Cemaat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cemaat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Şubat 2019 Perşembe

Bu Devleti babasının malı gibi kim teslim etti

Bu Devleti babasının malı gibi  kim teslim etti 


Kutlu Esendemir,

22 Ağustos 2016



   Türkiye, Gülen Cemaati’nce yeltenilen ve 240 kişinin katledilmesine ve 2 bini aşkın insanın yaralanmasına neden olan 15 Temmuz darbe girişiminin acısını yaşıyor. 
    14 yıldır ülkeyi yönetenler, büyük bir şaşkınlık içinde devletin kılcal damarlarına çöreklenmiş, kondurulmuş bu dev küresel mafyayla ilgili olarak, “Kandırıldık, Allah bizi affetsin” diyorlar. Ama bir de, hiç kandırılamayan, kandırılamamanın bedelini suikaste uğrayarak yaşamını yitirenler de var. İşte Dr. Necip Hablemitoğlu. Tarihçi, yazar, gazeteci… Fethullah Gülen örgütünün Emniyet’teki örgütlenmesini lime lime anlattığı, “Köstebek” kitabıyla, darbe girişiminden sonra en çok anılan akademisyenlerden biri olan 46 yaşındaki Dr. Hablemitoğlu, 18 Aralık 2002’de, Ankara’daki evinin önünde katledilmişti. Bu suikast, tam 14 yıldır, faili meçhul cinayetler dosyasında yer alıyor. Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu, eşini suikaste kurban vermiş, 2 çocuk annesi bir eş. Bir entelektüel. Kendisiyle, suikaste kurban verdiği eşinin 14 yıl önce bağıra çağıra, belgeleriyle haber verdiği ama Devlet’in anca şimdi yüzleşebildiği darbecileri, darbeyi ve Köstebek’i ve elbette, eşsiz geçirdiği 14 yılı konuştuk.

-Eşinizi bir suikaste kurban vermek, hayatınızda nelere yol açtı?

-O kadar değiştim ki, tarif edemem Kutlu Bey. Çok uzun süre yas tuttum. Hala da yastayım belki. Yas tutmak beni büyüttü, eğitti. Kendime yeni bir ben yarattım. Şarkıdaki gibi, kendime yeni bir ben gerekliydi. Gereğini yerine getirdim. Değiştim. Üzüntümü, yasımı dönüştürdüm. Bir zaman sonra yas tutabilmenin, yas tutarken hayatın akışına teslim olabilmenin bir ödül olduğunu düşünmeye başladım.

-Ne gibi?

-Yaşadıklarıma kalbimle baktığımda normalleştiremiyordum. Öyleyse, aklımla, bilgiyle, öğrenerek bakmalıyım diye düşündüm. Mesleğime her zaman minnet duyarım. Hayal ettiği işi yapan şanslı biriyim ben. Bir yol bulmalıydım. Ya kara giysileri içinde hayata kapkara bakan ya da yaşamda kalan biri olacaktım.

YAS DANIŞMANLIĞI

-Nasıl bir çıkış buldunuz?

-Aslında basit bir tercih yaptım. Tamamen mantıkla ve mesleki bakmaya karar verdim. Duygularım bende kalacaktı. Hayatımı toplumsal kalıplara ve duygularıma teslim etmeyecektim. Bunu kızlarıma ve Necip’e borçluyum. Biz birbirine bağlı ama bağımlı bir çift değildik. Sanırım tek başıma var olmamda bu da etkili oldu. 14 yıl geçti ama inanın; bunun misliyle yaşamışım gibi geliyor. Sonuç olarak, ben başka bir şey yaptım. Öğrenmeyi ve çalışmayı seçtim. Yas ve sonrasını öğrenmek, anlamak için yurtdışında kurslara gittim ve sertifikalar aldım. Yas danışmanlığı yapmaya başladım.

-Yas danışmanlığı nedir?

-Yas danışmanlığı; sevilen birinin kaybından sonra geride kalanlar için yaşamın devam ettirilmesi için sağlanan, belirli kuralları ve çalışma ilkeleri olan profesyonel bir sosyal destek. Psikoloji ya da sosyal hizmet alanında çalışanlar ya da uzmanlıklarına göre doktorlar tarafından yapılabilir ancak. Yas tutan kişilere, ölen yakınlarıyla ilişkilerini sonlandırmaları gerekmediğini anlatmak, duygusal yaşam alanlarında uygun bir yer bulabilmeleri için yardımcı olmaktır. Ölümün, kaybın kabul edilebilmesini kolaylaştırmaktır. Gerçekten yararlı ve yaşam kalitesini etkileyen bir yardım, bunu birebir deneyimlemiş biri olarak rahatlıkla söylüyorum.

-Ya çocuklarınızla iletişimiz?

-14 yılda hem anne, hem baba oldum. Şu hayatta yaptığım en iyi şey Necip gibi birine rastlayıp, karakter sahibi ve güçlü iki kız evlat sahibi olmaktır. Şimdi en iyi dostlarım oldular. Yaşları 25-24 oldu. Büyük kızım önümüzdeki ay evleniyor. Üçümüzün de yaşadıklarımızdan edindiği deneyimler de oldu, hiç onaramayacağımız yaralarımız da var.

-Korkularınızda ya da cesaretinizde değişimler oldu mu?

-Ölümden korkuyorum. Aklımı kaybetmekten, bildiklerimi unutmaktan ve bir gün hiç okuyup yazamayacak olmaktan, yaşlanmaktan çok korkuyorum. Ölmekten değil, ama bu ülkede bu kadar çok ölümün olması, ölümün çeşitliliği ve yaşamın değil de ölümün kutsanması beni anormal derecede korkutuyor.

TÜRKİYE’DE ERKEKSİZ KADINLAR KATEGORİSİ

-Ölüm çok sıradan bu topraklarda.

-Evet. Bu ülkede ölüm kutsanıyor. Şiddet kutsanıyor, erkek kutsanıyor, ataerkil yapı kutsanıyor. Hegemonik olan her şey kutsanıyor. Akıldan uzaklaşıldıkça korkularım artıyor. Cesaretse, çok göreceli bana göre. Korkaklık vazgeçmeyi, pes etmeyi getiriyorsa cesaretten söz edemeyiz. Ama, vazgeçmemek cesaretse, evet cesur sayılırım. Bilinçsiz bir cesaretim yok açıkçası. Ayrıca öyle büyük büyük laflar da etmek istemem, ez cümle kötülükle gelen her şeyden korkarım, ama mücadele de ederim…

-Zor mudur, eşini suikastte yitirmiş bir annenin, iki evladını büyütmesi?

-“Türkiye’de erkeksiz kadınlar” olarak tanımladığımız bir kadın kategorisi var. Ve bu kategorinin alt başlıkları var: Eşini kaybetmiş olanlar, boşanmış olanlar, hiç evlenmemiş olanlar gibi. Benim statüm eşini kaybetmiş, ama suikastle kaybetmiş olan katmerli dertli bir kategori.

-Nedir bu kategorinin sızıları?

-O noktada kadın olarak kimliğinizin, kim ve ne olduğunuzun bir önemi kalmıyor. Sosyal, psikolojik, ekonomik özel ve kamusal alan bir kabusa dönüşüyor. Bütün bunların içinde meslek sahibi iki kızım var. Gözlerine bakarken zihnime mutluluk yayılan iki genç kadın. Kendi ayakları üzerinde durabilen ve kararlar alabilen, bu kararların sorumluluklarını taşıyabilen iki birey. Ben birey olmaları için çalıştım. Dünyaya gelmek için bana talep göndermediler. Ben, bile isteye doğurdum onları. Bu günlere getirmek benim görevimdi. Onların birer hayatları var artık.

-Evlatlarınız olup bitenden nasıl etkilendi?

-Her babasını kaybeden çocuk kadar etkilendiler. Her babasını kaybeden çocuk kadar acı çektiler. Yas tuttular, bu gerçeği kabullenmek için mücadele ettiler. Ben de onları desteklemek için elimden geleni yaptım.

“NECİP’İ CEMAAT HAKLI ÇIKARTTI”

-Necip Bey’in Cemaat tehdidini anlattığı ve yıllarca yok sayılan, “Köstebek” kitabı, önceki gün Hürriyet’te en iyi 10 kitap arasında gösterildi. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası tüm bu olup bitenler size neler hissettiriyor?

-Köstebek, benim Necip Hablemitoğlu’nun eşi olmamın da ötesinde, bundan ayrı tutarak söylersem, son yılların cemaate dair yazılmış en iyi kitapları arasında ilk sırada. Akademi gözüyle bakarak, ayrıca diğer yayınları da incelemiş biri olarak bunu söylüyorum. Köstebek’de olgular üzerinden, analiz ve bilimsel bilgiye dayalı değerlendirmeler vardır. Bu tabii ki, Necip Hablemitoğlu’nun akademi kimliği ve gazetecilik orijininden geliyor. Bu arada Ahmet Şık’ın da hakkını teslim etmeliyim.

-Ya diğer kitaplar?

-Önemli bir bölümünü, özellikle içerden yazılanları değerli bulmadığım gibi, kişiselleştirilmiş olguları anlattıklarını açıkça söylemek isterim. Bu tür çalışmalar tevatür üzerinden ve sanrı ya da algılarla, mahalle dedikodusuyla, “O bunu dedi, bu burda bunu söyledi”yle yapılamaz. Somut dayanak oluşturabilecek bilgi, belge ve literatür, arşiv çalışması gerektirir.

-Tarih, yıllar sonra eşinizin yazdıklarının doğruluğunu ve haklılığını ortaya çıkardı.

-Tarihin haklı çıkarmadığı ya da çıkmadığı bir başka olay, tarih ya da süreç var mıdır? Önce bunu sormalıyız kendimize. Bir de Necip Hablemitoğlu’nu bizzat cemaat haklı çıkarmıştır. Bir süredir birlikte yürümekten, yol arkadaşlığından vazgeçerek cemaat ve Ak Parti tarihe yardımcı olmuştur. Bu, tırnak içinde söylersem, “Allah’ın bir lütfudur bize.’’ (Gülümsüyor.)



“ONU KAYBETTİĞİMDE BÖYLE TİTREMİŞTİM”

-Darbe girişimi gecesi neredeydiniz ve olan bitenlerden nasıl haberiniz oldu?

-Yaşım darbelerden ’80’i görmeye, ’60’ı dinlemeye, diğerlerini de okuyup öğrenmeye uygun. (Gülümsüyor.) Cuma akşamıydı, evde yalnızdım. Büyük kızım yurtdışında yaşıyor, diğer kızım da dışardaydı. Yanımda değillerdi. Yorgun, uykulu, tv’de bir tartışma programını izlemeye çalışıyor, bir yandan da sosyal medyayı kontrol ediyordum. Ofisten de henüz gelmiştim. Twitter timeline’da bir tuhaflık başladı. İnsanlar köprüden askerlerin görüntüsünü paylaşıyorlardı. Ankara’da tank görüntüleri paylaşanlar oldu. Bir ara kızımla konuştum, “Eve gel” dedim. “Yakındayım, merak etme, geliyorum” dedi. Bu arada askerin Beylerbeyi Sarayı önünde bazılarına, “Darbe oldu, evinize gidin” gibi bir şeyler söylediği paylaşıldı. O anda anladım. Beylerbeyi ile Cumhurbaşkanı arasında bir bağ kurdum ve içimden, “Eyvah!” dediğimi hatırlıyorum. Ancak darbe için saat tutmuyordu, durum açıkçası garip ötesi garipti. Zaten bir sure sonra, uçaklar ve patlamalar başladı.

-Siz de evinizde, Ankara’da olanlardan etkilendiniz mi?

-Jetlerin her geçişinde evin içinde patlayan seslerin ardından, titremeye ve ağlamaya başladım. Kızım geldi o arada, sabaha kadar merdiven boşluğunda kımıldamadan oturdum. Büyük kızımla konuştuk, ondaki endişeyi tarif edemem. Tek bir şey şekillendi kafamda, darbeden çok, işgal ediliyoruz diye düşündüm… Ben hayatımda bir Necip’i kaybettiğim gece böyle titredim, bir de 15 Temmuz gecesi. Ardından depreşen travma sonrası stres bozukluğu nedeniyle ilaç kullanmaya başladım. 15 gün boyunca kabuslar gördüm, uyuyamadım, korkunçtu.

“HİÇ ŞAŞIRMADIM”

-Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, darbe girişimiyle ilgili olarak, ilk açıklamasında “FETÖ’cü cunta”yı işaret etmesi, eşini Cemaat’le mücadelede yitirmiş biri olarak sizde nasıl bir çağrışım yaptı?

-Açıkçası Kutlu Bey, ben bunu şöyle tarif etmeyi tercih ederim: Eşim, Necip Hablemitoğlu, 2002 yılında cemaat örgütlenmesi üzerinde yazdığı bir kitabı tamamladıktan sonra yayınlamak isteyen bir yayınevi bulamadığını, yayınlamaması için telkinler geldiğini söylemişti. Kitabını tamamlamadan önce de cemaate ilişkin makaleleri ve katıldığı çeşitli görsel ve yazılı medya mecralarındaki konuşmaları, konferansları nedeni ile tehdit edildiğini aktarmıştı.

-Tehditler nereden geliyormuş?

-Bir kısmının devletin bazı kurumlarında çalışanlar tarafından geldiğini söylemişti. Bununla birlikte, “Alman Vakıfları” kitabını yayınladıktan sonra da çeşitli tehditler aldığını, üniversiteden uzaklaştırılması için atılması için Alman Büyükelçisi’nin rektöre mektup yolladığını biliyorduk.

-Eşiniz katledilmese, nasıl gelişmeler yaşanabilirdi?

-Öldürülmese, 18 Aralık’tan hemen sonraki tarihlerde hem cemaate karşı, hem de Alman Vakıfları’na karşı açılan dönemin DGM’lerindeki (Devlet Güvenlik Mahkemesi) her iki davada da tanık olarak dinlenecek kişi olacaktı. Eşimi salt Cemaat’le mücadelede yitirmiş olduğumu söylemem. Müdahil olduğumuz davanın duruşmaları başlamamışken, yürüyen bir soruşturma varken ve çatı dava iddianamesini tam olarak incelemeden bunu söylemem, şu aşamada doğru olmaz.

-Darbe girişimine dönersek.

-Sayın Cumhurbaşkanı’nın FETÖ’cü cuntayı işaret etmesi, o gece bana aralarında artık gerçek bir savaş çıktığını düşündürdü. Bu kalkışma çok sayıda insanımızın öldürülmesine, can kaybına yol açtı. Ancak asıl ve öncelikli hedefleri kanımca Hükümet ve Cumhurbaşkanı’ydı. Haa! Başarılı olsalardı, hedef daha da büyüktü, hedefleri bütün Türkiye’ydi.

-Örgüt’ün TSK içinde bu kadar bir yoğunluk içinde bulunması sizi şaşırttı mı?

-Hiç şaşırtmadı, ayrıca adliye, mülkiye ve askeriyeyi ele geçirmeyi hedef alan bir yapılanmanın silahlı güce ağırlık vermesi de kimseyi şaşırtmaz.

-Öğretim üyeliğinizde, siz de Gülen Grubu’nun varlığını ve oluşturduğu tehditin boyutunu, eşiniz gibi farkında mıydınız?

-Ben Ankara Üniversitesi’nde öğrenciliğimi de sayarsak, 34 yıl bulundum. Orada büyüdüm. Ne yönetimler gördüm, nelere tanıklık ettim. Eşim kadar farkında olmama, eğer eşim Necip Hablemitoğlu olmasaydı olanak yoktu. Cemaat’le akademinin ilişkisi siyasetten farklı değildir. Kimileri zengin olmak, kimileri makam sahibi olmak, kimileri de akademik ilerleme için YÖK’teki uzantıları dahil her daim işbirliği yapmıştır. Siyaseti kirli ve hainle işbirlikçi olan bir ülkenin, akademisi temiz kalabilir mi sizce?

-Yıllarca dava dosyasının peşinden koştunuz ve sonuç alamadınız? Bu koşuşturmalarda, önünüze ne gibi duvarlar çıktı?

-İsterseniz bunu yine şöyle ifade edelim: Bir dava doyası hiç olmadı Hablemitoğlu suikastinin. Yok edilen, el değiştiren ve içi boşaltılan bir soruşturma dosyası oldu sadece. Savsaklandı, geciktirildi. Üstelik cinayet gecesinden itibaren. Dosya bir arpa boyu bile yol alamayınca, önümüze duvardan çok ilgisizlik çıktı.

YAPILANDIRILMIŞ KULLANIŞLI SÜREÇLER

-Suikast günü, cinayetin işlendiği ve evinizin bulunduğu Portakal Çiçeği sokağa gelen dönemin DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel, Necip Bey için, “Kendisini feda etti” demişti. Bu yoruma katılır mısınız?

-Savcı Beyin bu yorumu neden yaptığını bilmiyorum. Neyi kastettiğini yorumlayamam. Ben bir feda ediş olduğunu düşünmüyorum. Necip bir gazeteciydi. Geçmişin anlamlı ve değerli bir gazetecilik anlayışının son temsilcilerinden biri oldu. Çalıştığı konular, ilgi ve infial yaratan konular oldu. Siyasetin ve devlet içindeki illegal yapılanmaların canını sıktı. Bir bedeli var bu tür çalışmanın Türkiye’de ve o bedel öldürülmek oldu, her zamanki gibi.

-Hablemitoğlu suikasti dönem dönem Türkiye’nin gündemine geliyor. Yeni dönemden ümitli misiniz?

-Bahsettiğiniz bu süreçlere, “Yapılandırılmış kullanışlı süreçler’’ diyorum ben. Çünkü her zaman tanımlarken geçen 14 yıllık zamanı 3 ayrı döneme ayırırım. Cinayetten sonra Ergenekon’a kadar birinci evre, Ergenekon evresi ikinci evre ve bunun içinde Gezi olayları da bir alt evredir kısa süre. O zaman da hükümetin farklı sesleri Necip’in Gezi’yi tertipleyen Almanlar tarafından öldürüldüğünü iddia ediyorlardı. (Gülümsüyor.)

-Ya 3. evre?

-17-25 Aralık operasyonları sonrası. Ve inanın her dönemde- evrede yazılanlar, konuşulanlar, olaylar, şahıslar, ithamlar trajikomik. Çünkü anormal bir fikir değişikliği, bilgi kirliliği var. Her evrenin kendine özgülüğü çerçevesinde. O yüzden bu cinayet ve soruşturulamayışı, karartılışı bu ülkenin utancıdır. Bu ülkenin kurumlarının, siyasetinin ve yargısının, kolluğunun avamlığının bir yansımasıdır… Bu kadar net!

-Eşinizin Gülenciler’ce katledildiği iddiasının sizde karşılığı nedir?

-Yıllardır söylediğim gibi, somut kanıtlarla ortaya konulmaya muhtaçtır.

-Bir röportajınızda, “Fotoğraf çok net bizim için. Faili olarak biz biliyoruz yani fotoğrafın ne olduğunu” demiştiniz. Nasıl bir fotoğraftır sizin gördüğünüz?

-Bu suikast bağıra bağıra gelmiştir. Devlet ilgili kurumları ile seyretmiştir. 3 Kasım 2002 seçimleri ile Türkiye’nin içine girdiği süreçtir fotoğraf; hükümet değişikliği ve başbakanlık sorunu nedeniyle yaşanılan belirsizlik ortamında yerel ve küresel bir taşeron işbirliğidir bu cinayet. Kaldı ki, bunda da ne denli haklı olduğum ortadadır.

“EDEN BULUR”

-Bu suikastin aydınlatılmamasında AKP iktidarını da sorumlu tutuyor musunuz?

-Bu suikastın aydınlatılmamasında, karartılmasında bütün bu süreçte görev yapan ilgili kurumların bağlı olduğu dönemin bakanlarını araştıracaklar mı? İlgili kurumların başındaki mülki amirler araştırılacak mı? Cinayetin işlendiği günlerde kimlerin hangi pozisyonlarda neleri ört bas ettiklerine kadar inebilecekler mi? Ana muhalefet partisinin defalarca cinayetin soruşturulması için verdiği soru önergelerine yanıt veren ilgili bakanların bu yanıtları neye dayanarak verdiklerini araştırabilecekler mi? Bunları ve bunun gibi pek çok şeyi yapamayacaklarsa, kusura bakmasınlar kafadan sorumludurlar zaten. Benim sorumlu tutmama gerek yoktur.

-Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Cemaat tarafından “kandırıldıklarını” ifade etti, “Allah bizi affetsin” dedi. Bu temennilerin sizdeki karşılığı nedir?

-Bu ifade Sayın Cumhurbaşkanı’nın seçmeni için bir anlam taşıyabilir. Ancak yetişkinlerin kandırılması pedagojik olarak biraz tuhaf oluyor. Hani bunu mesleki bir gözle değerlendirdiğimde, 75 milyonun en azından yarısının ana okulu çocuğu olması gerek kandırılmaya inanması için. Ayrıca bu kadar hukuksuzluğun, ölümlerin, haksız ve yargısız infazların, bitirilen hayatların, işsiz kalan, ailesini kaybeden insanların olduğu bir süreçte bu kadar mistik bir açıklamanın yaşamdaki pratiği reel değildir. Rahmetli ananemin bir deyişi vardı; “Etme bulma dünyası” diye. Eden bulur, her daim ben de buna inanırım.

-Cemaat’le mücadele döneminin 17 ve 25 Aralık operasyonlarının milat olarak kabul edilmesi sizce sağlıklı mı? Doğru mu?

-Bilmem, bu biraz sanki malumu kabul etmek gibi olmuyor mu? Çok acayip bir milat öyleyse. Yani 17-25 Aralık’a kadar olanlar Hindistan’da mı yaşandı?

-İfadeler kamuoyuna yansıdıkça, ortaya çıkıyor Şengül Hanım. Bilime kafa yoran bir akademisyen olarak, Gülen’in muridlerinin, onun terli atletini almak için birbirleriyle yarışmasına ne dersiniz?

-Birey olmayı içselleştiremeyen bir toplum var Türkiye’de. Bunu artık kabul edelim. Türkiye’nin eğitim sistemiyle oynaya oynaya mundar oldu. Bu sistemden böyle sapkınlıkların çıkması da hiç garip değil. Kaldı ki, dünyada tek örneği de bu cemaat değil. Bu tür görünümlerin yaşandığı başka dinlerin tarikatları ve cemaatlari var. Bu tür yapılar dünyanın her yerinde üç aşağı beş yukarı aynıdır. Günlük yaşam pratiği ve kamusal düzen, devlet bu yapılarla uzlaşamaz. Ama bizim memlekette böyle bir yapıya devlet teslim edilmiş. Sanırım asıl cehalet ve sorgulanması gereken nokta da budur. Bu kadar köklü bir devleti babasının malı gibi kimler bu insanlara, bu yapıya teslim etmiştir?

-Sizce kim?

-Size hiç hayatta ne istediyseniz veren birileri oldu mu Kutlu Bey? Bana annem ve babam dahil hiç olmadı. (Gülümsüyor.)

Kimdir Şengül Hablemitoğlu?

Sosyal hizmet uzmanı ve eğitimci. 1965’te Ankara’da doğdu. 1986 yılında Ankara Üniversitesi’nden mezun oldu. Aile ve Tüketici Bilimleri alanında yüksek lisans ve doktora yaptı. Türkiye Bilimler Akademisi Sosyal Bilimlerde Doktora Sonrası Yurtdışı Araştırma Bursu ile 1997 yılında gittiği ABD Purdue Üniversitesi Kadın Çalışmaları Programı’nda misafir öğretim üyesi olarak araştırmalar yaptı. 1998 yılında Doçent, 2005 yılında Profesör oldu. Mayıs 2008’de Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü’nün kuruluşunda görev aldı ve Bölüm Başkanlığı’na atandı. Kasım 2008-Şubat 2015 tarihleri arasında Sağlık Bilimleri Fakültesi’nde Dekanlık görevi yaparak fakültenin yeniden yapılanmasında çalıştı. Mayıs 2015’de üniversiteden ayrılarak, Ankara’da bağımsız bir kuruluş olan Hablemitoğlu Ankara Enstitüsü’nü kurdu ve faaliyetlerini burada sürdürüyor.

@kutLuesendemir

Kutlu Esendemir,
 (kutluesendemir@hotmail.com)

http://gazeteport.com/2016/devleti-babasinin-mali-gibi-cemaate-kim-teslim-etti-65519/

***

16 Haziran 2016 Perşembe

PKK-AKP ve Cemaat



PKK-AKP ve Cemaat



Yazar: Ümit Özdağ


Gültekin Avcı Bugün gazetesinde 31 Aralık 2013’de yazdığı yazıda PKK’nın müzakere sürecinde ulaşmış olduğu tehdit seviyesini harika bir şekilde özetlemiş. Özetlemek bile yazıya haksızlık olacağı için yazının en can alıcı yerlerini bütünlüğü  içinde aktaracağım. Avcı şu değerlendirmeyi yapıyor: “PKK teröristleri tüm şehir ve ilçelere yerleşimini tamamladı. KCK sistematiğinin kurulmadığı, PKK silahlı teröristlerinin yerleşmediği bir tek ilçe bile kalmadı.

Her akşam bölgedeki istisnasız her il ve ilçede, şehirlerdeki terörist kadrolarla (aralarında halka saldıkları vergileri toplamak için görevlendirdikleri gençlerle birlikte) toplantı yapıyorlar.Tüm il ve ilçelerdeki asker ve polisçe bilinen PKK/KCK akşam toplantılarında PKK üst düzey yetkililerinin birbiriyle eşleşen açıklamaları şöyle:’Doğu ve Güneydoğu'da Türkler'in sayısı asker ve polisten ibaret. Öğretmenlerin önemi yok. Çözüm süreci sayesinde hiç giremediğimiz yerlere ulaşıp yerleştik... Ayaklandığımız zaman Kürdistan artık tamamdır...’‘Devletin bizim için en vurucu gücü hava sistemleridir. Bu sebeple artık taktik değiştiriyoruz. Bundan sonra halkın arasında savaşacağız. Artık dağda savaş bitti... Devletin sınırların bazı noktalarına yapacağı yüksek gözetleme kuleleri için güdümlü füzeler kullanacağız...’
 ‘Aşiret reisleri ve yetkililerini, kanaat önderlerini ne pahasına olursa olsun yanımıza alalım. Gerekirse milletvekilliği ve belediye başkan adaylığı teklif edin...’ korucuların büyük bir bölümü PKK safına geçmiş. Oran net değildi benim bilgilerimde. PKK ise net rakamı veriyor ki doğruymuş.
HPG il yetkilisi: ‘...Korucuların %85'i yanımızda. Düzenli olarak vergilerini veriyorlar. Devlet içindeki diğer arkadaşlarımızla düzenli olarak haberleşiyoruz, birbirimizi biliyoruz...’



TSK unsurları, polis ve görüştüğüm vatandaşlar ise bu görüntünün tek sebebi olarak; devlet yanındaki kişi ve grupların savunmasız bırakılması, hükümetin emirleri gereği yürütülen çözüm sürecinin devlet otoritesini ortadan kaldırması, KCK otoritesinin açıkça ve görünür şekilde yerleşmesi ve serbestçe hareket edebilmesi olduğunu söylüyorlar.Devlet otoritesi bitip KCK otoritesi dayatılınca devlet için şehit vermiş aileler bile PKK safına kaymış.HPG il yetkililerinin teröristlere yaptığı açıklamalarda altı çizilmesi gereken önemli bir açıklama da şu: ‘Çözüm süreci savaşımız ve Kürdistan için tam bir güç kaynağı oldu. Biz 20 yıl savaşabilecek kadar askeri ve ekonomik güce ulaştık. Bu süreçle... Artık herkesle görüşebiliyoruz. Yolsuzluk kavgasını iyi değerlendireceğiz. Akıllı olmalıyız. Başbakan bizim için Kürdistan demektir. Bunu açıkça söylemiyoruz. Böyle dersek ülke ayaklanır.’Seçimler çok önemli. Teşkilatımız tamam. Milletvekili seçimlerine kadar Kürdistan'ı kurmak zorundayız. Rojava'nın bir an önce toparlanmasını bekliyoruz... Siz gerillalara her türlü tolerans tanınmış durumda. Verginizi toplayıp araçlarla serbestçe geziyorsunuz. Daha ne istiyorsunuz.’

 Avcı’nıntespitleri ve aktarmalarında en ufak bir abartma yok. Ne yazık ki bir fotoğraf çekimi var. Güneydoğu Anadolu’da durum bu. Avcı’nın tespitlerine ek olarak 3 Ocak 2014 tarihli Yeniçağ gazetesinde Ahmet Takan’ın verdiği bilgileri gözden geçirelim. PKK geri çekilme adı verilen süreçte çok az unsurunu geri çekmişti. Şimdi onlara da Türkiye’ye geri dönme emri verildi Kandil tarafından. Bu arada siyasi ve ideolojik eğitim alıp eyleme karışmadığı için serbest bırakılan PKK’lılar yerel seçimler için sahada çalışmalara başlamış durumdalar. Dağlarda olan militanlar ise mezra ve köylerde çalışmalarını sürdürüyorlar.





















PKK müzakere sürecinde ele geçirmiş olduğu ivme ile yerel seçimlerde Güneydoğu Anadolu’da 2011 seçimlerinde almış olduğu % 51 oy oranını % 80 üzerine çıkarmayı hedefliyor. Seçimleri bir referanduma dönüştürüp, seçim sonrasında başlatabileceği bir ayaklanma için uluslar arası platformda “demokratik destek zeminini” güçlendirme peşinde. Güneydoğu Anadolu’da paralel PKK devleti iktidarı paylaşması AKP Hükümeti tarafından kabul edilmiş durumda.  

Ancak müzakere adı verilen teröre teslimiyet süreci ve sonunda gelinen bu nokta sadece AKP Hükümetinin suçu mu? Hizmet Hareketi ilk günden buyana müzakerelere destek vermiyor mu? Bu konuda Hizmet’in önemli isimlerinin yapmış olduğu açıklamalar yok mu? Akil Adamlar içinde Hizmet mensupları yok mu? Hizmet Kürtçe televizyon çalıştırmıyor mu? Ve hepsinden önemlisi Ergenekon, Balyoz,   casusluk, ve adları artık tarihe mal olmuş bir çok operasyonda Deniz Kuvvetleri ve askeri teknoloji uzmanları dışında Türk Ordusu’nun terörle mücadelede en seçkin ve ön plana çıkmış unsurları tasfiye edilmedi mi? Bu süreçte Hizmet’in hiç mi payı yok?

Ergenekon, PKK’ya teslim oluş sürecinin diğer adı değil mi? Ergenekon operasyonları PKK’nın Güneydoğu Anadolu’da ikili iktidar kurmasına giden yolu açmadı mı? 1992’de Cizre’yi PKK’nın elinde alan her tanıyanın “o bir kahramandır” dediği üsteğmen Cemal Temizöz’ü albay rütbesinde suçsuz olduğu açıkken içeri alan ve hakkında 5 müebbet hapis ve 100 sene ceza istenmesinde Hizmet’in hiç mi rolü yok.   1992-1994 arasındaki dönem ile ilgili olarak Oslo’da PKK ile yapılan uzlaşma gereği henüz 200 subayın (bu sayının 1000’i geçeceği söyleniyor.) yargılanmasında,   Hizmet hiç mi rol oynamıyor? Hizmet’in gayri resmi sözcüsü olanlar “Kürtlere bütün haklarını verelim. Bizim meselemiz PKK ile” şeklinde bir söylem ile aslında PKK’nın hedeflerine karşı çıkmadıklarını ortaya koymuyorlar mı?

Bu listeyi uzatabiliriz. Ancak gerek yok. Bu arada KCK operasyonlarında ve Oslo görüşmelerinin millet tarafından öğrenilmesi hususunda Hizmet’e yakın polislerin büyük hizmeti olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu adımlar genel süreci ne yazık ki değiştirmemektedir.
Özetle Allah korusun Türkiye bölünür ise tek suçlunun AKP olduğuna ne millet inanır ne de tarih. 
http://www.21yyte.org/ sitesinden 16.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır



http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2014/01/04/7362/pkk-akp-ve-cemaat

20 Şubat 2015 Cuma

Türk-Amerikan ilişkilerinde ABD'nin Manivelaları; NATO, İncirlik, PKK ve Cemaat






  Türk-Amerikan ilişkilerinde ABD'nin Manivelaları; NATO, İncirlik, PKK ve 
Cemaat 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
29 Mart 2014 Cumartesi
Cahit Armağan DİLEK tarafından yazıldı.


Dokümanlarda Türk-Amerikan İlişkileri

Küresel ve bölgesel ilişkiler bağlamında ABD Türkiye için, Türkiye de ABD için kritik öneme sahip iki ülke konumundadır. Türk hükümeti bu ilişkiyi önceleri 
"stratejik ortaklık" tanımlarken daha sonraları 2009'da Amerikan Başkanı Obama'nın kullandığı "model ortaklık" kavramını benimsemiştir.  Nitekim bu durum T.C. Dışişleri Bakanlığının resmi internet sayfasında "model ortaklık kavramı, Türkiye-ABD ilişkilerinin ulaştığı ileri noktayı, ilişkilerin özgün karakterini ve kapsamlı niteliğini yansıtmaktadır"şeklinde ifade edilmektedir.[1] Aynı sayfada ilişki alanları ve bölgeler "Türkiye ve ABD, Orta Doğu, Kuzey Afrika, Balkanlar, Kafkaslar, Doğu Akdeniz, Orta ve Güneydoğu Asya gibi çok geniş bir coğrafyada ve terörle mücadelede, enerji arz güvenliği, nükleer yayılmanın önlenmesi ve küresel ekonomik gelişmeler gibi kritik önem taşıyan konularda kapsamlı işbirliği yapmaktadır." şeklinde açıklanmaktadır.  

ABD Dışişleri Bakanlığının resmi internet sayfasındakiTürkiye sayfasındaki bilgi kağıdında ise Türk-Amerikan ilişkileri için stratejik veya model ortaklık ifadeleri yer almamakta, Türkiye'nin coğrafi konumunun önemine işaret edilerek karşılıklı çıkar ve saygıya dayanan ilişkilerin 1947'deki Truman Doktrini uygulamasıy la derinleşmeye ve gelişmeye başladığı belirtilmekte, Türkiye ile terörle mücadele, Afganistan, Irak, Suriye konularında birlikte çalışıldığından ve Türkiye'nin ABD'ye sağladığı imkanlardan söz edilmektedir.[2]

Dışişleri Bakanlıklarının politik açıklamalarının yanında herhangi bir ülkenin Amerikan iç ve dış politikasındaki yerini anlayabilmek için bakılması gereken 
dokümanların en başında Amerikan Ulusal Güvenlik Stratejisi gelmektedir. Amerikan politikaları ve stratejilerine yön veren, hiyerarşik sıralamada en üst 
sırada bulunan bu doküman en son Mayıs 2010'da yayımlanmıştır. Obama'nın bu yıl ortalarında yeni dokümanı yayımlanması beklenmektedir. 2010 tarihli Amerikan Ulusal Güvenlik Strateji dokümanını incelediğimde tespit ettiklerim şunlardı:[3] "Dünyanın her yerindeki gelişmelerin içinde olmayı hedefleyen ABD dünya genelinde bölgesel teşkilatları, üçlü mekanizmaları, ikili ortaklıkları kullanmayı öngörüyor. Bu maksatla da dünyanın her bölgesinde bunları organize ettireceği güçlerin ortaya çıkmasını destekliyor. Ancak bunu yaparken bazı sınıflandırmalar yapıyor. Örneğin, en yakın müttefikler (Kanada, İngiltere, 
Fransa, Almanya gibi), çok özel ilişkileri olanlar (İsrail), yeni ortaya çıkan güçler (Rusya, Çin, Hindistan gibi) , küresel ve bölgesel rolleri artan güçler 
(Güney Kore, Güney Afrika, Endonezya, Japonya, Brezilya, Avustralya gibi), bulundukları konum itibariyle işbirliği yapılması önemli olan ülkeler (Türkiye, Körfez ülkeleri, Meksika, Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan, Pakistan, Nijerya, Kenya, Filipinler, Tayland gibi)."

Söz konusu dokümanda Türkiye'nin konumuna ilişkin olarak ise şu tespitleri yapmak mümkündür: Türkiye, strateji metninde adı geçen sınırlı sayıda ülkelerden birisidir. Türkiye’nin adı sadece metnin 42. sayfasında Avrupalı müttefikler başlığı altındaki paragrafta geçmektedir. Ancak adı geçen diğer ülkeler “yakın müttefik, özel ilişkili, stratejik ortak, ortak” şeklinde tanımlanırken Türkiye için bu tip bir ilave tanımlama yapılmamış olması dikkat çekmektedir. ABD Başkanı Obama’nın 2009 yılında Türkiye’ye yaptığı ziyarette gündeme gelen “model ortaklık” veya özellikle Türkiye’de her seviyedeki yöneticiler tarafından 
sıklıkla telaffuz edilen “stratejik ortaklık” ifadesi Türkiye için metinde yer almamıştır. Metindeki Türkiye ifadesi, Balkanlar’da istikrar ve demokrasinin 
geliştirilmesi, Kafkaslar ve Kıbrıs’ta sorunların çözülmesine yönelik girişimlere ABD’nin bağlı kalacağını belirten cümleden sonraki “geniş bir yelpazedeki ortak çıkarlar bağlamında ve özellikle bölgesinde istikrarın sağlanması konusunda Türkiye ile angajmanlara girileceği” ifadesinin içinde yer almaktadır.

Metinde adı geçen ülkelerden övücü, bölgesel ve küresel konulara daha fazla söz sahibi olabilirler gibi yaklaşımlarla bahsedilirken Türk siyasetçilerin beklediği ifadelerin metinde yer almadığı görülmektedir. Bu haliyle ABD’nin Türkiye’nin rolünün ve birlikte çalışma alanının daha sınırlı olmasını beklediği 
değerlendirmesi yapmak yanlış olmayacaktır. Buna göre Türkiye ile Balkanlar, Kafkasya (muhtemelen Ermenistan ile ilişkiler) ve Kıbrıs’ta birlikte çalışılması 
öngörülüyor. Bu ifadelerle birlikte metnin Ortadoğu bölümüne ilişkin paragraflar da incelendiğinde Ortadoğu’da Türkiye’yi ön plana çıkaracak, ki Türkiye’nin 
haklı olarak çok iddialı ve önemli bir potansiyele sahip olduğu bölgedir,  bir rol öngörülmüyor.

Amerikan Raporlarına Göre ABD'nin Manivelaları

En üst seviyedeki Amerikan politika ve stratejilerindeki ifadelerin ne anlama geldiğini bunların sahadaki uygulamalarından görmek mümkündür. Bu bağlamda ABD'nin Türkiye'yi nasıl gördüğünü ve Türkiye'nin iç ve dış politikalarını nasıl etkilediğini gösteren önemli bir örneği burada açıklamak istiyorum. Görevli olduğum dönemde Amerikan Savunma Bakanlığının Türkiye'nin bulunduğu bölgeye ilişkin özel ve gizli bir değerlendirme raporunu okuma şansım oldu. Aslında Türkiye'deki son iç politik gelişmeler bağlamında bu makaleye ilham kaynağı olan da bu rapordur. 2004 yılında okuduğum bu raporda ABD'nin Türkiye ile ilişkilerinde kullanabileceği manivelalar şu şekilde ifade edilmekteydi:

- Türkiye bir NATO üyesidir.
- Türkiye ABD'ye üs kolaylığı (İncirlik) sağlamaktadır.
- ABD'nin Türkiye'deki sosyo-ekonomik ve politik ortamı etkileme gücü vardır. 

Bu çok sade, kısa ama Türk-Amerikan ilişkilerini ve ABD'nin Türkiye'yi nasıl gördüğünü net olarak özetleyen bir değerlendirmedir. Bu makalede ağırlıklı 
olarak üçüncü maddeyi ele alacağım. Çünkü bu madde Türkiye'nin bilgi harekatına (psikolojik harekat, algı yönetimi, siber-dijital savaş vs) açık olduğunu göstermektedir. Özellikle 2007'den sonra Türkiye açık ve ağır bir şekilde bunlara maruz kalmıştır. 

İlk ikisinin uygulamasına ilişkin çok sayıda örnek verilip makaleler yazılabilir. Örneğin Afganistan ve Irak'ın işgalinde İncirlik Üssünün kullanımı gibi. Üs imkanını Türkiye sağlamış olmasına rağmen üs bir Amerikan manivelasına dönüşmüştür. Nitekim ABD'nin Irak'tan çekilirken İncirlik Üssü'nü kullanılabileceği  ABD tarafına iletilmiş ancak ABD Körfez ülkelerini tercih etmiştir. Ayrıca üssü kapatıyorum demek ABD ile ilişkilerin sıfırlanması demek 
anlamına geliyor, üs kullanıldığında da Türkiye ister istemez ABD'nin saflarında yer almış algısı da yaratılmış oluyor.

NATO üyeliğiTürkiye'yi Batı dünyasına bağlayan en önemli mekanizmaların başında yer almıştır. Aslında halen de öyledir, çünkü kullanılıp kullanılamaması ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte NATO karar mekanizması içinde veto yetkisi bulunmaktadır. Ancak Türkiye NATO'nun karar mekanizmalarında etkili olamayınca NATO'nun genel politikalarına uymak zorunda kalınmakta ve NATO Türkiye'nin politikalarını şekillendirmekte, Türkiye'nin öngörmediği operasyonların ve projelerin içinde yer almasına yol açmaktadır. Örneğin Libya operasyonu, örneğin Füze Kalkanı Projesi. Bunda son örnek ise Ukrayna krizidir. Ukrayna krizi bir ABD-Rusya ya da AB-Rusya krizi olmaktan çok bir NATO-Rusya krizi olmaya doğru giderken bunun Türkiye'nin çıkarlarına uygun olup olmadığı Türkiye'de hiç incelenmemektedir. Ukrayna krizi ile ilgili yapılan NATO Savunma Bakanları toplantısına Türkiye'nin Savunma Bakanı katılmamıştır. NATO karar alıp savaş gemilerini Karadeniz'e gönderme kararı alırsa buna Türkiye'nin nasıl bir cevap verebileceği kamuoyunda tartışılmamaktadır. Gelişmelere hazırlıklı olmayınca da bu tür gelişmelere yönelik alternatifleri olmayan Türkiye'ye karşı NATO üyeliğinin bir manivela olarak kullanılmasına da ortam yaratılmaktadır.

ABD'nin manivelaları tabii ki bu kadar sınırlı değil. Askeri nitelik taşıyan NATO üyeliği ve üs imkanı gibi manivelaların yanında ekonomik ve askeri yardım 
konuları, Türkiye'nin AB üyeliği, güvenlik konularında (terörle mücadele gibi) işbirliği de birer manivela olarak ortaya çıkmaktadır. Belirtilen konuların 
Türkiye'nin iç ve dış politik kararlarında ne kadar etkili olduğunu geçmişteki olaylar göstermektedir. Örneğin sözde işbirliği yaptığımız terörle mücadele 
alanında Türkiye'nin talep ettiği helikopterler, silahlı/silahsız insansız uçaklar bırakın satılmasını kiralanmasına bile izin verilmezken, aynı ABD bu tür 
silah ve sistemleri kolayca Güney Kore, Japonya ve hatta Irak'a kısa bir süreçte satabilmektedir.

Ancak bunların yanında etnik ve dini/mezhepsel hassasiyetler bir toplumun şekillendirilmesinde, algılarının yönetilmesinde en önemli alanlardır. İşte 
ABD'nin Türkiye'de toplumu ve yöneticilerini şekillendirecek sonuçlar yaratmakta en çok kullandığı alanlar bunlar olmuştur, olmaya da devam etmektedir. Çünkü ABD Savunma Bakanlığı dünyada bu konuda en büyük harcamayı yapan, en çok personel kullanan kurumdur. İşte bu konu yukarıda bahsettiğim Amerikan raporundaki üçüncü maddeye girmektedir.

Türkiye'deki sosyo-ekonomik ve politik ortamı etkileyen Amerikan manivelaları; 

PKK ve Cemaat

PKK Terör Örgütü

Etnik bölücülük temeline dayalı bir hedefle ortaya çıkan PKK terör örgütü ABD tarafından 1997 yılında kendi terör örgütleri listesine dahil edilmiştir. Bu 
kararla ABD, PKK'ya karşı terörle mücadelede Türkiye'nin yanında olduğu mesajını da vermiştir. PKK'nın ortaya çıkışından itibaren ABD'nin PKK'yı izliyor olması normal bir gelişmedir. Ancak ABD açısından PKK'nın tam bir manivela haline gelmesi PKK'nın lideri Öcalan'ın 1999'da Türkiye'ye teslim edilmesiyle olmuştur. Çünkü PKK liderinin teslim edilme şartları (Türkiye'ye götürülürken yolda ölmemesi, doğru bir dava görmesi, Kürt sorununda önemli adımlar atılması, idam edilmemesi)[4] ABD'nin konuyu terörle mücadele kapsamında değil bir etnik grubun özgürlük mücadelesi olarak ele aldığını gösteriyordu. Artık ABD doğrudan işin içindeydi. Bu konuda daha önce yazdığım ve süreci anlatan makalemde detaylar yer almaktadır.[5]

Anılan makalede özetle şunları anlatmıştık: Teslim şartlarında belirtildiği şekilde Öcalan doğru bir dava görmüş ve idam edilmemiştir. Bundan sonra da  Türkiye 'nin Kürt sorunu adı verilen konuda köklü adımlar atması için PKK yeniden devreye sokulmuştur. 2003'te Irak'ın işgal edilmesiyle Türkiye ABD'yle komşu olmuş, Irak'ın kuzeyinde üslenen ve yeni saldırılara hazırlanan PKK'nın tasfiye edilmesi konusu Türkiye-ABD ikili görüşmelerinde Türk tarafının ana ve 
çoğunlukla da tek gündem maddesi olmuştur. 2004'den itibaren PKK'nın saldırıları artmaya başlayınca da ABD Türkiye'nin alması gereken tedbirler konusunda fikir beyan eden, görüşleri dinlenen birinci aktör konumuna gelmiştir. Bu durum Türkiye'nin sınır ötesi operasyon girişimlerinin sürekli ötelenmesine yol açmış, 2007 yılı sonundan itibaren ABD'nin izniyle Irak'ın kuzeyine başlatılan sınır ötesi operasyonların koordinasyonu kapsamında operasyonların sınırlı kalması ve Türkiye'nin Irak'ın kuzeyine (hem PKK hem de Irak'ın kuzeyindeki yerel Kürt yönetimine) yönelik kapsamlı operasyonlar yapılması engellenmiştir. ABD bu şekilde Türkiye'nin Kürt sorununda askeri seçenekleri kullanmasını kontrol etmiş ve sınırlandırmış, sorunun askeri tedbirlere değil siyaset içinde çözülmesini sürekli telkin etmiştir.

ABD'nin bu kapsamda Türkiye'ye önerdiği yöntemler terör örgütleriyle değil "isyan eden-ayaklanan-özgürlük arayan-ülkesinin işgaline direnen" gruplara 
(insurgency) karşı kendisinin uyguladığı yöntemlerdir.[6] Bu durum PKK konusunun yani terörün siyasallaşmasını hızlandırmıştır. Nitekim 2006'dan itibaren hükümetin PKK ile başlattığı gizli görüşmeler, Habur'dan giriş, sızan Oslo görüşmeleri ve İmralı zabıtları, 2013 yılı başından itibaren artık kamuoyuyla da 
paylaşılan hükümet-PKK terör örgütü görüşmeleri, teröristbaşının son iki Nevruz'daki mesajları, teröristbaşının son sızan ses kayıtları göstermektedir ki 
PKK ve onun hapisteki lideri anayasa yazılmasından Meclis'in çalışması ve çıkarılacak kanunlara, sözde çözüm sürecinin nasıl uygulanacağından TSK'nın 
uyacağı kurallara kadar hatta bir iddiaya göre Bakanların kimler olacağına kadar hükümetin dolayısıyla Türkiye'nin kararlarını yönlendirir, Türkiye'nin 
geleceğini belirler hale gelmiştir.
Bunun için Öcalan da muhtemelen öldürülmeyeceği ve Kürt sorunun siyasi alanda çözüleceği kulağına fısıldanmış olarak ABD tarafından adeta bir Truva atı gibi Türkiye'nin terörle mücadele mekanizmasının içine sokulmuştur. ABD Öcalan'ı teslim eden olarak ve Öcalan vasıtasıyla, ayrıca terörist saldırıları yapan PKK'nın üslendiği Irak'ın kuzeyi dahil Irak'ta kontrolü elinde bulunduran ülke olarak PKK vasıtasıyla bizzat işin içine girmiştir.  ABD'nin bir manivela olarak tasarladığı Öcalan bütün bu süreci yönetip kendi tasarladığı stratejiyi hayata geçirmiş, PKK'nın hem terör saldırılarını hem de eylemsizlik sürecine 
sokulmasını dönüşümlü bir manivela olarak kullanmıştır. 
Eylemsizlik süreçlerinden özellikle seçim dönemlerinde karlı çıkmaya alıştırılan hükümet son olarak sözde çözüm süreci adı altında terör örgütüyle müzakereye oturmak zorunda kalmıştır. Gelişmeleri objektif şekilde değerlendirenlerin söylediğini teyit edercesine Öcalan'ın kendisini ziyaret edenlere söylediklerinden ve son günlerde sızan konuşmalarından da anlaşılmaktadır ki müzakerenin yasal dayanağı yoktur, hükümeti iktidardan düşürerek yargıya götürecek  sonuçlar doğurmuş, hükümeti geri dönülemez bir noktaya getirmiş ve hükümeti bununla tehdit etmiştir. Öcalan bu süreçte kazanmış olduğu yetkilerle (Kürt halkının temsilcisi, müzakere yetkilisi, siyasi şahsiyet, barışsever ve barış yapar vs) bu hükümetin yerine gelecek yeni bir hükümetle bile kaldığı yerden devam etme pozisyonuna gelmiştir.

Bütün bu gelişmelerden ABD'nin habersiz olduğu, sözde çözüm sürecinin Türkiye'nin projesi olduğuna ilişkin kamuoyuna pompalanan haberler ise hayatın normal akışına terstir, zaten öncesini yukarıda açıkladık. Söz konusu çözüm süreciyle ilgili İmralı'dan Kandil'e, PKK'nın Avrupa temsilcilerine, Irak'ın 
kuzeyindeki Kürt gruplara giden bilgilerden ABD'nin haberdar olmaması mümkün değildir. Ayrıca artık herkes tarafından bilinen ABD'nin küresel bazdaki dinleme 
faaliyetleriyle bu ilişkileri ortaya çıkarması kaçınılmazdır. Burada muhtemelen ABD'nin dikkat ettiği husus "gelişmelerin ABD'nin öngördüğünden daha çabuk 
sonuçlanması veya geri dönülemez bir anlaşmazlıkla sonuçlanmasıdır." Bunun için de hem hükümet hem de PKK kanadını yoklayarak süreci kontrol altında tuttuğunu söyleyebiliriz. ABD açısından; 2002 sonunda iktidara geldiğinde teslim edilmiş ve İmralı'da mahkum olan Öcalan'ı elinde bulunan AKP hükümetinin PKK terör örgütüyle müzakere masasına oturtulmuş olmasının önemli bir başarı olduğunu söylemeliyiz. Çünkü ABD bu sorunun tarafların birbirini hırpaladığı ama kesin bir üstünlük sağlayamadıkları bir ortamda, zamana yayılmış olarak, zamanı geldiğinde sonuçlanmasını beklemektedir. Bundan sonraki basamakta yeni bir hükümetle ama aynı Öcalan'ın müzakereyi tamamlaması beklenmelidir. Mevcut hükümet veya yeni hükümetin müzakereye yanaşmaması halinde ne olacağının mesajını (ya müzakere ya savaş) son Nevruz'da hem Öcalan hem de Kandil ve destekçileri tarafından verilmiştir. Yani Öcalan süreçte sözde barışı arayan baş aktör olmaya devam ederken hükümeti ve toplumu müzakereye resmen ve kanunen başlatmak için PKK'nın terörist saldırılara başlaması da çok büyük ihtimaldir. Yeni dönemde Öcalan süreci çok daha sıkı kontrol altında tutabilecektir, ABD'nin 1999'dan itibaren fiilen içinde bulunduğu suni etnik bir sorun üzerinden Öcalan'ı (ve PKK'yı) kullanarak Türkiye'deki sosyo-ekonomik ve politik gelişmeleri etkilemeye devam etmesi de mümkün olacaktır.

ABD'nin PKK ve Öcalan konusunda işin içinde olduklarını gösteren diğer konu da yine Amerikan kurumlarının hazırladıkları bazı raporlar ve bunların birbiriyle 
çelişkileridir. Örneğin Amerikan düşünce kuruluşu RAND dünya genelindeki terör örgütleri ve direniş örgütleriyle ilgili olarak 2010 yılından sonra hazırladıkları raporlarda PKK'yı da incelemişlerdir. Bunlarda 1999 yılında PKK lideri Öcalan'ın yakalanmasıyla Türkiye'nin zafer kazandığı değerlendirmesinde bulunmuştur. Aynı dokümanlarda terör örgütlerinin keskin hiyerarşik yapıya sahip olmaları nedeniyle lideri etkisiz hale getirilen terör örgütlerinin dağıldığı tespiti de yapılmaktadır. Ancak yıl 2014 ve halen Öcalan lider hatta hapishaneden ülkeyi yönlendiren bir konuma gelmişse Öcalan'ın etkisiz hale getirilemediğini söyleyebiliriz. Bunun temelinde de Öcalan'ın 1999'daki teslim şartları yani ABD'nin Öcalan'ı manivela yapacak şartları vardır.  Öcalan'ın şuanda çok etkin konumda olduğunu teyit eden diğer bir dokümanda ABD Kongresi Araştırma Merkezinin periyodik olarak hazırlayıp Kongre üyelerine sunduğu Türkiye raporlarında (Türkiye'ye ilişkin karar alışlarda temel başvuru dokümanı olarak kullanılmaktadır) Türkiye'deki ana aktörler (key figures) listesinde Cumhurbaşkanı, Başbakan, Dışişleri Bakanının yanında sayılan dördüncü kişi Öcalan'dır. 

Cemaat

Cemaatten bahsederken hemen söyleyelim ki söz konusu Kongre raporlarında bahsedilen beşinci ve son kişi Fethullah Gülen'dir.

Ne kadar ilginçtir ki ABD'nin PKK'yı tam bir manivela olarak kullanmaya başlaması ile Cemaat denince herkesin aklına gelen dini örgütlenmenin bir 
manivela haline gelmesi hemen hemen aynı döneme denk gelmektedir. Birisini vermiş diğerini almıştır. Öcalan Şubat 1999'da Türkiye'ye teslim edilirken 
cemaat lideri F.Gülen ise Mart 1999'da ABD'ye gidiyordu diğer bir ifadeyle sığınıyordu. Öcalan görünüşte o güne yaptıklarının hesabının görüleceği bir 
davada yargılanacaktı ama öldürülmemesi / idam edilmemesi şartı vardı. Nitekim ömür boyu hapse mahkum oldu, ancak hapisteyken Kürtlerin sözde tek temsilcisi unvanına ulaştı ve onların adına müzakere masasına oturdu. F.Gülen devlete sızıp ele geçirme planları var diye hakkında dava açılma hazırlıkları yapılırken ABD'ye kaçtı, açılan davada ise beraat etti. Ama Türkiye'ye dönmedi ama bulunduğu yaşadığı ABD'den Türkiye'deki gelişmeleri etkileme, hükümeti 
yönlendirme, dini bir lider olmaktan çok devletin Cumhurbaşkanının ve hükmet üyelerinin muhatap olduğu siyasi bir figür haline geldi.

Bütün ülkelere ilişkin yıllık terör raporları, insan hakları raporları, dini özgürlükler raporu hazırlayan ABD'nin F.Gülen hareketinden habersiz olması, Amerikan topraklarında kendince sürgün hayatı yaşayan bir dini liderin ve onun cemaatinin faaliyetlerini takip etmemesi, onları yönlendirmemesi mümkün değildir. Nitekim Amerikan gizli servislerinin F.Gülen cemaatiyle ilişki içinde olduklarına ilişkin haberler basına da yansıdı. Bırakın gizli servislerin faaliyetlerini yukarıda bahsedilen Kongre raporlarında verilen detaylı bilgiler F.Gülen'in ABD'nin takibinde olduğunu göstermektedir. Türkiye'nin iç dinamikleriyle yakında etkileşim içinde bulunan bir aktörün ABD tarafından kullanılmadığını düşünmek uluslararası ilişkileri, gizli servislerin faaliyetlerini bilenler açısından mümkün değildir.

2013'ün son çeyreğinde ve 2014'ün ilk aylarında ortaya çıkan bilgi ve belgeler gösterdi ki hakkındaki davadan beraat eden F.Gülen'in liderliğindeki oluşum 2000 yılında hakkında açılan davanın iddianamesinde belirtildiği şekilde devletin bütün kurumlarına sızmış, elemanlarının kritik görevlere yerleşmesini sağlamıştı. Bununla yetinmeyip hükümetin desteği ve sağladığı olanakları kullanarak görünürdeki hükümetin arkasında aslında devleti yöneten gizli güç haline gelmişti.

Aslında burada Türkiye'nin seçilmiş hükümeti dar kadrosunun açığını cemaatin yetişmiş elemanlarıyla kapatıyordu.  Bu durum her iki tarafın işine de 
geliyordu. Bu birliktelik amaçların örtüştürülmesiyle daha da derinleşti. Türkiye'de gündem demokratikleşme, askeri vesayetin sona erdirilmesi ve Kürt 
sorunun (bazılarına özellikle askerlere göre terör sorunu) çözülmesiydi ya da kısaca askerin etkisizleştirilmesiydi. Bu hedef Kürtçü kesim ve PKK tarafının da 
işine geliyordu, çünkü onlar da asker aradan çıkarılırsa terörün siyasallaşmasının daha kolay olacağına inanıyordu.  Nitekim öyle oldu ve 2007'den sonra başlayan operasyonlar ve davalar süreci ile bazı yasal düzenlemeler yetişmiş askeri kadroları hapishanelere tıktı, geri kalanlarının özellikle Güneydoğu Anadolu'da kışlalarından bile çıkamaz hale getirdi.

Konuyu biraz yakından takip edenler bilecektir ki bahse konu süreçte psikolojik harekat  teknikleri uygulanmış, toplum yönlendirilmiştir. Şimdi hükümetin 
söylediği şekilde bunu cemaatin tek başına yapmış olması mümkün değildir. Hükümet ortam hazırlamıştır, destek sağlamıştır (zaten bunun yapıldığı inkar 
edilmiyor, sadece safmışsız denilerek işin içinde çıkılmak isteniyor). Cemaatin insan gücünün de psikolojik harekat tekniklerinin uygulanmasına ve binlerce 
belge, bilgi, kayıt elde edilip analiz edilerek tasnif edilmesine yönelik teknik imkanlara sahip olmadığını, bunun bir başka gücün desteğiyle yapılmış olası çok 
büyük ihtimaldir. Bu gücün de cemaatin liderini ağırlayan ülke olduğunu söylemeliyiz.

Ancak burada şu konuyu hiç akıldan çıkarmamak gerekir. Bütün bunlar yani cemaatin arkasında ABD'nin olması, cemaatin çift taraflı oynayarak hükümeti zor durumda bırakması, 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasının yok sayılması, kapatılması, bu konuda hükümetin mağdur gösterilmesi kabul edilemez, rüşvet ve yolsuzluğa bulaşanları haklı göstermez.

Neden Cemaat - Hükümet Kavgası

Peki herşey anlattıklarımız gibiyse son aylardaki hükümet-cemaat çatışması neden yaşanıyor? Bunun Kürt sorununun sözde çözümü ve hükümetin etkinlik sürecini ve görevini doldurmuş olmasıyla ilgisi olduğunu düşünüyorum. 11 yıldır iktidarda olan AKP artık yıpranmıştır, özellikle 2011 seçimlerinden sonraki süreçte hükümetin demokratik esaslardan ayrılmaya başladığının iyice belirginleşmesi yurt içinde hem halk hem de kanaat önderlerinden tepkiler almış, bu tepkiler artık sokaklara taşmıştır. Ayrıca dış politika bağlamında özellikle bölgesel konularda ABD politikasıyla uyuşmazlıklar yaşanmaktadır. Yani hükümet hem iç hem de dışarıda destek sıkıntısı yaşamaktadır. ABD açısından Hükümet öyle bir değişmelidir ki toplumun genelinden gizli yürütülen sözde çözüm süreci de hasar görmemeli, ülkede ve bölgede kaosa yol açmayacak şekilde muhtemelen genel seçimlere kadar halk desteğini yitirmiş seviyeye gelerek iktidarı kaybetmelidir.

Cemaat-hükümet kavgasının sonucundan en fazla faydalanan kesim sözde çözüm süreciyle ülkemizin güneydoğusunda özerk bir yönetim kurmaya çalışan Öcalan liderliğindeki Kürtçüler ve PKK tarafı olmuştur. Sözde sürecin başlaması ancak işlemediğini ortaya çıkmasıyla birlikte 2013 yaz aylarının sonundan itibaren cemaat hükümet kavgasının da başladığını görüyoruz. Bu kavga sertleştikçe ve 17 Aralık ile birlikte en üst seviye çıktıkça bölgeden hiçbir haberin kamuoyuna yansıtılamadığı çünkü gündeme alınamadığı, adeta bir karartma uygulandığını görüyoruz. Diğer taraftan hükümetin bu kavgayı bir seçim stratejisine dönüştürerek yeni karşı taraflar yarattığını da görüyoruz. Hal böyle olunca kavganın da bir senaryo olabileceğini düşünmeliyiz. 30 Mart'taki yerel 
seçimlerden sonra hükümetin kendince yeterli oy aldığını değerlendirmesiyle birlikte bu kavganın sönümlenmesi hiç de küçük bir olasılık değildir. 

 Sonuç

Küresel güç ABD'nin küresel bazda politika ve stratejiler oluştururken ülkelerin ve yerel unsurların varsa hassasiyetlerini kullanması Amerikan çıkarları 
açısından normal bir uygulamadır. Yukarıda bahsettiğim Amerikan raporunda ABD'nin Türkiye'ye yönelik belirttiği üç maniveladan üçüncüsünü (ABD'nin 
Türkiye'deki sosyo-ekonomik ve politik ortamı etkileme gücü vardır.) Türkiye'de 1999 ve özellikle 200'ten itibaren kullandığını görmekteyiz. Burada öne çıkan 
manivelalar ise PKK ve cemaattir. PKK'nın yaptıkları bellidir, geçmişi zaten onu aklamaya ve affetmeye izin vermeyecek kadar vahşidir.

Cemaattin ise biz bir hizmet hareketiyiz, iyilik yapıyoruz demesi yaptıkları yasa dışı işleri görmezden getiremez. Hükümetin sağladığı ortamla ve şuanda 
sığındıkları ülkenin teknik ve operasyonel desteğiyle ülkemize, kurumlarımıza ve insanlarımıza karşı yaptırdığı operasyonların, düzmece davaların hesabını 
vermeden, işin içinde yer alanları yargıya teslim etmeden, ne yapalım bizi de başkaları kullanmış diyerek işin içinden sıyrılması kabul edilemez. Aynı şekilde 
hükümetin de her ne kadar soruşturma işinin içinde cemaatin adamlarının olduğunu söylese de 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk iddialarından yargı önünde mutlaka hesap vermesi gereklidir. Kumpas ve yolsuzluklar birbirine uygun ortam hazırlamış olabilir ancak ayrı suç iddialarıdır.

Önümüzdeki en büyük tehlike ise hükümet-cemaat kavgasının da büyük kumpasın parçası bir senaryo olması ve güneydoğudaki bölünmeyi maskeliyor olmasıdır. 
Böylece yetişmiş insanlarımızın, kurumlarımızın, Atatürk'ün deyişiyle mazisi insanlık tarihiyle başlayan Türk Ordusunu tasfiye gayretlerinin ülkemizin ve 
milletimizin bölünmesine yol açacak kumpasın saklanmasıdır.


[1] "Türkiye - Amerika Birleşik Devletleri Siyasi İlişkileri", 

http://www.mfa.gov.tr/turkiye-amerika-birlesik-devletleri-siyasi-iliskileri.tr.mfa

Erişim tarihi 23 Mart 2014.


[2]U.S. Relations With Turkey, Fact Sheet, January 7, 2013, 

http://www.state.gov/r/pa/ei/bgn/3432.htm,

 Erişim tarihi 23 Mart 2014.


[3] ABD Ulusal Güvenlik Stratejisinin Şifreleri ve Türkiye, Cahit Armağan Dilek, 
Ocak 2013,  

http://www.asssastratejibulteni.com/ABD_Guvenlik_Stratejisinin_Sifreleri_ve_Turkiye.pdf


[4]“Öcalan'ı biz teslim etmedik, sadece Türkiye’nin işini kolaylaştırdık”,  
13.05.2011, Gazetevatan, 

http://www.gazetevatan.com/-ocalan-i-biz-teslim-etmedik--turkiye-nin-isini-kolaylastirdik--377067-gundem/

Erişim tarihi 23 Mart 2014.


[5] Çapulcudan özgürlük savaşçısına, terörden direnişe, direnişten bağımsızlığa; 
PKK terör örgütünün dönüştürülmesi, 27 Mayıs 2013, Cahit Armağan Dilek, 

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2013/05/27/7012/capulcudan-ozgurluk-savascisina-terorden-direnise-direnisten-bagimsizliga-pkk-teror-orgutunun-donusturulmesi.s
Erişim tarihi 23 Mart 2014.


[6] Yazarın Notu: ABD açısından dünyada mücadele edilmesi gereken tek bir terör örgütü vardır o da El Kaidedir. ABD'nin teröre ve ayaklanmaya (direniş 
örgütleri) karşı ayrı ayrı stratejileri vardır. Türkiye'ye dikte edilen ayaklanmalara (direniş örgütlerine) karşı olan yöntemlerdir. Bu yöntemler söz 
konusu örgütlerle ilişki kurmayı, liderleriyle görüşmeyi ve müzakere etmeyi kapsamaktadır. Ancak terörle mücadelede bu konuda sıfır tolerans vardır ve 
teröristler nerede olurlarsa olsunlar aranıp bulunup imha edilmektedir.

..