EROL MANİSALI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
EROL MANİSALI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ağustos 2019 Çarşamba

DÜNDEN BUGÜNE KIBRIS BÖLÜM 5

DÜNDEN BUGÜNE KIBRIS  BÖLÜM 5



6) "Müdahale"nin Safhaları ve Uzun Maraton 

15 Temmuz 1974'de Türkiye müdahale edince Güvenlik Konseyi toplandı ve ateşkes istedi. Türkiye ateşkes talebini yerine getirdiğinde Türk kuvvetleri dar bir alana sıkışmıştı. Girne'nin doğu ve batısından Lefkoşe'ye kadar uzanan çok küçük bir üçgen içindeydiler. Bu dar alan askeri açıdan güvensizdi. Rum ve Yunan tehdidine açıktı 

Öte yandan adanın diğer yörelerinde 103 köye ve kentlere dağılmış Türk nüfusuna karşı fiilen Rum saldırıları başlamıştı. Rumlar toplu katliam yapıyorlar dı. Türk alayı da saldırıya uğramıştı. Rumların topyekün saldırıya geçmeleri, zaten yaşanmakta olan iç savaşı yaygınlaştırdı. 

Cenevre'de Türkiye, Yunanistan, İngiltere, Kıbrıs Türk ve Rum toplumlarının katılımı ile bir konferans toplandı. 
Rumlar ve Yunanistan, adada Rum çoğunluğunun hakim olduğu üniter bir yapılanma dışında bir çözüme yanaşmıyorlardı. Konferans çıkmaza girmişti. 
Bu arada Kıbrıs'ta Türklere karşı saldırılar sürüyordu. Ateşkes yüzünden harekâtı durduran Türk kuvvetleri de dar bir alana sıkışmışlardı. 

5 Ağustos 1974'de ikinci harekât başladı. Gazi Magusa, Lefkoşe-Güzelyurt hattının kuzeyi ile batıda Erenköy bölgesi Türk Silâhlı Kuvvetleri'nin eline 
geçmişti. Kuzeydeki Rumlar Güney'e gitmişlerdi. Ama güneydeki Türkler, Rum kuşatması altındaydılar. 

Daha sonra yapılan anlaşmalarla güneydeki Türkler de kuzeye, Türk bölgesine geçtiler. Türkiye Kıbrıs'ın (%36) sını denetimi altında tutuyordu ve Kuzey'e 
yerleşen Türkler artık Türkiye'nin güvencesi altındaydılar. 
15 Ağustos 1974 müdahalesine Batı'dan ve Sovyetler Birliği'nden tepki geldi Önce Türkiye'nin, adanın tamamını eline geçireceği kuşkusuna kapıldılar. Ancak böyle olmadığını anlayınca biraz rahatlamışlardı. 
Türkiye'nin, güvenli bir bölge oluşturarak, Atitta Hattı diye anılan ve bugüne kadar da süregelen "sınırı" belirlemesi Batı'da Sovyetler Birliği'nde de 
rahatsızlık yaratmıştı. Burası "büyüklerin" üzerinde oyun oynadıkları "arka bahçeleri" iken Türkiye gelip sınır belirlemiş ve ada Türklerini bu bölgeye 
toplamıştı Kuzeyin Türkiye'ye ilhakı (taksim) veya Kıbrıs'ta bağımsız bir Türk devletinin oluşması olasılığı her iki Blok için de rahatsızlık yaratıyordu. 

Öte yandan; 

a. Dünyadaki Yunan ve Rum lobisi büyük bir karşı atağı geçmişti. Basın yayın organları ve televizyonlar Türkiye karışıtı yayınlar yapıyorlardı. 
b. Atina'da Albaylar Junta'sı düşmüş, Karamanlis'in başkanlığında sivil yönetim işbaşına gelmişti. Atina'nın Batı ile ilişkilerinde düzelme olmuştu. 
Atina, Batı'nın tam desteğini eline geçirmişti. 
c. Moskova ise kendisi ile "flört eden" Makarios'un, adaya tekrar hakim olmasını, Türkiye'nin Doğu Akdeniz'den elini çekmesini arzuluyordu. Türkiye ne de olsa bir NATO ülkesiydi. 
d. Özellikle Batı'daki Ortodoks (ve Hristiyan) dünyası Türkiye'yi aforoz listesi içine almıştı. 

Bütün bu çevreler, ne Türkiye'nin haklılığını, ne de Kıbrıs Türkleri'nin 1963-1974 döneminde çektiklerini düşünüyorlardı. 
20 Temmuz 1974'de Türkiye'ye karşı çıkmayanlar 15 Ağustos 1974 sonrasında Türkiye'yi eleştirmeye başladılar. Oysa Türkiye, 1963-1974 döneminde Türkleri 
yavaş yavaş yok etmeye çalışan Makarios'u 1963'te fiilen işgal ettiği yönetimin başına yeniden getirmek için Kıbrıs'a çıkmamıştı. Ama Makarios, İngilizlerin 
yardımı ile N.Samson'dan kurtulduğu gibi, yine onların yardımı ile adaya döndü. 
Türkiye, 1974 öncesi dönemi bir daha yaşamamak, Kıbrıs'ta "yeni bir yapılanma" getirmek için adada bulunuyordu. Bu; ada Türklerinin de istediği şeydi. 
Bu tarihten sonra B.M.gözetiminde Türk ve Rum yetkililer arasında sonu gelmez görüşmeler, toplantılar başladı. Rum tarafı şu çizgi içindeki yerini hep korudu. 
* Adada Rum çoğunluk olduğu için "çoğunluğa dayalı bir yönetim biçimi" kurulmalı idi. 
* Türk Silahlı Kuvvetleri adadan çekilmeli, ada uluslararası bir gücün denetimi altına girmeli idi. 
* Rumların Siyasal kimliği (egemenlik hakkı) olmasına karşın Türklerin böyle bir hakkı olamazdı. Rumlar eşitliği, bu yönü ile hiçbir zaman kabul etmediler. 

Türk tarafının çizgisi ise şöyle idi:

* Kıbrıs adasında Rumlar gibi Türklerin de eşit hakları vardı. 
* Rum çoğunluğunu egemen kılacak bir yapılanmaya izin verilemezdi. Türk tarafı şu ya da bu çözüm formülü içinde, kendi yönetimlerini sağlayacaklardı. 
* Türk silâhlı kuvvetlerinin adayı uluslararası bir güce devretmesi ise kabul edilemezdi.Türkiye'nin garantörlüğü kaldırılamazdı. 
Rumlar (ve Yunanistan) kafalarında sürekli olarak, "adanın uzun dönemde Rum yönetimine gireceği bir yapılanmayı sağlayacak förmüller için" çaba gösterdiler. 
Türk tarafı ise adadaki Türk varlığının Türkiye'nin fiili güvencesi altında kalmasını sağlayacak formüllere yeşil ışık yaktılar. 
Bu iki yaklaşım arasındaki fark siyah ile beyaz kadar büyük olduğu için bugüne kadar bir "çözüm" sağlanamadı. 
Aslında "çözüm", Türkiye'nin müdahalesi ile gelmişti ve çatışmalar durmuştu. 

7) Amerikan Ambargosu ve Türkiye'nin Öğrendikleri 

ABD'deki Yunan lobisi ve Ortodoks devreleri (Enosis)i sağlayamamanın acısını Türkiye'den çıkarmak istiyorlardı. Kongre üzerinde baskı yaptılar Ve 1975'te 
Amerikan Silâh Ambargo'su geldi. Gerekçe, ABD yapımı NATO silâhlarının "müdahale" de kullanılmış olması idi. 
Ancak, daha müdahaleden aylar önce tıbbi amaçlı "afyon" üretiminin durdurulması konusunda Ecevit hükümeti ile ABD arasında ambargo sorunu ortaya çıkmıştı. 
Washington Ankara'ya,. hükümet afyon üretimini durdurmaz ise ambagonun gelebileceğini söylemişti. Ankara buna "hayır" dedi. 
Arkasından Kıbrıs Barış Harekâtı geldi. Adeta iki ayrı şey birleştirilmişti. Ve ABD en önemli NATO müttefikine 1975'de ambargo koymaya karar verdi. Oysa 
Yunanistan da Kıbrıs'ta 1963'den beri NATO silâhlarını Türklere karşı (uçaklar ve gemiler dahil) bol bol kullanmıştı. Ambargo tek taraflı geldi ve sadece 
Türkiye'ye uygulandı. Yunan lobisi Washington'u ve Kongreyi istediği yola sokmuştu(18). 

Ankara1964'deki Johnson mektubundan sonra ABD'den ikinci darbeyi de silâh ambargosu ile öğreniyordu. Silah ambargosu 1978'de kalkacaktı. Çünkü 1978'de İran büyük bir kargaşa yaşıyordu ve Amerika karşıtı bir dini rejimin geleceği belli olmuştu.Bu durumda ABD, Elbruz dağları üzerinde kurulan ve Sovyetler Birliği'ni dinleyen "tesislerini" kullanamayacaktı(19). Bu sistemi Türkiye üzerinden sağlaması gerekiyordu. 

Kaderin bir çilvesi olarak "mollaların" devrimi, ABD'nin ambargoyu kaldırmasına neden oluyordu. 

1975-1978 Amerikan silâh ambargosu Türkiye'ye yeni bir şey öğretti. TSK'nın silâhı dışarıya bu denli bağımlı tutulamazdı. Türkiye artık, ulusal savunma 
sanayiinin kurulması için ilk defa ciddi adımlar atıyor ve silâh alımında da çeşitlilik uygulamasına geçiyordu. 1947'de Marshall Yardımı ile başlayan ve 
NATO'ya giriş ile unutturulan ulusal savunma sanayii yeniden gündeme gelmişti. Türkiye, "balık" üzerine söylenen Çin atasözünü nihayet hatırlıyordu. Kendi 
balığını tutmasını öğrenecekti. 
Kıbrıs Barış Harekâtı Türkiye'ye başka bir gerçeği de göstermişti; İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı (ve Amerika) şemsiyesi altına alınan Türkiye, "Batı 
tarafından gerçekten benimsenmiş değildi" Batı için bir "ileri karakol" görevi düşünülmüştü. Oysa Türkiye, kendisini Batı'nın içinde, Batı tarafından 
benimsenmiş bir ülke zannediyordu. 

1974 sonrasında ABD'nin ve Avrupa'nın Yunanistan'ın ve Rumların tarafını tutmaları, Batı medyasının Türkiye'nin haklı olduğu yönleri sistematik bir 
biçimde gözardı etmesi, gerçekleri Türkiye'nin gözleri önüne sermişti. 

Yunanistan ve Rumlar Batı'nın öz evlatları, Türkiye ise kerhen Batı içinde gösterilen bir ülke idi. Ankara'dakiler artık Türk dış politikasının bu yönde 
bazı değişikliklere uğraması gereksinimini hissettiyorlardı. Ama Türkiye'ye "iç kargaşaya" gömülmüştü. Sağ-sol çatışması adı altında hırpalanıyordu. Arkasından gelen 3 yıllık askeri rejim de Amerika'ya sıkı sıkıya bağlıydı. 

İç dengesizlilikler, Türkiye'nin Kıbrıs politikasında, ulusal çıkarları gözetecek kararlı bir refleks göstermesini engelliyordu. Buna rağmen, 1975'de Kıbrıs'ta Türkler, Kıbrıs Türk Federe Devleti'ni kurdular. 1983'te de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilân edildi. 

Bu arada Yunanistan 1981'de A.E.T.nin (Avrupa Birliği'nin) tam üyesi oluvermişti. Artık Avrupa'nın Kıbrıs politikasında daha da etkili idi. Bu etki, 
ileride, A.E.T.nin (AB'nin), Kıbrıs konusunda inisiyatifi B.M.den ve ABD'den Avrupa'ya kaydırılmasında rol oynayacaktı.

8) KKTC'nin Kuruluşu ile Başlayan Dönem 

15 Kasım 1983'de Kıbrıs Türkleri, Kuzey Kıbrıs Türk Federasyonu'nu Meclis'te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni ilân ederek yeni bir oluşum sağladılar. Türkiye 
bu devleti tanıdı. Rauf Denktaş KKTC'nin Cumhurbaşkanı oldu. Anayasa ile, tüm devlet kurumları ile işleyen bir demokrasi vardı. Kıbrıs Türkleri zaten demokrasiye çok yatkındılar, demokrasi kültürü yüksek düzeyde idi. 

Yıllar geçtikce KKTC'deki demokratik işleyiş, Batı Avrupa'daki ülkelerden farksız duruma geldi. 

Bu arada, daha 1964'de B.M.gözetiminde başlayan ikili görüşmeler, rutin bir işlem gibi sürmekteydi. Rumların ve Türklerin posizyonlarında değişiklik yoktu. 
Rumlar hâlâ, çoğunluğun (Rumların) egemen olduğu üniter bir devlet peşindeydiler. TSK'nın çekilmesini istiyorlardı. 
Türkiye ve KKTC ise Kıbrıs'ın Rum olduğu kadar Türk olmasını, Rumların sahip oldukları siyasal kimliğe Türklerin de kavuşmasını talep ediyorlardı. Bu durumda 
ortak bir anlaşma zemini oluşturmak olanağı ortadan kalkıyordu. 
Yunanistan'ın ve Rumların "Kıbrıs'ta egemen olmak amaçlarının kaybolmamasındaki " temel nedene gelince; ABD ve Avrupa Yunanistan'a ve Rumlara Türkiye'ye karşı destek verdikleri için, Yunanistan ve Rumlar, önünde sonunda Türk tarafının Batı yardımı ile çökertileceğine inanıyorlardı. 
Oysa ABD ve Avrupa Türkiye ve Yunanistan'a eşit mesafede dursa, Rumlar ve Yunanistan adil ve dengeli bir anlaşma noktasına gelebilirlerdi. 
1963'den beri ne ABD, ne de Avrupa bunu yapmadı. Mart 1964'de B.M.işgalci Rum yönetiminin "meşru hükümet" olarak tanınması ile başlayan hatalar zinciri, 
ABD ve Avrupa tarafından sürdürüldü. Bu da, Rumların ve Atina'nın, adanın tümünde egemen olma düşüncelerini korumalarına neden oldu. Kıbrıs 
uyuuşmazlığındaki esas çıban başı budur. 
Buna bağlı olarak Mart 1964'den bugüne kadar BM Güvenlik Konseyi'nde Kıbrıs uyuşmazlığına ilişkin çıkan kararlar "tek yanlı" olma özelliğini sürdürdü. 
1974'den sonra Türkiye ve Kıbrıs Türkleri haksız yere suçlandı. ABD ve Avrupa'nın ağırlığını taşıyan bu kararlar, Rumlar ve Yunanistan'ın anlaşma 
zemini oluşturmamalarında temel etken oldu. 
* Rumların 1963 ve 1964'te Anayasayı fiilen ortadan kaldırdıklarını ve Türkleri yerlerinden atarak, silâh zoru ile yönetimi ele geçirdiklerini kimse hatırlamak 
istemedi. 
* 1963-1974 döneminde Kıbrıs Türklerinin Rumlar tarafından nasıl ezildiği görülmek istenmedi. 
* Hatta Zürih ve Londra antlaşmaları bile gözardı edildi. 

Batı adadaki Rumlara ve Türklere farklı bakıyor, Türk-Yunan ilişkilerinde de Yunanistan'ı sürekli kayırıyordu. 
Rumların ve Yunanlıların hukuk ve insanlık dışı davranışlarına göz yumuyorlardı. 
Bu koşullar altında Rumların ve Yunanlıların "adil ve dengeli" bir çizgiye çekilmeleri olanak dışına çıkıyordu. ABD ve Avrupa olaya sahiplenmişti ve Rumlar lehine çözmek istiyorlardı 1963'den bugüne kadar ortaya konan belgeleri ve fiili gelişmeleri inceleyen bir insan, bu gerçeği çok açık bir biçimde görebilirdi. 

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 

Yeni Dönem AB ve Kıbrıs.,

1) Avrupa Kıbrıs'a El Atıyor 

1990'da Doğu Bloku'nun dağılması ve Avrupa için ideolojik ve askeri tehdidin ortadan kalkması Avrupa'da önemli değişikliklere neden olmuştur. AB'nin (AT'nın) bölgeye ve Dünya'ya bakış açısı değişmiştir. 
a. Doğu Bloku'nun ve Varşova Paktı'nın dağılması AB'yi rahatlattı. Artık, Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı olmadığı için Doğu'dan askeri ve ideolojik 
tehdit söz sonusu değildi. 

b. Dünya Pazarları artık bölünmüşlükten kurtuluyordu. AB'nin büyük ülkeleri için yeni ekonomik ufuklar açılmıştı. ABD ve Japonya ile dünya pazarlarında daha 
yoğun bir çekişme olacaktı. AB'nin kendi içinde daha da bütünleşmesi ve diğer güçlü ülkelere karşı "staratejik" bir rakip konumuna gelmesi gerekiyordu. AB 
içini ve çevresini donatarak güçlenecekti. 1993'te uygulamaya konan ünlü Maastricht anlaşması, geleceğin AB'sinin temellerini attı.

* Tek paradan tek pazara ve ortak merkez bankasına, 
* AB üst kurumlarının gerçek bir "uluslarüstü" yapıya kavuşturulmasına, 
* Dünyaya karşı tek ses verebilmek için "ortak bir dış politikaya", 
* Amerika'nın askeri egemenliğinden yavaş yavaş kurtulmak için ortak bir savunma örgütüne kadar uzanan politikalar belirlendi. 
Artık AB, geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri'nin köşe taşlarını oluşturmak için plânlarını yapıyor ve yavaş yavaş uygulamaya koyuyordu. 

Türkiye geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri içinde olmayacaktı. Çünkü büyük ve AB'ye göre, Avrupa'dan farklı bir sosyal ve kültürel yapıya sahip Türkiye, 
geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri'nde bütün politik, ekonomik, sosyal ve kültürel dengeleri bozabilirdi. 

Türkiye bulunmuyorsa, Türkiye'nin "Kıbrıs'taki varlığı"da AB için önem kazanıyordu. Ada, Rum egemenliğinde AB'nin içine alınırsa, bu durum AB için daha yararlı sonuçlar doğuracaktı. Yunanistan AB içindeydi. 
Kıbrıs adası AB için artık "stratejik bir önem" kazanmıştı. Yeni dünya düzeninde, üç kıt'ayı karşıdan seyreden, Ortadoğu bölgesinin yanıbaşındaki bu koskoca ada yeni Asya pazarının "Batı kapısı" üzerinde bulunuyordu. Avrasya'nın stratejik bir noktasındaydı. Ticari yollar, enerji yolları ve askeri açıdan, AB'nin Doğu Akdeniz'deki ileri karakolu ve köprübaşı olabilirdi. 

2) AB Devreye Giriyor., 

O zaman bu adayı "koparıp AB içine almak" gerekiyordu. AB bu stratejisini hemen uygulamaya koydu ve B.M. şemsiyesi altında yürütülen görüşmeleri gözardı ederek AB ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (Kıbrıs Cumhuriyeti) arasında yeni köprüler kurdu. 

* 3 Temmuz 1990'da G.K.R.Y. tam üyelik için AB'ye başvurdu. Ankara buna karşı çıktı çünkü; Zürich ve Londra antlaşmalarına göre Kıbrıs, "Türkiye'nin ve 
Yunanistan'ın birlikte içinde bulunmadıkları bir topluluğa (burada AB'ye) giremezdi". 1960-1963 döneminde Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Anayasa Mahkemesi 
başkanının yardımcısı olan Alman hukukçu Dr.Christian Heinze, GKRY ve AB'nin, nasıl uluslararası anlaşmaları tanımadığını ayrıntılı bir biçimde ortaya 
koymaktadır(20). 

* AB Rumlara 30.6.1993'te olumlu yanıt verdi. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), hem de Kıbrıs Cumhuriyeti olarak AB'ye tam üye yapabilecekti. AB, Rumlarla görüşmelerin 1995'te yapılacağını belirtiyordu. Çünkü 1995'te Türkiye ile Gümrük Birliği belgesi imzalanacaktı. Ankara, Türkiye'yi tek yanlı AB'ye bağlayan bu belgeye "çok istekli" olduğu için, Kıbrıs, pazarlık konusu yapılacaktı. 

Türkiye uluslararası hukuk otoritelerine "Rum başvurusunun ve AB'nin bu başvuruya evet demesinin uluslararası antlaşmalara aykırı olduğunu" gösteren 
raporlar hazırlattı. Bu raporları B.M.üyelerine, Güvenlik Konseyi üyelerine ve AB'ye gönderdi. Ama "hukuk düzeni" çalışmıyor ve haklar tanınmıyordu. AB'nin 
çıkarları bunun önünde idi. 

Bu açık "ihlâl'e karşın realpolitik işliyordu". "Uluslararası topluluk" Yunanistan'ın ve Rumların yanında idi. 

AB GKRY ile tam üyelik görüşmelerine başlayacağını Brüksel'de açıkladığı zaman, bu karara B.M. Genel Sekreteri Perez de Cuellar bile isyan etmişti. "AB, Kıbrıs uyuşmazlığında bütün parametreleri değiştiriyor ve sorunun çözümünü daha da zorlaştırıyor" demişti. Genel Sekreterin bu çıkışı, ABD'yi de, AB'yi de 
etkilemedi. 

* Londra ve Zürih antlaşmaları Türkiye'ye "Garantörlük hakkını"da tanımıştı. Türkiye'nin Kıbrıs üzerinde "söz hakkı" vardı. Türkiye sözünü söyledi ama, 
GKRY'nin AB ile ilişkilerinde bunun da etkisi olmadı. 
* Ve 1994 geldi; Bu yılın sonuna doğru, Yunanistan, "Türkiye'nin AB ile imzalayacağı Gümrük Birliği belgesini veto edeceğini" açıkladı. AB'nin amacı, 
"veto"yu Ankara karşısında bir koz olarak kullanmak ve Ankara'yı Gümrük Birliği karşısında, "Rum-AB ilişkilerini kabule zorlamaktı". 
İşin daha da ilginç yanı, bu belge Türkiye'ye değil AB'ye yarar sağlıyordu. 
Türkiye tek yanlı olarak AB vesayeti altına giriyordu. Uygar dünyada, AB ile bu tür anlaşma imzalayan başka bir ülke yoktu. 
Ama Ankara'daki hükümet bu belgeyi, "Sanki Türkiye AB'ye tam üye yapılıyormuş" gibi kamu oyuna sunmuştu. İçerde bazı çevrelerin de büyük desteği ile Türk kamuoyu yanıltılmıştı. Hükümet bu hava içinde Yunan vetosunun kalkmasına karşılık, AB'nin Rumlarla (Kıbrıs Cumhuriyeti olarak), tam üyelik görüşmelerine başlamasına "göz yummuştu". Zaten imzalanan Gümrük Birliği belgesinin 16 maddesine ilişkin (ek) de, durum, Kıbrıs'ın adı da anılarak, açık olarak ortaya konmaktaydı. 

Öte yandan 6 Mart 1995'te Gümrük Birliği anlaşması imzalanmadan birkaç gün önce, 24 Şubat 1995'te Brüksel'de Komisyon başkanı, Rumlarla (Kıbrıs ile) 
tam üyelik görüşmelerine başlayacağını açıklıyordu ve Ankara'dan buna hiçbir "resmi tepki" gelmiyordu. Çünkü Atina, Ankara'nın tepki vermemesi 
(işi kabullenmesi) karşılığında (veto)sunu kaldıracaktı. 
Bunlar hep kamuoyunun ve ilgili çevrelerin bilgisi dışında gelişti. TBMM ne olup bittiğinin farkında değildi. Belirli çevrelerin denetimindeki medya bunları 
yazamıyordu. 
Türkiye kendi hükümetiyle, kendi medyası ile ve belirli sermaye çevrelerinin katkısı ile "kendi kendisini bağlıyordu". 
* Haziran 1995'te GKRY ile AB "ortaklık konseyi"ni Brüksel'de topluyor ve tam üyelik görüşmeleri başlıyordu. 
Bütün bu gelişmelerin yavaş yavaş açığa çıkmaya başlaması Milli Güvenlik Kurulunun 1995 sonlarına doğru, Türkiye'nin Kıbrıs politikası konusunda "karar 
almasına" yol açtı. M.G.K. konuya elkoydu ve bu tutum sonucu olarak da 28 Aralık 1995'te, Hükümetin göstermesi gerekirken gösteremediği "tepki", MGK kararı sonucu, 28 Aralık 1995'te Demirel-Denktaş deklarasyonu yayınlandı. 

Hükümetin Şubat 1995'te, göstermesi gerekirken gösteremediği "tepki", MGK. kararı sonucu, 28 Aralık 1995'te Demirel-Denktaş deklarasyonu ile ortaya 
konuyordu. 

6. CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

DÜNDEN BUGÜNE KIBRIS BÖLÜM 4

DÜNDEN BUGÜNE KIBRIS  BÖLÜM 4



Türkiye Hazırlanma Gereğini Duyuyor 

1963 olaylarından başlayarak Makarios'un ve Rumların amaçlarının Enosis olduğunun 63'ü izleyen yıllarda iyiden iyiye açığa çıkması, Kıbrıs Türklerinin 
çaresizliği, Türkiye'nin "müdahale olanaklarının" sınırlı oluşu, Türkiye'de hem orduyu, hem de hükümetleri "hazırlanmaya götürdü". 

1964'te Başkan Johnson'un İnönü'ye yazdığı mektup bunda etkili olmuştu. 

Türkiye Enosis'e izin vermeyecek ve Kıbrıs Türklerinin adada ki "varoluşlarının sürmesini" sağlayacaktı. Ufuktaki büyük tehlike açık açık görülmeye başlamıştı. 
Türkiye Kıbrıs'ın bir Yunan (veya Rum) adası olmasına izin veremezdi. 
Tırmanmakta olan Rum saldırılarının "durdurulması" için "fiili müdahale" olasılığı giderek artıyordu. Önünde sonunda, Enosis'e set çekmek için askeri müdahale hazırlıkları başladı. Ordu, çıkarma gemileri yapımını sürdürüyordu. Zürih ve Londra antlaşmalarına göre Türkiye, İngiltere ve Yunanistan ile birlikte, "Kıbrıs üzerinde garantörlük hakkı olan bir ülkeydi. Üstelik Kıbrıs Anadolu'ya 40 mil yakınlıkta, Doğu Akdeniz'de olağanüstü stratejik bir konuma sahipti. Bölgenin en büyük ölçekli ülkesi olan Türkiye, güneyindeki "ulusal çıkar alanına" sahip çıkmak zorundaydı. 

Ege adaları zaten kaybedilmişti. İmroz ve Bozcaada dışındaki tüm adalarda Yunan bayrağı dalgalanıyordu.Kaş'ın birkaç mil yanındaki Meis bile bunlardan birisi idi. Oniki ada ise, bir hediye olarak 1947'de Yunanistan'ın çebine konmuştu. 
Türkiye yanıbaşındaki koskoca Kıbrıs adasını da Yunanistan'a (Rumlara) kaptıramazdı. Batı'da Ege yavaş yavaş, Yunanistan tarafından tamamen 
kapatılmıştı. Türkiye, hiç olmazsa güneyden, Akdeniz'den "nefes" almak istiyordu. Enosis, Türkiye'nin güney çıkışının da kapatılması demekti. 
Türkiye, geçen yüzyıldan beri süren "megali idea" ya dur demek gereksinimin, duyuyordu. Yunanistan ile sürekli sorun yaşanmıştı ve yaşanıyordu da. Atina'nın 
içten içe yürüttüğü Türkiye karşıtı, politika, 1963 olaylarından başlayarak "fiili bir baskıya" dönüşmüştü. 

Bütün bu değerlendirmeler, Türkiye'nin "Kıbrıs işini sıkı tutması" sonucunu doğuruyordu. Ordu, bu konuda, hükümetlerin bir adım önünde bulunuyordu. 
Öte yandan Dr.Andrew Mango'nun da belirttiği gibi(15) İngiltere Kıbrıs'ın idari ve siyasi yönetiminden, bir sömürgesinden geri çekilmişti. Kıbrıs'taki Türk 
varlığının siyasal, askeri, sosyal ve kültürel olarak korunması Türkiye'nin en doğal hakkı idi. Üstelik Zürih ve Londra antlaşmalarından kaynaklanan 
garantörlük hakkı vardı. 

Türkiye'de, Kıbrıs'tan kaçmak ve göçmek zorunda kalan Kıbrıslı Türklerin sayısı, adadakilerden daha fazla idi. Ada yalnız Türkiye'nin değil, Türkiye'deki Kıbrıs 
Türklerinin de bir parçası ve uzantısı idi. 

BM; ABD ve Avrupa ise, daha çok, özevlatları olarak gördükleri Rumlara meylediyorlardı. Bu haksızlığa karşı durabilecek tek ülke ise Türkiye idi. 
Türkiye Girit'te; oniki adalarda, Batı Trakya'da yaşadığı haksızlıkları bir daha yaşamak istemiyordu. 

Kıbrıs Türkleri konusunda yavaş yavaş bilinçlenen Türk kamuoyu da Ankara'daki siyasileri etkiliyordu. Sivil toplum örgütleri büyük bir "refleks" gösteriyorlardı. Kıbrıs Türklerine yapılan saldırılar ve Enosis çabaları Kıbrıs sorununu "ulusal bir sorun" yapmıştı. Ordunun duyarlılığı yanında, Meclis ve hükümetler de Kıbrıs sorununa duyarsız kalamazlardı. 
Bütün bunlar, Türkiye'nin yaklaşan tehlike karşısında "hazırlık yapmasını" zorunlu kıldı. Türkiye artık Yunanistan'ın Ege'den sonra Doğu Akdeniz'de de 
genişlemesini sürdürmesine evet demeyecekti Kıbrıs üzerinde, Türkiye ve Yunanistan arasında 1960'da kurulan "denge" Türkiye aleyhine bozulmamalı idi. 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 

Türkiye Enosis'i Önlüyor; 

1974 ve Başlayan Yeni Dönem 

1) 1974'e Beş Kala Durum Nasıldı? 

1974 öncesi yıllarda Makarios ve Rumlar artık 1964'te elde ettikleri fiili avantajları sonuçlandırmaya başlamışlardı. Türkleri, Kıbrıs Cumhuriyeti'ni kuran 
iki ortaktan biri olarak değil, Rum yönetiminde yaşamaya mahkûm bir "azınlık" olarak değerlendiriyorlardı. 

En fazla "sınırlı yerel otonomi" verebileceklerini söylüyorlardı. Eğer Türkler bunu kabul etmiyorlarsa, adayı terketmekte serbesttiler. Adayı, bir Rum adası 
olarak görmeye kendilerini alıştırmışlardı. 
Yunanistan'dan aldıkları silâhlar dışında,Çekoslavakya başta olmak üzere bazı ülkelerden önemli silâhlar almışlardı. Çok avantajlı bir konumdaydılar. 
* Cumhuriyet 1963'te tamamen ortadan kalkmış olmasına rağmen, Rum yönetimi "meşru yönetim" olarak tanınıyordu. 
* Türkler adada küçük adacıklar halinde dağınık durumdaydılar. Bazı bölgeler 
Türklerin denetiminde bulunmasına karşın ekonomik ambargo vardı ve çok zor koşullar içinde yaşıyorlardı. Türklerin dirençlerinin yavaş yavaş tükeneceği 
inancı Rumlarda hakimdi., 
* Barışın görüşmeler yolu ile ve eski anayasal statüye döndürülerek sağlanmasını, "sürekli sabote edebiliyorlardı, Türkiye'yi ve Kıbrıs Türklerini oyalayabiliyorlardı" 
* Türklerin içinde kaldıkları bu haksızlığa karşı, dış dünyadan bir baskı da gelmiyordu. 

Türkiye'de Ecevit başbakan olmuştu. Türkiye'nin Batı ile ilişkilerinde, sosyal demokrat Ecevit'in bakış acısı farklı idi. Ortağı Erbakan ise, farklı nedenlerle 
Batı'ya soğuk bakan bir siyasal partinin lideri idi. Türkiye'deki bu değişim rüzgâr, Ankara'nın Kıbrıs politikasına da yanysıyacaktı. 
Türkiye'de zaten 1963'den beri, adadaki durumla ilgili olarak büyük bir "rahatsızlık birikimi" oluşmuştu. Rumlar adadaki Türk toplumunu ezmek ve baskı altında tutarak Türkiye'nin dış politikasında "belirgin bir zaaf psikolojisinin" hissedilmesine neden olmuşlardı. Kuşkusuz Atina, Makarios'la aralarındaki bazı 
sorunlara karşı adaya büyük askeri destek sağlamıştı. 

Makarios'un ve Atina'nın uluslararası ilişkilerdeki konumları çok farklı olmasına karşın, 
* Adanın Rum denetimi altına girmesi, 
* Kıbrıs ile Yunanistan arasında bütünleşme çabalarının yürütülmesi açısından "ortak bir çizgi" vardı. Diğer yandan; 
* Makarios "Bağlantısızlar" gurubu içindeydi. Moskova, Belgrad, Havana gibi merkezlere yakındı. 
* Atina'daki Albaylar Cuntası ile Moskova çok soğuk, buna karşılık ABD ile ılımlı ilişkilere sahipti. Batı Avrupa Atina'ya mesafeli idi. Batı Avrupa 
Albaylara soğuk bakmasına karşı Yunanistan'ı dışlamamıştı. Cunta'yı "geçici" olarak görüyorlardı. Herşeye rağmen Yunanistan, "tarihsel ve kültürel 
nedenlerle" Batı'nın bir parçası olarak görülüyordu. Aynen Franco İspanyası gibi. 

Kıbrıs'ta Makarios "oyununu çok iyi oynuyordu". Uluslararası ilişkilerde "hem batı, hem de Bağlantısız Ülkelerle" sıcak ilişki içindeydi. Moskova da 
Makarios'a yakındı. Batı, Sovyetler Birliği ve Bağlantısızlar, üçü de Makarios'un "yakın bulunduğu" gruplardı. 
* Batı'nın Hellenizm'e bakış açısı, 
* Adanın NATO dışında oluşu ve "Bağlantısızlar" içinde bulunuşu 
* Ortodoks dünyasının (ve Hiristiyan dünyasının) Makarios'un arkasında oluşları, Makarios'un, bu "çelişkiler içinde" her tarafı birden idare edebilmesinin temel 
nedenleri idi. 

Ayrıca ABD'deki Yunan lobisi de Makarios'un arkasındaydı. Makarios işi zamana bırakmış, kendi deyimi ile, "Kıbrıs Türklerinin Akdeniz'in kızgın güneşi altında 
tereyağ gibi erimelerini" bekliyordu. Acelesi yoktu, zaman onun lehine çalışıyordu. Bu nedenle toplumlararası görüşmelerden bir sonuç çıkması 
kesinlikle olanak dışı idi. Makarios eline geçirdiği fiili ve diplomatik avantajları bırakmayacaktı.

ABD ve Batı Avrupa Kıbrıs'ta Rumların 1963'den beri oluşturdukları fiili durumu "yavaş yavaş benimsemeye ve kabullenmeye" başlamışlardı. "Karşı taraf" olan 
Türkiye ise bu dönem içinde "oldukça pasif" bir politika izlemişti. Makarios ve Rum Yönetimi bu avantajlarını iyi değerlendiriyordu. B.M.in misyonu "rutin" bir 
işlem halini almıştı. Kimse elini taşın altına sokmak istemiyordu. 

Bu konjonktür içinde "elini taşın altına sokması gereken" Ankara idi. 1974'te Rumlar arasında iç politik çatışma ve iktidar kavgası şiddetlendi. EOKA 
ile Makarios arasında ipler kopmuştu. Nikos Samson, Grivas'ın Ocak 1974'te ölümü ile Makarios'a cephe aldı. Samson bir terorist ve iktidarı ele geçirerek 
Enosis'i kısa yoldan sağlamak ve Atina'daki Albaylar Juntası'na prestij kazandırmak istiyordu. Junta da Samson'un arkasındaydı. Nikos Sampson bir 
özelliği de aşırı bir "Türk düşmanı" olması idi. Birçok cinayete karışmıştı. Atina'nın kontrolündeki Eoka ve Nikos Samson 15 Temmuz 1974'de Makarios'u 
devirmek için saldırıya geçti. Atina'nın tam desteğini alan Nikos Sampson'un iki hedefi vardı; 

* İktidarı olan Makarios'tan almak 
* Türkleri adadan temizleyerek Enosis'i gerçekleştirmek. 

Ve Sampson iktidarı ele geçirdi, Makarios bir İngiliz helikopteri ile adadan kaçtı. 

Makarios'un akıllıca ve ince hesaplarla başarılı bir biçimde yürüttüğü, adayı Rumlaştırma politikası, Rumlar arası çatışma sonucu yara alıyordu. 
Rumlar çok büyük bir hata yapmışlardı, aralarında hem iktidar, hem de Enosis kavgasına tutuşmuşlardı. Adada hem Rumlar arasında, hem de RumlarlaTürkler 
arasında kanlı çatışmalar başlamıştı. 

2) "Müdahale" Türkiye İçin Kaçınılmazdı 

Ankara artık pasif kalamazdı. TBMM karar aldı, Ecevit İngiltere ile birlikte "müdahale" yapmak için Londra'ya gitti Londra birlikte müdahaleyi kabul etmedi. 
Ve Türkiye 20 Temmuz 1974'de deniz ve hava kuvvetleri ile müdahale etti, adaya çıktı. Bu müdahale Türkiye'nin Zürih ve Londra antlaşmalarından doğan "hakkı" idi. Garantör bir ülke olarak 1963'te yapması gerekeni ancak 1974'te yerine getirebiliyordu. 

1963'ten beri Makarios'un ve Rumların adada yürüttükleri uygulamalar ve izledikleri politikalar, Rumların hiçbir zaman 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'ne 
dönmeyeceklerini Ankara'ya göstermişti. Ankara artık adada yeni bir yapılanma istiyordu ve bu yapılanma şu hedefleri gerçekleştirmeliydi; 

a. Adanın Yunanistan ile birleşmesi önlenmeliydi. 
b. Kıbrıs Türkleri "Türkiye'nin doğrudan güvencesi altına" alınmalı idi. 
c. Adadaki Yunan ve Rum askeri birikimine karşılık, "askeri bir denge" sağlanmalı idi. 

Dr.Andrew Mango'nun daha önce ortaya koyduğu gerçekçi yaklaşım, 1963-1974 dönemindeki "boşluk" dışında, gerçekleşiyordu. İngiltere sömürgelerinden 
çekilirken bu sömürgeler gerçek sahiplerinin eline geçiyordu(16). 

Diğer bir bakış açısı ile de; 1960'da Kıbrıs'ta Türkler ve Rumlar (Türkiye ve Yunanistan) arasında barış yolu ile kurulan denge 1974'te, Rumların ve Atina'nın ihtirasları sonucu, bu defa silâhların gölgesinde gerçekleşiyordu. Bu yöntemle sağlanan denge'nin sorumlusu ne Türkiye, ne de Kıbrıslı Türklerdi. 
1963 yılında Anayasa'yı ve Kıbrıs Cumhuriyeti'ni silâh zoru ile ortadan kaldıran Rumlar ile bu davranışa "kapalı destek veren" Batı idi. 
Türkiye bu müdahalesi ile, Yunanistan'ın Ege'den sonra Doğu Akdeniz'e uzanan genişleme politikasına da son vermiş oluyordu. Megali idea darbe yemişti. 

3) Ulusal Çıkarları Korumanın Bedeli 

1974 müdahalesi Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihinde bir dönüm noktasıdır. 
1938'de Hatay'ın bağımsızlığı ve 1939'da Türkiye'ye katılımı Türkiye'nin bir üçüncü ülkeyi işgali değildi. Fransa'nın sömürlerinden çekilişi ve Hatay'da Türk 
varlığının korunması bunu gerektirmişti(17). Kıbrıs'ta da, farklı koşullar altında olmasına rağmen, temelde aynı durum söz konusu idi. İngiltere'nin çekilmesi ile oluşan boşluk KKTC ile dolduruluyordu. 
Kıbrıs'ta İngiltere sömürgelerini bırakırken Türkiye, buradaki Türk varlığını koruyordu. Türkiye, bir başka ülke toprağını işgal etmiyordu. Aksine, Kıbrıs'ta 
kurulan dengenin silâhla bozulması karışsında, "uluslararası anlaşmalardan doğan garantörlük hakkını" kullanıyordu. Türkiye'nin müdahalesi "meşru ve 
kaçınılmazdı" Aslında geç bile kalınmıştı. 1963-1974 arasında 11 yıl boyunca ada Türkleri Rumların hukuk dışı ve silâhlı baskısı altında bırakılmıştı. 
Başbakan Ecevit 20 Temmuz sabahı oldukça "makûl ve masum" bir açıklama ile müdahalenin gerekçelerini Türk ve Dünya Kamuoyuna açıklıyordu: 
* Türkiye adada düzeni ve barışı sağlamak için, 
* Kan dökülmesini önlemek amacı ile 
* Anlaşmalardan doğan hakkını kullanıyordu. 
Türkiye Kıbrıs'ın tamamını denetim altına almak için değil, belirli bir bölgesinde denetimi sağlamak için çıkıyordu. Temelde, adada Türklerle Rumlar, Türkiye ile Yunanistan arasında bir denge kurulması ve ada Türkleri'nin daha fazla "zarar görmemesi" amaçlanıyordu. 

Bu politikanın iki ayağı vardı; 

* Türkiye'nin 40 mil güneyinde, içinde Türk Halkının da yoğun bir biçimde bulunduğu Kıbrıs'ta, adanın tamamının Rum (ve Yunan) egemenliği altına girmesini önlüyordu. 
* Kıbrıs Türkleri'nin 11 yıldır yaşadığı haksızlıklara son veriyordu. Türkiye'nin bu denizaşırı "müdahalesi" Dünya'da bir bomba gibi patladı. Ancak 
uluslararası konjonktör Türkiye'nin lehine idi. 

Şöyle ki: 

a. Esas amacı Enosis olan 15 Temmuz 1974 Rum (Nikos Samson) saldırısının arkasında, Atina'daki Askeri Yönetim (Albaylar Cuntası) vardı ve Albaylar 
Cuntası Batı tarafından "soğuk bakılan" bir yönetimdi. Fransa'da bulunan muhalif Karamanlis, Avrupa'nın manevi desteğini arkasına almıştı. 
b. ABD'de ise "yönetim boşluğu" vardı. ABD ve Washington büyük skandallarla çalkalanıyordu. Dışişleri bakanı Kissinger de Kıbrıs'ta 1974 öncesi gelişmelerden rahatsızlığını açık açık ortaya koyan bir kişiliğe sahipti ABD'nin en büyük korkusu, "Türkiye ile Yunanistan arasında bir savaşın patlak vermesi" idi. Türkiye müdahale etmese, 
* Adada kanlı olayların yaygınlaşacağı, 
* Türk-Yunan savaşı olasılığının artacağı ve bunun bütün Ege'ye yayılacağı kuşkusu hakimdi. 
Washington için Türkiye'nin müdahalesi, "kaosun büyümesini önleyen ama riskler taşıyan" bir oluşum olarak görülüyordu. Bir bakıma "ehven-i şer" idi. 
Washington bu defa, 1964'de Johson'un yaptığı hatayı yapmadı. Yapamadı desek daha doğru olur. Çünkü böyle bir girişim bölgedeki ABD çıkarlarına daha büyük zarar verebilirdi. 
ABD somut olarak bir girişimde bulundu; Atina'daki Albaylar Juntası üzerinde, "Türkiye ile savaşa girmemeleri konusunda" baskı yaptı. 
* Sovyetler Birliği de Atina'daki yönetime karşı idi. EOKA Batı'nın ve Nikos Sampson'un Atina'nın güdümünde olduğu ise açıkca görülüyordu. Bu nedenle 
Moskova'da Türkiye'nin müdahalesine sessiz kaldı. 

Bu uluslararası konjonktör içinde Türkiye tarihsel süreç içinde "boşluğu, geçikme ile de olsa dolduruyordu". Türkiye uluslararası konjonktörün sağladığı 
avantajı iyi kullanmadı. 
* Hem ulusal çıkarlarını koruyor, 
* Hem de Kıbrıs'taki kaosun genişlemesini ve Enosis'in gerçekleşmesini önlüyordu. 

4) Madalyonun Diğer Yüzü; 

Türkiye Harita Çizebilir mi? 
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD ve Batı ile ilişkilerinde "uysal, uyumlu ve bağımlı" bir politika izleyen Türkiye acaba başını kaldırıp ulusal politika 
izleyen yeni bir yapılanma içine mi giriyordu? ABD ve B.Avrupa bu kuşkuyu da taşıyorlardı. Böyle bir olasılık "Bağlantısızlar gurubunu" etkiler Türkiye "kötü 
bir örnek" olur muydu? 
Uluslararası antlaşmalardan da doğsa, "Batı'ya bağlı ve bağımlı" bir ülkenin başını kaldırarak kendi ulusal politikasını ortaya koyması büyük rahatsızlık 
yaratmıştı. 
Üstelik Libya başta olmak üzere bazı "asi çocuklar"Türkiye'ye destek vererek bayram yapıyorlardı. Türkiye, Atatürk'ün ölümü ile sona eren ulusal bağımsızlık 
bayrağını yeniden taşımaya mı soyunuyordu? Soğuk savaşın hassas dengeleri içinde hem ABD hem Rusya bunun rahatsızlığı içindeydiler. 
Türkiye kendi "insiyatifini kullanarak ulusal çıkarlarını koruyordu ve "içizgi dışına" çıkıyordu. 
Atina Albaylar Cuntası'nın denetimi altında olsa da Batı'nın bir parçası idi, Kıbrıs adası ise İngiliz üslerinin bulunduğu, ancak Makarios'un fiili yönetiminde 
Batı, Sovyetler Birliği ve Bağlantısızlar arasında en büyük satrancın oynandığı bir alandı. 
Şimdi Türkiye kalkıp tek başına, haklı da olsa, kendi bildiğini okuyor, yeni sınırlar oluşturuyordu. O günün soğuk savaş koşulları içinde ABD'nin ve Sovyetler Birliğin'nin "izni ve desteği olmadan" böyle bir sonuç elde etmek, büyüklerin koyduğu kuralların dışına çıkmaktı ve en önemlisi, "Türkiye kötü bir örnek olarak büyüklerin başını ağrıtacak yeni uluslararası gelişmelere yol açabilirdi." 

5) Türkiye Başını Kaldırıyor mu? 

20 Temmuz Barış Harekatı Türkiye içinde de büyük bir hareketlenme yarattı. İç kargaşa içindeki Türkiye'de "ulusal bilinç ve ulusal çıkarları koruyabilme 
sevinci" butünlük ve birleşme inanç ve duygusunu doğurmuştu. Yıllardır Kıbrıs konusunu gündeminde tutan gençlik, geniş halk kesimleri ve siyasal partiler, "ulusal çıkarları korumanın" çoşkusu içindeydiler. 

Basın ve TRT halkın sokağa dökülmesine, çoşkulu kutlamaların yaşanmasına ortam hazırlıyorlardı. Bunlar şövenist eylemler değildi; 

* Bir eziklikten kurtulmanın sevinci idi 
* Ulusal kimliğe, özgüvene kavuşmanın göstergesi idi. 
* Yıllardır dış baskılara ve "emperyalist yaklaşımlara" boyun eğmenin bir alın yazısı olmadığını ortaya çıkaran bir durumdu. 
Sağcısı, solcusu bir bütün halinde, "bu başkaldırıyı" kutluyordu. 
1964'te ABD'nin baskısı ile Kıbrıs Türklerini kaderlerine terketmek zorunda kalan Ankara hükümetleri bu defa boyun eğmemiş ve elindeki yetkiyi kullanma 
"cesaretini" gösterebilmişti. Bu azımsanacak bir şey değildi. 

Öte yandan dünyada "mazlum milletlerin" çoğu, Türkiye'nin bu girişimine alkış tutuyorlardı. Türkiye'nin ve Kıbrıs Türklerinin arkasındaydılar. Sadece 
Türkiye'de değil, dünyanın "belirli kesimlerinde de bir değişim rüzgârı yaşanmaya başlanmıştı.Olay sadeceTürkiye'nin ve Kıbrıs Türkleri'nin sorunu 
olmaktan çıkmış, "özgürlük isteyen toplumların, dış baskılar karşısında ezilen ülkelerin" bir umut ışığı olmuştu. 
Bu ise Washington için olduğu kadar Moskova için de "tehlikeli" bir gelişme idi. Üstelik bu gelişmeyi, Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti başlatıyordu. 
Bu daha da tehlikeli idi. 
Ve bütün bunlar, üç kıtanın birleştiği yerde, Doğu Akdeniz'de, Orta-Doğu petrol bölgesinin yanıbaşında oluyordu. 1974'de Washington'dan ve Moskova'dan izin 
almadan bu bölgede "inisiyatif kullanmak" kimsenin haddi değildi. Ancak Türkiye bu kuralı bozmuştu. 
Uluslararası konjonktür uygundu, Türkiye'nin elinde " yetki belgesi" vardı ve 
Türkiye hazırlanmıştı, eski eksikliklerini gidermişti. 
Türkiye 1960'da "uluslararası anlaşmalarla" kurulan ve sonra Rumlar tarafından bozulan dengeyi, tek başına, yeniden kuruyordu.B.M. şemsiyesi altında hiçbir 
sonuç alınmadan sürüncemede bırakılan işleri toparlıyor ve Kıbrıs'taki Türkleri kurtarıyordu. Hatay örneğinde böyle bir şey olmamıştı Kıbrıs'ta durum farklıydı. 
Türkiye ve ada çevresinde örülen engeller bu defa "fiilen ve güç kullanılarak" ortadan kaldırıyordu. 
Kıbrıs uyuşmazlığının 1974'de, Türkiye'nin müdahalesi ile yeni bir zemine oturtulması, uluslararası ilişkiler açısından çok önemlidir. Yalnız Türkiye 
bakımından değil, İki Blok'lu soğuk savaş dengelerinde" ezilen toplumların ve ülkelerin bilinçlenmesi bakımından da" büyük önem taşımaktadır. 
Üstelik bunu, ikinci Dünya Savaşı'ndan beri "bağlı ve bağımlı bir ülke" görünümündeki Türkiye yapmıştır. ABD'den ve NATO'dan izin almadan, kendi 
inisiyatifi ile gerçekleştirmiştir. 
1974'ten bugüne kadar Kıbrıs'la ilgili olarak yayınlanan "Batı kaynaklı" kitaplarda, bu konu nedense gözardı edildi. 


5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

DÜNDEN BUGÜNE KIBRIS BÖLÜM 3

DÜNDEN BUGÜNE KIBRIS  BÖLÜM 3



1) Zurih ve Londra Konferansları ve Kıbrıs Cumhuriyeti 

    Dünyada başka bir örneği olmayan, kendine özgü bir Cumhuriyet'i oluşturmak için 1958'de Zürih Antlaşması, 1959'da Londra antlaşması imzalandı. Türkiye, 
Yunanistan, İngiltere, Kıbrıs Türk Toplumu ve Kıbrıs Rum Toplumu bu konferansın taraftarı idi. ABD de fiilen bulunmasa da, bir 6 taraf gibi etkili oldu. Bu antlaşmalarla Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmuş oluyordu. 
Bu Cumhuriyet "çok özel" bir cumhuriyet idi Türkiye'nin, Yunanistan'ın ve İngiltere'nin ada üzerinde "egemenliği ve garantörlüğü" vardı. Türk ve Yunan 
askerleri bir "alay" ölçeğinde de olsa, adada sürekli bulunacaktı. İngiltere'nin ise büyük askeri üsleri vardı ve bu İngiliz askeri bölgeleri "İngiliz toprağı" 
olarak kabul edilmişti. 

Cumhuriyet dış bağlantılarında "bağımsız değildi". Türkiye'nin ve Yunanistan'ın, birlikte içinde olmadığı herhangi bir birliğe, örneğin A.E.T. (AB) ye giremezdi. 
İç yönetimde "ortak" ve "bağımsız" işler birbirinden ayrılmıştı. Ortak Meclis yanında Cemaat Meclisleri ayrı ayrı olacaktı. Ortak Meclis de 50 üyenin (35)'i 
Rum, (15)'i Türk olacak ancak iki toplum (halk), kendi iç işlerini, kendi Cemaat Meclisleri kanalı ile yürütecekti. 10 üyeli Bakanlar Kurulu'nda 7 Rum, 3 Türk 
bakan bulunucaktı. 

Cemaat Meclisleri vergi koyma, harcamaları yürütme hakkına sahiptirler. Eğitim ve kültür işlerini de üstleneceklerdi. 5 büyük şehirde Türkler ve Rumlar kendi "bağımsız" belediyelerini oluşturacaklardı. Adli işler bile ayrılmıştı. 
Cumhurbaşkanı Rum, yardımcısı Türk olacaktı. Türk yardımcının, kararları "veto hakkı" vardı. 

Zayıf bir ortak savunma gücünde 60-40, memurlarda 70-30 oranlarında Türk ve Rum bulunacaktı. 
Cumhuriyet'in Anayasa Mahkemesi başkan ve yardımcısı 3.ülkeden oluşucaktı. 
Başkan Prof.Ernest Forsthoff (Alman), özel yardımcısı ise Dr.Christian Heinze (Alman) idi. 
Görüldüğü gibi bu Cumhuriyet bağımsız değildi, üniter değildi. Hatta federal olarak bile tanımlanamaz. Kendine özgü bu Cumhuriyet'te yaratılan koşullar, 
federasyon ile konfederasyon arasında bir çizgi oluşturuyordu. Enosis ve taksim yolu kapatılıyordu. 

Cumhuriyetin temel özelliklerine baktığımız zaman şunları görüyoruz; 

a. Rumlar Türklerin, Türkler de Rumların üzerinde bir "baskı ve üstünlük" sağlayamayacaklardı. Bunlar, anayasanın güvencesi altında idi.Anayasa Mahkemesi başkan ve yardımcısı da, üçüncü ülke vatandaşlarından (Alman) oluşuyordu. 
b. "Cumhuriyet" dış ilişkilerinde "bağımsız değildi". Türkiye ve Yunanistan'ın, birlikte içinde bulunmadıkları bir birliğe, topluluğa katılamazdı. 
c. Türk ve Rum toplumları kendi iç işlerini bağımsız olarak yürüteceklerdi. Vergiden harcamaya, polisten eğitime kadar ayrılmıştı. 
d. Türk Cumhurbaşkanı yardımcısının "veto hakkı" vardı. 
e. Savunma, üç ülkenin güvencesi altında idi. Cumhuriyet sınırlar içinde Türkiye'nin ve Yunanistan'nın birlikleri (alay) bulunacaktı. 
f. Zürih ve Londra antlaşmalarının ve Anayasa'nın işlerliği konusunda Türkiye, Yunanistan ve İngiltere'nin "garantörlük" hakları konulmuştu. Örneğin Türkiye, 
anlaşmaların hükümlerinin "ihlâl" edildiği kanısına varırsa, tek başına "müdahale etme hakkına" sahipti. 
Başlıcaları yukarıda belirtilen hükümler de gösteriyor ki bu Cumhuriyet ne üniter, ne de bağımsız bir Cumhuriyetti. Üç devletin ve iki halkın egemenliği " 
paylaştığını" görüyoruz. 

İngiliz idaresi (egemenliği) altında bulunan Kıbrıs adası, Dr.Andrew Mango'nun da belirttiği gibi, İngilizlerin çekilmesi sonucu "Türkiye'nin ve Yunanistan'ın 
egemenliği de kabul edilerek, iki halka yerel özerklik sağlanan bir konuma" getirilmişti. 

1878'de İngiliz yönetimine bırakılan adada o tarihten beri hem İngiliz yönetimleri, hem de Rumlar tarafından baskı altında tutulan ve ezilen Kıbrıs 
Türkleri bu anlaşmalarla ilk defa kendi yaşama ve gelişme ortamını sağlayacak "dengeli bir yapıya" kavuşuyorlardı. Ve en önemlisi, Lonra ve Zürih anlaşmaları 
ile Türkiye'nin Kıbrıs üzerindeki hakları uluslararası antlaşmalarla kabul edilmiş oluyordu. 

Politik, mali, ekonomik, askeri ve kültürel güvenceler getiriliyordu. Kıbrıs Türk halkı anlaşmadan memnundu. Türkiye de hem Kıbrıs Türkleri'nin güvence 
altına alınmış olmasından, hem de Kıbrıs üzerinde Türkiye'nin haklarının kabul edilmiş olmasından hoşnuttu. 
Bu antlaşmalarla, Kıbrıs adası üzerinde Türkiye ve Yunanistan arasında "denge" sağlanıyordu. Kıbrıs Türk halkını o güne kadar ezen, onların yaşama haklarını 
ortadan kaldıran saldırılar artık olmayacaktı. Enosis yolu da kapanmış oluyordu. 
Antlaşmalardan İngiltere de memnundu; Üs bölgeleri bazı tesisler İngiliz toprağı sayılmıştı. Öte yandan İngiliz yönetiminin de baş ağrıları ve kanlı iç çatışmalar sona erecekti. 

Cumhuriyet'in başkanı Başpiskopos Makarios, başkan yardımcısı (muavini) ise 
Dr.Fazıl Küçük oldu. 

2) Antlaşmalardan Mutlu Olmayan Taraf; Enosisçiler ve Kilise Rumlar yıllardır Enosis peşindeydiler. EOKA, adayı "Türklerden temizlemek ve 
Enosis'i gerçekleştirmek için" kurulmuştu. Ortodoks Kilisesi ise hem Türk düşmanlığının, hem de Enosis'in yıllardır öncülüğünü yapıyordu. 
Kıbrıs'ı Helenleştirmek amacını yıllardır sürdüren Başpiskopos Makarios ise antlaşmaları, istemeye istemeye imzalamıştı. O günlerdeki uluslararası soğuk 
savaş konjonktürü içinde, "imzalamak zorunda kalmıştı". Bu tutumunu hem Londra'da gösterdi, hem de Londra'dan Kıbrıs'a döndükten sonra yaptığı 
açıklamalarla ortaya koydu. 

Zürih ve Londra antlaşmaları imzalanırken taraflar genellikle, işlerin bu kadar çabuk bozulacağını beklemiyorlardı (10). Ancak Başpiskopos Makarios ve Rumların çoğunluğu, yeni cumhuriyeti nasıl Rumların egemenlik kuracağı bir yapıya dönüştüreceklerinin hesaplarını yapıyorlardı. Yapılan açıklamalardan ilk 
sinyaller ortaya çıkmaya başlamıştı bile. 

Yeni cumhuriyet'in kendine özgü yapısı, "iki tarafın da cumhuriyeti yaşatmak için iyi niyetli hareket etmelerini" gerektiriyordu. Sorunlar Türk tarafından değil Rum tarafından geldi. Türklerle Rumlar arasındaki "adil ve dengeli yapılanmayı" Rum tarafı bir türlü kabullenemiyordu". Bakanlar Kurulunda, Belediyelerde diğer konularda, Rumların üstünlüğü gösterme çabası içindeydiler. 
Rumlar yönetimlerde sürekli olarak Rum çıkaralarını öne çıkarıyorlardı ve kurulan düzeni işlemez duruma getiriyorlardı. 

Haksız kararlarda Türklerin veto haklarını kullanmalarını fiilen engellemeye başladılar. Anayasa ve yasalar sürekli olarak Rumlar tarafından çiğneniyordu. 
Vergilerde, memur atanmasında, polis idaresinde Rumlar yasalara uymuyorlardı. Bu durumdan tarafsız Anayasa Mahkemesi Başkanı Alman Prof.E.Forsthoff 
ve yardımcısı Dr.Christian Heinze de şikayetciydiler. Rumların tutumunu onaylamıyorlardı. Daha sonra yakından tanıma fırsatını bulduğum değerli 
Alman hukukçu Dr. Christian Heinze, Rumların anayasayı ve yasaları sürekli olarak ihlâl ettiğini bana ayrıntıları ile anlatmıştı. 
Yayınladığı kitap ve makalelerde de 1960'ı izleyen yıllarda, sorunun hangi taraftan geldiğini net bir biçimde ortaya koydu (11). 

Belediyeler konusunda Rum çoğunluklu Bakanlar Kurulu yasalara aykırı karar aldı. Anayasa Mahkemesi bu kararları iptal etti. Rumlar Anayasa Mahkemesi'nin 
kararlarına uymayacaklarını açıkladılar. Rumlar tarafsız Anayasa Mahkemesi'ni tanımıyorlardı. 

1960-1963 döneminde bulunan Makarios ve diğer Rum liderler kurulan cumhuriyeti tamamen işlemez duruma getirmişlerdi. EOKA da Cumhuriyeti ortadan kaldırmak için yerlatı bağlatılarını arttırmıştı(12).

1963 yılında Makarios 13 maddelik anayasa değişikliği istedi. Oysa anayasa, uluslararası anlaşmalarla güvence altına alınmış, tarafların çıkarları 
dengelenmişti. Rum tarafının istediği bu değişiklikler, cumhuriyet'n özel statüsünü ortadan kaldırıyor, mutlak bir Rum egemenliğini getiriyordu. 1962'de 
Türklere karşı şiddetini arttırmaya başlayan Rum silâhlı saldırılarına, Makarios'un bu istekleri eklenince büyük bir kriz patladı. 

Anayasa ve yasalar Rumlar tarafından fiilen uygulanmıyor, Rum çoğunluğunun istediği yönde kararlar alınıp yasal olmayan yollarla uygulamaya konuyordu. 
Anayasa, yasalar ve cumhuriyet fiilen ortadan kalkmıştı. 

3) Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Ortadan Kalkışı 1963 yılında Rumlar Türklere ateşli silâhlarla saldırmaya başladılar. 
Adanın değişik bölgelerinde saldırılar sürdü. Türk milletvekilleri, kamu yöneticileri silâh zoru ile görevlerinden uzaklaştırıldılar. Radyo Rumlar tarafından işgal edildi. 
Rumlar toplu ve düzenli bir biçimde saldırıya geçmişlerdi. Bu eylemler, önceden hazırlanmış olan bir plân içinde (Akristas Plân) yürütülüyordu. Plânın amacı, 
adada Türkleri ortadan kaldırmak ve Kıbrıs'tan kaçmaya zorlamaktı. Eoka ve Ortodoks Kilisesi kadar geniş bir Rum kesimi de Türklere karşı yapılan bu 
saldırının içindeydi. 

Başpiskopos Makarios iki halka dayalı ve Türklerle Rumlar arasında denge sağlayan yapılanmayı baştan beri içine sindirememiş ve kurulan düzeni ortadan 
kaldırmak için kararlılık göstermişti. Makarios'un 1960-1963 arasında kamuoyuna yaptığı açıklamalarda da bu durum net bir biçimde görülür. Zaten daha sonraki dönemde, cumhuriyeti ortadan kaldırıp adanın Yunanistan'la birleşmesini sağlamak için 1963 yılında Akritas Plânı'nın haırlandığı kesin olarak ortaya çıkıyordu. 
Bu eylem plânı, Rum kaynakları tarafından da doğrulanmıştı (13). 
1963 yılının sonlarında Rumlar saldırılarını iyice arttırmışlardı. Gizli olarak silâhlanmış Rumlar birçok bölgede Türklere saldırıyorlardı. Türkiye garantör 
ülke olarak İngiltere ve Yunanistan'a çözüm için başvurdu. Ocak 1964'te Londra'da düzenlenen toplantı, bir sonuç alınamadan dağıldı. 
Kıbrıs Cumhuriyeti fiilen son bulmuştu. Çünkü cumhuriyeti oluşturan bütün yasal ve anayasal kurumlar ortadan kaldırılmıştı. Rum yönetimi silâh zoru ile bu 
kurumları ya ortadan kaldırmış ya da işlemez duruma sokmuştu. 

1 Ocak 1964'te Makarios 1960 Antlaşmalarını, tek yanlı olarak feshettiğini açıkladı. Artık herşey bitmişti. 

BM Güvenlik Konseyi'nin 4 Mart 1964'te aldığı bir kararla B.M.Barış Gücü Kıbrıs'ta devreye sokuluyordu. Ancak Barış Gücü'nün adaya gelişi, eski yasal 
düzeyi sağlayamadı. Ada fiilen Rum yönetiminin işgali altındaydı. 
Atina'ya göre ise, Rumların Türklere saldırısı ve bütün cumhuriyet kurumlarını ortadan kaldırmaları, "bir iç mesele" idi ve dışardan müdahaleye gerek yoktu. 
Çünkü "Rumlar herşeye hakimdiler". 
Bu arada BM Güvenlik Konseyi büyük bir siyasal hata yapmıştı. cumhuriyeti bütün kurumları ile ortadan kaldıran Rum tarafını (ve Makarios'u) cumhuriyetin "meşru yönetimi imişcesine" kabul etmişti. 
Bu "kabul", Kıbrıs'ta günümüze kadar sürecek olan yanlışlıkları ve uyumsuzluk ları "başlatan" bir köşetaşı olacaktı. 
Oysa Rum tarafı, aynen Türk tarafı gibi, Cumhuriyet'in ortaklarından sadece bir tanesi idi. Cumhuriyeti oluşturan ortaklardan sadece birisi olan Rumlar, kağıt 
üzerinde cumhuriyetin meşru yönetimi olarak kabul edilmiş oluyordu. 
Bu tarihi hata, "bilinçli bir biçimde" işlenmişti. BM Güvenlik Konseyi'nde bu bilinçli hata işlenirken, Anakara'daki hükümet, 

* Hem direnç gösterememişti 
* Hem de bu bilinçli hatanın ileride yol açacağı büyük sorunları görememişti. 

Ankara'daki hükümet "zaaf göstererek" hem Türkiye'nin ulusal çıkarlarını koruyamamış, hem de Kıbrıs Türk halkını, 1974'e kadar sürecek olan acılı 
günlerle karşı karşıya bırakmıştı. Bu tarihi gerçeğin ortaya konması gerektiğine inanıyorum. 

Adada cumhuriyet ortadan kalkarken Kıbrıs, fiilen Rumların egemen olduğu bir ada durumuna gelmişti. Türkler küçük bölgelere sıkışıp kalmışlardı. Türkiye ile 
ulaşım bağlantıları yoktu. Bu çok zor koşullar altında bile Kıbrıs Türkleri, kendi bağımsız yönetimlerini, Kıbrıs Türk Yönetimini kuruyorlardı. Ellerindeki 
sınırlı olanaklarla Rumlara karşı direniyorlardı. Ve B.M.de yeni bir Kıbrıs Dosyası açılacak, bugün bile sürmekte olan maraton başlayacaktı. 

4) Belirsizlik, Haksızlık ve Acılı Yıllar; 1964-1974 

103 köye yayılmış, büyük kentlerde etrafları tel örgülerle çevrilmiş yokluklar ve ızdıraplar dönemi başlıyordu. Rum saldırıları da, her firsatta sürüyordu. 
Rumlar sürekli silâhlandıkları gibi Yunanıstan'dan da adaya asker ve silâh geliyordu. 

Adada İngiliz askerleri (üsleri) vardı ve bunlar Türkleri koruyamıyordu. Ortadan kaldırılan anayasaya göre başkan yardımcısı olan Dr.Fazıl Küçük Türkiye'den 
yardım istiyordu (14). 

Anayasa Mahkemesi Başkanı Prof.Forsthoff bir açıklama yaparak Rum tarafını, "Anayasayı işlemez duruma soktuklarını belirterek" suçladı. 
Çok sayıda ölü, yaralı ve kayıp Türk vardı. Adada tam bir kaos yaşanıyordu. Yaşananlar dünya basınında da çıkıyordu.Türkiye'de ise büyük heyecan vardı. 
Rumların Türklere saldırmaları ve anayasayı ortadan kaldırmaları büyük tepki doğurmuştu. Büyük gösteriler yapılıyor, gazeteler manşetlerini bu haberlerle 
dolduruyordu. Kıbrıs'taki Türk alayı da "mahsur" durumdaydı. Çok kritik günler yaşanıyordu. 

1964'te B.M.Barış Gücü askerleri adaya geldi. Bunların Rum saldırılarını engellemekten çok Rum tarafına "büyük gelir sağladığını" görüyoruz. Barış gücü, daha çok ara bölgelerde ve iki tarafı ayıran Yeşil Hat üzerinde görev yapıyordu. 
Etkili bir askeri güç olmaktan çok, üniformalı turistler durumundaydılar. Esas olarak Rum tarafına "muhatap" oluyorlardı. 
BM, iki taraf arasındaki sorunları çözmek üzere, bir de gözlemci atamıştı. Türklere silâhlı saldırılar yanında tam bir ekonomik ambargo uygulanmaktaydı. 
Açlık tehlikesi baş göstermişti. İlaç ve gerekli maddeler bulunamıyordu.Türkler tam bir sefaletin içine itilmişlerdi. 
Türkler bölge bölge direnişe başlamışlardı. Bunların en önemlisi Erenköy bölgesinde oluştu. Burada küçük bir Türk kantonu kurulmuştu. Türkiye'den de 
gönüllü destek geliyordu. Daha çok, Türkiye'deki Kıbrıslı Türklerden oluşan gençler, Rum baskısına rağmen, Anadolu'dan bu bölgeye gizlice geliyorlardı. 
Grivas 10.000 kişilik bir ordu ve zırhlı birlikler ile bazı Türk bölgelerine saldırdı. Türkiye de jet uçaklarını göndererek buna karşılık verdi. 
Yunanistan'dan sonra Türkiye de artık "işin içindeydi". Türkiye'nin bu sınırlı müdahalesi bile Rumları biraz sindirdi. 
1964 yılında şiddetlenen ve 1974'e sürecek olan olaylarda 1964 bir köşe taşıdır. (10) yıllık esaret dönemini belirleyen öğelerin çoğu bu yıl ortaya konmuştur. 
1964'te neler oldu? 

* Rumlar adada fiili bir denetim sağladı, çünkü silâhlıydılar ve Türklerden çok fazlaydılar. Ayrıca hazırlıkları vardı. 
* Ankara hükümeti pasif kaldı. Fiili olarak Türk jetlerinin "sınırlı hareketi" ve Erenköy'e destek göze batan gelişmelerdi. 
* Yunanistan adaya çok sayıda asker ve silâh soktu. Yunan jetleri de Türklere saldırdı. 
* Türkiye'de sivil örgütler büyük eylemler yaptılar. Ancak bunlar, hükümete yansımadı. 
* Amerika ve İngiltere aktif olarak devredeydiler. 
* Makarios, Sovyetler Birliği'ni ve Bağlantısız Ülkeleri kendi taraflarına çektiler. 
* Rumlar Türklere hem saldırdılar, hem de ekonomik ambargo getirdiler. 
   İstedikleri oluyordu. Bunun için bu gidişi durduracak bir "dış müdahaleye" karşı çıktılar. 
* İnönü Hükümeti, diplomatik girişimlerden yarar sağlayamadı, Kıbrıs Türkleri ezildiler, saldırılara uğradılar. Oysa Türkiye garantör ülke idi. 
* B.M.de, ABD ve İngiltere ile ikili ilişkilerde NATO'da çok sayıda görüşmeler yapıldı. Türklerin durumunu düzeltecek ve Rumları durduracak bir sonuç alınamadı. 
* Batı Dünya'sı genellikle kayıtsız kaldı. Ortaya çıkan tepkiler, olayların boyutunun çok altında idi. 
* Rumların saldırgan tutumuna karşın BM ve Batı, Mart 1964'de yaptığı hatayı sürdürdü. Kıbrıs Cumhuriyeti'ni işgal eden iki taraftan birini, "meşru yönetim" 
olarak kabul etti. Zaten bu haksız ve yanlış tutum, Rumların saldırganlığını da özendirdi. 
* Makarios ile Atina ve Eoka arasında, bazen görüş ayrılıkları olmasına rağmen, esas amaçları olan "Enosis"te birleşiyorlardı. Makarios "adayı 
   Helenleştirmekten" söz ederken, bazen, Yunanistan'la bütünleşme amacından biraz ayrılıyordu. Aradaki fark, birinde iki Helen devleti, diğerinde ise tek bir 
devlet anlayışı bulunması idi. 

B.M. gözetiminde 10 yıl sürecek ve Türklerin adada "bir açık hava hapishanesi" konumunda tutulmalarına yol açacak olan sürecin temel taşları 1964 yılında 
atılıyordu. 

Rumların hedefi çok açıktı; 1963 yılında hazırlanan Akritas Plânı doğrultusunda, Türkleri Kıbrıs'tan kaçırtarak "Enosis'e varmak istiyorlardı. Bu amaç için de; 
* Uluslararası anlaşmaları hiçe sayıyorlar, 
* Türklere karşı, sürekli olarak insanlık dışı eylemlerde bulunuyorlardı. Batı, gereken sonuç alıcı teptkiyi vermiyor, Ankara hükümetleri de "pasif" bir 
politikayı benimsiyordu. 
Ve bu arada olan, Kıbrıs Türklerine oluyordu. 1967-1974 döneminde, Atina'da, Batı'nın itibar etmediği Albaylar Cuntası bulunmasına rağmen Ankara, sonuç alıcı gereken hamleleri yapamamıştı. 
Bunu yapması için, Eokacı Nikos Samson'un, işi kısa yoldan halletmek için büyük bir çılgınlık girişiminde bulunması gerekmişti. Bu çılgınlığın arkasında ise; 
Atina'daki Albaylar Cuntası vardı. 
Zayıflayan konumlarını güçlendirmek için, Makarios'un "sabırlı ve dengeli bir biçimde yürüttüğü, adayı Helenleştirme politikasını" bozdular ve işi kestirmeden 
çözmek istediler. 

Bu ise, hem kendilerinin, hem de adadaki Rum denetiminin sonunu hazırlayan bir serüven oldu. 


4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***