin dağıldığı tespiti de yapılmaktadır. Ancak yıl 2014 ve halen Öcalan lider hatta hapishaneden ülkeyi yönlendiren bir konuma gelmişse Öcalan'ın etkisiz hale getirilemediğini söyleyebiliriz. Bunun temelinde de Öcalan'ın 1999'daki teslim şartları yani ABD'nin Öcalan'ı manivela yapacak şartları vardır.  Öcalan'ın şuanda çok etkin konumda olduğunu teyit eden diğer bir dokümanda ABD Kongresi Araştırma Merkezinin periyodik olarak hazırlayıp Kongre üyelerine sunduğu Türkiye raporlarında (Türkiye'ye ilişkin karar alışlarda temel başvuru dokümanı olarak kullanılmaktadır) Türkiye'deki ana aktörler (key figures) listesinde Cumhurbaşkanı, Başbakan, Dışişleri Bakanının yanında sayılan dördüncü kişi Öcalan'dır. 

Cemaat

Cemaatten bahsederken hemen söyleyelim ki söz konusu Kongre raporlarında bahsedilen beşinci ve son kişi Fethullah Gülen'dir.

Ne kadar ilginçtir ki ABD'nin PKK'yı tam bir manivela olarak kullanmaya başlaması ile Cemaat denince herkesin aklına gelen dini örgütlenmenin bir 
manivela haline gelmesi hemen hemen aynı döneme denk gelmektedir. Birisini vermiş diğerini almıştır. Öcalan Şubat 1999'da Türkiye'ye teslim edilirken 
cemaat lideri F.Gülen ise Mart 1999'da ABD'ye gidiyordu diğer bir ifadeyle sığınıyordu. Öcalan görünüşte o güne yaptıklarının hesabının görüleceği bir 
davada yargılanacaktı ama öldürülmemesi / idam edilmemesi şartı vardı. Nitekim ömür boyu hapse mahkum oldu, ancak hapisteyken Kürtlerin sözde tek temsilcisi unvanına ulaştı ve onların adına müzakere masasına oturdu. F.Gülen devlete sızıp ele geçirme planları var diye hakkında dava açılma hazırlıkları yapılırken ABD'ye kaçtı, açılan davada ise beraat etti. Ama Türkiye'ye dönmedi ama bulunduğu yaşadığı ABD'den Türkiye'deki gelişmeleri etkileme, hükümeti 
yönlendirme, dini bir lider olmaktan çok devletin Cumhurbaşkanının ve hükmet üyelerinin muhatap olduğu siyasi bir figür haline geldi.

Bütün ülkelere ilişkin yıllık terör raporları, insan hakları raporları, dini özgürlükler raporu hazırlayan ABD'nin F.Gülen hareketinden habersiz olması, Amerikan topraklarında kendince sürgün hayatı yaşayan bir dini liderin ve onun cemaatinin faaliyetlerini takip etmemesi, onları yönlendirmemesi mümkün değildir. Nitekim Amerikan gizli servislerinin F.Gülen cemaatiyle ilişki içinde olduklarına ilişkin haberler basına da yansıdı. Bırakın gizli servislerin faaliyetlerini yukarıda bahsedilen Kongre raporlarında verilen detaylı bilgiler F.Gülen'in ABD'nin takibinde olduğunu göstermektedir. Türkiye'nin iç dinamikleriyle yakında etkileşim içinde bulunan bir aktörün ABD tarafından kullanılmadığını düşünmek uluslararası ilişkileri, gizli servislerin faaliyetlerini bilenler açısından mümkün değildir.

2013'ün son çeyreğinde ve 2014'ün ilk aylarında ortaya çıkan bilgi ve belgeler gösterdi ki hakkındaki davadan beraat eden F.Gülen'in liderliğindeki oluşum 2000 yılında hakkında açılan davanın iddianamesinde belirtildiği şekilde devletin bütün kurumlarına sızmış, elemanlarının kritik görevlere yerleşmesini sağlamıştı. Bununla yetinmeyip hükümetin desteği ve sağladığı olanakları kullanarak görünürdeki hükümetin arkasında aslında devleti yöneten gizli güç haline gelmişti.

Aslında burada Türkiye'nin seçilmiş hükümeti dar kadrosunun açığını cemaatin yetişmiş elemanlarıyla kapatıyordu.  Bu durum her iki tarafın işine de 
geliyordu. Bu birliktelik amaçların örtüştürülmesiyle daha da derinleşti. Türkiye'de gündem demokratikleşme, askeri vesayetin sona erdirilmesi ve Kürt 
sorunun (bazılarına özellikle askerlere göre terör sorunu) çözülmesiydi ya da kısaca askerin etkisizleştirilmesiydi. Bu hedef Kürtçü kesim ve PKK tarafının da 
işine geliyordu, çünkü onlar da asker aradan çıkarılırsa terörün siyasallaşmasının daha kolay olacağına inanıyordu.  Nitekim öyle oldu ve 2007'den sonra başlayan operasyonlar ve davalar süreci ile bazı yasal düzenlemeler yetişmiş askeri kadroları hapishanelere tıktı, geri kalanlarının özellikle Güneydoğu Anadolu'da kışlalarından bile çıkamaz hale getirdi.

Konuyu biraz yakından takip edenler bilecektir ki bahse konu süreçte psikolojik harekat  teknikleri uygulanmış, toplum yönlendirilmiştir. Şimdi hükümetin 
söylediği şekilde bunu cemaatin tek başına yapmış olması mümkün değildir. Hükümet ortam hazırlamıştır, destek sağlamıştır (zaten bunun yapıldığı inkar 
edilmiyor, sadece safmışsız denilerek işin içinde çıkılmak isteniyor). Cemaatin insan gücünün de psikolojik harekat tekniklerinin uygulanmasına ve binlerce 
belge, bilgi, kayıt elde edilip analiz edilerek tasnif edilmesine yönelik teknik imkanlara sahip olmadığını, bunun bir başka gücün desteğiyle yapılmış olası çok 
büyük ihtimaldir. Bu gücün de cemaatin liderini ağırlayan ülke olduğunu söylemeliyiz.

Ancak burada şu konuyu hiç akıldan çıkarmamak gerekir. Bütün bunlar yani cemaatin arkasında ABD'nin olması, cemaatin çift taraflı oynayarak hükümeti zor durumda bırakması, 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasının yok sayılması, kapatılması, bu konuda hükümetin mağdur gösterilmesi kabul edilemez, rüşvet ve yolsuzluğa bulaşanları haklı göstermez.

Neden Cemaat - Hükümet Kavgası

Peki herşey anlattıklarımız gibiyse son aylardaki hükümet-cemaat çatışması neden yaşanıyor? Bunun Kürt sorununun sözde çözümü ve hükümetin etkinlik sürecini ve görevini doldurmuş olmasıyla ilgisi olduğunu düşünüyorum. 11 yıldır iktidarda olan AKP artık yıpranmıştır, özellikle 2011 seçimlerinden sonraki süreçte hükümetin demokratik esaslardan ayrılmaya başladığının iyice belirginleşmesi yurt içinde hem halk hem de kanaat önderlerinden tepkiler almış, bu tepkiler artık sokaklara taşmıştır. Ayrıca dış politika bağlamında özellikle bölgesel konularda ABD politikasıyla uyuşmazlıklar yaşanmaktadır. Yani hükümet hem iç hem de dışarıda destek sıkıntısı yaşamaktadır. ABD açısından Hükümet öyle bir değişmelidir ki toplumun genelinden gizli yürütülen sözde çözüm süreci de hasar görmemeli, ülkede ve bölgede kaosa yol açmayacak şekilde muhtemelen genel seçimlere kadar halk desteğini yitirmiş seviyeye gelerek iktidarı kaybetmelidir.

Cemaat-hükümet kavgasının sonucundan en fazla faydalanan kesim sözde çözüm süreciyle ülkemizin güneydoğusunda özerk bir yönetim kurmaya çalışan Öcalan liderliğindeki Kürtçüler ve PKK tarafı olmuştur. Sözde sürecin başlaması ancak işlemediğini ortaya çıkmasıyla birlikte 2013 yaz aylarının sonundan itibaren cemaat hükümet kavgasının da başladığını görüyoruz. Bu kavga sertleştikçe ve 17 Aralık ile birlikte en üst seviye çıktıkça bölgeden hiçbir haberin kamuoyuna yansıtılamadığı çünkü gündeme alınamadığı, adeta bir karartma uygulandığını görüyoruz. Diğer taraftan hükümetin bu kavgayı bir seçim stratejisine dönüştürerek yeni karşı taraflar yarattığını da görüyoruz. Hal böyle olunca kavganın da bir senaryo olabileceğini düşünmeliyiz. 30 Mart'taki yerel 
seçimlerden sonra hükümetin kendince yeterli oy aldığını değerlendirmesiyle birlikte bu kavganın sönümlenmesi hiç de küçük bir olasılık değildir. 

 Sonuç

Küresel güç ABD'nin küresel bazda politika ve stratejiler oluştururken ülkelerin ve yerel unsurların varsa hassasiyetlerini kullanması Amerikan çıkarları 
açısından normal bir uygulamadır. Yukarıda bahsettiğim Amerikan raporunda ABD'nin Türkiye'ye yönelik belirttiği üç maniveladan üçüncüsünü (ABD'nin 
Türkiye'deki sosyo-ekonomik ve politik ortamı etkileme gücü vardır.) Türkiye'de 1999 ve özellikle 200'ten itibaren kullandığını görmekteyiz. Burada öne çıkan 
manivelalar ise PKK ve cemaattir. PKK'nın yaptıkları bellidir, geçmişi zaten onu aklamaya ve affetmeye izin vermeyecek kadar vahşidir.

Cemaattin ise biz bir hizmet hareketiyiz, iyilik yapıyoruz demesi yaptıkları yasa dışı işleri görmezden getiremez. Hükümetin sağladığı ortamla ve şuanda 
sığındıkları ülkenin teknik ve operasyonel desteğiyle ülkemize, kurumlarımıza ve insanlarımıza karşı yaptırdığı operasyonların, düzmece davaların hesabını 
vermeden, işin içinde yer alanları yargıya teslim etmeden, ne yapalım bizi de başkaları kullanmış diyerek işin içinden sıyrılması kabul edilemez. Aynı şekilde 
hükümetin de her ne kadar soruşturma işinin içinde cemaatin adamlarının olduğunu söylese de 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk iddialarından yargı önünde mutlaka hesap vermesi gereklidir. Kumpas ve yolsuzluklar birbirine uygun ortam hazırlamış olabilir ancak ayrı suç iddialarıdır.

Önümüzdeki en büyük tehlike ise hükümet-cemaat kavgasının da büyük kumpasın parçası bir senaryo olması ve güneydoğudaki bölünmeyi maskeliyor olmasıdır. 
Böylece yetişmiş insanlarımızın, kurumlarımızın, Atatürk'ün deyişiyle mazisi insanlık tarihiyle başlayan Türk Ordusunu tasfiye gayretlerinin ülkemizin ve 
milletimizin bölünmesine yol açacak kumpasın saklanmasıdır.


[1] "Türkiye - Amerika Birleşik Devletleri Siyasi İlişkileri", 

http://www.mfa.gov.tr/turkiye-amerika-birlesik-devletleri-siyasi-iliskileri.tr.mfa

Erişim tarihi 23 Mart 2014.


[2]U.S. Relations With Turkey, Fact Sheet, January 7, 2013, 

http://www.state.gov/r/pa/ei/bgn/3432.htm,

 Erişim tarihi 23 Mart 2014.


[3] ABD Ulusal Güvenlik Stratejisinin Şifreleri ve Türkiye, Cahit Armağan Dilek, 
Ocak 2013,  

http://www.asssastratejibulteni.com/ABD_Guvenlik_Stratejisinin_Sifreleri_ve_Turkiye.pdf


[4]“Öcalan'ı biz teslim etmedik, sadece Türkiye’nin işini kolaylaştırdık”,  
13.05.2011, Gazetevatan, 

http://www.gazetevatan.com/-ocalan-i-biz-teslim-etmedik--turkiye-nin-isini-kolaylastirdik--377067-gundem/

Erişim tarihi 23 Mart 2014.


[5] Çapulcudan özgürlük savaşçısına, terörden direnişe, direnişten bağımsızlığa; 
PKK terör örgütünün dönüştürülmesi, 27 Mayıs 2013, Cahit Armağan Dilek, 

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2013/05/27/7012/capulcudan-ozgurluk-savascisina-terorden-direnise-direnisten-bagimsizliga-pkk-teror-orgutunun-donusturulmesi.s
Erişim tarihi 23 Mart 2014.


[6] Yazarın Notu: ABD açısından dünyada mücadele edilmesi gereken tek bir terör örgütü vardır o da El Kaidedir. ABD'nin teröre ve ayaklanmaya (direniş 
örgütleri) karşı ayrı ayrı stratejileri vardır. Türkiye'ye dikte edilen ayaklanmalara (direniş örgütlerine) karşı olan yöntemlerdir. Bu yöntemler söz 
konusu örgütlerle ilişki kurmayı, liderleriyle görüşmeyi ve müzakere etmeyi kapsamaktadır. Ancak terörle mücadelede bu konuda sıfır tolerans vardır ve 
teröristler nerede olurlarsa olsunlar aranıp bulunup imha edilmektedir.

..