ERMENİSTAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ERMENİSTAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ocak 2018 Çarşamba

PANZER VE KÜRT İSYANI, PKK NIN AVRUPADA SİYASALLAŞMA ÇABALARI BÖLÜM 3

PANZER VE KÜRT İSYANI, PKK NIN AVRUPADA SİYASALLAŞMA ÇABALARI BÖLÜM 3


Öcalan’ı yaşadığı Şam’da kaygılandıran diğer bir neden de 1998 döneminden önce Türkiye tarafından geliştirilen yeni terörle mücadele konsepti sayesinde örgütün askeri olarak geriletilmiş ve örgüte önemli darbeler vurulmuş olmasıdır. Terörle mücadelede ikinci aşama ise terör yuvası durumuna gelmiş Suriye’nin politikalarına son vermesi ve bölücübaşını ülkesinden çıkartması olmuştur. 

1998’e gelindiğinde Suriye’nin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasal koşullar göz önüne alındığında Türkiye’ye kafa tutacak bir durumunun olmadığı görülür. Suriye zaten İsrail’le sürekli savaş hali durumundadır. 
Yıllardan beri Lübnan gibi bir külfeti omuzlarında taşımaktan yorulmuştur. Ekonomik, siyasal ve askeri bakımdan güçsüzdür. Hele hele SSCB’nin yıkılmasından sonra hem daha güçsüzleşmiş, hem de yalnızlaşmıştır. 
Her ne kadar bir Arap ülkesi ise de, aralarındaki çelişkilerden ötürü bu ülkelerle birlikte hareket ettikleri pek sık görülmemiştir. Ayrıca GAP projesiyle Suriye, her zamankinden daha fazla Türkiye’ye muhtaç hale gelmiştir. 

Öcalan’ın yakalandıktan sonra verdiği ifadeler ise O’nun Suriye’den ayrılması konusunda daha farklı bilgilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu bilgiler adeta bir itiraf niteliğindedir. Öcalan ifadesinde; “Suriye gizli servisi ile ilişkideydik. Bağlantıyı Mervan Zirki kurdu. Hafız Esad değil, ama Cemil Esad’la temasım vardı. Suriye, PKK yerine kullanacağı bir parti kurdurdu. Bu partinin başına da Mervan Zirki getirildi. PKK’nin tüm mal varlıklarına el koydular. Orada kalsaydım sağ çıkamazdım…186” demektedir. 

Bu açıklamalar okunduğunda soru işaretlerinin nerelerde olduğu kendiliğinden açığa çıkıyor. A. Öcalan henüz Suriye’de iken PKK’nin mal varlığına el konulduğunu söylüyor. Ayrıca can güvenliğinin olmadığından söz ediyor. Orada kalması durumunda, her an öldürülebileceğini açıklıyor. Öyleyse, Öcalan ne demek istiyor? Yani Suriye’de kalsaydı öldürülecek miydi? Ayrılışı öldürülmesini engellemiş mi oluyor? Gibi sorular akla gelen ilk çelişkiler olmaktadır. 

Gerek uluslararası konsept gerekse de bölgedeki gelişmeler paralelinde 29 Eylül 1998 günü sınıra askeri birlikler kaydırılmıştır. Süleyman Demirel 1 Ekim 1998 tarihinde Mecliste Suriye’yi uyaran bir açıklama yapmış 
ve son olarak ta Orgeneral Aytaç Yalman’ının Suriye sınırında, Suriye’yi uyaran konuşma gerçekleştirmiştir. Ülkemizin bu dönem itibarıyla Suriye Devleti nezdinde bir süre uyguladığı kriz yönetimi sonucunda, 09 Ekim 
1998 günü Suriye Yönetimi örgüt elebaşı Abdullah Öcalan’ı ülkesinden çıkartmıştır. 

Her ne kadar Abdullah Öcalan Suriye’nin ayrılmasında Türk devletinin etkinliği olduğu kabul edilse de, bu ayrılışın arkasında ABD’nin etkisinin olduğu tezi daha hissedilir durumdadır. Amerikalı yetkililer 2000’li 
yıllarda başlayacakları Irak savaşı öncesinde bölgede dini inancını referans alan Ensar El İslam gibi Sünni grupları ortadan kaldırmış, PKK gibi diğer örgütleri ise dönüştürme sürecine sokarak, kurmak istediği Yeni Dünya 
Düzeninin detaylarını tamamlaya çalışmıştır. 

Baki Karer Öcalan’ın Suriye’den çıkış nedenlerini irdelediği yazısında; “A. Öcalan’ın bunca yıldır Şam’da kalmasına gösterilen en önemli gerekçelerden biri, Suriye’nin Sovyetler Birliği ile olan ilişkileriydi. Bu gerekçenin sırf 
kamuoyunu yanıltmak için ileri sürüldüğü apaçık ortadadır. Bu iddianın 80’lı yıllar için bir an geçerli olduğunu kabul etsek bile, 90’lı yıllar için geçerli olduğunu savunmak tamamen art niyet taşır. Kaldı ki geçmişte de SSCB ve diğer Varşova Paktı ülkelerinin politikalarına bakıldığında terör örgütlerini desteklemedikleri görülür. Hele hele PKK’yi kesinlikle kabul etmedikleri biliniyor. PKK’yi her zaman istihbarat örgütlerinin, özellikle de CIA’nın paravan bir örgütü olarak görmüşlerdir. 

Nitekim Bulgaristan Komünist Partisi’nin bir yetkilisinin A. Öcalan için, “yönü CIA’ya dönük biri olduğunu sanıyoruz” demesi, durup dururken yapılan bir tespit değildir. Benzer tavrı, Çekoslovakya Komünist Partisi de göstermiştir. Yine 1982’de Yaser Arafat’la görüşmek için olağanüstü çabalar yürüten Abdullah Öcalan’ın, El-Fetih’in Beyrut’taki sorumlusu Salah ve Beyrut’un güneyinde bulunan kamplarının komutanı tarafından azarlandığı biliniyor. Salah ve bu komutan, “şu ana kadar kimlerle görüşüp görüşmediğin bizler için önemli değildir, seni tanımıyoruz ve tanımayız da” diyerek, Öcalan’’ı 
odanın kapısından içeri bile almamışlardır. Ayrıntılarına girmeden gösterdiğimiz bu örnekler, aslında Sovyetlerin Öcalan ve PKK’ ye karşı olan tavrına da yeterince açıklık kazandırıyor. Bütün bu nedenlerden dolayı diyebiliriz ki, A. Öcalan, Suriye’de bizzat derin devlet denilen güçler tarafından kollanmış, orada kalmasına izin verilmiştir. Bu güçler istediği için burada uzun yıllar yaşamıştır. Suriye istihbarat örgütlerinin ve birçok askeri birimlerinin adeta kalbura benzediğini de unutmamak gerekir. Zaten kendisi tarafından yapılan anlatımlara baktığımızda yurtdışına çıkışının karanlık güçlerce planlandığı anlaşılıyor. Öcalan yurtdışına çıkarken kararı bir günde ve örgütünden kimseye haber vermeden aldığını  söylüyor.. 187. ” Şeklindeki ifadeleri Öcalan’ı Suriye’den çıkaran gücün ABD olduğunu söylemektedir. 

Bu çerçevede daha önce Şemdin Sakık’ı yakalayarak Türkiye’ye teslim eden güçler, Öcalan’ın da Suriye’den çıkmasını istenmiştir. Bu istek doğrultusunda Öcalan’ın için uzun serüven başlamıştır. 

Abdullah Öcalan, Suriye'den Yunanistan'a havalanan bir uçağa binerek ayrılmış, ancak tüm girişimlerine rağmen kendisini kabul edecek bir ülke bulunamamıştır. Böylece 09 Ekim 1998 tarihinde Suriye'nin Başkenti 
Şam'da başlayan kaçış serüveni, Yunanistan, Rusya, İtalya, yeniden Rusya, Tacikistan, bir kez daha Rusya, tekrar Yunanistan, Beyaz Rusya, üçüncü kez Yunanistan ve son olarak 15 Şubat 1999 günü Kenya'nın başkenti   Nairobi' de son bulmuştur. Abdullah Öcala burada güvenlik görevlimize teslim edilerek yurda getirilmiştir. 

Öcalan’ın bu serüvenli yolculuğunda Dilan Kod Şemsi Kılıç, Rozerin Kod Ayfer Kaya ve Piro Kod adlı örgüt mensupları sürekli yanında kalarak onunla hareket etmişlerdir. 
Öcalan kendisinin Türkiye’ye getirilmesi ile sonuçlanan sürecin NATO’da alınan kararla ortaya çıktığını belirtmektedir. Öcalan’ın göre NATO’da ki karar vericiler sözde Kürt meselesinde silahsız bir çözüm için görüş 
birliğine varıp, bu anlamda PKK’nın etkisizleştirilmesi gerektiğini belirtmişlerdir. Öcalan diğer bir açıklamasında da kendisinin yakalanmasına yol açan sürecin 98 Washington Anlaşması’nın ardından başladığını, askeri olarak da Güneyli güçlerle imha edilmeye çalışıldıklarını, sözde komploda ABD, İsrail, Yunanistan ve Türkiye’nin yanında Talabani’nin de yer aldığını belirtmiştir. 

Abdullah Öcalan Suriye’den çıkartılmadan önce konu ile alakalı “teslim olmaktansa kahramanlık eylemini tercih edeceğim, bunu tereddütsüz yapacağım bunu herkes bilmelidir…” şeklinde açıklama yaparak, kitlesine mesaj vermeye çalışmıştır. Diğer bir beyanında da; “beni buradan çıkarabilirsiniz, benim yönüm Kürdistan dağlarıdır. Bu dağlar bir milyon gerillayı bağrında saklayacak kadar büyüktür. Mücadeleme dağlarda devam edeceğim…” demiştir. 

Öcalan Şam’da kaldığı dönemlerde herkesi -sözde-ülkeden (Güneydoğu Anadolu) kaçmakla, topraklara sahip çıkmamakla ve hinlikle suçlamış ve ülkeye gittiği anda bir metre karelik bir alandan bile milyonları ayağa 
kaldıracağını iddia etmiştir. Yaptığı konuşmalarda sıcak çatışmanın olduğu alanlara gidemediği için üzgün olduğunu belirtmiştir. Bir beyanında; “Ben kendimi sizin gibi dağlara taşırma imkanı bulamam. Geniş halk yığınları 
içine girme imkanım olmadı. Ama düşünün ufacık bir mevzide kolay kolay zapturapta alınamaz, yaşamımı buna yatırdığımda ne haldeyim188” şeklinde ifadelere yer vermiştir. 

Fakat ilerleyen günlerde ise bırakın direnmeyi ve dağlara gitmeyi, yönünü Avrupa olarak belirlemiş ve yakalandığında devrim tarihinin görmediği itirafları yaparak, herkesi şaşırtmıştır. ‘Bir milyon gerillayı bağrında 
saklayacak kadar büyük Kürdistan’ın dağları’ yerine “Avrupa’nın düz ovalarına” sığınmıştır. Yakalandıktan sonrada önceden söylediği her şeyi inkâr etmiş ve avukatlarına; “…imha olacağıma sağ ele geçmek daha akıllıcadır. Bu teslim oluyoruz demek değildir... Baktın öldürüleceksin temsilcini gönderip ben sağ ele geçmek istiyorum diyeceksin…” şeklinde 
beyanda bulunmuştur. 

Değerlendirmeyi burada bırakıp süreci izlemeye devam edelim. Öcalan’ın Suriye’den çıkartılacağının anlaşılması üzerine, Yunanlı bir milletvekili ve emekli bir Binbaşı Şam’a gelerek Öcalan’a güvence verip, kendisini ülke olarak koruyacakları sözünü vermişlerdir. Tıpkı 1996’daki gibi ülkelerine davetlerinin geçerli olduğunu da ifade etmişlerdir. 

Suriye Devleti ise Öcalan’ın ülkesinden çıkmasından sonra örgütün kurumlarını da kapatarak, yaklaşık 500 örgüt mensubunu tutuklamıştır. Suriye’nin bu çabalarından sonra ülkede üstlenen PKK mensuplarının Irak’a 
geçtikleri, PKK içerisindeki birçok Suriyelinin kaçarak ülkelerine gidip faaliyetlerine son verdikleri görülmüştür. 

Abdullah Öcalan 8 Ekim gecesi emekli Yunanlı bir binbaşı ile defalarca telefon görüşmesi yaparak, kendisi için teminat istemiş, Yunanlılar da bu konuda sonsuz destek sunacaklarını ifade etmişlerdir. 

Yunanistan’ın PASOK milletvekili olan Kostas Baduvas da, Öcalan’ı ülkesine çağırarak kendisine sığınma vereceklerini belirtmiştir. Abdullah Öcalan, Ayfer Kaya adlı örgüt militanı aracılığı ile Baduvas’ı o gece telefonla yaklaşık on kez daha arayarak, davetin doğruluğunu teyit etmeye çalışmıştır. 

Öcalan’ı Suriye’den çıkaran güçler kendisini koruma sözü vermiş olsalar da, Öcalan mensubu olduğu bu cemiyette ihanetin her ana olabileceğini, kendisinin işlevini yitiriş olması halinde farkında olmadan imha 
edilmesinin mümkün olduğunu çok iyi bilmektedir. Çünkü O’da geçmişte kendine güvenenleri verdiği sözlere rağmen ortadan kaldırmıştır. Bu nedenle tedirgindir ve imhaya karşı her tedbiri almak istemektedir. 

Abdullah Öcalan, Yunanistan Parlamentosuna mensup 109 milletvekilinin imzası ile 05 Kasım 1998 günü Yunanistan'a davet edilmiştir. Söz konusu davet metni PASOK Milletvekili Kıpouros tarafından hazırlanmış olup, aralarında Meclis Başkan Yardımcıları Kritikos, Sgouridis, Apostolidis, birçok eski Bakan, Bakan Yardımcısı ile YDP Milletvekili Kammenos ve Dedeağaç milletvekili Hristos Kipiros’un da bulunduğu çok sayıda kişice 
imzalanmıştır. Bunun üzerine Öcalan 9 Ekim günü Yunan istihbaratının hazırladığı bir Suriye uçağı ile Atina’ya gelmiştir. 

Öcalan ve ekibi havaalanına indiğinde kendilerini Yunanistan İstihbarat Başkanı Haralambos Stavrakakis ve EYP'te muvazzaf subay Savvas Kalenderidis karşılamıştır. Öcalan’ın Atina’ya inmesi ülkede siyasi bir krizinde çıkmasına neden olmuştur. Yunan Hükümeti Öcalan’ı kabul edemeyeceğini ifade edince, PKK örgüt mensupları ile Yunanlı istihbaratçılar arasında gerginlikler yaşanmıştır. Daha önce Türkiye ile savaşma karşılığında kendisine her türlü desteği sunan Yunan Hükümeti bir anda yön değiştirerek, Öcalan’ı ülkesine kabul edemeyeceğini söylemiştir. 

Konu ile ilgili olarak Yunanistan Hükümet Sözcüsü D. Reppas, “Kürt halkının anlayacağı nedenlerden ötürü, Yunanistan hükümetinin Öcalan’ın geçici ikamet talebini olumlu karşılayamadığını” belirterek, teröristbaşının ülkesine alınamayacağını ifade etmiştir. 

 Öcalan daha önceden, Rus Alt Meclisi DUMA tarafından ülkelerine davet edildiğinden, bu davet nedeniyle yeni yaşam alanı olarak Rusya’yı tercih etmiştir. Bu sebeple Rusya’da kalabileceğini düşünen Öcalan ve ekibi, havalimanında 4–5 saat kaldıktan sonra Yunan Hükümetinin hazırladığı küçük bir uçakla Rusya’ya hareket edilmiştir. 

Ayrıca Rus DUMA'sının 04 Kasım1998 tarihli oturumunda, Abdullah Öcalan’ın Rusya'da politik sığınma hakkı tanınması amacıyla Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin'e çağrıda bulunulmasına ilişkin bir önerge oylamaya sunulmuş, 290 parlamenterin hazır bulunduğu oylamada bir milletvekili çekimser, 289 milletvekilinin ise lehte oy kullanmıştır. 

Atina’dan havalanan ve sekiz kişiden oluşan uçağın yönü Moskova’ya olmuştur. Rus Liberal Demokrat Partisi Başkanı Vilademir Jirnovski Moskova’ya gelen Öcalan’ı ve PKK Rusya temsilcisini villasında misafir 
etmiş, bir süre sonra da Öcalan’ı bir dağ evine yerleştirilmiştir. Bu arada örgütün avukatları hemen yasal işlemlere başlayarak Rusya’ya iltica başvurusunda bulunmuşlardır. 

Öcalan gelişmeler karşısında umutlansa da işler beklediği gibi gelişmemiştir. Kısa bir süre sonra Öcalan ve İvan adında Rus İçişleri temsilcisinin katıldığı bir toplantı gerçekleşmiş ve Ruslar Primakov hükümetinin sığınma hakkı vermeyeceğini kendisine tebliğ etmişlerdir. Öcalan daha sonraki yıllarda yaptığı açıklamalarında Rusya’da kalamayışını Mavim Akım anlaşmasına bağlamıştır. 

Öcalan’ın Rusya’da kalması imkânsız hale gelince İtalya’daki Komünist Parti üyeleri devreye girerek, bölücübaşını kendi ülkelerine davet etmişlerdir. Öcalan ve arkadaşları yanlarında İtalyan Komünist Partisi Milletvekili Romana Montavani olduğu halde tekrar uçakla Rusya’dan ayrılarak, Roma’ya hareket etmişlerdir. Bu zamanda örgütün İtalya sorumlusu Ahmet Yaman’dır. Ahmet Yaman aynı zamanda Öcalan’ın İtalya’ya gelmesi konusunda alt yapıyı da hazırlayan kişidir. 

İtalya ilgili diğer bir iddiaya göre; Ülkemiz Öcalan’ı kabul etmeyen her ülkeye bazı ayrıcalıklar sunduğundan, İtalyanlarda bu işten kar elde etmek için devreye girmiş ve bazı kazanımlar elde etmeye çalışmışlardır. Neticesinde ise planladıkları kazanımları sağlayamadıkları görülmüş, aksine süreç aleyhlerine işlemiştir. 

Terör örgütü PKK mensuplarınca İtalya’da ki ilişkiler, İtalyan Komünist siyasetçiler aracılığı ile sağlanmıştır. Rusya'dan alelacele çıkmak zorunda kalan Abdullah Öcalan İtalya'yı, Komünist Parti'nin iktidarda olması nedeniyle tercih ettiğini belirtmiştir. 

Öcalan 12 Kasım 1998 saat:22.00 de Aeroflot uçağı ile yaklaşık bir ay süreyle kaldığı Rusya/Moskova'dan Roma'ya gelmiş ve İtalyan Güvenlik Kuvvetlerince Abdullah Sarıkurt ismine düzenlenmiş sahte bir pasaportla 
yakalanarak gözaltına alınmıştır. 

Öcalan Roma’ya geldiklerinde kendisine tembihlendiği gibi hasta olduğunu ve İtalya devletine iltica etmek istediğini havaalanı polislerine belirtmiştir. Polisler Öcalan’ın parmak izini alarak gerekli işlemleri yaptıktan sonra, Lpalestrina adında bir hastaneye gönderilmiştir. 

Teröristbaşı Abdullah Öcalan'ın 12 Kasım1998 tarihinde İtalya/Roma şehri Fiumicino Havaalanında yakalanması örgüt mensupları ve örgütü destekleyen çevreler arasında şok etkisi yapmıştır. Başlangıçta yakalanma olayının yalanlanması cihetine gidilirken; bilahare İtalya Hükümetinin bilgisi dahilinde bu ülkeye geldiği iddia edilerek, örgüt mensuplarının moral çöküntüsü giderilmeye çalışılmıştır. 

Öcalan’ın İtalya’ya gelmesinden sonra PKK'nın Avrupa Temsilcisi Kani Yılmaz kod adlı Faysal Dumlayıcı, Interpol tarafından Kırmızı Bülten ile aranmasına rağmen 15 Kasım 1998 tarihinde İtalyan Parlamento 
binasının yakınındaki Roma National Otelde basın toplantısı yaparak, İtalya’nın Öcalan’ı ülkesine kabul etmesi konusunda baskı yapmaya çalışmıştır. Kapısında 'PKK Basın Toplantısı' yazılı bir salonda konuşan ve masayı Yunanistan PASOK Partisi Merkez Komite üyesi Michael Haralambidis ile paylaşan Yılmaz, liderleri Abdullah Öcalan’ın yapılan muameleyi eleştirmiştir 189. 

Kani Yılmaz ve ERNK Avrupa temsilcisi Akif Hasan, yaptıkları basın toplantısında; "Abdullah Öcalan'ın ismini daha sonra açıklayacakları, sivil bir hastanede ama tutuklu konumunda olduğunu, İtalyan hükümetinin 
bir an önce liderlerinin konumu hakkında net bir açıklama yapması gerektiği, Öcalan’ın İtalyan hükümetinin bilgisi dahilinde Roma'ya geldiğini, havaalanında da iltica etmek istediğini şifahi olarak söylediğini, yakalanma nın Türkiye, ABD ve İsrail tarafından sahneye konan bir komplo olduğu, Apo'nun Suriye'den ayrılmasının bir coğrafya değişikliği olduğu, bunun tarihi bir olay olduğunu, Kürt sorununun uluslararası alana taşındığını, Öcalan’ın açlık grevine başladığı, siyasi konumunun netleşmesine kadar eylemini sürdüreceğini ve Öcalan’ın resmen Başbakanlık'a iltica dilekçesini verdiğini" belirtmiş, akabinde de Öcalan’ın Polis gözetiminde hastanede tutulmasının insan haklarını aykırı olduğunu iddia etmiştir 190. 

İtalyan Yeşiller Partisi ve İtalyan Komünist Parti Milletvekillerinin de katıldığı bu toplantıda Pasok Merkez Komitesi Üyesi Michael Haralambidis, "Yunan halkının Öcalan için gereken her türlü şeyi yapacağını, İtalya'nın kendisine siyasi iltica hakkı vermesini" istemiştir. 

 Öcalan’ın İtalya’ya gelmesinden hemen sonra Fransa eski Cumhurbaşkanı François Mitterrand'ın dul eşi ve France-Libertes’in (Fransa Özgürlükler Vakfı) Başkanı Danielle Mitterrand, Fransız parlamenterlere birer mektup göndererek, Öcalan’a destek vermelerini istemiştir. 

Mitterrand bir diğer mektubunu da İtalya Başbakanı Massimo D'Alema'ya göndermiştir. Mektupta İtalya Başbakanı Massimo D'Alema'ya övgüler yağdıran ve Öcalan'ın Kürt halkının sözcüsü olarak muhatap alınmasını 
isteyen Bayan Mitterrand, D'Alema'ya ‘‘Bravo. Tüm yardımıma ve hayranlığıma sahipsiniz’’ ifadelerini kullandıktan sonra; ‘‘Öcalan iade edilemez, edilmemeli. Çünkü Türkiye, bağımsız adalete sahip olan, bir hukuk devleti değildir. Öcalan'ı hiçbir zaman görmedim. Ancak Öcalan barış açıklamaları yaptığında, Nobel ödülü alan birçok kişiyle beraber benim vakfımın da Kürtlerle müzakerelere başlaması ve savaşa siyasi bir çözüm bulması için Türk Hükümeti'ne baskı kampanyasını başlattığı zaman, birçok kez birbirimize mektup yazdık191’’ şeklinde beyanlarda bulunarak İtalyan Hükümetini Öcalan lehine karar almaya zorlamıştır. 

Örgüt tarafından PKK liderlerinin Roma'ya İtalyan hükümetinin ''bilgisi dahilinde'' geldiğini öne sürerken, İtalya Başbakanlığı bu iddiayı kesin bir dille yalanlamıştır. Başbakanlıktan yapılan resmi açıklamada, ''İtalyan hükümetinin Abdullah Öcalan'ın gelişiyle ilgili kesinlikle bilgisi yoktur'' denilmiştir. 

Bu arada, Hükümetin açıklamasıyla hayal kırıklığına uğrayan PKK yönetimi, konunun yanlış anlaşılmadan kaynaklandığını öne sürerek, krizi örtbas etmek istemiştir. PKK açıklamasında basın toplantısında bazı sözlerin ''yanlış anlaşıldığı'' vurgulanarak, İtalyan hükümetinin değil bazı dost partilerin ve parlamenterlerin Öcalan'ın gelişinden bilgisi olduğu ifade edilmiştir. 

Kani Yılmaz’ın İnterpol tarafından 7023/94 dosya sayısı A.-158/4- 1998 sabıka numarasıyla aranmasına rağmen, özgürce dolaşıp açıklamalar yapması, Türk Büyükelçiliğini harekete geçirmiş ve İtalyan İçişleri Bakanlığı ve İnterpol'e resmen başvuran Türkiye Büyükelçiliği, Kani Yılmaz'ın Kırmızı Bülten gereğince tutuklanmasını talep etmiştir. Türkiye aynı şekilde İtalyan İnterpol’ünün Türkiye Masasını da bu konuda uyarsa da İtalyan Polisince her hangi bir yakalama yapılmamıştır192. Daha sonrada örgüt tarafından, Ali Haydar Kaytan ve Kani Yılmaz alel acele Kuzey Irak’a gönderilmiştir. 

Öcalan’ın Roma’ya geldiği haberinin duyulması üzerine örgüt tarafından yüzlerce militan ve sempatizan Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden Roma’ya gönderilerek, İtalya’nın Öcalan’ın siyasi sığınma vermesi için baskı yapmaya çalışmışlardır. 

Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden gelen PKK'lılar buralarda oluşturan korsan PKK bürolarınca karşılanarak, Roma İstasyonunda toplanmışlardır. Buradan da özel görevliler tarafından gruplar halinde Celio Hastanesi önüne nakledilmişlerdir. 

Roma'nın simgesi olan Collesium'un yakınındaki Celio Askeri Hastanesi önündeki alanda toplanan PKK'lı grup ellerindeki bayrak ve Apo posterleriyle hastanede bulunan Öcalan’a destek vermişlerdir. Alana giriş 
ve çıkışları kontrol altında tutan PKK'lılar Türk gazetecilerin bölgeye girişine ise izin vermemişlerdir. 

Öcalan İtalya’ya geldikten hemen sonra avukatları aracılığıyla sığınma talebinde bulunmuştur. Fakat İtalyanlar da Öcalan’ın bu ülkede bulunduğu süre içerisinde tıpkı Ruslar gibi sığınma talebine olumlu bir yanıt  vermeyerek meseleyi sürüncemede bırakmışlardır. 

Öcalan’ın yakalanmasından sonra Türkiye'nin Roma Büyükelçisi İnal Batu ve Dışişleri Bakanı İsmail Cem, Batı Avrupa Birliği (BAB) Dışişleri ve Savunma Bakanları toplantısı için, beraberinde Milli Savunma Bakanı İsmet Sezgin ile geldiği Roma'da, Öcalan'ın iadesi konusunda hem tüm katılımcı bakanlarla hem de İtalyan muhataplarıyla ikili temaslarda da bulunmuşlar dır. Cem, iade talebiyle ilgili dosyanın ne aşamada olduğu konusundaki bir soruyu, ''Adalet Bakanlığımız, bu konudaki çalışmayı en iyi şekilde yapıyor. Biz de Dışişleri olarak kendi bilgilerimizi aktaracağız,'' şeklinde açıklamada bulunmuştur. 

Türkiye’nin iade talebine karşın İtalyan Yeniden Kuruluş Komünist Partisi (PRC) milletvekili Ramon Mantovani tarafından 25 Kasım1998 tarihinde İtalyan Meclisinde konuya ilişkin bir basın açıklaması düzenlenmiş, söz konusu açıklamada; "kendisinin 11 Kasım 1998 tarihinde Rusya'da faaliyet gösteren örgüt mensupları ile telefon görüşmesi yaptığını, Abdullah Öcalan'ın Rusya'da kalamayacağını öğrenmesinin akabinde 12 Kasım 1998 
tarihinde İtalyan Havayolları Alitalia'ya ait bir uçakla Rusya'ya gittiğini, Moskova'da Rus yetkililerince Abdullah Öcalan ile buluşturulduğunu, 12 Kasım 1998 tarihinde beraberinde Abdullah Öcalan ve üç örgüt mensubu olduğu halde Roma'ya geldiklerini” belirtmiştir. Öcalan’ın Roma’ya getirilmesinde ki tüm gelişmelerin PRC lideri Fausto Bertınottı'nin 
bilgisi dahilinde olduğu da aslında bilinen bir gerçektir. 

Nitekim Öcalan Roma'ya gelişiyle ilgili olarak; "Roma'ya 12 Kasım 1998'de yöneliş, Avrupa içinde gidilebilecek tek ülkenin başkenti konumunda olmasındandı. Komünist Partinin 'Yeniden yapılanma' adlı grubundan Milletvekili Ramon Montaviahi'nin desteğiyle ulaşıldı. Massimo D'Alema hükümetinin birkaç aylık dönemine denk gelmişti. Yaklaşımları zikzaklı oldu. Ne siyasi, ne hukuki net bir yaklaşım sergileyemedi. En iyi eğitilmiş polis gruplarıyla çok yoğun bir psikolojik baskı kuruldu. Odadan ayrılmaya hiç fırsat tanınmadı. Kaçırtma veya kalmakta ısrar edilirse çok sıkı bir denetime razı olma dayatılıyordu. Bir zorla atmadıkları kalmıştı. Birçok ülkeye para verip yer ayarlamaya çalışmaları gerçek niyetlerini gösteriyordu 193" açıklamalarına yer vermiştir. 

Örgüt elebaşı Abdullah Öcalan Roma'daki ilk günlerini bir hastanede geçirmiştir. Akabinde de Roma'ya 30 km. uzaklıktaki İnfemetto semti Maile Sokağı No:90 adresindeki bir villaya nakledilmiştir. 

İtalya tarafının kısmen de olsa himayesini hissetmeye başlayan örgüt lideri faaliyetlerine kaldığı yerden devam etmiştir. Bu kapsamda Avrupa düzeyin de faaliyet sürdüren elemanlarıyla çeşitli toplantılar gerçekleştirmiş, Kuzey Irak ve benzeri uzak bölgelerdeki elemanlarını ise telefon ile yönlendir miştir. Yine bu dönemde sık sık MED TV'ye canlı telefon bağlantılarıyla katılarak çeşitli yönlendirmelerde bulunmuştur. 

Örgüt elebaşının yayınladığı talimatlar neticesinde örgüt grupları yurt içinde ve dışında çeşitli eylemlere yönelmişlerdir, özellikle Avrupa'daki örgüt grupları çeşitli eylemlerle Avrupa devletlerini baskı altına alarak örgüt elebaşına sığınma imkânı oluşturmaya çalışmışlardır. Hatta bu dönemde yargılanmakta olduğu bir dava dolayısıyla Almanya'nın Öcalan'ı talep edebileceği ihtimaline karşı eylemler tırmandırılmıştır. Bu aşamada basın 
organlarına da yansıyan ve talep halinde Öcalan'ın İtalya tarafından Almanya'ya iadesi konusunda çıkan haberler örgütü Almanya'ya yönelik tehditlerinde daha da hırçınlaştırmıştır. 

Örgüt, Almanya ve İtalya arasında mevcut bulunan Shengen Antlaşması'na dayanılarak yukarıdaki ihtimalin gerçekleşebilecek olmasını bir handikap olarak değerlendirmiştir. Daha sonra, Almanya Dışişleri Bakanı tarafından kamuoyuna defalarca deklare edilen, Abdullah Öcalan'ın kendileri tarafından istenmeyeceği, meseleye İtalya ve Türkiye arasında çözüm bulunması yolundaki açıklamalar, örgütün bu yönlü endişelerini terk etmesine sebep olmuştur. 

Bu gelişmelerin yaşandığı sırada Alman yetkililerden bazıları örgütün Avrupa çalışanlarından Mahmut Baksi ile görüşmüştür. Daha sonra Rusya sorumlu su Mahir Velat kod adlı Numan Uçar ve Ermenistan vatandaşı Mecit Memoyan’da Roma’ya gelerek Öcalan’la görüşmüş akabinde de Mecit Memoyan Viyana’da, Mahir Velat Roma’da Alman yetkililerle irtibata geçerek görüşmeler yapmışlardır. 

Almanlar Öcalan’ın Almanya’ya iadesinin olmayacağını ama Öcalan’ın biraz daha sabretmesi halinde Kürt sorunun çözümü konusunda önemli açıklamalar yapacaklarını ifade etmişlerdir. Bu sözlere rağmen Almanların sadece örgütü oyaladıkları, Almanya’daki sempatizanların eylemlerini sınırlamak için bu yönlü görüşmeler yaptıkları ortaya çıkmıştır. 

Almanya’nın kırmızı bültenle aradığı Öcalan’ın iadesini istememesi hukuk çevrelerinde skandal olarak yorumlanmıştır. Daha önceki yıllarda Türkiye başta olmak üzere birçok ülkeye hukuk dersi veren Almanların, siyasal kaygılar gerekçesiyle Avrupa kanunlarını hiçe sayması yadırganmış tır. Bu durum diğer ülkelerce de yeterince sorgulanmadığından, Öcalan serüvenine kaldığı yerden devam etmiştir. 

Ancak, ilerleyen günlerde hiçbir ülkenin Öcalan’ı kabul etmeyerek yalnızlığa terk edilmesi ve Almanya'nın bu davadan vazgeçtiğini açıklaması teröristbaşı Abdullah Öcalan’ı, Almanya’ya beni alın yargılayın diye yalvarmak zorunda bırakmıştır. 

Öcalan’ın Almanya’ya iadesi konusunda bir açıklama yapan Kani Yılmaz, "Almanya istiyorsa liderimiz derhal bugün Almanya'ya gidebilir" ifadelerini kullanmıştır. Yunanistan ve Rusya'nın tutumunu ağır bir dille 
eleştiren Kani Yılmaz, Yunanlı Parlamenterlerin ve siyasi partilerin Kürt halkına destek olduğunu ve Öcalan'ı Yunanistan'a resmen davet ettiklerini ancak Başbakan Simitis'in, "tanrıların kendilerine bıraktığı mirasa kesinlikle 
yakışmayan bir tavır sergilediğini ve Öcalan'ı ülkeye kabul etmediğini194” söylemiştir. 

Örgüt elebaşının İtalya'da bulunduğu süre içinde, örgüt yöneticileri bütün propagandalarını, Abdullah Öcalan'ın İtalya tarafından tutuklanmadığı, aksine İtalya'nın bilgisi dahilinde ülkeye giriş yaptığı ve siyasi sığınma hakkı talep ettiği söylemi üzerine bina etmişlerdir. Örgütün bu yönlü bir söylemle kendileri açısından merak edilecek bir şeyin bulunmadığı, her şeyin önceden Örgüt iradesiyle planlandığı mesajını verilmeye çalışılmıştır. Bu beyanlarla endişeler kısmen atlatılmış ve MED TV aracılığıyla hedef kitleyi ajite eden siyasi mesajlar verilmeye başlamıştır. 

Bu yayınlara rağmen Türkiye’nin iade talebi ve Öcalan’ın geleceği hakkında ki belirsizlik, örgütte genel bir fiziki ve moral zayıflığın baş göstermesine neden olmuştur. PKK örgütünün elebaşları ise bu demoralize durumu gidermek amacıyla yurt içindeki kırsal kadroları, cezaevleri ve legal alanda faaliyet gösteren unsurlarını yoğun eylemliliğe yönlendirmek istemiştir. 

Bu çerçevede; Herhangi bir kanuni engel tanımadan, protesto gösterileri düzenlenmesi, bu esnada Güvenlik Güçlerine ve çevreye taşlı, sopalı, molotoflu vb. saldırılması, bu eylemlerin ABD, Almanya ve İtalya temsilcilikleri önünde yapılması, yurtdışında her ülkede toplu gösteriler yapılması, Türk temsilciliklerine saldırılması, 

Yine ülke içinde intihar eylemleri, Mısır Çarşısı patlaması (09 Temmuz 1998 tarihinde İstanbul'da gerçekleştirilen patlama) benzeri, halkın kalabalık olduğu alış-veriş merkezleri, spor tesisleri, gar, otogar, havalimanı gibi 
mahallerde saldırılar düzenlenmesi, 

Cezaevlerinde bireysel kendini yakma eylemleri yerine, işgaller, toplu açlık grevlerinin gerçekleştirilmesi, açlık grevlerine örgüte müzahir tüm kesimlerinin iştirakinin sağlanması, eyleme katılmakta çekingen davrananların şiddetle cezalandırılması, 

Yurtdışında, ülkemizin iade talebini geri çevirmesi konusunda, İtalya'ya baskı uygulatabilmek için çeşitli ülkeler, hükümet dışı kuruluşlar ve uluslararası örgütler nezdinde girişimlerde bulunulması, 

Cezaevlerinde devam eden açlık grevlerinin yoğunlaştırılması ve infaz koruma memurlarının rehin alınması, açlık grevlerinin başlamasıyla birlikte, tutuklulara destek vermek için il ve ilçe cezaevlerinin önünde toplanılması, 

İtalya hükümetinin Abdullah Öcalan'ı Türkiye'ye iade etmesi halinde Ankara, İstanbul, izmir, Adana, Diyarbakır, Bursa, İçel ve Ordu gibi illerde intihar timleri tarafından eylemler gerçekleştirilmesi ve başta TBMM 
olmak üzere İzmir Menderes Hava Limanı, Kırıkkale MKE Silah Fabrikaları, İstanbul Adliyesi ve DGM binaları gibi yerlere intihar türü eylemler düzenlenmesi, ülke genelindeki siyasi parti binalarının işgal edilmesi, 

Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerimizdeki okullara yönelik olarak saldırı yapılması, çocukların okullara gönderilmemesi için velilere baskı yapılması ve öğretmenlerin rehin alınması, 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

24 Ocak 2018 Çarşamba

PANZER VE KÜRT İSYANI, OSMANLI’DA ALMAN DERİN DEVLETİ BÖLÜM 1

PANZER VE KÜRT İSYANI, OSMANLI’DA ALMAN DERİN DEVLETİ BÖLÜM 1


FARUK ARSLAN,


1900'lü yılların başından Osmanlı devletini kontrol etmeye çalışan ve özellikle 1911'den itibaren orduya sızan bir Alman örgütlenmesinin var olduğu kesindi. Bunun adı "Ergenekon" değildi, ama gizli örgütü kuran Baron Rudolf Von Sebottendorff bir Osmanlı Almanı idi. Bu örgüt 1914 sonrası öyle güçlü bir hale geldi ki, Osmanlı Genelkurmay Başkanı ve 2. Başkanı bile Alman generallerden atanıyordu. Yüz yıl sonra bugün Ergenekon zincirinin en güçlü halkaları olan "Alman malı" diyebileceğimiz bölümler geleneğin Osmanlı’dan beri devam ettiğini gösteriyordu. Bu konu bu güne kadar sadece birkaç kişinin üzerine gidebildiği kadim bir sır olarak kalmıştı. Ne zaman ki Başbakan Erdoğan Alman vakıflarıyla ilgili açıklama  yaptı konu üzerinde bu kez herkes analiz yapmaya başladı. Halbuki bu konunun köklerinin geçmişe uzanması ve karmaşıklığı bu analizlerin yüzeysel olmasını sağlıyordu. 

Namık Kemal Zeybek’in Eski Damadı gazeteci Yiğit Bulut, Habertürk’te sonunda patladı ve şunları yazdı: ‘ Murdoch'un yakın çevresinde, yönetiminde, Rebakah'nın yanı başında, " 411 el kaosa kalktı " manşeti atıldığında; öncesinde ve sonrasında Türkiye'de ve o manşeti atan 
gazetenin yönetiminde! Şaka yapmıyorum; aynı adam Murdoch ve Türkiye'deki bazı basın kuruluşlarının ortak paydası! Tekrar ediyorum: İngiltere'deki skandalları yaratanların odağındaki isim ile Türkiye'de " 411 el kaos'a kalktı " manşetini atan ve öncesinde-sonrasında halkın iradesine kastedenlerin en yakınındaki isim hep aynı; Kai Diekmann. Sonuç: 
" Ergenekon nedir " sorgulaması içinde Alman bağlantısına dikkat çekmiş özellikle Baron von Sebottendorff isminden yola çıkarak Türkiye'deki yerleşik düzenin nasıl tesis edildiğini analiz ederken çok önemli bir de not düşmüştüm; Ergenekon diye bir örgüt varsa ve bunun da "bir" numarası varsa; bu kişi Türk değil... "Ergenekon" olarak düşündüğüm yapılanma 
"Osmanlı'nın 1900'lü yılların başından 1919'a kadar etkisinde kaldığı" Almanlar tarafından tesis edilen "iskelet" üzerinde şekilleniyordu’ (81) 

Osmanlı devleti, l. Dünya savaşına ittifak devletleri grubunda ve Almanya'nın yanında katıldı. Önceleri, Osmanlı devleti savaşa katılmak istemedi. Tarafsızlığını ilan etti. Fakat Almanların baskısı üzerine özellikle İttihat ve Terakki Partisi'nin baskısı sonucu savaşa katıldı. Osmanlı Alman ilişkisi 1718 Pasarofça antlaşması ile başlamıştır. Fakat Almanlarla ilişkilerin asıl gelişmesi 1878 Berlin antlaşması sırasında oldu. Ev sahibi Almanya, burada Osmanlı devletini destekledi. Bu olay, iki devletin birbirleriyle yakınlaşmasına yol açtı. 2. Abdülhamit, Avrupalı devletler arasındaki rekabetten yararlanarak bir denge politikası oluşturmaya çalışmıştı. Özellikle Almanların anti İngilizci tavırlarından yararlanmaya çalıştı. 

Hatta ilişkiler daha da geliştirilerek Bağdat demiryollarının ihalesi Almanlara verildi. Bu ticari ilişki, Almanlarla ilişkilerin gelişmesine yaradı fakat İngilizlerin tepkisine neden oldu. Çünkü, Almanlar İngilizlerin yayılma alanlarına doğru sarkıyordu. 

l. Dünya savaşında Osmanlı orduları komutanlıklarına Almanlar getirildi. Bu durum aslında Osmanlı için bir yıkım oldu. Çünkü Almanlar, Osmanlı'nın kazanıp kaybetmesi ile ilgilenmiyor, hatta Osmanlıların doğuda yenilmesini veya zayıflamasını arzu ediyorlardı. Çünkü zayıf bir Osmanlı Almanların egemenliğine girmesi demekti. Bu konuda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun İstanbul'daki o zamanki askeri ataşesi Joseph Pomiankowiski hatıralarında şunları söylemektedir. "Mareşal Liman ile Baron Wangenheim, Berlin'den aldıkları emirleri uyguluyorlar ve herhangi bir itirazda bulunmaya cesaret edemiyorlardı" Joshp Pomiankowiski Almanların savaş politikasını şu şekilde özetler: "Alman savaş planlarının en önemlisi, Berlin-Bağdat demiryollarının açılması ve oradan Hindistan'a ulaşılmasıydı. Bunun için zayıf bir Türkiye gerekiyordu. Türkiye'nin mağlubiyeti ve zayiatı, Alman politikasının ekmeğine yağ sürerdi. Yalnız bu arada şunu da belirtmek gerekir ki, bunlar Avrupa'daki harbin seyrini etkileyebilecek durumda değildi. Hele Çanakkale Boğazı'ndaki duruma hiç tesir etmezdi. Buna mukabil doğudaki yenilgiler, Türkiye'nin Almanya'ya olan bağımlılığını artırır ve böylece de Alman kuvvetleri nin Türkiye'ye yaklaşmasına sebep olurdu." (82) 

Çanakkale savaşının uzamasının temel nedeni de bu Alman politikasıdır. Çanakkale savaşı komutanı General Liman Von Sanders savaşı uzatmış ve bu savaşı Almanya'nın Avrupa'daki durumuna göre ayarlamıştı. Öyle ki Alman genel kurmayı bu konuda Liman'ı sürekli sıkıştırıyordu. Hatta onun davranışlarını gözetlemek için Von Lassow adlı bir kurmay Albayı'nı görevlendirmişti. Çanakkale savaşının uzaması Almanya için hayati öneme sahipti. Çünkü bütün itilaf devletleri boğazlardan geçmek için buraya yüklendiğinden Almanya Avrupa'da rahat nefes almıştı. Eğer bu cephe kapanırsa, Avrupalı devletler Almanya'nın üzerine yükleneceklerdi. Bundan dolayı, savaşın uzaması için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı. Hatta, Liman paşa düşmanın Saros körfezinden çıkarma yapacak diye askerleri 
oraya kaydırıyor veya gündüz gözüyle Türk askerlerini düşman üzerine plansız programsız bir şekilde göndererek ağır kayıplar verilmesini sağlıyordu. Kendisine karşı çıkan Albay Halil Sami Bey ve Albay Fevzi Bey'i görevden alıyordu. (83) 

Yine aynı mantık çerçevesinde Irak cephesine bakabiliriz. Burada Kutul Amara denilen yerde Osmanlı Ordusu büyük bir başarı elde etti ve 11000 İngiliz askerini komutanlarıyla birlikte esir aldı. Fakat Almanların Hindistan'a ulaşma hırsı yüzünden bölgede bulunan bu tecrübeli birlikler İran üzerinden Hindistan'a gönderildi. Bu durumda Irak savunmasız kaldığından İngilizlerin ikinci bir taarruzu sonucu Irak ve Bağdat düştü. Kafkas harekâtı da aynı şekilde Almanların sıkıştırması sonucu başarısızlığa uğradı. Almanlar, Orta Avrupa'da İngiliz, Fransız ve Rus kıskacından kurtulmak için Osmanlıları Ruslara karşı yönlendirdi. Almanların sıkıştırması sonucu doğru düzgün hazırlanmayan Osmanlı ordusu Aralık ayında Sarıkamış'tan Kafkasya'ya hareket etti. Mevsim savaşa uygun olmaması ve kış olması nedeniyle 90.000 askerimiz Sarıkamış'ta donarak şehit düştüler. Fakat bu durum Almanların hiç umurunda değildi. Onlar, sadece kendilerini kurtarmak istiyorlardı. Onların yönlendirmesi sonucu Osmanlı askeri Almanları doğu yönünde rahatlattı ama aynı zamanda büyük kayıplar verdi. 

Kanal cephesi de yine Almanların isteği üzerine açıldı. Almanlar, İngiliz baskısından kurtulmak ve İngilizlerin dikkatini sömürgelerine çekmek ve ayrıca, İngilizlerin Hindistan sömürge yollarının denetimini ele geçirmek amacıyla Osmanlı Ordusunu Mısır üzerine sevk ettiler. Sonuç hüsranla bittiği gibi, İngilizler Osmanlı Ordusunu takip ettiler. Hicaz, Filistin, Suriye Osmanlıların elinden çıktı. Görüldüğü gibi l. Dünya savaşına Osmanlılar Almanların bir oyunu neticesinde girmiş olmalarına rağmen, yine onların emperyal çıkarları uğruna yenilgiye sürüklenmişlerdi. Bu da bir ülkenin ordusunun komutanlığının yabancılara verilmesinin sakıncalarıdır. (84) 

HARBİYE’DE ALMANYA DÖNEMİ 

Harbiye'nin Osmanlı Sultanı Abdülaziz'in tahttan indirilmesinde oynadığı rol sürekli bir kuşkuya neden olmuştur. Osman Nuri Ergin'in Türk Maarif Tarihi'nde vurguladığı üzere: Askeri Mektepler, bilhassa Harbiye talebesi Abdülaziz'in hal'ine iştirak etmişlerdir, manevra ve talim için pek nadir olarak çıkmaya mecbur oldukları zaman ise tüfeklerinde kurşun bulundur mazlar. Ergin, bu noktada Alman askeri heyetinin başında bulunan Goltz Paşa sayesinde yasağın kaldırıldığını ve onun "Asker Mekteplerinin namus ve haysiyetini kurtarmış ve yükseltmiş" olduğunu belirtiyor. Ergin, "Osmanlı ve bugünkü Türk ordusunun modernleşmesinde bu paşanın büyük bir hissesi olduğunu söylemek fazla bir metih olmaz sanırım" diyor. Prusya Genelkurmayı’nın ve Alman silah endüstrisinin temsilcisi Goltz Paşa 
ilk iş olarak ordu müfettişi sıfatıyla Askeri mektepleri ele almış olduğu gibi Erkan-ı Harbiye-i Umumiye İkinci Reisi sıfatıyla da orduların taksimatı ve seferberlik teşkilatıyla meşgul olmuştur. İttihat ve Terakki ile Cumhuriyet'in önde gelen askeri liderlerinin zihni açıdan yoğrulduğu ortama Goltz Paşa'nın katkısı büyüktür. I. Dünya Savaşı sırasında "Türk ordusuna kumanda mevkiinde bulunanlar kamilen paşanın yetiştirmiş olduğu kimselerdi." 
Prusya militarizmi, II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet kadrolarının entelektüel birikiminde derin izler bırakıyordu. II. Meşrutiyet'e açılan süreçte "Cihet-i Askeriyye"nin durumunu saptamaya Goltz'la başlıyor ve devam ediyorum. Bu çerçevede, ordunun içinde bulunduğu koşulları değişik çizgilerle incelemek, İttihat ve Terakki'nin militarist temellerinin kavranması 
açısından önemlidir. 

Harbiye'nin istibdat Rejimi altında içerdiği çelişkilerin başlıcası "Zadegan Sınıfları"dır. Harbiye'nin bağrında "tufeyli" olarak yerleşen bu sınıflarda egemenlerin çocukları eğitim görüyorlardı. 1834'de Harbiye'nin açılmasın dan sonra burada eğitim görüp orduda büyük mevkilere geçenlerin çocukları, " Mümtaz bir sınıf " teşkil ettiler ve bu paşazadeler istibdat 
döneminde Yıldız'da " Şehzadegân Mektebi "nde Sultanın ve hanedanın çocuklarıyla birlikte okumaya başladılar. Bu "mektep" Osmanlı aristokrasisinin özel eğitim kurumu niteliğindedir. Derviş, Namık, Gazi Osman ve Tunuslu Hayrettin Paşaların oğullan bu okulda eğitim gördüler. Sonraları, Serasker Rıza, Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü, Sadrazam 
Kamil Paşaların çocukları da burada eğitim görmüşlerdir. Bir süre sonra II. Abdülhamit, "zadegânlar şehzadelerin ahlakını bozuyor" gerekçesiyle onların bir kısmını Harbiye ve Bahriye Mekteplerine gönderiyordu. 1889'da II. Meşrutiyet'in ilanına kadar bu imtiyazlı eğitim devam ediyordu. Bu dönemde, yüksek ulema sınıfı mensuplarının çocuklarına daha beşikte iken "Rüus" denilen rütbeler ve "Arpalık" olarak bilinen aylıklar verildiği gibi  paşaların oğullarına da henüz okul sıralarında iken livalığa ve ferikliğe (korgeneral) kadar askeri rütbeler ihsan ediliyor ve bir kısmı da Hünkâr yaverliği unvanını alıyorlardı. 
Zadegânlar, mektebin Hünkâr dairesinde yani Sultana mahsus binada kalırlar, yemeklerini halk çocuklarından ayrı bir yerde yerlerdi. 1895'te Harbiye'de 100 kadar zadegân çocuğu eğitim görüyordu. Harbiye'de zadegân sınıfı açıldıktan sonra ilk mezun olanlar arasında şu isimler yer alıyordu: Derviş Paşa'nın oğlu yaver ve Damat Halit Paşa, İsmail Hakkı Paşa'nın oğlu yaver ve damat Ahmet Paşa, Tunuslu Hayrettin Paşa'nın oğlu Tahir Bey. Bu askeri aristokrasiye Harbiye öğrencileri tepki duyuyorlardı. Bu suretle zadegân sınıfında okuyup mezun olanlar orduda fiili hizmetlerde görev almazlar; İstanbul'da veya babaları yüksek bir memuriyetle nerede ise onların yanında işsiz ve güçsüz vakit geçirirlerdi. Bu paşazadeler sık 
sık rütbeler alırlar ve daha küçük yaşta paşa olurlardı. Paşalık böylece babadan oğula geçen aristokratik bir mevki haline geliyordu. 

İttihad ve Terakki'nin kurulduğu Askeri Tıbbiye, Alman İmparatoru'nun "Padişah üzerinde, bizzat tesiri" sonucunda ve Gülhane'yi tesise memur edilen Rider Paşa'nın çabalan ile açılıyordu. Askeri Tıbbiye için Haydarpaşa' da büyük bir bina yaptırılıyor ve İstanbul'da bulunan tıp öğrencileri buraya naklediliyordu. 600 bin altın liraya mal olan yeni mektep binası yalnız öğrencinin yatmasına mahsus kışla kısmı ile bir eğitim binasından 
müteşekkildi. Bu 600 bin altın lira gibi muazzam bir rakama mal olan bina İstanbul'daki mekteplerden taşınan kırık dolaplar, harap karyolalarla döşeniyordu. Dershaneler, koğuşlar, tüm bina aksamı uydurma yapılıyordu. Okulda çamaşırhane, mutfak, banyo, dezenfeksiyon, poliklinik daireleri hatta teşrih enstitüsü binaları yapılmamıştı. Binaya muazzam para 
harcanıyor ancak öğrenciler önemsenmiyordu. Askeri tabiplerin eğitimi alabildiğine yetersizdi. "Hastane ve laboratuvarlara yapılan masraf hemen hiç hükmünde idi. "Binlerce Anadolu köylüsünün omurgasını oluşturduğu orduda neferlerin sağlığı önemsenmiyordu. Ancak, Prusya Genelkurmayının, Rusya karşısında tutunabilecek güce sahip bir Türk ordusuna stratejik çıkarları doğrultusunda bakması bu alana Alman uzmanların el atmasını 
getirdi. Rider Paşa, Askeri Tıbbiye'yi yeniden organize etti. Almanlar, daha sonra orduda ve tıp alanında yüksek mevkiler işgal edecek olan beş hekimi bu ülkeye eğitime götürdüler. 

Bunlar; Süleyman Numan, Asaf Derviş, Ziya Nuri, Kerim Sebati, Eşref Ruşen idi. 1900 yılında Almanya'ya gönderilen genç askeri tabiplerin bu ülkedeki tüm çalışma programları Rider Paşa tarafından adım adım izleniyor, ülkeye dönüşlerinde Gülhane'de kendilerine birer hocalık veriliyordu. Ordunun tüm önemli eğitim kademelerinde Alman askeri 
uzmanların etkinliği varlığını duyuruyordu. 1904'e kadar Gülhane Askeri Tıbbiye Mektebi, Rider Paşa'nın, 1904-1907 arası yine Alman Dayke Paşa'nm idaresinde faaliyetlerini sürdürüyor, 1907'de ise Almanya'dan gelen Viting Paşa yönetimi devralıyor ve 1914'e kadar görevini sürdürüyordu. 1914-1918 zaman aralığında ise Almanya'dan gelen Zelling ve Browning bir "Tababet-i Askeriye Tatbikatı Mektebi" halini alan Gülhane'yi yönetiyorlardı. İttihad ve Terakki kurucularından İbrahim Temo, "Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye"ye 1887'de kaydolduğunu belirtiyor ve "müdür-i umumi" Miralay Namık tarafından kendilerine yapılan baskıdan söz ediyor. Bu baskılar dayanılmaz bir hal almış olmalı ki Temo "anılar"ında, 
İstibdat rejimine rağmen nasıl harekete geçtiklerini anlatıyor: 

'Bu baskıya karşı talebe grev yapmaya karar verdiğinden mesele büyüdü. Hep birlikte mektep binasını izinsiz terk ettik ve mektebi boşalttık. İş fena bir şekil aldı. Demirkapı ile mektep binası ciheti askeri birlikler tarafından abluka altına alındı. Bir hafta sonra çıkan irade-ı Padişahı ile talebe mektebe kabul olundu. Fakat mektep idaresi, mesuliyetten kurtulmak için, güya hepsi değil de, 340 talebeden yalnız 32 kişinin kabahatli olduğunu 
Saraya rapor etmişler. Padişah da talebenin bu hareketinden ürkmüş olmalıdır ki, ikinci bir yemin etmek şartile affetmiş.’ (85) 

Askeri okullardan yükselecek bir muhalefetten çekinen II. Abdülhamit, uzlaşma yolunu tercih ediyordu. Bunda söz konusu okullardaki örgütlü muhalefetin çapı hakkında yeteri kadar istihbarat akışının bulunmamasının da etkisi olmalıdır. Temo, "hükümet-i müstebidenin" yaptığı baskının, "ufak bir propaganda" ile "bir hareketi milliye ve hürriyet fikri" temelinde "siyaset muhiti" oluşturduğunu belirtiyor. İbrahim Temo, Sarayburnu'nda bulunan "tıbbiye-i askeriyye"de arkadaşları ile kurdukları "cemiyet"ten söz ediyor. Bu gizli örgütte, İbrahim Temo, İshak Sukuti, Mehmet Reşid, "o zaman çok sofu olan" Abdullah Cevdet kurucudurlar. Arnavut, Kürt ve Çerkez kökenli bu şahsiyetler, 1889 senesinin 21 Mayıs günü ellerini birleştiriyorlar. Temo'nun "Etnik-i Eterya" komitesine benzettiği bu oluşumun amacını belirlerken, "aziz vatanın bugünkü durumu ve idare tarzıyla yok olup 
gideceğini hepimiz biliyoruz" diyordu. Temo, "çok ihtiyatlı olarak çalışmaya başladık ve mensubunun çoğalmasına gayret sarf ettik. Güvenilir ve hür fikirli birçok vatansever talebeden İstanbul dâhilinde epeyce vatandaşı cemiyete dâhil ettik" diyor. İbrahim Temo, kurdukları gizli örgütün ilk toplantısına katılanları şöyle sıralıyor: O zamanki adliye yüksek 
memurlarından Hersekli Ali Ruşdi, gazete muharrirlerinden İzmirli Ali Şefik, tıbbiyeli Asaf Derviş (Paşa) (müderris), Muharrem Girid (Şam Tıp Fakültesi muallimi), Dr. Abdullah Cevdet, İshak Sukuti, Şerafeddin Mağmumi, Çerkez Mehmed Reşid (86) Bu toplantıda bulunan isimlerden Asaf Derviş Almanya'ya eğitime gönderilen beş hekimden biridir. 

Kendisine "cemiyet"in kasadarlığı görevi veriliyor. Osman Nuri Ergin Türk Maarif Tarihi'nde Asaf Derviş'in de aralarında bulunduğu bu beş kişilik grup için şunları yazıyor: 

‘Rider Paşa bu hekimlerin burada yaptığı gibi Almanya'da tahsildeyken de peşlerini bırakmıyordu. Orada tahsil edeceklere dersleri ve takip edecekleri yollan bizzat tespit ve takip ediyordu. Gönderilen hekim hangi şubede tahsil edecekse İstanbul'da Rider Paşa'dan emir alır ve gittiği yere kendisinin daha önce tavsiye edilmiş ve yerinin hazırlanmış olduğunu görürdü. Bu hekimler bütün hatları tafsilat ve teferruatına kadar çizilmiş, bir program mucibince Almanya'da hocaları, İstanbul'da Rider Paşa tarafından adım adım takip 
edilmek suretiyle tahsil görmüşlerdir.’ 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

30 Aralık 2015 Çarşamba

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ ( Ermenistan’ın yüz Karası: Hocalı Soykırımı )





( Ermenistan’ın yüz Karası: Hocalı Soykırımı )

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ 



Tarih: 17 Şubat 2012 

Bilgi ve vicdan sahibi hiç kimse inkar edemez ki, Hocalı soykırımı bir geçektir. Bu gerçeği hiçbir insan, hiçbir Müslüman, hiçbir Türk asla unutamaz. Unutmayacağız.

Çünkü: 1992 yılının 25 Şubatını 26’ya bağlayan gece yarısı Azerbaycan’ın 7 bin nüfuslu Hocalı kenti basıldı; çoluk çocuk, kadın, yaşlı demeden masum siviller, sadece Türk oldukları için topluca katledildi. Resmi bilgilere göre, bir gecede 613 sivil, hunharca katledildi. 487 kişi ağır yaralandı, 1275 kişi rehin alındı ve bir o kadarı da kayboldu. Diğerleri kanlı saldırılar ve ağır kış şartlarında, yaralı olarak canını kurtarabildi.
Bölgede yapılan tespitlere göre, (AGİT Minsk Grubu raporları dahil) 613 sivil insanın; gözleri oyularak, kafatasları parçalanarak, organları kesilerek, derileri yüzülerek, hamile kadınların karınları deşilerek, bazıları diri-diri toprağa gömülerek, yakılarak öldürüldüğü görüldü. 
Masum insanlara bu vahşeti uygulayanlar, Ermenistan ve Rusya silahlı kuvvetleriydi. Ermeni birliklerini Robert Koçaryan (sonra Cumhurbaşkanı oldu) ve Milli Savunma Bakanı Serj Sarkisyan (şimdiki Cumhurbaşkanı) yönetiyordu.
Kardeş Azerbaycan topraklarının %20’si işgal edildi. İşgalden kaçanların sayısı ise bir milyonun üzerindeydi. Aradan geçen 20 yılda, sürgünde yersiz-yurtsuz kalan bu insanların bir çoğu hayatını kaybetti. Bu da bir soykırımdı. Halen de devam ediyor.
Bugün Ermenistan bu soykırımı yapan eli kanlı canilerin yönettiği bir ülkedir.
Bütün bunları söylerken elbette, BM Soykırım Sözleşmesi’ni esas alıyoruz. Bu sözleşme ne diyor bakalım:
“Madde 2. Bu Sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden her hangi biri, soykırım suçunu oluşturur.

a) Gruba mensup olanların öldürülmesi;
b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi;
c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak, yaşam şartlarını kasten değiştirmek;
d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak;
e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek.


Hocalı’da yaşanan katliam, bu maddede anlatılan fiiller değil mi? Buna soykırım demeyecek, vicdan sahibi bir Allah’ın kulu çıkabilir mi? Tabii insan haklarının, demokrasinin, özgürlüklerin ve hukukun havariliğini yapan haçlılar hariç. Zira bunlar mazlum Azerbaycan’ı değil, soykırımcı Ermenistan’ı destekliyor? Utanç verici bu manzara, insanlığın da temel sorunu değil mi?
Sözleşmeyi okumaya devam edelim.

“Madde 3. Aşağıdaki eylemler cezalandırılır:

a) Soykırımda bulunmak;
b) Soykırımda bulunulması için işbirliği yapmak;
e) Soykırıma iştirak etmek.
Evet buna göre, soykırım yapanlar belli, devlet yönetiyor. 
İşbirlikçiler de, iştirakçiler de belli, Minsk Grubu’nun eş başkanı olmuşlar, ihtilafı çözeceklermiş (!) 

Ne yaman utanmazlık değil mi?

Bitmedi. Soykırımcının sırtını sıvazlıyorlar. Halkını açlığa mahkum eden, insanlık suçu işleyenlerin yönettiği Ermenistan, dört komşusundan, İran hariç, üçünün topraklarına göz dikmiş, düşmanlık siyaseti güdüyor.

Hak susmuş, güç konuşuyor diyenlere de sözümüz var. Evet bugün için böyle, ama yarın asla. Yeter ki bunun farkında olunsun. 
Bakınız Soykırım Sözleşmesi’nin 6. Maddesi ne diyor? “Soykırım fiilini veya Üçüncü maddede belirtilen fiillerden birini işlediğine dair hakkında suç isnadı bulunan kimseler, suçun işlendiği ülkedeki Devletin yetkili bir mahkemesi, veya…. uluslararası bir ceza mahkemesi tarafından yargılanır.” 
Evet Azerbaycan’da dava açılabilir. Soykırımcılar rahatlıkla mahkum edilebilir. Savaşa gerek yok. Karar tanınmaz mı dediniz? Siz kararı alın, “yüz karası”nı tescil edin de, sonunu onlar düşünsün. 
Yine mağdurlar AİHM’de dava açmalı. 20 yıldır Ermeni işgali altındaki evimize, mülkümüze gidemiyoruz. Ağır zarar görmekteyiz demeli, tazminat talep etmeli. Bakın Rumlar, Türkler Kıbrıs’ı işgal ettiği için malımıza gidemiyoruz diyerek AİHM’de dava açıp, Türkiye’yi ağır tazminatlara mahkum ediyorlar. Bu da mı yapılamaz? Lütfen cevap verin.
Neden çekiniliyor? Neyi bekliyorsunuz? Biri bunu açıklasın. 
Irkçı haçlıların merhametini mi? Bunların tarihleri soykırım, soygun ve sömürü değil mi?
Büyük Akif ne demişti?  “ Medeniyet’! dediğin, tek dişi kalmış canavar.” Unuttun mu? 
O halde mücadele şart.


.