Filistin Meselesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Filistin Meselesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ocak 2017 Çarşamba

Filistin Meselesinin Temel Dinamikleri



 Filistin Meselesinin Temel  Dinamikleri 


Prof. Dr. Türel Yılmaz Şahin* 
*Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 



     Bu oturumda Filistin meselesinin nasıl ortaya çıktığını konuşacağız. 

Başlangıçta Arap-Yahudi, sonrasında İsrail-Filistin çatışması ve bugünkü ismiyle 
Filistin meselesi Ortadoğu’nun en eski sorunlarından biridir. Bir yüzyılı aşkın süredir devam etmektedir ve hala çözülememiştir, çözülecek gibi de görünmemekte dir. Filistin meselesinin geçmişi siyonizme dayanır. İsrailoğulları’nın Filistin üzerindeki arzuları ve “vaat edilmiş topraklar”daki hevesleri M.Ö.’ne kadar dayanır. Biz o kadar eskiye gitmeyelim, Tevrat’la uğraşmayalım. Dünya Siyonist Teşkilatı’nın kurulduğu 1897 yılından başlayalım. 
Biliyorsunuz Filistin toprakları Yahudiler için vaat edilmiş topraklardır. Yani Yahudiler bu toprakların Tevrat’la kendilerine verildiğini düşünürler. M.Ö. 
İsrailoğulları bu topraklardan sürüldüklerinden beri kendilerine vaat edildiğine inandıkları topraklara tekrar geri dönme hayaliyle, rüyasıyla yaşamışlardır. 
1897 yılı Yahudilerin bu hayallerinin gerçekleşmesi için temel olan tarihlerden bir tanesidir. 1897’de Basel’de dünyanın her yanındaki Yahudiler bir araya 
gelmişlerdir. Ve burada bir bildiri kabul edilmiştir. Bu bildiride Filistin topraklarında bir yurt edinmenin zorunluluğu üzerinde durulmuştur. Dünya Siyonist Teşkilatı da bu yıl kurulmuştur ve başkanı Theodor Herlz ’dir. Herlz, Macar asıllı bir gazetecidir. 

1893 yılında Fransa’da bir casusluk olayı ortaya çıkmıştır. 

Bu olay tarihe “ Dreyfus Olayı ” olarak geçmiştir. 

Dreyfus, Fransız ordusunda görevli Yahudi asıllı bir yüzbaşıdır. O dönemde Almanya’ya bazı belgelerin sızdırıldığına ilişkin casusluk olayı ortaya çıkıyor ve bu belgeleri sızdıran kişinin Dreyfus olduğu söyleniyor. Bu olay nedeniyle Dreyfus’un rütbesi elinden alınıyor, tutuklanıp yargılanmaya başlanıyor. 

Bu Dava Tüm Dünyada yankı Uyandırıyor. 

Dünyanın her bir yerinden gazeteciler bu davayı izlemeye geliyorlar. Aslında belgeleri sızdıran Dreyfus değil. Zaten suçsuz olduğu sonradan ortaya çıkıyor 
ve toplumda Dreyfurs’un sadece Yahudi olduğu için suçlandığına dair bir kanaat oluşuyor. Bu davayı izleyenlerden biri de az önce bahsettiğimiz Theoder 
Herlz’dir. Bu dava sırasında dünyada özellikle Avrupa’da Yahudilerin nasıl ezildiklerini, nasıl küçük düşürüldüklerini ve horlandıklarını fark ediyor ve bununla başa çıkabilmek için dünya Yahudilerini teşkilatlandırmak gerektiğini anlıyor. Theodor Herlz’in Dünya Siyonist Teşkilatı içerisindeki en masum kişilerden biri olduğunu söylemek gerekiyor. O sadece Yahudilerin bir arada yaşayabilecekleri bir yurt istiyordu. Bu amaçla 1897 yılında Dünya Siyonist Teşkilatı kuruluyor ve yayınlanan deklarasyonda “Filistin’de bir yurt oluşturulmasına” ilişkin karar alınıyor. Theodor Herlz’in bir kehaneti vardır. 
Der ki; “ Çok değil, 50 yıl sonra İsrail Devleti kurulacak ”. Bu sözü 1897 yılında söyler, Taksim Kararı 1947 yılında alınır. Dünya Siyonist Teşkilatı olarak ilk kararlarını alırlarken bir noktayı unutuyorlar. 

Yurt Edinmeyi Düşündükleri Filistin Toprakları, Osmanlı Devleti’nin Topraklarıdır. 

Bu nedenle Theodor Herlz, Osmanlı Padişahı 2. Abdülhamit ile irtibata geçmeye çalışır. Bunun için en uygun Alman İmparatoru’nu II. Wilhelm’i devreye sokmaya çalışır. 

O dönemde Osmanlı Devleti’nin Filistin topraklarında izlediği özel bir politikası var. O topraklar kutsal olduğu için, kırmızı teskere denilen bir olay vardır. Hıristiyanlar ve Yahudiler oraya girmek için para veriyorlar ve kalacakları gün kadar izin belgesi alıyorlar. Döndükleri zaman ise paraları iade ediliyor. Kısaca her isteyen Filistin topraklarına giremiyor. Alman İmparatoru’nun girişimleriyle Teodor Herlz, II. Abdülhamid’le görüşmeyi başarıyor. 

Bu görüşmede Yahudiler için Filistin topraklarından yurt istiyor. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, asla devlet söyleminin kullanılmamasıdır. 
İstenilen devlet kurmak değil yurt edinmektir. 

Theodor Herlz buna karşılık olarak; “Beni buraya Avrupalı Yahudi bankerler gönderdi. Eğer siz Filistin topraklarında Yahudilerin yurt edinmesine izin 
verirseniz, Avrupalı Yahudi bankerler sizin dış borçlarınızı ödemeye hazırlar” diyor. Bazıları Abdülhamit direk olarak reddetti derler. Ama ben reddetmediğini 
düşünenlerdenim. Çünkü Theoder Herlz’e ikinci bir randevu vermiştir. O dönemde Teodor Herz’in görüştüğü hiçbir tüccar ya da banker onun söylediğine olumlu bakmıyor. İkili 1903 yılında tekrar görüşüyorlar. Bu görüşmede Abdülhamit meşhur sözünü söylüyor; “ Hayır. Biz onu ancak aldığımız bedelle veririz ”. Yani kanla veririz demeye çalışıyor. Abdülhamit, Theoder Herlz’i uğurladıktan sonra; “Bu millet çok azimli. Er ya da geç Filistin’de mutlaka devletlerini kuracaklar” diyor. Eli boş dönen Theoder Herlz 1904 senesinde ölüyor. Onun yerine Chaim Weizmann geçiyor. Bu kişi patlayıcı maddelerde kullanılan, sentetik aseton’u bulmuş bir kimyager. Bu nedenle de İngiliz 
savunma sanayinde popülerliği ve etkinliği olan birisi. Teodor Hertz öldükten sonra onun yerine Çayn Mayzman geçiyor. İngiltere; “Uganda’ya Yahudiler 
yerleşebilirler” diyor. Theoder Herlz buna çok seviniyor. Çünkü Yahudiler için bir yurt bulduğunu düşünüyor. Bunu Dünya Siyonist Teşkilatı’na açıkladığında 
büyük tepki görüyor. En büyük itirazcılardan biri de Chaim Weizmann’dır. Bu nedenle az önce Theoder Herlz en masum olanlarıydı dedim. 

Çünkü o gerçekten Yahudilere bir yurt arıyordu, Filistin olması şart değildi. Ama Weizmann için durum böyle değildi. Filistin’de bir yurt edinilecekti. 

Bu sırada dünya 1. Dünya Savaşı’na doğru gidiyordu. Savaş patlat verdiğinde Osmanlı’da dahil olmuştu. İngiltere ve Fransa, Osmanlı Devleti’nin Orta doğu topraklarında özellikle Arap Ortadoğu’sunda yaşayan milletleri Osmanlıya karşı kışkırtmak için büyük çaba göstermişlerdi. Genel algı Arapların Türkleri sırtından vurduğu yönündedir. Birçok Arap cephede Türklerle birlikte savaştılar. Sadece Mekke Şerifi Hüseyin İngiltere’yle anlaşarak Osmanlı’ya karşı isyan başlatmıştır. İngiltere ve Fransa Arap Ortadoğusu’nu bir taraftan isyan çıkarması karşılığında Mekke Şerifi’ne vaat etmiş bir taraftan da 1915’te kendi aralarında paylaşmış bir taraftan da1917 yılında İngiltere Dışişleri Bakanı Balfour kendi adıyla yayın lanacak  olan Balfour Deklarasyonunu ilan etmiştir. Bu deklarasyon İsrail 
Devleti’ne giden yolda atılan ilk resmi belgeli adımdır. 

Kısa ve anlamlı bir deklarasyondur. Üzerinde uzun süre ABD ve İngiltere tarafından çalışılmıştır. 
Birinci paragrafında; “ İngiltere Hükümeti Yahudilerin Filistin’de yurt edinmelerini memnuniyetle karşılar ” der. Yani Filistin’de Yahudilerin “ Yurt ” edinmelerine izin verir. Burada bir sorun yok asıl ikinci paragraf önemlidir. İkinci paragraf “ Filistin’de bulunan Yahudi olmayan toplumların da medeni ve siyasi haklarına saygı duyulacaktır” diye başlar. Sanki Filistin’de çoğunlukta olan bir Yahudi toplumu varmış izlenimi yaratılır. Aslında “Yahudi olmayan 
topluluklar” diye adlandırılan toplum Filistin topraklarındaki nüfusun %85’ini temsil eden Arap topluluğudur. 

Bu deklarasyondan sonra Filistin meselesi farklı bir boyuta ulaşır. 1918’de savaş biter ve Osmanlı’nın Arap toprakları İngiliz ve Fransızların manda yönetimine bırakılır. Filistin toprakları İngiliz manda yönetimindedir. Bu dönemde ciddi 
anlamda bir Yahudi göçü yaşanır. Sonraları toprakların sınırlı olması ve bu göçü kaldıramayacak olması sebebiyle İngilizler sınırlamaya gitse de Yahudiler 
gizli yollardan göçe devam eder. Filistin İngiliz mandası altında iken Filistinli Araplarla Yahudilerin çatışmalarının başladığını görüyoruz. Önceleri bu 
çatışmaların siyasi olmaktan ziyade ekonomik nitelikli olduğu anlaşılıyor. Yahudiler hızla Arapların arasına karışmaya başlayınca ister istemez kültür çatışması yaşanmaya başlıyor. Mesela bu çatışmalara örnek olarak; hayvan otlatma meselesini verebiliriz. 

Normalde tarlalar biçildikten ve ekinler kaldırıldıktan sonra hayvanlar her yerde otlayabilir. Ama Yahudiler asla kendi topraklarında herhangi bir Arap’ın hayvanının otlamasına izin vermemişler. En önemli çatışmalardan bir tanesi de su meselesidir. 

Su, İslam Dünyası’nda insanlığın ortak malıdır. Ama Yahudiler için böyle değil. Kendi topraklarından bir kova su vermiyorlar. Tüm bu çatışmalar gitgide 
büyüyor. 1920’lerin sonlarında bu çatışmalar siyasi nitelik kazanmaya başlıyor. İngiltere çatışmaların her geçen gün büyüdüğünü görüyor. Ve bu durumdan kurtulmak için birçok rapor hazırlıyor. 

İlk çözüm önerisi olarak Britanya Beyaz Kitabı’nı sunuyor. Bunu Araplar kabul etse de Yahudiler kabul etmiyor. Sürekli çözüm üretmeye çalışıyor. Kimisinde 
ikili devlet öneriyor, kimisinde federal yapı öneriyor. Ama Araplar tarafından kabul edilenleri Yahudiler, Yahudilerin kabul ettiklerini ise Araplar kabul etmiyor. Böylece İngiltere’nin iki halkın anlaşmazlığı yolundaki çözüm arayışı sonuçsuz kalıyor. Ama çatışmalar her geçen gün daha da büyümeye devam ediyor. İngiltere’nin imdadına 2. Dünya Savaşı yetişiyor. 1939’da 2. Dünya Savaşı patlak veriyor. 

Filistinlilerin bir kısmı İngilizlerle birlikte savaşıyorlar. Çok büyük bir çoğunluğu savaşmıyor. 
Yahudilerde savaş dışı kalıyorlar. Ama belirli bir Yahudi grubu İngilizlerle birlikte savaşıyorlar. Çok ilginçtir, o dönemde İngiliz cephaneliklerinde büyük hırsızlık olaylarına rastlanıyor. Yani Yahudiler savaş döneminde cephane çalıyorlar. Savaş bittiğinde bu silahlar sadece Filistinli Araplara yöneltilmeyecek aynı zamanda İngilizlere de yöneltilecektir. 1942 yılında yapılan kongrede “İsrail Devleti’nin kurulmasına” ilişkin karar alınıyor. İlk defa burada devletten bahsediliyor. Savaş bittikten sonra artık devlet olma yolunda ciddi adımlar atmaya başlıyorlar 
ve biran önce manda yönetimine son vermesi için silahlarını İngilizlere de yöneltmeye başlıyorlar. İngiltere daha fazla dayanamayarak bu sorunu 1947 
yılında BM’ye havale ediyor. BM, 1945 yılında kurulmuş çok yeni bir örgüt. Genel Kurulda 11 üye devletten oluşan “BM Filistin Özel Komitesi” kuruluyor. 
Bu 11 ülkenin görevi Filistin’e gidip yerinde araştırma yaparak en iyi çözümü üretmeyle görevlendirilmişti. Bu devletlerin temsilcileri kendi aralarında 3’e ayrılıyor. Hindistan, İran ve Yugoslavya’nın olduğu grup azınlık raporu sunuyor. 
Diğer 7 üye çoğunluk raporu hazırlıyor. Sadece Avustralya çekimser kalıyor. Ne azınlık raporuna ne de çoğunluk raporuna katılıyor. Azınlıkların önerdiği federal yapıdır. Arap Devleti ve Yahudi Devleti kurulacak ve Kudüs ayrıcalıklı bir yer olacak. Çoğunluklar ise tamamen bağımsız iki devletten bahsediyor. 

Kudüs ise BM’nin vesayetinde ayrı bir varlık olacak. Çoğunluk raporu 1947 yılında 181 sayılı karar olarak kabul ediliyor (Taksim Kararı). Bu kararın arkasından İngiltere “15 Mayıs’a kadar Filistin’den çekileceğini” açıklıyor. 1920’de San Remo konferansında Arap Ortadoğusu, İngiltere ve Fransa manda yönetimine bırakılırken güdülen mantık, kendi kendilerini idare edemeyecekleri, 
eğitimsiz oldukları, onları kendi kendilerini idare edebilecek düzeye getirene kadar o ülkede kalmalarıdır. Tüm manda yönetimlerinin demokrasi getirmek, 
özgürleştirmek, eğitilmek için başladığı söylenir ama hep tam tersi olmuştur. İngiltere mayıs ayında bölgeden ayrılıyor ve 15 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin kurulduğu ilan ediliyor. İsrail Devleti kuruluyor ama Arap Devleti kurulamıyor. Çünkü Araplar Filistin’in bütünü üzerinde hak iddia ediyorlar ve İsrail Devleti’ni kesinlikle reddediyorlar. İsrail Devleti’nin kurulduğu andan itibaren Arap 
ülkeleri Filistin topraklarına girmeye başlıyorlar. Tarihe geçen 1948-1949 1. Arap İsrail Savaşı böyle başlıyor. Bu savaşta İsrail yeni kurulmuş bir devlet 
olmasına rağmen tüm Arap Devletleriyle savaşıyor (Mısır, Ürdün, Irak, Suriye) ve Ürdün dışında tüm Arap ülkelerini büyük yenilgiye uğratıyor. Topraklarını 
genişleterek bu savaştan karlı çıkıyor. Ürdün tam anlamıyla bir İngiliz kolonisidir. Ürdün, 1920’de yani daha manda yönetimi altına girildiğinde 25.000 kişilik kocaman bir çöl köyüdür. İngiltere, orayı devlet yapıyor. Meşhur İngiliz Glad 
Paşa, olağanüstü bir Ürdün ordusu yaratıyor. O ordu İsrail’le savaşıyor ve Kudüs’ün doğusu Ürdün’e bırakılıyor. Batısını ise İsrail işgal ediyor. 181. Sayılı 
karara göre Kudüs özel bölge idi. Ama daha ilk anda bu kural bozulmuştur. İsrail işgal ettiği anda da Batı Kudüs’ü başkenti ilan etmiştir ama kimse bunu kabul 
etmemiştir. 
1. Arap İsrail Savaşı’nın sonunda iki önemli sorun ortaya çıkmıştır. Birisi Filistinli mülteciler, diğeri ise Kudüs’tür. Bu sorunlar bugün Filistin meselesinin çözümün de kilit noktası olan iki sorundur. Filistinli mülteciler konusunda İsrail başka Araplar başka tezler sürerler. İsrail’e göre Arap orduları Filistin toprakları na girmeye başladıklarında önlerindeki Filistinli Arapları engel olarak görmüş ve onlara civar ülkelere geçmelerini söylemiş. 

Böylece milyonlarca Filistinli Arap, Arap ordularının ayaklarına bağ olmamak için diğer ülkelere gidiyorlar. Sonra Arap ülkeleri savaşta yenilince ve o topraklar İsrail’in eline geçince Filistinliler geri dönemediler ve mülteci olarak kaldılar. Araplar ise İsrail’in tüm Arapları dışa göçmeye zorladığını söylüyor. Ortada iki tez bir gerçek var. O gerçekte milyonlarca Filistinlinin çözülemeyen sorunları. O dönemdeki mültecilerin çocukları hak iddia ediyorlar “ Ya İsrail bizi kabul etsin ya da bize tazminat ödesin ” diyorlar. Küçücük bir İsrail’in o kadar insanı 
ülkesine kabul etmesi, onları barındırması ve onlara istihdam sağlaması mümkün değil. Tazmin etmesi içinse bütün bütçesi bile yetmez. Bu sorun ne kısa vadede ne de uzun vadede çözülecek gibi görünmüyor. 

Bu mesele çözülmeden de birçok Arap anlaşmaya yanaşmıyor. Yani bu mesele oldukça karmaşık bir halde. Kudüs meselesi ise apayrı bir mesele. Kudüs 
tek tanrılı üç din içinde kutsal bir şehir. Bu özelliği hesap edilerek ayrı bir statü verilmişti. 1949’da Doğu Kudüs’ü Ürdün, Batı Kudüs’ü ise İsrail almıştı. Hatta 1950’de İsrail Batı Kudüs’e başkent demişti. 

1967’de yani 3. Arap İsrail Savaşı’nda Kudüs’ün doğusu da İsrail tarafından işgal ediliyor. 

Daha sonra ise Doğu Kudüs’ü ilhak edip;” Birleşik Kudüs sonsuza dek benim başkentim” diyor. Hemen hemen devletlerin tamamı bu kararı protesto 
etmişler ve kendi diplomatik temsilciliklerini Tel Aviv’den Kudüs’e taşımamış lardı. Ama 2000’lerden sonra ABD başta olmak üzere İsrail’in Başkenti olduğu fiilen kabul edilmiş gibidir. Bu durumu Müslümanlar kabul etmeyeceğine göre Kudüs sorunu çözülmeden bekliyor. Filistin meselesini içinden çıkılmaz 
duruma sokan iki başlık budur. 1950’lerin başlarından itibaren Filistin meselesinde yumuşamalar görülüyor. Çünkü o dönemde devletlerin dikkati İran, Türkiye gibi ülkelerde. Filistin değil petrol gündemdedir. 1952’de Mısır’da olağanüstü bir gelişme oluyor. Cemal Abdülnasır ortaya çıkıyor. 

Monarşi yıkılıyor ve Cumhuriyet kuruluyor. Cemal Abdülnasır Arap politikalarına hükmeder duruma geliyor. 1956 yılında Süveyş Kanalını millileştiriyor. 

Bu İngiltere ve Fransa’nın bölgeden ekarte edilmesi anlamına geliyor. Bunun üzerine Londra’da konferanslar yapılıyor. Maalesef Türkiye bu konuda hep batının yanında yer alıyor. Sonra İngiltere ve Fransa durumu düzeltemeyecekleri ni anlıyor ve İsrail, Fransa ve İngiltere Dışişleri Bakanları İsviçre’de Serv’de bir araya geliyorlar ve Sevr Protokolü imzalıyorlar. Bir savaş senaryosu yazılıyor ve uygulamaya geçirme kararı alınıyor. Senaryoya göre, İsrail, Mısır topraklarına girmeye başlayacak. İşgale uğrayan Mısır birlikleri karşılık verince İngiltere ve Fransa hem İsrail’e hem de Mısır’a “Derhal ateşi durdurun. Süveyş kanalının x metre kadar gerisine çekilin” diyecekler. İsrail buna uyacak ama Mısır uymayacak  Mısır uymayınca İngiltere ve Fransa Mısır topraklarına girerek kanalın iki yakasını kontrole alacaklar. Serv’de alınan bu kararla savaş 
senaryosu hiç sapmadan uygulamaya konuluyor. 

Bunlar olurken ABD başkanlık seçimleriyle uğraşıyor. SSCB ise Macaristan’ı dize getirmekle meşgul. O dönemde Macaristan’da komünizmden sapmalar 
yaşanıyor. 1956 yılında SSCB tankları Macaristan’a giriyor ve bu ayaklanmayı bastırıyor. Zamanlama da mükemmel bir durumdur. Tabi sonuç İngiltere ve Fransa’nın beklediği gibi olmuyor. Rusya Macaristan’ı dize getirdikten sonra önce İngiltere ve Fransa’ya bölgeden çekilmelerini söyleyen nota gönderiyor. 

Amerika’ya ise beraber bölgeye asker çıkarıp, durumu normalleştirmeyi söylüyor. O dönemde ABD Başkanı Eisenhower, Sovyetlerin Ortadoğu 
bölgesine asker çıkarması teklifinden rahat-sız oluyor. Çünkü Sovyetler ilk defa bölgeye asker çıkarmaktan bahsediyor. Bunun üzerine Sovyetleri daha fazla galeyana getirmemek için Fransa ve İngiltere’ye ültimatom vererek derhal bölgeden çekilmelerini istiyor. İngiltere ve Fransa bu ültimatoma uyarak bölgeden çekiliyor. Böylelikle Nasır misyonunu tamamlamış oluyor. Çünkü bu olayla ABD Ortadoğu’ya giriyor, İngiltere ve Fransa bölgeden tamamen çıkıyor. Eisenhower sonraki seçimlerde yeniden seçiliyor ve Sovyetlerin bölgeye asker çıkarmasından endişelendiği için 1957 yılında Eisenhower Doktrini’ni ilan ediyor. Bu doktrinin özelliği; “İsteyen bölge devletleri, benden yardım istediği zaman, ben bölgeye asker sokarım”. Bu tarihten sonra Ortadoğu bir dizi krize sahne oluyor ve ABD hepsinde asker kullanıyor. 

1950’li yılların sonundan itibaren Yaser Arafat’ın öncülüğünde FKÖ’nün kurulduğunu görüyoruz. 1969 senesinde El Fetih ve FKÖ birleşmişlerdir. 
1960’lı yıllarda özellikle sonra çarpışmalarında FKÖ’nün etkili olduğunu görüyoruz. Özellikle Ürdün’den İsrail’le giriş yaparak sınır çatışmalarını 
sürdürüyorlar. 1967 3. Arap-İsrail Savaşına kadar çatışmalar bu şekilde devam ediyor. Bu savaş Filistin meselesi açısından bir dönüm noktası teşkil eder. 1967 yılına kadar Filistin-İsrail çatışmasının özü İsrail’i bölgeden defetmek, bu devleti haritadan silmektir. İsrail içinse kendi varlığını idame ettirebilmek için mücadele etmekti. Ama 1967 yılındaki savaştan sonra her şey değişti. Bu savaş altı gün sürmüştür. İsrail altı gün içerisinde tüm Suriye, Ürdün, Irak ve Mısır birliklerini deyim yerindeyse perişan etmiştir ve topraklarını Mısır’dan Sina yarımadasına 
kadar genişletmiştir. Bu savaştan sonra 242 sayılı BM kararı alınmıştır. Bu karar “belirlenmiş sınırlar” tabirini kullanarak İsrail’in varlığını ve o anki sınırlarını 
garantiye almıştır. Bu kararı Filistinli Araplar reddetmişlerdir. Bundan sonra Arapların stratejisi, İsrail’in varlığına son vermekten işgal edilmiş topraklarını 
geri almaya dönüyor. İsrail’in stratejisi ise “barış için toprak politikası”na dönüyor. Ne kadar barış o kadar toprak diyor. 1967 savaşından sonra 
uluslararası ortamda bir yumuşama görülüyor. Bu yumuşama Ortadoğu’daki ilişkileri de etkilemeye başlıyor. Özellikle ABD, Ortadoğu’daki sorunları 
çözmek için harekete geçmeye başlıyor Mekik diploması denilen bir diploması türü geliştiriyor. Mısır, ABD, İsrail arasında adeta mekik dokunarak Mısır 
ve İsrail barıştırılmaya çalışılıyor. 1970 yılında Cemal Abdülnasır öluyor ve yerine “aptal” olarak nitelendirdikleri Enver Sedat geçiyor. Mısır askerlerinin 
amacı bu silik kişiliği başa geçirip elinden yetkilerini almayı planlarken Enver Sedat bambaşka çıkıyor. Bunu sağlayanda arkasındaki güçtür. Ben 

4. Arap-İsrail Savaşı’nın da senaryo savaşı olduğunu düşünüyorum. Bu savaş sonunda ne Mısır ne de İsrail galip gelir. Bu savaşla Mısır’a prestiji iade edilmiştir. Bu savaştan hemen sonra mekik diplomasi devreye girer ve nihayetinde iki devlet ABD aracılığıyla uzlaşır. İsrail’i ziyaret eden ilk Arap lider Enver Sedat’tır ve İsrail meclisinde bir konuşma yapar. Arkasından İsrail Devlet Başkanı Mısır’a gitmiştir. Mısır İsrail’i tanımaya hazır hale gelmiştir. Bu tanıma 
da 1978 Camp David Anlaşmalarıyla olmuştur. Sina yarımadasındaki topraklarını geri alma karşılığında İsrail’i tanıyor. Ve tabi ki Arap Dünyası’ndan da tecrit ediliyor. Mısır, İsrail’i tanıdığı andan itibaren, bölgede en çok ABD yardımı alan ikinci ülke oluşur. Mısır’ın İsrail’i tanımasından sonra olaylar daha farklı bir seyre giriyor. Arap-İsrail Anlaşmazlığı, 1979 yılının Şubat ayında gerçekleşen İran İslam Devrimi ve 1979 yılında Sovyetlerin Afganistan’ı işgal etmesiyle Ortadoğu gündeminde geri plana düşüyor. 1980 yılında sekiz yıl boyunca sürecek olan 
İran-Irak Savaşı başlıyor. 1987 yılında 1. İntifada’yla Arap-İsrail sorunu tekrar gündeme geliyor. Bu yıldan itibaren sorunun çözümüne ilişkin Madrid görüşmeleri başlıyor. 1988 yılında Yaser Arafat, 242 sayılı kararı kabul ediyor yani dolaylı olarak İsrail’i tanımış oluyor. Madrid görüşmelerinden sonra imzalanan ilkeler bildirgesi ve Oslo Anlaşması’da resmen İsrail tanınmış oluyor ve Filistin Devleti’nin aşama aşama kurulmasına karar veriliyor. Fakat bu 
aşamaların hiçbirisi gerçekleşmiyor. Suriye, Lübnan ve Ürdün’le görüşmeler başlatılıyor. Arap Ülkeleriyle yapılan barış görüşmeleri sadece Ürdün’ün İsrail’i 
tanımasıyla sonuçlandı. Üstelik Filisin Devleti’nin kurulmasına giden yol İsrail’in politikalarıyla tıkandı. 2000 yılında 2. İntifada olayı patlak verdi. 

2. İntifada kasap lakaplı Ariel Şaron’la ilgilidir. Muhalefet Lideri olan Ariel Şaron Müslümanlarca kutsal olan El Aksa Camii’ni ziyaret ediyor. Bu ziyarete Cuma namazından çıkan Filistinli Araplar büyük tepki gösteriyorlar. Bu andan itibaren Ariel Şaron’un iktidarıyla sonuçlanacak olan 2. İntifa’da başlıyor. Şaron iktidara geldikten sonra uzlaşmaz bir tutum sergiliyor ve barış görüşmeleri sekteye uğruyor. Arapların tamamen olaydan çekilmesiyle Filistin-İsrail meselesi haline gelen olay çözümsüz kalıyor. 2004 yılında Yaser Arafat hayatını kaybediyor. 
Onun yerine daha batı yanlısı olan Mahmut Abbas Filistin Başkanlığı (İlkeler bildirgesi ile Filistin, Filistin Özerk Yönetimi oluyor) görevine getiriliyor. 
2006 yılında yapılan genel seçimlerde HAMAS büyük bir farkla hükümet olmaya hak kazanıyor. 

Bu da Filistin’in ikiye bölünmesine yol açıyor. Gazze’ye hakim olan Hamas iken Batı Şeria’ya El Fetih hakim oluyor. Şuan Gazze abluka altındadır. 

Teşekkür ederim. 


ORSAM ORTADOĞU  YAZ OKULU - 2011 






***

28 Nisan 2015 Salı

Filistin Meselesi ve Arap-İsrail Savaşları




Filistin Meselesi ve Arap-İsrail Savaşları




İsrail Tankları ve Filistin Çocukları

Filistin Meselesi ve Arap-İsrail Savaşları

Filistin Meselesi, Orta Doğu bölgesini ilgilendi­ren bir bölgesel mesele olarak ortaya çıkmakla birlikte, kısa zamanda uluslararası bir nitelik kazanmış ve özellikle uluslararası sisteme yön veren süper güçlerin yakından ilgilendikleri başlıca konulardan biri olmuştur.
Filistin Meselesi, üç büyük din (Musevilik-Hıristiyanlık-İslam) tarafından kutsal sayılan Filistin toprakları ile ilgili meseledir. Bu mesele, çağı­mızın en önemli uluslararası sorunlarından bi­ri olup halen çözüme kavuşturulmuş değildir. Filistin Meselesi, Orta Doğu bölgesini ilgilendi­ren bir bölgesel mesele olarak ortaya çıkmakla birlikte, kısa zamanda uluslararası bir nitelik kazanmış ve özellikle uluslararası sisteme yön veren süper güçlerin yakından ilgilendikleri başlıca konulardan biri olmuştur. Günümüzün en karmaşık uluslararası meselelerinden birisi olan Filistin meselesinin çok eski bir geçmişi vardır.
Filistin meselesi şu beş temel noktada toplanmaktadır:
1) İsrail’in 1967 öncesi sınırlara çekilmesi ve bunun için işgal ettiği toprakları boşaltıp sahipleri olan Filistinlilere devretmesi.
2) İsrail, terör, tedhiş, etnik arındırma, sindirme, baskı ve başka yollarla 2,5 milyon Filistinliyi kendi vatanlarından sürmüş, onları sağda solda mülteci kamplarında yaşamaya mecbur etmiştir. Meselenin ikinci ayağı mülteci Filistinlilerin kendi yurtlarına dönmesinin sağlanmasıdır.
3) Üçüncü önemli mesele, İsrail kesintisiz olarak dünyanın her bölgesinde yaşayan Yahudileri İsrail’e getirtmekte ve bunlara Filistinlilerin toprakları üzerinde yerleşim alanları açıp yerleştirmektedir. Yerleşimcilerin sayısı arttıkça ve yerleşim alanları genişledikçe Filistinliler biraz daha toprak kaybına uğramaktadırlar ki, özellikle bugün işgal altındaki Batı Şeria’nın başına gelen budur. Dışarıdan gelen yerleşimciler Filistinlilerin topraklarını işgal etmekle kalmamışlar; zeytinliklerini, bağ-bahçelerini, evlerini ve mal varlıklarını gasbedmişlerdir.
4) Meselenin dördüncü ayağı Kudüs’ün statüsü meselesidir. İsrail, açık bir dille Kudüs’ü İsrail’in “Ebedî Başkenti” ilan etmekle, her üç din için kutsal olan bu tarihî şehri hiç kimse ile paylaşmaya niyetli olmadığını açıkça belli etmektedir.
5) Filistin meselesinin beşinci ve belki de çözüm ihtimali neredeyse sıfır olan boyutu Mescid-i Aksa konusudur. Yahudiler, her ne pahasına olursa olsun Süleyman Mabedi’ni yeniden inşa etme kararındadırlar. Mabedin inşa edilebilmesi için Mescid-i Aksa’nın yıkılması gerekir. Ne dindar Yahudiler ne Siyonistler bu projeden taviz vermeyi düşünmemişler; sadece uygun zamanı kollamışlardır.
Filistin Meselesi’nin geçmişine bir göz atmak yararlı olacaktır. Mısır’dan gelip buraya yerle­şen Yahudiler M.S. I.yüzyıla kadar Filistin’de yaşamışlardır. Yahudilerden sonra Roma İmparatorluğu’nun eline geçen Filistin, daha sonra Bizans İmparatorluğu’nun sınırları içerisinde kalmış ve ardından burası Perslerin hâkimiyetine girmiştir. Erken dönemlerde bu bölge ile ilgile­nen Müslümanlar, Halife Hz.Ebubekir zama­nında Filistin’i İslam Devleti’nin sınırlarına katmışlardır (634). Hz.Ömer zamanında ise Ku­düs’ün de alınması İle (638) bölge tamamen Müslümanların eline geçmiştir. Kutsal yerleri ve özellikle Hz.Ömer Kudüs şehrini Müslümanlardan kurtarmak amacı taşıyan Haçlı Seferle­ri sırasında bölge bir süre Haçlıların eline geç­mişse de, Selahaddin Eyyubî tarafından bura­da yeniden İslam hâkimiyeti tesis edilmiştir (1187). Bir ara Memlûkluların elinde iken 1516 yılında tüm Arap Yarımadası İle birlikte Osmanlı Devleti’nin siyasî sınırlarına dâhil ol­muş ve tam dört yüz yıl Osmanlıların elinde kal­mıştır.
I.Dünya Savaşı’nda Filistin cephesinde İngi­lizlerle çarpışan Osmanlı Devleti’nin yenilme­si üzerine bu bölge İngiltere’nin eline geçmiştir. Savaş yıllarında İngiltere, Fransa ve Rusya arasında 1916’da imzalanan Sykes-Picot gizli Antlaşması’na göre tüm Orta Doğu bu ülke­ler arasında paylaşılmışsa da, Rusya’nın yıkıl­ması üzerine bölge İngiltere ile Fransa arasın­da bölüşülmüştür. Irak, Şark’ül-Ürdün ve Filistin İngiltere’nin mandasına girmiştir. İngiltere işgal ettiği Filistin’de kurduğu askerî yönetimi 1920’de sivil yönetime dönüştürmüştür. I.Dünya Savaşı’nın sonundan 1948’e kadar Filistin’de devam eden İngiliz manda yöneti­mi döneminde Filistin Meselesi yönetimin Siyo­nizm lehine olan tutum ve uygulamaları ile ciddi boyutlar kazanmıştır. Savaş yıllarında İngil­tere Dışişleri Bakanı Lord Balfour 1917 yılın­da yayınladığı bir deklarasyonda, Filistin’de Yahudilere bir yurt temini için İngiliz hükü­metinin çalışacağı belirtilmiştir. Filistin Meselesi’nin ortaya çıkmasında en önemli paya sa­hip olan Siyonizm’e yapılan desteklerin başın­da Balfour deklarasyonu gelmektedir. Bu dek­larasyonla dönemin süper gücü olan İngilte­re’nin desteğini kazanan Yahudiler, Filistin’e yeniden yerleşmek için dünyanın çeşitli yerle­rinden göç ederek buraya gelmiş ve kısa za­man içerisinde bölgenin demografik ve sosyal yapısının Filistin halkının aleyhine değişmesi­ne ve böylece de Filistin Meselesi’nin ortaya çıkmasına neden olmuşlardır.
1897 – Birinci Siyonizm Kongresi
Birinci Siyonizm Kongresi İsviçre’nin Basel şehrinde toplanmıştır. 1896’da gazeteci Theodor Herzl, ”Der Judenstaat” yani Yahudi Devleti adlı bir kitap yayınlamıştır ve kongrede bu kitaptaki fikirler tartışılmıştır. Herzl, Viyana’da yaşayan bir Yahudi’dir. Yahudilerin kendi devletini kurmasını savunmuştur. Özellikle Avrupa’daki Yahudi düşmanlığına karşı bu fikri geliştirmiştir.
Kongrenin sonunda, Basel Programı yayınlanmıştır. Bu belgede, Filistin’de bir Yahudi vatanının kurulması ve Dünya Siyonizm Teşkilatı’nın bu amaca ulaşmak için faaliyete geçirilmesi öngörülmüştür.
1897’den önce, çok az sayıda Siyonist göçmen zaten bölgeye gelmeye başlamıştır. 1903’e kadar, bunların sayısı 25 bine ulaşmıştır. Çoğu da Doğu Avrupa’dan gelmiştir. 1904 ile 1914 arasında 40 bin kişilik bir ikinci göçmen dalgası gelmiştir.
1947 – Birleşmiş Milletler devrede
Filistin’i 1920’den beri idare eden İngiltere, Siyonist-Arap sorununu çözme sorumluluğunu 1947’de Birleşmiş Milletlere devretmiştir. Bölge şiddet olaylarıyla sarsılmıştır. Yahudiler artık nüfusun üçte birini oluşturmuş; fakat toprakların yüzde 6’sı onların ellerinde bulunmaktaydı. Avrupa’daki Nazi zulmünden kaçan yüz binlerce Yahudi’nin buraya ulaşması çözüm arayışını daha da acil hale getirmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nda 6 milyon Yahudi öldürülmüştür.
BM’nin kurduğu özel komite, bölgeyi Filistin ve Arap devletleri arasında bölmeyi önermiştir. Arap Yüksek Komitesi diye anılan Filistinli temsilciler, teklifi reddederken, Yahudi temsilciler kabul etmiştir. Paylaşım planı, Filistin’in yüzde 56,47’sini Yahudi devletine, yüzde 43,53’ünü de Arap devletine bırakmıştır. Kudüs ise uluslararası bir idare altında olacaktır. 29 Kasım 1947’de BM Genel Kurulu’nda 33 ülkenin oyuyla plan onaylanmıştır. 13 ülke karşı oy vermiş, 10 ülke de çekimser kalmıştır. Filistinlilerin reddettiği plan hiç uygulanmamıştır. İngiltere, 15 Mayıs 1948’de, Filistin’deki manda idaresine son verme niyetini ilan etmiş; ancak bu tarih öncesinde çarpışmalar başlamıştır. İngiltere halkı, askerlerinin ölümü nedeniyle Filistin’de İngiliz varlığına karşı çıkmaya başlamıştır. Ayrıca İngilizler, ABD’nin daha fazla Yahudi mültecinin buraya kabul edilmesi için uyguladığı baskıya öfkeliydi. Bu da Siyonizme Amerikan desteğinin artışının işaretiydi. Hem Arap hem de Yahudi taraflar, yaklaşan savaş için güçlerini seferber etmişlerdir. Yahudi milis güçlerinin Arap köylerinde “Temizlik Operasyonları” 1948 Aralık ayında başlamıştır.
1948 – İsrail’in Kuruluşu ve Arap-İsrail Savaşı
Birinci Arap-İsrail Savaşı, Filistin’de İngiliz manda rejiminin sona ermesinin hemen ardından 14 Mayıs 1948’de, Tel-Aviv’de toplanan Yahudi Milli Konseyi, yayınladığı bir bildiri ile İsrail Devleti’nin kurulduğunu ilan etmiştir. Bunun hemen ardından ABD ve ertesi gün de Sovyetler Birliği İsrail’i tanıdığını açıklamıştır. Bu gelişmelerin öncesinde ise İngiliz birlikleri bölgeyi terk etmeye başlamışlardır.
İsrail Devleti’nin kuruluşunun ilan edilmesinden birkaç saat sonra Arap Birliği İsrail’e savaş açmıştır. Mısır, Ürdün, Suriye ve Irak kuvvetleri üç yönden saldırıya geçerek önemli ilerlemeler kaydetmişlerdir. Ancak İsrail’in planlı savunması üzerine savaş Araplar aleyhine dönüşmüştür. İsrail savaş sonunda 1947’de taksim planı ile elde ettiği %56’lık Filistin toprağını % 78’e çıkarmıştır. 700.000 Filistinli, evlerini terk etmek zorunda kalarak komşu ülkelere veya Arapların yoğun olduğu bölgelere sığınmışlardır. Yurtlarını terk eden Filistinlilerden 250.000’i Gazze’ye yerleştirilmiştir. Filistinlilerin başka ülkelere göçü ve Yahudilerin Filistin’de gün geçtikçe artan nüfusu, demografik yapının bölgenin asıl yerleşik halkı olan Araplar aleyhine dönüşmesine neden olmuş ve bugüne kadar süregelen Filistinli mülteciler sorunu başlamıştır. Benzer şekilde 1948 -1952 arasında Arap ülkelerinde yaşayan bir milyon kadar Yahudi ülkelerinden kovulmuştur. Bu mültecilerin çoğu İsrail’e yerleşmiştir.
İsrail, savaş sonunda savaştığı her Arap ülkesi ile ayrı ayrı ateşkes anlaşmaları imzalamıştır. Savaşa girmiş olan Ürdün Batı Şeria’ya, Mısır da Gazze Şeridi’ne asker yığmıştır. Kudüs’ün kontrolü ise batıda İsrail, doğuda Ürdün arasında bölünmüştür. Gazze Mısır’ın olmuştur.
1948 savaşı sonrasında savaşa katılan Arap ülkelerinde siyasi rejim değişikliğine varan karışıklıklar yaşanmıştır. En önemli değişiklik Mısır’da gerçekleşmiştir. Mısır’da Kral Faruk bir darbe ile tahttan indirilerek yerine General Necib getirilmiştir.
Savaştan en karlı çıkan taraf İsrail olmuştur. 1914t’e 85.000, 1943’te 539.000, 1946’da 608.000, 1947’de 650.000 olan Filistin’deki Yahudi nüfusu, savaş sonrası anlaşmaların imzalandığı 1949 yılında 758.000’e ulaşmıştır. Ürdün de İsrail’den sonra en çok toprak kazanan ülke olmuştur.
1956 – Süveyş Krizi
Süveyş Krizi, 1956 yılında İsrail, Birleşik Krallık ve Fransa’nın oluşturduğu gizli ittifak ile Mısır arasında yapılan savaştır. Mısır lideri Nasır’ın Süveyş Kanalını millileştirdiğini açıklamasından sonra çıkan savaş, Sovyetler Birliği’nin Londra ve Paris’e atom bombası atma tehdidi karşısında Birleşik Krallık ve Fransa’nın geri adım atmasıyla sonlanmıştır. Süveyş Krizi, II. Dünya Savaşı öncesinde dünyaya egemen olan Batı Avrupalı devletlerin mutlak egemenliğinin son bulduğunu ve artık Amerika’nın desteği olmadan hareket edemeyeceklerini göstermiştir.
1964 – Filistin Kurtuluş Örgütünün Kuruluşu
1948’den beri, İsrail’in ortaya çıkışına verilecek karşılığa önderlik etmek için Arap devletleri arasında rekabet vardı. Bu yüzden Filistinliler olaylara seyirci kalmışlardır.
1964’te Kudüs’te kurulan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Arap devletleri tarafından tanınmıştır. Bu devletler FKÖ’nün esasen kendi kontrollerinde kalmasını istemiştir. Ama Filistinliler gerçekten bağımsız bir örgüt istemiş ve 1969’da örgütün başkanlığını ele geçiren Yaser Arafat’ın amacı da bu olmuştur. Kendisine bağlı, beş yıl önce gizli olarak kurulmuş El Fetih örgütü, İsrail’e karşı operasyonlarıyla ün kazanmıştır. Fetih savaşçıları, 1968’de Ürdün’de İsrail birliklerine ağır kayıplar vermiştir.
1967 – Altı Gün Savaşı
Altı Gün Savaşı, diğer adlarıyla 1967 Arap-İsrail Savaşı, Üçüncü Arap-İsrail Savaşı, Altı Günün Savaşı veya Haziran Savaşı, 5 Haziran 1967’de İsrail ile Arap komşuları Mısır, Ürdün ve Suriye arasında başlayan ve 6 gün süren savaşa verilen addır.
Arap İttifakı’na Irak, Suudi Arabistan, Sudan, Tunus, Fas ve Cezayir de asker ve silah yardımıyla katılmışlardır. İsrail’in kesin üstünlüğü ile bitmiştir. Bu savaştaki önemli olaylardan biri de savaşı gözlemlemek üzere gönderilen USS Liberty adlı bir Amerikan gemisinin İsrail tarafından saldırıya uğramış olmasıdır. Şimdiki birçok sorunun temelini oluşturmuştur. Savaşın sonunda Mısır’dan Sina Yarımadası’nı, Suriye’den Golan Tepeleri’ni ve Filistin’in Gazze Şeridi ile Batı Şeria topraklarını alan İsrail topraklarını dört katına çıkarmıştır. Savaş sonrasında Sina Yarımadası’ndan Mısır lehine çekilen İsrail ilerleyen dönemlerde diğer toprakları ilhak ettiğini açıklamıştır. Bu kararları tanınmadığı gibi, İsrail’in BM Kararlarını da uygulamaması sonraki dönemde bölgede birçok sorunun kaynağını oluşturmuştur.
1973 – Yom Kippur Savaşı
Yom Kippur, yani “Kefaret Günü”, Yahudilerin en önemli dini bayramıdır. 1967’deki savaşta kaybettikleri toprakları diplomatik yollardan geri alamayan Mısır ve Suriye, 1973’teki Yom Kippur bayramı sırasında İsrail’e karşı taarruza girişmiştir. Bu çarpışmalar, Müslümanların da ramazan ayına denk geldiği için “Ramazan Savaşı” diye de anılır.
Başlangıçta Mısır ve Suriye, Sina ve Golan Tepeleri’nde ilerleme kaydetmişlerdir. Üç hafta süren çarpışmalar sonunda bu durum değişmiştir. İsrail neticede bazı yerlerde 1967’deki ateşkes hattının da ötesine geçmiştir. İsrail güçleri Golan Tepeleri’ni aşarak Suriye içinde ilerlemeye başlamış; ancak sonradan bu toprakları bırakmışlardır. Mısır’da da, İsrail güçleri toprak kazanmışlar, Süveyş Kanalı’nın batı yakasına geçmişlerdir. ABD, Sovyetler Birliği ve BM, diplomatik müdahalelerle ateşkes anlaşmasına varılmasını sağlamıştır. Mısır ve Suriye, toplam 8 bin 500 asker kaybetmiştir. İsrail’in can kaybı ise 6 bin olmuştur.
Savaş sonunda İsrail, askeri, diplomatik ve ekonomik destek açılarından ABD’ye daha da bağımlı hale gelmiştir. Savaşın hemen ardından Suudi Arabistan, İsrail’i destekleyen ülkelere petrol ambargosu başlatmıştır. Petrol fiyatları bütün dünyada hızla yükselirken küresel nitelikte bir ekonomik kriz baş göstermiş ve ambargo Mart 1974’e kadar sürmüştür. Ekim 1973’te, BM Güvenlik Konseyi, 338 sayılı kararı almıştır. Bunda, taraflardan, bir an önce çarpışmaları durdurmaları ve müzakerelere başlamaları istenmiştir.
1974 – Arafat’ın BM’ye ilk gidişi
Arafat liderliğindeki FKÖ ile Ebu Nidal gibi, FKÖ dışındaki Filistinli örgütler, İsrail ve diğer hedeflere karşı 1970’lerde bir dizi eylem düzenlemişlerdir. Kara Eylül diye de bilinen Ebu Nidal’in örgütü, 1972 Münih Olimpiyatları’ndaki eylemde 11 İsrailli sporcuyu öldürmüştür.
Filistin’in tamamını kurtarmak için silaha başvuran FKÖ’nün lideri Arafat, bir yandan da BM’de barışçı çözümü savunduğunu anlatan ilk konuşmasını yapmıştır. Siyonist projeyi kınamış fakat eklemiştir: “Bugün bir elimde zeytin dalı, bir elimde kurtuluş savaşı veren birinin silahı var. Zeytin dalını düşürmeyin.” Bu konuşma, Filistinlilerin uluslararası tanınma çabalarına büyük katkı sağlamıştır. Bir yıl sonra ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan Harold Saunders, Arap-İsrail barışı müzakere edilirken Filistin halkının meşru çıkarlarının da hesaba katılması gerektiğini söylemiştir.
1977 – İsrail’de sağın yükselişi
İsrail’in 1948’de kuruluşunda İrgun ve Lehi gibi aşırı grupların katkısı büyüktür. Ama bu örgütlerin mirasçısı Herut (sonradan Likud adını alıyor) Partisi, 1977’ye kadar hiçbir seçim kazanamamıştır.
İsrail siyaseti bu tarihe kadar sol kanattaki İşçi Partisi’nin hâkimiyetindeydi. Likud ideolojisi, İsrail idaresinin İngiliz mandasına dâhil olan bütün topraklara, yani Ürdün de dâhil Kutsal Kitap’ta anlatılan “Büyük İsrail’e” yayılmasını savunmuştur. Eski İrgun lideri Menahem Begin başkanlığındaki yeni hükümet, Batı Şeria ile Gazze Şeridi’nde yerleşim açmayı hızlandırmıştır. Amaç 1967’de kazanılan toprakları ileride geri vermemek için gerekçeler sağlamaktır. Tarım Bakanı Ariel Şaron bu faaliyetleri körüklemiş; Şaron 1981’e kadar yerleşimlerle ilgili bakanlar komisyonunun başında olmuştur.
1979 – İsrail-Mısır Barışı
Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat 19 Kasım 1977’de İsrail’e uçup Knesset’te, yani parlamentoda konuşma yapınca dünya şaşkına dönmüştür. İsrail’i tanıyan ilk Arap lider Sedat olmuştur. Yom Kippur Savaşı’nı daha dört yıl önce başlatan da kendisidir. O savaş nihaî sonucu getirmemiştir.
Mısır ve İsrail, 1978’de Camp David anlaşmalarını imzalamışlardır. Metinde Orta Doğu’da barışın çerçevesi çizilmiş ve buna Filistinlilere sınırlı özerklik verilmesi de dâhil olmuştur. İkili barış anlaşmasını da Sedat ile Begin Mart 1979’da imzalamışlardır. Sina yarımadası Mısır’a geri verilmiştir. İsrail’le kendi başına pazarlığa giriştiği için Mısır, Arap devletleri tarafından boykota uğramıştır. Enver Sedat 1981’de kendi ordusundaki İslamcı unsurlar tarafından öldürülmüştür.
1982 – İsrail Lübnan’ı işgal ediyor
İsrail, Lübnan sınırına yakın yerleşim birimlerini saldırılardan korumak amacıyla Lübnan’ın güneyine asker sokmuştur. Ama Savunma Bakanı Ariel Şaron orduyu başkent Beyrut’a kadar götürmüş; FKÖ’yü bu ülkeden çıkarmıştır.
Sina’daki son İsrail birliklerinin geri çekilmesinin üzerinden daha iki ay bile geçmemiştir. Lübnan işgali, Ebu Nidal örgütünün İsrail’in Londra büyükelçisine suikast girişimi üzerine başlatmıştır. İsrail birlikleri Beyrut’a Ağustos ayında varmıştır. Yapılan ateşkes anlaşması uyarınca FKÖ milisleri çekilince, Filistin mülteci kampları savunmasız kalmıştır.
İsrail güçleri 14 Eylül’de Beyrut etrafında birikirken, Hıristiyan Falanj milislerin lideri Beşir Cemayel, başkentteki karargâhında bir bombanın patlamasıyla ölmüştür. Ertesi gün İsrail ordusu Batı Beyrut’u işgal etmiştir.
16 Eylül’den 18 Eylül’e kadar, İsrail’le ittifak yapan Falanjistler, Sabra ve Şatilla kamplarında yüzlerce Filistinliyi öldürmüştür. Neredeyse bir asrı bulan Ortadoğu mücadelesindeki en katlı katliamlardan biri olmuştur. Şaron, savunma bakanlığından başka bir göreve geçmek zorunda kalmıştır. Çünkü 1983’te İsrail’de yapılan bir soruşturma, onun katliamı önlemek için harekete geçmediğine hüküm vermiştir. Sabra ve Şatilla katliamları Ariel Şaron hakkındaki ”Savaş Suçlusu” iddialarının kaynağı olmuştur. Bazı görgü tanıkları, İsrail askerlerinin, Hıristiyan milislerin kamplarda neler yapacağından haberdar olmuş, hatta olanları izlediğini anlatmıştır.
1987-93 – İntifada
İsrail işgaline karşı intifada, yani kitlesel ayaklanma Gazze Şeridi’nde başlamış; kısa sürede Batı Şeria’ya yayılmıştır.
Protestolar, sivil itaatsizlik şekline bürünmüştür. Genel grevler düzenlenmiş, İsrail ürünleri boykot edilmiş, duvarlara yazılar yazılmış ve yollarda barikatlar kurulmuştur. Ama uluslararası ilgi toplayan protesto şekli, ağır silahlarla donanmış İsrail askerlerine taş atan Filistinliler olmuştur. İsrail ordusu karşılık vermiş; çok sayıda Filistinli sivil yaşamını yitirmiştir. 1993’e kadar süren protestolarda toplam can kaybı bini aşmıştır.
1988 – FKÖ barışa kapıyı açıyor
İsrail büyük askeri gücüne rağmen 1987’de başlayan intifadayı durduramamıştır. Eylemleri İsrail işgali altında yaşayan Filistinlilerin tamamı desteklemiştir.
1982’de Lübnan’dan sürüldükten sonra Tunus’a yerleşen FKÖ için de bu ayaklanma tehlike işareti olmuştur. Filistin “Devrimi” hedefine dönük mücadelede dikkatler, FKÖ ve diaspora yerine işgal topraklarına dönmüştür. FKÖ başrolü kaybedebileceğini düşünmeye başlamıştır.
Sürgündeki hükümet işlevi gören Filistin Ulusal Konseyi, Kasım 1988’de Cezayir’de toplanmış ve 1947’deki Birleşmiş Milletler kararında yer alan ”İki Devlet” çözümünü kabul etmiştir. Oylamada kabul edilen kararda ayrıca terörizm kınanmış; BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararına dayalı müzakere isteği dile getirilmiştir. 242 sayılı karar, ayrıca 1967’de, İsrail’in ele geçirdiği topraklardan çekilmesini öngörmüştür.
ABD, FKÖ ile diyaloga girişmiştir. Ama İsrail hala FKÖ’yü terör örgütü olarak görmüş, muhatap almak istememiştir. Bunun yerine İsrail Başbakanı Yitzak Şamir, kendi kaderini tayin hakkına ilişkin bir anlaşmaya varılmadan önce işgal topraklarında seçim yapılmasını önermiştir.
1991 – Madrid Zirvesi
1991’de çıkan Körfez Savaşı FKÖ için felaket niteliğinde olmuştur. Yaser Arafat, Irak’a destek verdiği için Körfez bölgesindeki zengin hamilerini kaybetmiştir.
Irak’ın Kuveyt’i işgaline son verilmesi ardından ABD yönetimi Ortadoğu’da barış arayışına ağırlık vermiştir. Bu girişimler mâli olarak zayıflamış ve siyaseten tecrit edilmiş Arafat için, İsrail’deki muhafazakâr Başbakan Yitzak Şamir’e oranla daha değerli olmuştur.
ABD Dışişleri Bakanı James Baker’ın defalarca yaptığı ziyaretler, Madrid’de bir uluslararası zirve toplanmasına zemin hazırlamıştır. Suriye katılmayı kabul etmiştir. Umudu, Golan Tepeleri’ni geri alacak müzakerelere girmekte bulmuştur. Ürdün de daveti kabul etmiştir.
Ancak Şamir, terörist olarak gördüğü FKÖ ile doğrudan muhatap olmak istememiş ve bu yüzden önde gelen Filistinli simalardan oluşan bir Filistin-Ürdün heyeti oluşturulmuştur. Bu Filistinliler FKÖ üyesi değildir. Zirve öncesindeki günlerde ABD, İsrail’le ender görülen bir cepheleşme içinde olmuştur. İşgal edilmiş topraklarda Yahudilere yerleşim birimlerinin inşa edilmesi yüzünden İsrail’in alacağı 10 milyar dolarlık kredi garantisini askıya almıştır.
30 Ekim’de başlayan tarihi zirveyi dünya izlemiştir. Eski düşmanlara, yaklaşımlarını açıklamaları için 45’er dakikalık konuşma fırsatı verilmiştir. Filistinliler, İsrail’le paylaşılan bir gelecek umudunu dile getirmiştir. Şamir Yahudi devletinin meşruiyetini anlatmıştır. Suriye Dışişleri Bakanı Faruk el Şara ise Şamir’in ”Terörist” geçmişini anlatmıştır.
ABD zirveden sonra İsrail’in, Suriye ve Filistin-Ürdün heyetleriyle ayrı ayrı ikili görüşmelerde bulunması için hazırlık yapılmıştır.
1993 – Oslo Barış Süreci
Haziran 1992’de İsrail’de sol kanadın, yani İşçi Partisi’nin iktidara gelmesi çok kuvvetli bir barış sürecini başlatmıştır. Sertlik yanlısı olarak gösterilen Başbakan Yitzak Rabin ile “Güvercin” olarak gösterilen Şimon Peres ve Yosi Beilin, Filistinlilerle barışı konuşacak çok uygun bir ekibi oluşturmuştur. Körfez Savaşı’ndan sonra konumu zayıflayan FKÖ bu barış pazarlığından sonuç almayı ummuştur.
Washington’daki ikili görüşmeler tıkanınca İsrail, FKÖ’nün katılımına yönelik itirazını kaldırmıştır. Daha da önemlisi Dışişleri Bakanı Peres ve yardımcısı Beilin, Norveç’in girişimi olan gizli bir müzakere zemini kurma imkânını incelemiştir.
Washington’daki ikili görüşmelerden sonuç alınamayacağı anlaşılınca gizli Oslo kulvarı 20 Ocak 1993’te açılmıştır. Norveç’in Sarpsborg kasabasında görülmemiş bir ilerleme kaydedilmiştir. Filistinliler işgal topraklarından aşamalı çekilmeye başlaması karşılığında İsrail devletini tanımayı kabul etmiştir.
Görüşmeler İlkeler Deklarasyonu’nu getirmiştir. Bu belge Washington’da imzalanırken, Arafat ile Rabin arasındaki tarihi tokalaşmayı 400 milyon insan canlı izlemiştir.
1994 – Filistin Yönetimi’nin Kurulması
İsrail ve Filistin Kurtuluş Örgütü, İlkeler Deklarasyonu’nun başlangıçta nasıl uygulanacağı konusundaki anlaşmayı Kahire’de 4 Mayıs 1994’te imzalamıştır.
İsrail, Gazze Şeridi’nin çoğunu terk etmiş; sadece Yahudi yerleşimleri ve etraflarındaki arazilerde İsrail varlığı sürmüştür. Batı Şeria’da ise Eriha kentini Filistinlilere bırakmışlardır. Bu pazarlıklar güçlükle yürütülmüş ve Batı Şeria’nın El Halil kentinde düzenlenen bir katliam neredeyse görüşmelerin kesilmesine yol açmıştır. Tarihi İbrahim Camii’nde sabah namazı kılan Filistinlilerin üzerine makineli tüfekle ateş açan Yahudi yerleşimci Baru Goldstein, 29 kişiyi öldürdükten sonra öldürülmüştür.
Anlaşmanın içinde de aşılması gereken zorluklar da bulunmuştur. Metinde beş yıllık geçiş dönemi içinde İsrail ordusunun geri çekilme aşamaları yer almıştır. Ama bu aşamalar çok zorlu pazarlıkların sonuç vermesine bağlıydı. Bunlar Filistin devletinin kuruluşu, Kudüs’ün statüsü, işgal edilmiş topraklardaki Yahudi yerleşimlerinin durumu ve 1948 ile 67 arasında göçe zorlanan 3,5 milyon Filistinli mültecinin ne olacağı gibi konulardı.
Barış sürecini eleştirenler 1 Temmuz’da susmuştu. Çünkü Yaser Arafat, Filistin topraklarına bu tarihte geri dönmüş, coşkulu kalabalık tarafından muzaffer bir eda ile karşılanmıştır. Filistin Kurtuluş Ordusu, İsrail birliklerinin boşalttığı yerlere konuşlandırılmıştır. Filistin Ulusal İdaresi, yani özerk yönetimin başkanı olarak Yaser Arafat vardı artık. 1996’daki seçim de bunu tescil etmiştir.
1995 – İkinci Oslo ve Rabin Suikastı
Filistin yönetimi, Gazze Şeridi’ndeki ilk yılında zorluklarla boğuşmuştur. Filistinli militanların bombalı eylemlerinde onlarca İsrailli öldürmüştür. İsrail özerk yönetimin topraklarına giriş çıkışları engellemiş; militanlara suikastlar düzenlemişlerdir. Yeni yerleşim inşaatları da durmamıştır. Filistin Özerk Yönetimi kendi toplumunun öfkesini kitlesel göz altılarla bastırmaya çalışmıştır. İsrail içinde ise barış sürecine tepkiler sağ kanattan ve dini gruplardan gelmiştir.
Bu ortam içinde barış görüşmeleri yoğun çaba ile yürütülmüşse de başlangıçta belirlenen takvime yetişilememiştir. 24 Eylül’de 2. Oslo diye anılan anlaşma Mısır’ın Taba şehrinde ve Washington’da ayrı törenlerle imzalanmıştır.
Bu anlaşma Batı Şeria’yı üçe bölmüştür.
1 – A Bölgesi: Batı Şeria’nın yüzde 7’sini oluşturan bu bölge, Doğu Kudüs ve El Halil haricindeki belli başlı yerleşim merkezlerini tam olarak Filistin idaresine bırakmıştır.
2 – B Bölgesi: İsrail ve Filistinlilerin ortak kontrolüne bırakılan bu bölge Batı Şeria’nın yüzde 21’ini oluşturmuştur.
3 – C Bölgesi: İsrail bu bölgeyi kontrol altında tutacak, ama aynı zamanda Filistinli tutukluları serbest bırakacaktı.
2. Oslo Anlaşması, Filistinlileri pek heyecanlandırmamıştır. İsrailli dinciler ise ”Yahudi Toprağının” teslim edilmesine öfkeliydi. Öfke ve tahrik içeren bir kampanyaya hedef olan Başbakan Yitzak Rabin, bir aşırı dinci Yahudi tarafından 4 Kasım’da öldürülmüştür. Suikast bütün dünyaya şok dalgaları yaymıştır. “Güvercin” diye nitelendirilen ve bir türlü tamamlanamayan barış sürecinin mimarı Şimon Peres başbakan olmuştur.
2000 – İkinci İntifada
Ehud Barak hükümetinin barışa ulaşacağına dair başlangıçta duyulan iyimserliğin temeli olmadığı zamanla anlaşılmıştır. Yeni bir Wye River Sözleşmesi Eylül 1999’da imzalanmıştır.
Ama işgal topraklarından çekilme işleminin devam etmesi mümkün olmamıştır. Çünkü Kudüs’ün durumu, mülteciler, yerleşimler ve sınırlar gibi nihaî statü pazarlıkları sonuçsuz kalmıştır. Beş yıllık barış süreci sonunda pek bir şey elde edilememesi, Filistin halkında büyük bir bıkkınlık doğurmuştur.
Barak, Suriye ile barışa odaklanmıştır. Bu alanda da başarı olmamıştır. Barak yine de İsrail’in 21 yıllık Lübnan macerasına son vermiştir.
Mayıs 2000’de İsrail’in Lübnan’dan çekilmesi, dikkatleri Yaser Arafat’a yöneltmiştir. ABD Başkanı Bill Clinton ile Ehud Barak kademeli barış görüşmeleri yerine, bütün konularda hep birden sonuç almayı amaçlayan nihai pazarlığa girmeye zorlanmıştır. Bu görüşmeler için ABD başkanının yazlığı Camp David seçilmiştir. İki hafta süren görüşmelerde Kudüs’ün statüsü ve Filistinli mültecilerin geri dönüş hakları konusunda bir uzlaşmaya varılamamıştır.
Bunun getirdiği belirsizlik içinde, 28 Eylül’de muhalefetteki Likud Partisi’nin Netanyahu’dan sonraki lideri, yılların sağcı politikacısı Ariel Şaron, Mescid-i Aksa’nın bulunduğu kompleksi ziyaret etmiştir. Bunun çok tahrik edici bir hareket olduğu söylenmiştir. Filistinliler bu ziyareti protesto için gösterilere başlamıştır. Ve gösteriler El Aksa intifadası diye anılan ayaklanmaya dönüşmüştür.
2002 – Batı Şeria yeniden işgal altında
Birkaç dalga halinde gelen intihar saldırıları ardından, İsrail önce mart sonra da haziran aylarında Batı Şeria’nın neredeyse tamamını işgal etmiştir. 2002 yılının büyük bir bölümünde Filistin kentleri sık sık baskına uğramış, birbirleriyle bağlantısı kesilmiş, kuşatılmış ya da uzun süreler sokağa çıkma yasağı altında kalmıştır.
Nisan ayında İsrail güçleri Batı Şeria’nın kuzeyindeki Cenin mülteci kampına girip bölgeyi ele geçirmişlerdir. Filistinliler, burada bir katliam yapıldığını iddia etmişlerdir. Kendisi de ağır kayıp veren İsrail ordusu ise örgütlü bir direniş ile karşılaştığını belirterek burada sadece 52 Filistinlinin öldüğü konusunda ısrar etmiştir.
Birleşmiş Milletlerin bu konuda hazırladığı bir rapor, “Sivilleri tehlikeyle karşı karşıya bırakan şiddet olayları” dolayısıyla her iki tarafı da suçlamış ama ortada bir katliam olmadığı sonucuna ulaşmıştır. Uluslararası Af Örgütü ise İsrail ordusunun Batı Şeria’da Cenin ve Nablus’a düzenlediği operasyonlarda savaş suçu işlediği hükmüne varmıştır.
Dikkatlerin odaklandığı bir diğer merkez de Beytüllahim olmuştur. Beytüllahim’deki Mîlad Kilisesi’nde 5 hafta boyunca devam eden kuşatma, mayıs ayında, kiliseye sığınmış olan çok sayıda Filistinli arasındaki 13 militanın sürgüne gönderilmesiyle sona ermiştir.
İsrailli yetkililer 2002 yılı boyunca Gazze Şeridi ve Batı Şeria’da düzenlenen operasyonların amacının Filistinlilerin terör altyapısını yıkmak olduğunu kaydetmiştir.  Ancak hızı kesilmiş de olsa intihar saldırıları yıl boyu devam etmiştir.
Üst üste iki yıldır barış süreci durma noktasına gelmiştir. Birleşmiş Milletler, Amerika Birleşik Devletleri, Rusya ve Avrupa Birliği’nden oluşan, “Dörtlü” Orta Doğu’da çözüme yönelik bir “Yol Haritası” ile süreç yeniden canlandırmaya çalışılmıştır.
2003 – Bush’un Ortadoğu Politikası
Yol haritasının yayımlanması, içeriği üzerinde 2002 yılı boyunca devam eden pazarlıklar dolayısıyla gecikmiştir. Belge ancak 2003 yılı nisanında Amerika öncülüğünde Irak’a düzenlenen operasyon sonrasında yayımlanmıştır. Belgenin yayımlanmasına kadar da tüm diplomatik girişimler askıda kalmıştır.
2003 Haziran’ında Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George W. Bush, Ortadoğu konusundaki siyasetini uzun süredir beklenen bir konuşmayla açıklamıştır. Bush konuşmasında Filistinlilere “Teröre Taviz Vermeyen” bir lider belirlemeleri çağrısında bulunmuştur.
Filistinli militan grupların yoğun müzakereler ardından haziran ayında ilan ettiği ateşkes ise ancak 7 hafta süreyle geçerli olmuştur.
2004 – Arafat’ın Ölümü
İsrail’in hava saldırıları ve Filistinli militanların intihar saldırılarının yaşandığı bir yıl olmuştur. İsrail’in mart ve nisan aylarında Hamas’ın ruhani lideri Şeyh Ahmet Yasin’le örgütün önde gelen isimlerinden Abdülazizi el Rantisi’yi öldürmesi Filistinliler arasında büyük tepkiye neden olmuştur.
İsrail Başbakanı Ariel Şaron, Gazze’den yerleşimcileri ve askerleri çekme planını açıklamıştır. Aynı yıl içinde İsrail Yüksek Mahkemesi, duvarın güzergâhının değiştirilmesi gerektiğine hükmetmiştir. Temmuz ayında da Lahey Adalet Divanı duvarı yasadışı ilan etmiştir. Ancak İsrail bu kararlara rağmen duvar inşasını sürdürmüştür.
Ekim ayının sonlarında rahatsızlanan Filistin lideri Yaser Arafat, 11 Kasım’da tedavi için götürüldüğü Fransa’da hayatını kaybetmiştir. Mahmud Abbas, Filistin Kurtuluş Örgütü liderliğine getirilmiştir.
2005 – Gazze’den Çekilme
Ocak ayında Filistin’de yapılan seçimler sonunda Mahmud Abbas özerk yönetimin başkanlığına getirilmiştir.
Ariel Şaron ise, Gazze’den çekilme planı için hükümetinden onay almış ve plan ağustos ayı sonunda yaşama geçirilmiştir. Gazze’de bulunan yerleşimciler zorla bölgeden uzaklaştırılmıştır.
2006 – Hamas’ın Zaferi
Ocak ayı başında beyin kanaması geçirerek komaya giren Ariel Şaron’un yerine gelen Ehud Olmert, Kadima adlı yeni bir parti kurmuştur. Kadima, seçimler sonunda merkez sol İşçi Partisi ve aşırı Ortodoks Şas Partisi’yle koalisyon oluşturmuştur. İlk başta güçlü bir kamuoyu desteğine sahip olan Olmert, Hizbullah’ın iki askeri kaçırması ardından temmuz ayında Lübnan’a savaş açmış ve Beyrut’un da aralarında bulunduğu bazı kentleri bombalamıştır. Sonunda ilan edilen ateşkesin ardından Olmert, askerleri kurtarmayı başaramadığı ve savaşı yönetme biçimi nedeniyle ağır şekilde eleştirilmiştir.
Filistin’de ise, ocak ayında düzenlenen seçimlerden Hamas ezici zaferle çıkmış ve tek başına hükümet kurmuştur. Ancak İsrail’in var olma hakkını tanıması ve şiddeti reddetmesi için baskı altında kalan Hamas’a yönelik uluslararası ambargo uygulanmıştır.
Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği, Hamas’ı gerekçe göstererek, Filistin’e mali yardımları durdurunca, Hamas hükümeti kamu çalışanlarının maaşlarını bile ödeyemez hale gelmiştir. Hamas’la El Fetih arasında tırmanan gerilim çatışmalara dönüşmüş; bu çatışmalar kimi gözlemcilere göre, Filistin’i bir iç savaşın eşiğine getirmiştir.
Geçen yılın mayıs ayında, tarafların üzerinde uzlaşabileceği bir siyasi zemin olması için İsrail cezaevlerinde bulunan önde gelen El Fetih ve Hamas’lı isimler, “Cezaevi Belgesi” olarak anılan bir bildirge hazırlamıştır.
Direnişin 1967’de işgal edilen topraklarla sınırlı tutulmasını ve İsrail’in üstü kapalı olarak tanınmasını öngören bildirgenin başta yarattığı heyecana rağmen, bu belge de anlaşmazlıkları gidermeye yetmemiştir. Hamas’ın belgenin bazı noktaları üzerindeki itirazları karşısında Filistin lideri Mahmud Abbas, konuyu referanduma götüreceğini ilan etmiştir.
Bu amaçla Hamas’a tanınan süreler tekrar tekrar uzatılmış, referandum kozu yerini erken genel seçime gitme tehdidine bırakmış, ancak Abbas bu adımları hayata geçirme aşamasına gelememiştir.
2006 –  İsrail-Lübnan Krizi
2006 İsrail-Lübnan Krizi, Hizbullah’ın askeri kanadı ile İsrail Silahlı Kuvvetleri arasında Lübnan toprakları ve İsrail’in kuzeyinde, 12 Temmuz – 14 Ağustos 2006 tarihleri arasında sürmüş olan silahlı çatışmadır.
Kriz, Lübnan’da yerleşmiş Hizbullah Örgütü’nün, 12 Temmuz 2006 tarihinde 2 İsrail askerini kaçırması ve 8’ini öldürmesiyle başlamıştır. Askerlerin kaçırılmasına ek olarak güney Lübnan’daki Hizbullah militanlarının İsrail topraklarına Katyuşya füzeleri ateşlemesi; İsrail tarafından Lübnan’ın bir savaş hareketinde “Act of War” bulunduğu şeklinde yorumlanmıştır. Bunun üzerine İsrail, Lübnan’a hava ve kara saldırıları yapmış ve ülkenin limanlarını denizden ablukaya almıştır. İsrail’in bu davranışına karşılık olarak Hizbullah, güney Lübnan’dan İsrail’in kuzeyine yaptığı füze saldırılarını şiddetlendirmiştir.
Bir aydan fazla süren çatışmaların ardından, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin aldığı 1701 sayılı karar uyarınca 14 Ağustos’da taraflar saldırılarını durdurmuştur. İsrail Lübnan’a uyguladığı ablukayı 7 Eylül 2006 yerel saatle 18.00’e kadar kaldırmayı taahhüt etmiştir. Litanni Nehri’ne kadar olan Güney Lübnan topraklarını işgal etmiş olan İsrail, Lübnan ve UNIFIL askerlerinin konuşlandırılmasına paralel olarak birliklerini geri çekmiştir.
Krizin ilk günlerinden beri aralıksız süren İsrail saldırılarının 1.000’in üzerinde sivil Lübnanlıyı öldürmüş olması, İsrail’in uluslararası ortamda çok ağır eleştirilere maruz kalmasına sebep olmuştur. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Louise Arbour, kriz sırasında savaş suçlarının işlenmiş olabileceğini söylemiştir.
2007
“İç savaş” endişeleri nedeniyle devreye giren Suudi Arabistan’ın aracılığıyla Mekke’de bir araya gelen Filistinli rakip gruplar Hamas ve El Fetih’in ulusal birlik hükümeti kurulması üzerinde anlaşmaya varmıştır.
Ancak İsmail Hanya başkanlığındaki hükümetin ömrü uzun olmamıştır. El Fetih’le Hamas arasında yaşanan çatışmalar sonunda, haziran ayında Hamas Gazze’nin kontrolünü ele geçirmiştir. Abbas hükümeti azledilmiştir. Hamas kontrolü altındaki Gazze’de hükümet kurmuş, Mahmud Abbas ise, Selam Feyyad başkanlığında yalnızca Batı Şeria’yı kontrol edebilen bir hükümet kurmuştur.
Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George Bush, temmuz ayı ortasında İsraillilerle Filistinliler arasında barış görüşmelerinin yeniden başlatılmasını tartışmak üzere uluslararası bir toplantı yapılması çağrısında bulunmuştur.
Filistin ile İsrail tarafları “Konferansın Sonuç Bildirgesi” konusunda uzlaşmakta zorlanınca toplantının yapılacağı yer ve tarihin açıklanması son dakikaya kalmıştır. Amerikalı yetkililer, kasım ayı ortasında konferansın 27 Kasım’da Annapolis kentinde düzenleneceğini açıklamıştır.
2008-2009 – Gazze Savaşı
2008-2009 İsrail-Gazze çatışması, İsrail Savunma Kuvvetleri’nin, Işık Bayramı’nın devam ettiği 27 Aralık 2008 tarihinde yerel saatle 09.30 sıralarında Hamas’ın İsrailli sivillere ve askeri birimlere karşı kassam roketli saldırılar yaptığı gerekçesi ile başlattığı operasyondur. İsrail’in saldırıları nedeniyle 1000’den fazla insan hayatını kaybetmiştir.


Cansel KARASU