Doç. Dr. Şaban Kardaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Doç. Dr. Şaban Kardaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Eylül 2016 Pazar

Ortadoğu'da Bölgesel Dönüşüm ve Türk Dış Politikası, BÖLÜM 1




Ortadoğu'da Bölgesel Dönüşüm ve  Türk Dış Politikası, BÖLÜM 1


Doç. Dr. Şaban Kardaş


TAKDİM 

ORSAM olarak kuruluş yılımız olan 2009 yılından itibaren düzenli olarak yaz döneminde bir hafta süren “ORSAM Ortadoğu Yaz Okulu Programı” düzenlemektedir. Programa, Türkiye’nin farklı illerinden, değişik üniversitelerinden lisans bölümlerinin 3. ve 4. sınıfları, yüksek lisans, doktora öğrencileri ve değişik sektörlerde konu ile ilgili çalışan kişiler katılmaktadır. “ORSAM Ortadoğu Yaz Okulu Programı”, Ortadoğu konulu derslerden oluşan bir seminer şeklinde yürütülmekte olup; dersler ORSAM uzmanları, danışmanları, bürokratlar ve üniversite öğretim üyeleri tarafından verilmektedir. 

2014 yılında ORSAM, SAM, Yurtdışı Türkler ve Akraba Toplulukları Başkanlığı ve Kamu Diplomasi Koordinatörlüğü’nün işbirliği ile dört farklı ilde (Ankara, Trabzon, Çanakkale ve Sakarya) yaz okulları düzenlenmiş ve Türkiye’nin birçok farklı üniversitesinde Türk ve Yabancı uyruklu öğrencilerin yoğun ilgisi ile karşılaşılmıştır. 

Daha önce sadece Ankara’da gerçekleştirilen bu program, çok fazla talep olmasına karşın kısıtlı bir öğrenci topluluğuna imkan sunabilmiştir. 
Bu yıl farklı şehirlerde gerçekleştirilen bu program ile Ankara dışında yaşayan ve imkanı olmayan öğrencilerin de bu programa katılımları sağlanmıştır. Bu program ile ülkemizin seçkin üniversitelerinde yetişen ve konusunda uzman olmuş akademisyenler ile öğrenciler arasında öncelikle bir iletişim ağı oluşturulmuş ve onlardan eğitim alma şansına sahip olmuşlardır. 

Türkiye’nin içinde yer aldığı Ortadoğu coğrafyasında meydana gelen değişimler, aktörler, güç dengeleri gibi öğeler Türkiye’nin hem iç hem de dış politikasında büyük etkilere sahiptir. Bu program ile hem Türk hem de burslu yabancı öğrenciler yoğun ve detaylı bir Ortadoğu eğitimine tabi olmuş ve bu program ile Türkiye’nin Ortadoğu’ya bakışının iyi anlaşılması, ve Türkiye’nin Ortadoğu vizyonunun ortaya konması sağlanmıştır. ORSAM tarafından hazırlanan elinizdeki çalışma program sürecinde verilen derslerin dökümünü içermektedir. Ortadoğu araştırmacılarının ve bölgeye ilgi duyanların faydalanacağını umduğumuz çalışmayı kamuoyunun ilgisine sunuyoruz. 

Orsam Başkanı 
Doç. Dr. Şaban Kardaş 
Ortadoğu’da Bölgesel Dönüşüm ve Türk Dış Politikası 
Doç. Dr. Şaban Kardaş 


     Bugün, Ortadoğu’da bölgesel dönüşüm konusundan bahsedeceğiz. 
Ortadoğu’nun son yıllarda öne çıkan bir tema var. Bunun adını Arap baharı olarak adlandırabiliyoruz. Ama aslında genel olarak baktığımızda bunun bir bölgesel dönüşüm süreci olduğunu görmekteyiz. Bu değişim süreci ne anlama gelmektedir? Bunun farklı boyutları nedir? 
Bu konuya verilen tepkiler nelerdir? Bu süreçte Türkiye ve Türkiye’nin dış politikası nedir? 

Ortadoğu’da bölgesel değişim veya dönüşüm dediğimiz zaman genel olarak; siyasal, sosyal ve son dönemde özellikle ekonomik ve de güvenlik alanlarında yaşanmakta olan farklı gelişmeleri anlamaktayız. Bu değişim ve dönüşüm sürecinde öne çıkan temalar ise; demokrasi, İslam – demokrasi ilişkisi, etnik talepler, dini farklılıklar, güvenlik ihtiyacı, ekonomik geri kalmışlık, Müslüman kardeşler, daha somut’a indirgediğimiz zaman Şii - Sünni çatışması, son günlerde de IŞİD’tir. Libya’ya gidildiği zaman bölgesel farklılıklar, Tunus’a gittiğiniz zaman yine çok farklı gelişmeler görülmektedir. Bölgesel değişim dediğimiz zaman daha somut ve soyut bir şekilde ilk akla gelen olaylar, gelişme ve kavramlar bunlardan ibarettir. Bu süreçleri daha geniş bir bağlama oturtmak istediğimiz zaman bunun arkasında ne vardır? Bu bölgesel dönüşüm sürecinin 
temel dinamikleri nelerdir? 

Bunun yansımaları nelerdir? 
Bu durumun Türkiye’ye etkileri nelerdir? 
Bunlardan bahsedeceğiz. 

Bölgesel dönüşümü açıklamak konusunda tek bir yaklaşım bulunmamaktadır. Zaten sosyal bilimlerde baktığımız zaman tek bir yaklaşım yoktur. Bu şu anlama gelir; tek bir anlamda doğruyu kimse bilmiyordur. 

Herkes anladığı, bilebildiği kadarıyla, elindeki veriler ile belirli bir analiz yapıp belirli bir konu da farklı yorum ve analizleri ortaya koyabilir. En iyi şekilde yaptığımız budur. Ama yaptığımız yorumlar hep koşulludur. 
Hiçbir zaman gerçeği yansıtmamaktadır. Bizim Arap Baharı olarak popüler olarak bildiğimiz bölgesel süreci de; bu açıdan çok farklı yorumlara maruz kalan ve bizim zaman zaman uluslararası ilişkiler disiplini içerisindeki tartışmalarda da farklı yorumları görmekte olduğumuz bir konudur. Ama aynı şekilde bu konu gündelik hayatımızı da etkiledi. 

Türkiye’de gündelik olan siyasi tartışmalarda da karşımıza çıkmaktadır. Olayların tarihsel, sosyolojik arka planını unutarak gündelik yansımalarına bakmak, gündelik görünümünden analiz yapmak gerekmektedir. 

Bence Arap Baharı yani bölgesel dönüşüm olgusu da bu şekilde riskin çok fazla olduğu bir konudur. Yani; gündelik yansımalarına bakarak, gündelik olarak televizyondan gördüğümüz bazı görüntüler üzerine veya internetten seyrettiğimiz bazı görüntüler üzerinden ya da sosyal medya da ki bazı yansımalar üzerinden çok çabuk kestirmeden bazı kanaatlere varabileceğimiz bir konudur. Bu konuda dikkatli olarak arka planı akılda tutmak da fayda olduğunu düşünüyorum. Arap Baharı bölgesel dönüşüm dediğimiz zaman bu konunun çıkış noktası ve bu çıkışın arkasındaki bu meselenin altında yatan dinamikler nelerdir? Yani bu konunun diğer çeşitli ülkelerin gündelik yansımalarından daha ziyade arka planın da yatan bölgede bulunan farklı ülkelerde ki yapısal sebepleri nelerdir asıl olarak bunlara bakmakta fayda vardır. Olgusal olarak, somut olaylar açısından baktığımız zaman Arap baharı veya bölgesel dönüşüm süreci dediğimiz zaman aklımıza gelen temel süreç ve dönemler; 2010 yılının sonundan 2011 yılının başından itibaren Ortadoğu’nun farklı ülkelerinde cereyan eden bir takım olayları anlamaktayız. Ortadoğu’nun farklı ülkelerinde halkların sokağa döküldüğünü biliyoruz. Buna karşılık Ortadoğu’daki ülkelerin verdiği tepkilerin birbirinden farklılaştığını gözlemliyor ve halkın sokağa döküldüğü bu olaylar sonucunda ortaya çıkan etkinin değişik ülkelerde değişik şekilde meydana geldiğini görmekteyiz. Ama özünde vatandaşların sokağa çıkması belirli bir talep ile meydanları doldurması ve bunun neticesinde bazı ülkelerde “rejim değişikliği” diye tanımladığımız şekilde rejimlerin değişmiş olmasıdır. Ama bazen böyle sonuçlar ortaya çıkmamıştır ve hatta bazı ülkelerde çatışma ortamı yaratmıştır. Bu ülkeler; Tunus, Mısır, Yemen, Libya, Bahreyn ve Suriye’dir. Bir şekilde bölgenin önemli ülkelerinin bu süreçten etkilendiğini görmekteyiz. Türkiye 
de bölgenin bir parçası olduğundan Türkiye’yi de katabiliriz. Sadece somut olarak etkilenenler değil köklü bir şekilde baktığımız zaman derinde herkesin bir şekilde etkilendiğini görmekteyiz. Mısır’daki vatandaş Tunus’da yürümüş, Tunus’dakiler için mi yürümektedir? Hayır. Onun da belirli sıkıntıları var ve onun için yürüyor. Suriye’deki vatandaş yine Suriye’nin içerisinde yine kendisinin yaşadığı sorunlar için yürüyor. Ama yine de dönemsel ve konjonktürel olarak bunlar eş zamanlı momentum yaratıyor. Dünya tarihine baktığımız zaman; devrim ve demokratikleşme dalgalanmalarının zaman zaman yaşanmış olduğunu biliyoruz. 

Ülkeler bazında bölgesel dönüşüm dediğimiz zaman öne çıkan bazı örnekler bulunmaktadır. Ama buradaki karşı karşıya kaldığımız sorun sadece bu ülkelerden ibaret değildir. Bu saydığımız ülkelerin dışında kalan somut olarak gösterilerin yaşanmadığı, rejim değişikliğinin yaşanmadığı ülkelerin de kökten yavaş yavaş bu bölgesel değişimden, dönüşümden etkilendiği görülmektedir. Bu nasıl olmaktadır? Bir şekilde sıçrama etkileri, mülteciler dediğimiz bir sorun var. Belki Lübnan’da benzeri bir sorun yaşanmadı. Vatandaş sokağa dökülmedi. Lübnan’da bir rejim değişikliği olmadı. Ama Suriyeli mültecilerin Suriye’ye gitmesi o bölgeyi derinden etkileyebiliyor. Türkiye’de bir milyon civarında Suriyeli mülteci bulunmaktadır. Bu sıçrama etkisidir. Ama onunda ötesinde siyasi kültürde ister istemez bu gelişmelerin bir etki yarattığını görüyoruz. Biz somut olarak kronolojik bakış açısı ile bakarsak; olayları, süreci tetikleyen 
neydi? Tunus’ta üniversite mezunu olan bir gencin 2010 yılının aralık ayı sonunda kendisini yakması sonucu ortaya çıkan gösteriler ve daha sonra sürecin devamında, Tunus’ta uzun yıllar ülkeyi yöneten liderin ayrılması ve seçimlerle gelen yeni yönetimin kurulmasıdır. Rejim değişikliği dediğimiz olgu sürecinde yaşanan gösterilerin en güzel örneğini Tunus’ta görmekteyiz. Gösterilere başka güzel bir örnek, 2010 yılının Ocak ayının içerisinde Mısır’da görülmektedir. Mısır’da Tahrir meydanında günler süren gösteriler sonucunda Hüsnü Mübarek görevden ayrılmıştır. Bir sonraki öne çıkan örnek ise; Libya’dır. Libya’da da benzer bir durum vardır. Uzun yıllardır iktidarda olan bir lider buna karşı 
yine bir ayaklanma fakat Libya’da Kaddafi, gösterileri görünce hemen görevden ayrılmadı. Kuvvete başvurarak ayaklanmayı bastırma yolunu seçti. Buna karşı vatandaşlar da aşiret v.s. diğer networklerin devreye girmesi ile silaha sarıldı. Daha da önemlisi Libya’da bir dış müdahale gerçekleşti. BM’ler Güvenlik Konseyi’nin çıkardığı karara istinaden batılı ülkeler Fransa, İngiltere ve daha sonra NATO’nun devreye girmesiyle Kaddafi hükümeti devrildi. Ve en son kendisi de öldürüldü. Ve Libya da bir rejim değişikliği böylelikle yaşanmış oldu. Diğer öne çıkan örnek olay da; Suriye dir. Bizim yakınımızda olup bizi etkileyen en önemli örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. 2011 Mart ayından itibaren gösterilerin başladığını biliyoruz. Bir süre gösteriler barışçıl içerikteydi. Esat yönetimi gösterilere karşı kısmen siyasi reformları yapma sözü vermiş olsa 
da bunu yerine getirmemiştir. Bunun neticesin de 2011 yılının özellikle güz mevsiminden itibaren göstericilere karşı kullanılan şiddet artmıştır. 
Buna cevaben göstericiler yavaş yavaş silahlanmaya başlamıştır. Suriye ordusundan kopuşlar vardır. Suriye ordusundaki eski askerler Özgür Suriye 
Ordusu’nu kurup silahlı bir direnişe başlamışlardır. 2012/2013/2014 yıllarında bu süreç devam etmektedir. Tabii arada geçen süre de bu lineer şekilde ilerlememektedir. Farklı evrelerden geçmektedir. Muhalefet kendi içerisinde ayrışıyor. Uluslararası toplumun cevabı bu olaya farklı oluyor. 

Ama neticede şunu biliyoruz ki; uluslararası toplum, Libya da olduğu gibi bir müdahale gerçekleştirmiyor. Bunun neticesinde Suriye deki çatışma halen rejim ve muhalifler arasında, muhaliflerin kendi arasında devam etmektedir. Ve ülkede bir sivil savaş dediğimiz durum söz konusudur. 
Başka örnek vermek gerekirse mesela Yemen’de de yine gösteriler var ve uzun süre iktidarda olan bir lider bulunuyor. Bu gösterilere karşı buradaki lider de hemen görevden ayrılmıyor. Orada da geçiş biraz netameli ama bir Suriye veya Libya gibi çatışmaya varmadan bir ara formülle geçiş sağlanıyor. Bu ara formülü geliştiren Suudi Arabistan oluyor. Yemen de halen çatışma riski olmasına rağmen en azından görünürde bir Libya veya Suriye’nin gittiği yola girmiyor. Bahreyn’de ise; yönetimdeki aile Sünni ailedir. Ama ülkede yaşayanların çoğu Şii’dir. Ülkedeki vatandaşlar mevcut sistemden ve düzenden memnun değiller ve onların da bazı değişiklik talepleri bulunmaktadır. Arap baharının başlaması ile 
oradaki halk da sokağa dökülmüştür. Bahreyn’deki yönetim de hemen yönetim den çekilmedi ve gücü sonuna kadar ellerinde tutmak için devam ettiler. 

Bahreyn’de de Suudi Arabistan’ı görmekteyiz. Körfez İşbirliği Konseyi dediğimiz bir oluşum söz konusudur. 

Körfez diye bahsettiğimiz 

Basra Körfezin’deki küçük Arap devletlerinin ve Suudi Arabistan’ın bir araya gelerek oluşturdukları Körfez İşbirliği Konseyi diye bir örgüt bulunmak tadır. Bu örgütün şemsiyesi altında Suudi Arabistan oraya güvenlik kuvvetleri göndererek gösterileri bastırmıştır. Zaman zaman bu gösteriler yeniden patlama noktasında gelse de şu ana kadar Bahreyn görece olarak istikrarlı gibi görünmekte ancak alttan alta vatandaşların talepleri devam etmektedir. Arap Baharı dediğimiz zaman bu bölgesel değişim sürecinde öne çıkan örnekler bunlardır. Bunlar doğrudan olayların yaşandığı; doğrudan vatandaşın sokağa döküldüğü ve bir şekilde siyasi rejimlerin sorgulandığı ve neticesinde ya kısmen bir rejim değişik liği yaşandı ya da bir çatışma ortamının doğduğunun görüldüğü örnekler dir. Ama Ortadoğu ya baktığımız zaman Ortadoğu kavramı yapay bir kavram 
olarak inşa edilmiş bir kavramdır. Ama her ne kadar inşa edilmiş olsa da bu kavram dilimize ve sosyal bilimler literatürüne yerleşmiştir. Biz de bu Ortadoğu kavramını belirli bir coğrafyayı tanımlamak için kullanmakta-yız. Son dönemde yaklaşık 10/15 yıl içerisinde giderek anlam kazanan başka bir kavram daha vardır. Bazen genişletilmiş Ortadoğu kavramını duymaktayız. Buna Afganistan’ dan Kuzey Afrika’yı dahil edecek kadar olan coğrafya da ekleniyor. Ama bazen literatürde çok sık görebileceğiniz İngilizcede “MENA” diye adlandırılan bir kavram var. 

Bu aslında kavramın kısaltılmış şeklidir. MENA’nın açılımı; Middle East North Africa dır. Yani; Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesi. Giderek uluslararası 
alandan hem siyasi tartışmalarda hemde sosyal bilimlerdeki akademik tartışmalarda Kuzey Afrika yı ve Ortadoğu yu tek bir sistemmiş gibi ele 
alan bir eylem vardır. Arap Baharı ve Ortadoğu’daki bölgesel dönüşüm sürecinin aslında geniş bir alanı kapladığını görmekteyiz. Sadece dar anlamda Ortadoğu değil Kuzey Afrika’yı da içerecek şekilde MENA ya da genişletilmiş Ortadoğu bölgesinden bahsediyoruz. Bu bölgede bazı örneklerin yukarıda bahsettiğimiz gibi bir şekilde halk gösterileri ile patladığını veya patlama riskini taşıdığını görüyoruz. Ama bölgesel değişim, dönüşüm talebi ve bu bölgesel değişim, dönüşümün etkileri bu saydığımız ülkelerle sınırlı değildir. Bunlar bir anlamda değişim ve dönüşümün en fazla hissedildiği ve öne çıktığı örneklerdir. Ama daha derinlere gidildiği zaman; bu geniş coğrafyada yer alan farklı ülkelerin ister 
istemez bu değişim dalgasından etkilendiklerini ve buna cevaben tepki
verdiklerini görmekteyiz. Bu duruma Türkiye de dâhildir. Türkiye bu sistemin ve coğrafyanın bir parçasıdır. Ortadoğu’da olup bitenler sadece bizi güvenlik açıdan etkilemiyor. Siyasi, ekonomik ve sosyolojik açıdan da etkilemektedir. Biz bu coğrafyanın ve bu sistemin bir parçasıyız. 

Saydığımız örnekler dışındaki ülkelere de bakmak gerekmektedir. 

Bunlar; 

Ürdün, Fas. Bu ülkelerde görülen durum ise; her ne kadar hızlı bir dönüşüm olmasa da kısa vadede bir rejim değişikliği olmasa da ya da vatandaşlar taleplerini çok sert bir biçimde günlerce meydanları işgal ederek, yakıp yıkarak ifade etmeseler de bir şekilde hem bu ülkedeki insanların bir değişim talebi ile öne çıktığını hem de bu ülkelerdeki rejimlerin alttan alta az da olsa belli reformlar yapmak yolunda gittiklerini görüyoruz. Bu aynı şekilde Körfez’de de geçerli bir durumdur. Bugünkü geldiğimiz noktada görüyoruz ki; başta Suudi Arabistan olmak üzere farklı ülkelerin buna direndiğini görüyoruz. Bu sürece direnen bölgesel değişim ve dönüşüm sürecine direnmekle kalmayıp; engellemeye çalışan bir grup ülkeden de bahsedebiliriz. Bu ülkelerin de ister istemez bu süreçten etkilendiği bir vakadır. Ne yapıyorlar? Vatandaşlarına; bunlar biraz daha fazla para vermek durumunda hissediyorlar yâ da vatandaştan aldıkları vergilerin bazılarını almayarak onlara bir maddi rahatlama sağlamak zorunda kalıyorlar. Bazı örneklerde vatandaşlarına bazı siyasi haklar verdiklerini görüyoruz. Bu siyasi haklar; Meclislerin yetkisini arttırarak bu tam anlamda bizim bildiğimiz veya batı da bildiğimiz parlamento anlayışına varmıyor ama danışma meclisi olsa bile yavaş bu tür kurumların bu değişime direnen ülkelerde de çıktığını ve oluştuğunu, rejimlerin bir şekilde vatandaşların taleplerini
gidermek için bazı adımlar atmak zorunda kendilerini hissettiklerini görüyoruz. O açıdan bu Ortadoğu’daki değişim ve dönüşüm dediğimiz zaman sadece Libya, Musul, Mısır, Suriye, Tunus gibi öne çıkan örneklere değil çok öne çıkmayan örneklere bakmakta da fayda vardır. Çünkü bu değişim ve dönüşüm süreci köklü bir süreçtir. 

Bu kadar köklü bir süreç ile karşı karşıya isek bunun temel sebepleri nelerdir? Asıl sormamız gereken soru belki budur. Ne oluyor da bölgede bu kadar sınır olmasına rağmen Kuzey Afrika’dan körfeze kadar farklı ülkelerde insanlar eş zamanlı olarak( bu durum dünya tarihinde çok görülen bir olgu) belli talepleri dile getirerek, hayatlarını öne atarak öne çıkıyorlar? Mısır’daki veya Suriye’deki gösterilere bakılacak olursa 2011 yılı mart-nisan aylarında sokağa çıktığınız gün öldürülme şansınız yüksektir. Böyle kaç gün yaşanabilir ki? Buna rağmen insanlar sokağa çıkıyorsa demek ki onları oraya iten bir sebep var. Bunları anlamak önemli bir konudur. Bu sebepler nelerdir? Hangi sebeplerden ötürü bu kadar uzun süreli ve geniş bir coğrafyada farklı ülkelerde ki halklar sokağa çıkıp belli bir talebi ısrarla ve hayatlarını riske atarak savunuyorlar bu talebi 
dillendiriyorlar, bu kadar köklü, yapısal sebepler ne olabilir? Sebepleri anlamak için bir yelpazeye bakmamız gerekmektedir. Tek bir sebebe bakmamamız lazım. Sebeplerin içinde ekonomi, sosyal realite ve ayrıca siyasi sebepler bulunmakta dır. Bir defa ortaya çıktıktan sonra dalganın diğerlerine aktarılması ilk örneğin başarılı olmasının getirdiği literatürde “yansıma etki” diyebileceğimiz bir kavramı temsil eder. Sürdürülebilirlikte bir faktördürdür. Ama altta yatan her ülkenin kendine özgü koşulları bulunmaktadır. Ama bunların ortak benzeştiği bazı noktalar vardır. O bir yerden diğer yere nasıl sıçrıyor? Çünkü yaşanan sorunun benzeri diğer ülkede de yaşanıyor. Bizim yapısal özellikler diye bahsettiğimiz konu budur. Bunlar nelerdir? Siyasi açıdan baktığınız zaman; bu ülkelerin çoğunda uzun yıllar iktidarda kalan farklı rejimler vardır. Ama özünde uzun yıllar iktidarda ve farklı seslere müsaade etmiyorlar. Bu tek adam, tek aile, tek parti olabilir. Bunlar önemli değildir. Ya da bazı ülkelerde ordunun içinde olduğu bir yapı bulunmaktadır. Bunlar şu anlama gelmektedir; siyasal değişim talepleri farklı görüşleri siyasi süreçte de yansıtan mekanizmalar bu ülkelerde bulunmamak tadır. Siz o ülkeyi yöneten dar elitin bir parçası değil de dışarıdan biri iseniz bu sizin siyasi taleplerinizin sisteme yansımayacağı anlamına gelmektedir. Bu anlamda katılım eksiği vardır. Bu durumunda önde gelen sebeplerinden biri olduğu pek çok uzmanın üzerinde uzlaştığı bir konudur. Burada siyasi anlamda olmayan katılımcı var ve bu uzun yıllar böyle devam etmiştir. Sadece dar bir parti veya dar bir kitle değil pek çok örnekte tek bir kişiye tek bir lidere veya bu liderin etrafındaki aileye indirgenmiştir. Bunun geldiği anlam şudur; jenerasyonlar boyunca tek bir lideri görülmesi ve siyasi yozlaşmışlığın çok somut bir şekilde insanların gözünün önünde durması. 
Bir yanda sıradan insanlar gündelik ekonomik sorunlar ile uğraşırken diğer taraftan ise iktidarda olan kişinin ailesine bakıyorsunuz. Kişiye indirgeyip, düşmanlaştırdığınız zaman o aile erkanının harcamalarına bakıyorsunuz. Bu durum insanlarda uzun vadede ciddi bir tıkanmışlık ve alternatif görememe gibi bir ruh halini yansıtmaktadır. Mısır örneğine baktığımız zaman; Mübarek uzun yıllardır iktidarda olan bir liderdi. 

Kendisi iyice yaşlanmıştı ve yerine oğlunu getirmeye çalışıyordu. Halkın başka bir liderin gelme umudunu bu durumda yok ediyor. Böylece siyasi alanda bir tıkanmışlık; katılımcının olmamasını durumu ortaya çıkıyor. Ayrıca bu durumu ekonomik açıdan da değerlendirdiğimizde bu ülkelerin çoğunun nasıl ülkeler olduğu ortada. 

Arap dünyasına baktığımız zaman Ortadoğu’nun politik ekonomi dediğimiz bir durumu söz konusudur. Bu alanın bize söylediği; siyasi alanın çoğunun kökeninde bazı ekonomik sebepler vardır. Ekonomik ya da farklı şekilde yorumlandığı zaman ekonomik realiteler, ekonomik faktörler farklı siyasi sonuçları doğurmaktadır. Ortadoğu’da ekonomik açıdan bazı ülkelerin zengin olduğunu görüyoruz. Bunlar daha çok doğal kaynaklar ve özellikle de petrol, doğal gaz zengini ülkelerdir. Bazı ülkelerin ise; nispeten fakir olduklarını bazılarının daha da fakir olduğunu görüyoruz. 

Bunların doğal kaynağı yoktur ve bu ülkelerin çoğunun bu süreçten doğrudan etkilendiğini görüyoruz. Gerçekten Ortadoğu’daki ve Kuzey Afrika’daki değişim, dönüş süreci ve bundan etkilenen ülkelere bakıldığı zaman; doğrudan bu krizden etkilenenler nispeten fakir ülkelerdir. Yani; vatandaşın karnı görece olarak doyuyorsa siyasi sorunlar o kadar akut şekilde önümüze çıkmayabiliyor. Yani; petrol zengini ülkelere, Körfez’deki ülkelere baktığımız zaman orada da uzun yıllardır iktidarda olan bir lider veya aile görüyoruz. Oralarda da saltanat var. Suudlarda binlerce prens vardır. Bu prenslerin Fransa daki yazlıkları orada yaşadıkları sürece harcadıkları para Tunusluların yaptığı kadar değildir. 
Ama biz Suudi Arabistan’da benzeri bir etkiyi görmüyoruz. Çünkü o zenginlikle liderlerin, elitlerin nispeten vatandaşın beklentilerini satın alabilmesi gibi bir faktör vardır. Genellikle Arap Baharı’nın yaşandığı somut anlamda doğrudan etkilenen ülkelere baktığımız zaman Ortadoğu politik ekonomi sisteminden daha fakir olan doğal kaynak zengini olmayan ülkelerin birkaç istisnası vardır. Bu ülkelerin başında; Libya vardır. Libya’nın özelliği; Libya da çok bozuk bir gelir dağılımı vardır. Libya da parayı dağıtma noktasında Kaddafi akıllıca davranmıyor du. Bugün bile Libya’da ülkenin doğusu ve batısında ayrılma söz konusu. Libya da ayrıca bölgesel farklılıklar vardır. Petrol bir yerde çıkıyor, ülke başka bir yerden yönetiliyor. Orada çıkan petrol burada harcanıyor. Libya’daki sebepler biraz daha derindir. Ortada siyasi, ekonomik sebepler bulunmaktadır. Özellikle bazı uzmanlar küreselleşmenin etkisinden bahsetmektedir. 

Bu küreselleşme özellikle iktisat alanında uyarlandığında karşımıza neoliberal iktisat politikaları olarak ortaya çıkmaktadır. Yani; devletin ekonomideki rolünün küçültülmesi. Mısır, Tunus gibi ülkelere baktığımız zaman politik ekonomisi nispeten çoğunda hepsinde devletin süspansiyon sistemi var. Fiyatlar özellikle temel yaşam giderleri ya bedava ya da çok ucuza vatandaşa verilmektedir. Zengin bir petrol ülkesi iseniz bu bir sorun değildir. Bu durumu finanse edebilirsiniz.  Ama zengin bir ülke değilseniz bu sizin bütçeniz üzerinde bir yüktür. Mesela; Mısır bunu yapıyor ve bütçe açığında Amerika, Suudi Arabistan gibi ülkeler yardım ediyor. Ürdün vatandaşına ucuza petrol, ekmek, okul temel ihtiyaçlar veriyor. Ürdün’ ün bütçe açığını ise Suudi Arabistan ve Amerika kapatıyor. Sübvansiyona dayalı bir sistem vardır. 2001 yılındaki küresel 
siyasi kriz ama özellikle 2008 deki küresel ekonomik kriz ve bunun da öncesine gittiğimiz zaman uluslararası ilişkilerde neoliberal bir dalga vardır. 

  Devletlere diyor ki; vatandaşa bedava bir şey verme bütçeyi kıs. Yani Memurun maaşını kısın, temel giderlerin fiyatlarını yükseltin, vergiyi artırın. Bu ülkelerde aynı etkiyi yaşıyorlar ve ciddi anlamda devleti küçültme vatandaşa bedava verilenleri azaltma veya fiyatları arttırma gibi bir baskı söz konusu. Uzun yıllar boyunca pek çok uzmana göre bu durum Mısır’da Tunus’da ve hatta farklı ülkelerde mevcuttu. Hatta Libya’da eskiden Kaddafi çok rahat bir şekilde yurt dışına çocukları gönderip ceplerine 10.000 dolar koyabilirken bu zaman için de azalmıştır. 
Bu tür etkilerde önemlidir. Ortalama vatandaşın refahı süreç içinde aşağı doğru gidiyor. Peki, Afrika’da ki aç insan neden ayaklanmıyor? Ama sen böyle giderken beklentilerini 70’li 80’li yıllarda Libya petrol zengini olduğundan bütün dünyada Libyalılar zengin. Ama beklentiler aşağı gittiyse bu durumu sosyolojide; azalan beklentiler her zaman için bir kriz davetçisi şeklinde belirtilmektedir. 

Küreselleşmenin bir diğer yansıması olan iletişim değeri ve sosyal medya vardır. Bu süreçte sosyal medyanın yönü nasıl oldu? İlk aşamada farkındalık yarattı. Mevcut durumunu yaşıtlarınla kıyaslıyorsun senin beklentilerini belirleyen önemli bir sebep haline geliyor. Bu iletişimdir. Sadece internet değil. Gidiş geliş imkânları da bunu gösteriyor. Türkiye’de bile görülüyor. Mesela; uçakla seyahat ne kadar ucuzladı. İnsanlar kendisi gidemiyor ama Fransa da Avrupa da çalışan akrabaları var. İkincisi; olaylar başlayınca örgütlenme noktasında sosyal medyanın çok önemli çarpan etkisi rolü oynadığını gördük. Çok kısa sürede rejimlerin tepki verebilme kabiliyetinin önüne geçer şekilde göstericiler örgütlenebildi. 

Öte yandan yine sosyal medya bunu anlık şekilde dünyaya taşıdı. Bir ülkeden diğer ülkeye sıçramasında önemli rol oynadı. Pek çok uzmana göre Ortadoğu da yaşan son gelişmelerde sosyal medyanın rolü yüksektir. Yine sosyolojik olgu olarak bu süreçte kimlik siyasetinin, kimlik taleplerinin ön plana çıktığını söyleyebilir. Bunlar ne tür kimlikler olduğu önemli değildir. Etnik kimlik olabilir, mezhep kimliği (Şii – Sünni ayrımı), bazılarında Kürt-Arap’tır ya da bazılarında kadındır cinsiyette bir kimlik unsurudur. Ama kimlik temelinin bu süreçte öne çıktığını görüyoruz. 
Bu birinci faktör siyasi süreçle yakından ilgilidir. Farklı kimlik taleplerini mevcut siyasi sistemler kapsayıcı olmadıkları için bunları yansıtamadıkları ölçüde bu farklı kimliklere mensup pek çok kişi giderek sistemden yalıtılmış, dışlanmış bir şekilde öne çıktı ve yaşadığımız bu süreçte farklı kimlik gruplarının olduğunu bilmekteyiz. Mısır’da 2011 yılı başında Tahrir meydanına baktığımız zaman seküler, liberal, Hıristiyan, Müslüman insanlar görüyoruz. Ama Müslüman Kardeşler başlangıçta o kadar fazla yoktu. Müslüman kardeşler oyuna sonradan dâhil oldu. Yine Suriye’deki Tunus’daki gösterilere baktığımız zaman çok fazla farklı kesimlerden insanın sokağa döküldüğünü görüyoruz. Bu gösterileri bu 
sokak hareketlerini başarılı kılan temel sebeplerden birisiydi. Aynı anda birden fazla kesime dayanmaktaydı. Sadece bir kesime dayansaydı bu kadar çabuk sonuç alamazdı diyen pek çok uzman vardır. İşte bölgede yaşanmakta olan bölgedeki değişim dönüşüm sürecini anlamak için yapılması gereken şey; arka plandaki sosyal, ekonomik, siyasi, teknolojik pek çok sebebi bir arada incelemektir. 

Arap baharını veya bölgesel dönüşümü tetikleyen birisi yok mu? Bir senaryo yazıldı o mu oynanıyor? Ya da kendiliğinden ortaya çıkan bir gelişmeme mi? Türkiye’de de çok tartışılan bir konu. Bir senaryo yazıldı ve o senaryo oynanıyor denilmekte. Bana göre doğal bir süreç. Herkes bunu anladığı kadar politika geliştirip yönlendirmeye çalışmaktadır. Bu Türkiye, Amerika, İsrail için de geçerlidir. Yaptığımız bir görüşmede Amerikalılar arkasında siz mi varsınız? diye soruyor Türkler Amerika-lılara siz mi varsınız? diyor. İsrailliler Amerikalılara soruyor. Amerikalılar da Mısır ve Suriye’nin arkasında siz mi varsınız? diyorlar. Kimse bilmiyor. Bu doğal bir gelişme. Ama bunu anlamak anlamlandırmak 
açıklamak ve ona göre yönlendirmek gerekmektedir. 

2.Cİ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEK,




****



6 Nisan 2016 Çarşamba

TÜRKİYE VE ARAP BAHARI: TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASINDAKİ DEĞİŞİKLİKLER



TÜRKİYE VE ARAP BAHARI: TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU  POLİTİKASINDAKİ DEĞİŞİKLİKLER 








Doç. Dr. Şaban Kardaş, 
TOBB Üniversitesi Öğretim Üyesi, 
HASEN Bilim ve Uzmanlar Kurulu Üyesi 

Orta Doğu geçtiğimiz iki yıl boyunca bir dönüşüm sürecine girmiş ve bölgesel aktörleri yurt dışı politikalarını yeniden tanımlamaya zorlamıştır. 2010 yılının 
sonlarındaki olayların başlangıcından bu yana ise Türk hükümeti Arap Baharı’nı pozitif yönde kavramsallaştırmıştır. 
Genel bakış açısı, çeşitli gösteriler ve ayaklanmaların bölgede dönüşüm için aşağıdan yukarıya doğru bir talep olduğu yönünde olmuştur. Bu, sıradan Arap halkının gerçek arzusudur ve Türkiye’nin desteğini hak etmiştir. 

Açıkça görülmektedir ki Tunus, Mısır veya Libya gibi bölgedeki demokratik rejimlerin nihai yükselişi Türkiye için memnun edici gelişmelerdir ve Türkiye’nin 
Orta Doğu politikalarında uzun vadede pozitif sonuçlar üretmesi muhtemeldir. Ancak demokratik rejimlerin geçiş süreçleri ve konsolidasyonunun zorlayıcı 
olacağı ve Türkiye için çeşitli güvenlik riskleri doğuracağına dikkat edilmesi gerekmektedir. Suriye’deki ayaklanma ve akabinde meydana gelen çatışma şimdiden Türkiye’nin bölgesel menfaatleri açısından doğrudan problem oluşturmaya başlamıştır, ancak Arap Baharının etkileri doğrudan oluşan güvenlik risklerinden çok daha derine gitmektedir. 

 <  Bölgesel dönüşüm kaçınılmaz bir şekilde Türkiye’nin Orta Doğu’daki rolünün gözden geçirilmesini gerektirmektedir ve Ankara şimdiden bölgesel politikalarında önemli değişiklikler başlatmıştır.   >        

Bölgesel dönüşüm kaçınılmaz bir şekilde Türkiye’nin Orta Doğu’daki rolünün gözden geçirilmesini gerektirmektedir ve Ankara şimdiden bölgesel politikalarında önemli değişiklikler başlatmıştır. 

Ankara şimdiden bölgesel politikalarında önemli değişiklikler başlatmıştır. Bu yazıda, dört tamamlayıcı sürece odaklanarak söz konusu dönüşümleri analiz edeceğim: Türkiye’nin Orta Doğu jeopolitik hesaplamalarına yönelik eğilimi, demokrasi konusunun giderek artan bir şekilde altının çizilmesi, tehditlerin değişen doğası ve Türkiye’nin Batıyla olan bağlarını yeniden tanımlaması. Söz konusu dönüşümleri bir bağlam içerisine oturtmak için Türkiye’nin Arap Baharı öncesinde Orta Doğu’daki görevini nasıl kavramsallaştırabileceğimiz konusunda kısa bir açıklamayla başlayacağım. 

Bölgesel bir Güç olarak Türkiye 

Arap Baharı’nın Türkiye’nin bölgesel politikaları üzerindeki etkilerini kavrayabilmek için Türkiye’nin Orta Doğu’da üstlendiği rol hakkındaki algılamaların kısa kavramsal açıklamalarıyla başlamak faydalı olacaktır. Arap Baharı öncesinde, özellikle 2008-2010 yıllarında Türkiye’nin dış politikası konusundaki görüşler proaktivizm terimine odaklanmış durumdaydı. 
Yalnızca Türkiye’de değil aynı zamanda Batı ve Orta Doğu ülkelerinde de proaktif Türk dış politikasının anlaşılması için uygun bir etiket bulunmaya çalışılıyordu. 

Çok sayıda araştırmacı Türkiye’nin dış politikasını tanımlayabilmek amacıyla “neo-Ottomanizm” veya “sıfır sorunlu dış politika” gibi farklı isimler kullanıyordu. Benim bakış açıma göre “bölgesel güç” terimi Türkiye’nin bölgede oynamak istediği rolü en iyi tanımlayan terim. Aslında Türkiye’nin Orta Doğu’daki rolü, yürütülen eylemleri Türkiye etrafında merkezleşmesi ümit edilen bir bölgesel düzen oluşturma ve Orta Doğu’da bölgesel entegrasyon sürecini tetikleme çabaları olarak gördüğümüzde daha iyi anlaşılabilecektir. 

Arap Baharından önceki birkaç yılda, Türkiye Güneydeki komşularıyla bağlarını güçlendirmiş ve bu ülkelerle daha iyi ekonomik ve siyasal ilişkiler 
kurmak için çaba sarf etmiştir. Batıdaki çoğu insan, özellikle Amerikalı beyin takımı Türkiye’nin Batıdan uzaklaştığını, Avrupa’ya yüz çevirdiğini ve Orta Doğuya doğru eğilim gösterdiğini ileri sürmüştür. Ancak bu Türkiye’nin hedeflerinin doğru bir ifadesi değildir. Türkiye’nin eylemleri daha çok bölgesel aktörlerle yakın işbirliği sayesinde bölgesel entegrasyonu tetikleme çabası şeklinde gerçekleşmiştir. Türkiye’nin bölgesel entegrasyon çabaları dünyanın diğer bölgelerindeki süreçlere benzerdir. 
Türkiye içinde bulunduğu bölgede hem ekonomik hem de siyasi alanda bölgesel mekanizmaları başlatmak için büyük çaba sarf etmektedir. Türkiye’nin Arap 
Baharı öncesindeki Orta Doğu Politikası Türkiye’nin bölgesel entegrasyon sürecinin merkezinde olmasını ve bölgedeki olayların gidişatını şekillendirecek şekilde özerk ve bağımsız politikalar geliştirecek bir pozisyonda yer almasını öngörüyordu. 

< Benim bakış açıma göre “ Bölgesel Güç ” terimi Türkiye’nin bölgede oynamak istediği rolü en iyi tanımlayan terim. >

Arap Baharıyla ilişkili gelişmeler Türkiye’nin bölgesel politikaları ve Orta Doğu’da entegrasyon girişimleri karşısında eşsiz bir imtihan oluşturmuştur. 
Geçtiğimiz iki yıl içerisinde meydana gelen olaylar Orta Doğu’daki bölgesel düzenin zayıflıklarını ve sınırlarını gözler önüne sermiş ve Türkiye’nin burada 
bölgesel seviyede çözümler başlatma yönündeki beceri ve kapasitesini daha iyi değerlendirmek üzere bir imtihan haline gelmiştir. 

Orta Doğu düzeninin dönüşümü ve Türkiye’nin güvenliğikonusundaki sorunlar 

Orta Doğu’da MENA ve dolayısıyla Türkiye’nin dış politikasını dönüştüren en az dört adet önemli süreç bulunmaktadır. 

Orta Doğu jeopolitik hesaplamalara eğilim 

İlk olarak, Türkiye giderek artan bir şekilde Orta Doğru jeopolitik hesaplamalarına ve sürekli değişen güç dengelerine yönelmektedir. Orta Doğu’daki sorunlar ve hesaplar Türkiye’nin yabancı politikasında giderek daha fazla telaffuz edilmektedir. Türkiye’nin bölgeyle daha fazla ilgilenmeye başlamasının Batıyla olan iletişimi üzerindeki etkilerinin doğru şekilde açıklanması gerekmektedir. Türkiye’nin yabancı politikasının Orta Doğu’daki gelişmelerle meşgul olduğu ölçüde, 



Batıda Türkiye’nin AB’ye gösterdiği ilgi anlaşmazlığa neden olmuş, Suriye ve menfaatlerinin azaldığı yönünde bir ile diplomatik ilişkilerin kırılmasıyla 
algılayış meydana gelmektedir. Örneğin, sonuçlanmıştır. Örnek olarak, bundan özellikle Avrupa Komisyonu’nun iki yıl önce İran ile iyi ilişkiler içerisinde 
Türkiye’nin AB üyelik sürecindeki olmasına rağmen, bugün Türkiye-İran gelişmeleri hakkında yayınlandığı son ilişkilerinin yeni bir ihtilaf aşamasına 
rapordan sonra, Avrupa merkezlerinde girdiğini görüyoruz. Orta Doğu’da Türkiye Avrupa entegrasyonunu sürdürme değişen dinamikler Türk diplomasisini 
konusundaki ilgisi ve kararlılığını de değiştirmesi dolayısıyla, Türkiye’nin kaybetmiş bir ülke olarak öne çıkmaktadır. bölgedeki yeni yabancı politikası için daha Orta Doğu’ya yönelik eğilim ve Avrupa iyi açıklamalar öne sürmesi gerekmektedir. Entegrasyonu konusundaki gecikmeler görüntüsüdür. 
Arap Baharı olgusuna getirilen farklı açıklamalar bulunmaktadır, 

Demokrasinin daha fazla arasında rastlantısal bir bağ veya bir sebep altının çizilmesi sonuç ilişkisi olup olmadığı analitik bir bakış açısıyla ele alınabilir, ancak politika 

İkinci süreç bölgede giderek belirginleşen açısından bakıldığında, söz konusu algılayış demokrasi kavramı ve Türkiye’nin şekli Türkiye’nin Batıda ele alması gereken dış politikasındaki retorik araç kiti bir konudur. 

Orta Doğu bağlamında ele alındığında,Türkiye politikalarını hızlı şekilde değişen yerel dinamikler ve ittifaklara göre yeniden düzenlemektedir. Türkiye gerçekleşen olaylar nedeniyle Irak, İran veya Suriye gibi yerlerde de olduğugibi, pozisyonunu kısa aralıklarla düzenlemek zorunda kalmaktadır. Bu değişen pozisyonlar Türkiye için önemli maliyetler oluşturmaktadır, çünkü Türkiye’nin sürdürdüğüyeni politikalardan bazıları komşularıyla ihtilaf içerisinde olmasına neden olmuştur. Örneğin, Irak, İran ve Suriye ile karşılıklı olarak sürdürdüğü politikalar Irak veİran hükümetleriyle  anlaşmazlığa neden olmuş, Suriye ile diplomatik ilişkilerin kırılmasıyla sonuçlanmıştır. Örnek olarak, bundan iki yıl önce İran ile iyi ilişkiler içerisindeolmasına rağmen, bugün Türkiye-İran ilişkilerinin yeni bir ihtilaf aşamasına girdiğini görüyoruz. Orta Doğu’da değişen dinamikler Türk diplomasisini de değiştirmesi dolayısıyla, Türkiye’nin bölgedeki yeni yabancı politikası için daha iyi açıklamalar öne sürmesi gerekmektedir.


Demokrasinin daha fazla altının çizilmesi İkinci süreç bölgede giderek belirginleşen demokrasi kavramı ve Türkiye’nin dış politikasındaki retorik araç kiti görüntüsüdür. Arap Baharı olgusuna getirilen farklı açıklamalar bulunmaktadır, ancak bunların birçoğu ayaklanmaların temel itici gücü olarak daha iyi yönetimeyönelik popüler talebe vurgu yapmaktadır. Söz konusu talepler bazı ülkelerde rejime neden olmuş ve bazılarında kısmi reformları tetiklemiş olsa da, Suriye’de bu sürecinbir iç savaşa dönüşme riski bulunmaktadır.

<    Türk hükümeti Orta Doğu’daki gelişmeleri Arap halkının demokrasi ve daha iyi yönetim konusunda gerçek ve aşağıdan yukarı yönlü talebinin bir yansıması olarakele almıştır.    >

Türk hükümeti Orta Doğu’daki gelişmeleri Arap halkının demokrasi ve daha iyi yönetim konusunda gerçek ve aşağıdan yukarı yönlü talebinin bir yansıması olarak elealmıştır. Türkiye, bölge halklarının yöneticilerinden demokrasi ve eşit muamele talep ettikleri için desteklenmeleri gerektiğini,çünkü bunların tüm milletlerin herhangibir engel olmaksızın hak ettiği evrensel normlar olduğunu savunan bir pozisyon almıştır. Burada Türkiye, Türk halkının kendi ülkesinde demokratik haklardan istifa ettiğini ve Türk hükümetinin yerel olarak bu talepleri karşıladığını, bu nedenle Türk hükümetinin kendi ülkelerinde aynı haklar için ayaklanan bölge halklarının arkasında duracağını belirtmesiyle oldukça stratejik bir karar almıştır. Türkiye’nin geleneksel olarak demokrasinin desteklenmesi yönünde bir politikası olmadığı hatırlanacak olursa, bu Türkiye için devrim niteliğinde bir adımdır. Türkiye’nin demokratik nitelikleri Batı tarafından sorgulanmıştır  ve şu anda da belirli bir seviyede sorgulanmaya devam etmektedir ve Türkiye resmi olarak yurtdışında demokrasinin desteklenmesi yönünde bir politikadan kaçınmıştır.
Ancak Arap Baharıyla birlikte Türkiye’nin kendisini demokratik hareketleri destekleyen bir aktör olarak ön plana çıkardığını görüyoruz. Türk bakış açısındaki bu önemli  dönüşümün yabancı politika oryantasyonu konusunda da yansımaları bulunmaktadır. Sürdürülecek belirli politikalar konusunda yaşanan anlaşmazlıklara rağmen, Avrupalı aktörler ve ABD de, Libya ve Suriye’de halkın demokrasi talebini destekleme kararı alarak ve rejim değişikliği konusunda baskı yaparak benzer bir pozisyon almışlardır.

Söz konusu destek geç gelmiş de olsa, onlar da Türkiye gibi rejimlerin değil hakların tarafında olmayı tercih etmişlerdir.

Arap halkının Orta Doğu’da demokratik taleplerine verdikleri tepkilerin altında yatan benzerlik, Türkiye’nin yurtdışı politikasının Orta Doğu’daki Batıya ait 
liberal tabancı politika anlayışına ne derece benzerlik gösterdiğinin altını çizmektedir. 

< Orta Doğu’nun güvenli ortamını çevreleyen riskler ve belirsizlikler Türkiye için de önemli sorunlara yol açmaktadır.  >


Özellikle Türkiye’nin Suriye ayaklanmalarında olduğu gibi egemenlik fikrini bir sorumluluk olarak benimsemesi, Batı liberal yabancı politika kültürünü ve
aynı zamanda egemenliğin dokunulmazlığı fikrinin savunan Çin veya Brezilya gibi diğer yükselen güçlerden farkını vurgulamaktadır.
Demokrasiyi savunan bu yeni yabancı politika ülkeyi İran ve belirli bir seviyeye kadar Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri ve aynı zamanda jeopolitik açıdan
Rusya gibi aktörlerle anlaşmazlığa veya potansiyel ihtilafa sokmaktadır. Rusya Orta Doğu’daki gelişmeler konusunda oldukça kuşkucu bir bakış açısı geliştirmiştir.

Özellikle Libya’daki acı deneyimleri sonrasında, Rusların kafasında Suriye ayaklanması konusunda bir takım soru işaretleri bulunmaktadır. Türkiye’nin
olayları pro demokratik bir talep olarak yorumlamasının aksine, Rusya gerçek bir demokratik hareket veya aşağıdan yukarıya doğru bir süreç gözlemlememekte dir. Sonuç olarak Türkiye, Rusya ve İran’la karşılaştırıldığında denklemin farklı taraflarında yer almıştır.

Demokratik değerlere vurgu yapılması Türkiye’nin yalnızca dış politikalarında değil aynı zamanda iç politikalarında da benzersiz zorluklara neden olmuştur. Türk hükümeti Orta Doğu’daki demokratik hareketleri kesin suretle destekleme kararı almıştır, ama bu politika bu denli kolay bir lokma değildir. Muhalefet partilerinin özellikle Suriye politikasında yaptığı güçlü eleştirilerle birlikte, hükümet söz konusu politikayı iç siyasette açıklamakta zorluklarla karşılaşmıştır. Türk halkının bazı kesimleri ise Arap Baharının ardındaki güçler konusunda çeşitli şüphelere sahiptir ve hükümetin pozisyonunu tam olarak desteklememektedir.

< Şii ve  Sünni gruplar gibi dini kimliklerin siyasallaşması Orta Doğu’da Türkiye için diğer bir güvenlik sorununu oluşturmaktadır.   >

Tehditlerin değişen yapısı Orta Doğu’da gerçekleşmekte olan üçüncü büyük süreç ise Orta Doğu’daki tehditlerin değişen yapısıdır. Arap Baharı öncesinde
Orta Doğu’nun sakin sayılabilecek ortamında, Türkiye proaktif Orta Doğu politikası ile paralel olarak ilgili rejimlerle birlikte çalışmıştır. O tarihlerde, bu
ülkelerle meşruiyet ve otoritenin sağlanmış olduğuna ve anlaşmanın üzerlerine düşen bölümünü yerine getireceklerine inanarak işbirliği kurmuştur. Ancak Orta
Doğu’daki dönüşüm süreci sırasında, uygun muhatapları belirlemek ve kendi taahhütlerini yerine getirmek üzere otorite ve kaynakları kumanda edip etmediklerini tespit etmek zor hale gelmiştir. Türkiye gibi dış aktörler için ortaya çıkan zorluk Orta Doğu’ya yönelik uzun vadeli stratejik bir vizyon sahibi olmaları durumunda, geçiş ülkelerindeki yetkin muhatapların tespit edilmesidir. Devam eden geçiş sürecinde tahmin edilemezlik ve belirsizlik hakimdir ve bu durum tüm bölgeyi emniyetsiz, hassas ve risklere açık hale getirmektedir.

Orta Doğu’nun güvenli ortamını çevreleyen riskler ve belirsizlikler Türkiye için de önemli sorunlara yol açmaktadır. Örneğin, Suriye’deki durum Türkiye için doğrudan bir güvenlik problemi oluşturmaktadır, çünkü sınır hattına patlak veren iç savaşla ilgilenmesi gerekmektedir ve söz konusu durum hali hazırda
mültecilerin Türkiye’ye akın etmesi ve sınırda silahlı çatışmaların yaşanmasıyla sonuçlanmıştır. Ancak bölgede etkileri dolaylı olarak hissedilebilecek diğer riskler
de bulunmaktadır. Bu risklerden biri devletlerin mevcut sınırları ve bölgesel bütünlüklerinin bölgesel kargaşa sırasındaki zayıflık halinde tartışmaya açılabilecek olmasıdır, bu durum yalnızca Türkiye için değil aynı zamanda diğer aktörler için de benzersiz sorunlar teşkil etmektedir.

Örneğin, mevcut ihtilaf derinleştikçe, Suriye’nin birleşik bir ülke olarak kalacağı veya dini veya etnik gruplar arasında bölüşüleceği sorusu da giderek artan bir
şekilde ön plana çıkmaktadır. Diğer bir problem ise MENA’da ademi müdahale kuralını ilgilendirmektedir. Birleşmiş Milletler komutası altında Libya’da Batının
gerçekleştirdiği müdahale sonrasında, Batı ülkelerinin insani gerekçeler sunarak müdahalede bulunuyor olması da bölgesel jeopolitik dengeleri karıştırabilir. Bu durum Çin ve Rusya tarafından da dile getirilen bir endişedir. Şii ve Sünni gruplar gibi dini kimliklerin siyasallaşması Orta Doğu’da Türkiye için diğer bir güvenlik sorununu oluşturmaktadır. Dini kimlikler siyasal çatışmalara dahil oldukça, daha ayırıcı nitelikte sonuçlara neden olabilmektedir.

Buradaki risk Şii ve Sünni eyaletler ve gruplar söz konusu dini faktörler etrafında mobilize oldukça bölgedeki çatışmaların daha da büyümesine neden olabilecekleridir. Türkiye için bu gelişme benzersiz bir sorun teşkil etmektedir, çünkü Türkiye büyük çoğunluğu Sünni bir ülke olsa da Sünni kimliğini temel olan bir dış politika izlememektedir. Türkiye kendisini nötr bir güç olarak temsil etmeyi arzulamakta ve bu dini kimlik sınırlamalarının arasında sıkışmayı istememektedir. Bazen İran ve Suudi Arabistan veya Körfez ülkeleri Orta Doğu’daki dini gündemleri destekleyen iki güç olarak görülmektedir. Suriye çatışması dini dinamiklerin dikkatlerin Türkiye’ye yoğunlaşmasına neden olan en bariz vakadır. Ancak Türkiye kendi adına, Suriye ayaklanmasını desteklese dahi, bu desteğinin dini yakınlığın bir sonucu olarak algılanmasını istememektedir. Türkiye’nin yabancı politikasını Arap Baharının karşısında kati evrensel ilkeler temelinde savunması ve aynı zamanda dini tuzağa düşmemeyi başarması görülmemiş bir zorluk oluşturacaktır.

Orta Doğu’da ortaya çıkan diğer bir güvenlik riski ise etnik kimliklerin giderek  siyasallaşmasıdır. Dini kimliklere benzer şekilde etnik ayrışmalar da giderek
artan bir şekilde ön plana çıkmakta vevurgulanmaktadır. Örneğin, Suriye’de Kürt kesimi giderek daha önemli bir unsur haline gelmekte ve İran’daki gelişmelerle
birlikte ele alındığında, bölgedeki etnik siyaset güvenlik ortamını tehlike altına sokmaktadır. Söz konusu yeni zorluklar ortaya çıktıkça, İran nükleer programı
da Orta Doğu’daki diğer bir risk unsuru olmaya devam etmektedir. Söz konusu risk bir süredir ortadadır, ancak Suriye ayaklanmasıyla birlikte, İran nükleer
probleminin getirdiği diplomatik gerilimin daha da arttığı ve Türkiye’yi ilgilendiren riskleri de güçlendirdiği görülmektedir.

Türkiye’nin Batıyla olan bağlarını yeniden tanımlaması Türkiye’yi etkileyen dördüncü ve son süreç ise Türkiye’nin Batıyla ve özellikle ABD ile olan bağlarını yeniden tanımlamasıdır.

Bu süreç bölgesel jeopolitikada bir takım etkilere sahip olmanın yanı sıra, Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik vizyonunu da değiştirmektedir. Daha önce de
vurgulandığı üzere, Türkiye Orta Doğu ile yakın entegrasyon aracılığıyla bölgesel bir düzen geliştirmeye çalışmıştır. İki yıl önce de Arap ayaklanmaları başladığında, ideal olarak Türkiye’nin Türkiye, İran, Suudi Arabistan veya Mısır gibi bölgesel güçlerin Libya, Suriye ve diğer çatışmaları ele almak üzere bir araya geldiğini görmektenmemnun kalacağı beklenebilirdi. Ancak bu son iki yılda bunun mümkün olmadığı bariz bir şekilde ortaya çıkmıştır çünkü bölgesel ülkeler bölgesel sorunlara çözüm getirme konusunda birlikte çalışmalarını sağlayacak araçlar, mekanizmalar ve teşviklere sahip değildir.

Şu anda Orta Doğu daha değişken bir hale geldikçe, Türkiye de kendi menfaatleri ve güvenliğini korumakla ilgilenmek zorunda kalmaktadır. 
ABD’nin Türkiye’nin ihtiyaçlarını karşılayacak araçlara sahip olmasından ötürü Ankara Washington ile işbirliğine yönelmiştir.

Asya ekseninin ABD menfaatlerinin bölgeden çekilmesine neden olacağı konusunda hala çözüme kavuşturulmamış bir anlaşmazlık bulunmasına rağmen, ABD hala bölgesel siyasi gelişmeler üzerinde karar verici bir etki yaratabilecek güçtedir.
Arap Baharından önce Türk-Amerika karşılıklı ilişkisinde daha büyük farklılık bulunmaktaydı. Örnek olarak, İran’ın nükleer problemi konusunda Türkiye
ABD tarafından desteklenen BM Güvenlik Konseyi kararına muhalif oy vermişti.
Ancak bugün Türkiye İran ve Suriye konusunda ABD ile giderek artan bir beraberlik içerisinde hareket etmektedir.

Son Tespitler

Arap Baharı, Türkiye’nin güney sınırlarında istikrar ve refah kuşağı görevini görecek bir bölgesel düzen yaratma hedefini temel alan Orta Doğu politikası için önemlibir imtihan olmuştur. Türkiye ekonomik  karşılıklı bağımlılık, yumuşak güç, diploması, aracılık ve taahhüt politikaları gibi çeşitli liberal araçlar kullanarak Orta Doğu’ya nüfuz etme yönünde proaktif bir yabancı politika takip etmiştir. 

<  Ancak yalnızca Türkiye’nin değil aynı zamanda AB ve diğer Avrupa ülkelerinin de Orta Doğu’daki gelişmeleri ele almada yetersiz kaldığına dikkat edilmelidir.  >


Özellikle bölgesel aktörlerin bir araya gelerek kendi sorunlarına çözümler üretebilecekleri bölgesel tasarruf fikrini güçlendirmeyi hedeflemiştir.

Son iki yılda Türkiye’nin bölgesel politikalarında meydana gelen değişiklikler, risklere karşı daha eğilimli olan ve Türkiye için yeni güvenlik riskleri oluşturan yenibölgesel güvenlik ortamı ele alındığında daha kolay anlaşılabilir. Buna yanıt olarak Türkiye meydana gelen olayları bölgedeki güvenlik ve menfaatlerine fayda sağlayacakşekilde şekillendirebilme ümidiyle aynı proaktif yurtdışı politika yaklaşımını sürdürmüştür. Özellikle Türkiye’nin demokrasiyi savunduğunu ifade etmesioldukça önemlidir, çünkü demokratik rejimlerin daha meşru ve dayanıklı hükümetler oluşturulmasına yardımcı olarak bölgesel düzenin istikrarı için en
etkili çözüm olacağına inanmıştır.

Bu süreçte Türkiye aynı zamanda özerk politikalar geliştirme becerileri konusundaki sınırlarını ve bölgesel temelli çözümler oluşturulması için bölgesel mekanizmaların zayıflıklarını da kavramıştır. Bunun bir sonucu olarak Türkiye Batı politikasını yeniden düzenlemiştir, ancak Batı ile koordinasyondan elde edilen busüreç de Türkiye için yeni zorluklar barındırmaktadır, çünkü ABD ile birlikte hareket ettiği ölçüde söz konusu işbirliği de komşularıyla muhtemel gerilimler içerinde olmasına neden olacaktır. Bunun aksine, Washington ile yakın işbirliği Türkiye’nin yurt dışındaki algılanış şeklini değiştirmiştir. Batıyla olan ilişkilerinyeniden kalibre edilmesi eksen kaymasıkonusundaki tartışmaları etkili bir şekilde sonlandırmıştır.



Ancak yalnızca Türkiye’nin değil aynı zamanda AB ve diğer Avrupa ülkelerinin de Orta Doğu’daki gelişmeleri göz önündebulundurulduğunda yetersiz kaldığına 
dikkat edilmelidir. Hepsi bir arada göz önünde bulundurulduğunda, gelişmelerin ele alınması yönündeki Avrupa katılımı veya stratejik düşüncesi çok düşük seviyededir. 

ABD’yi bölgeye karşı gösterdiği nispi ilgisizlik bir iktidar boşluğu oluşturmaktadır ve Türkiye bölgesel bir aktör olarak bu boşluğu doldurmaya çabalasa da bu hedefini henüz gerçekleştirememiştir. 

Bununla birlikte Türkiye’nin Arap Baharı öncesindeki liberal araçlar yönündeki tercihi de önemli bir testten geçmektedir. Bu yeni ortamda, özellikle Suriye 
çatışmasına bağlı olarak, zorlu güvenlik sorunları, mecburi araçlar ve izolasyon politikaları da giderek artan bir şekilde Türkiye’nin dış politika gündeminde yerini almaktadır. 

Bölgedeki güvenlik ortamının risklere karşı açık olduğu düşünüldüğünde, Türkiye doğal olarak sert güç varlıklarını daha ciddi olarak düşünmektedir, ancak Türk 
diplomasisinin önümüzdeki günlerde sert ve yumuşak güç becerileri arasındaki hassas dengeyi sağlaması da önemli bir zorluk teşkil edecektir. 

http://www.hazar.org/UserFiles/yayinlar/MakaleAnalizler/SabanKardas.pdf


***