Prof. Dr. Türel Yılmaz Şahin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Prof. Dr. Türel Yılmaz Şahin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ocak 2017 Çarşamba

Filistin Meselesinin Temel Dinamikleri



 Filistin Meselesinin Temel  Dinamikleri 


Prof. Dr. Türel Yılmaz Şahin* 
*Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 



     Bu oturumda Filistin meselesinin nasıl ortaya çıktığını konuşacağız. 

Başlangıçta Arap-Yahudi, sonrasında İsrail-Filistin çatışması ve bugünkü ismiyle 
Filistin meselesi Ortadoğu’nun en eski sorunlarından biridir. Bir yüzyılı aşkın süredir devam etmektedir ve hala çözülememiştir, çözülecek gibi de görünmemekte dir. Filistin meselesinin geçmişi siyonizme dayanır. İsrailoğulları’nın Filistin üzerindeki arzuları ve “vaat edilmiş topraklar”daki hevesleri M.Ö.’ne kadar dayanır. Biz o kadar eskiye gitmeyelim, Tevrat’la uğraşmayalım. Dünya Siyonist Teşkilatı’nın kurulduğu 1897 yılından başlayalım. 
Biliyorsunuz Filistin toprakları Yahudiler için vaat edilmiş topraklardır. Yani Yahudiler bu toprakların Tevrat’la kendilerine verildiğini düşünürler. M.Ö. 
İsrailoğulları bu topraklardan sürüldüklerinden beri kendilerine vaat edildiğine inandıkları topraklara tekrar geri dönme hayaliyle, rüyasıyla yaşamışlardır. 
1897 yılı Yahudilerin bu hayallerinin gerçekleşmesi için temel olan tarihlerden bir tanesidir. 1897’de Basel’de dünyanın her yanındaki Yahudiler bir araya 
gelmişlerdir. Ve burada bir bildiri kabul edilmiştir. Bu bildiride Filistin topraklarında bir yurt edinmenin zorunluluğu üzerinde durulmuştur. Dünya Siyonist Teşkilatı da bu yıl kurulmuştur ve başkanı Theodor Herlz ’dir. Herlz, Macar asıllı bir gazetecidir. 

1893 yılında Fransa’da bir casusluk olayı ortaya çıkmıştır. 

Bu olay tarihe “ Dreyfus Olayı ” olarak geçmiştir. 

Dreyfus, Fransız ordusunda görevli Yahudi asıllı bir yüzbaşıdır. O dönemde Almanya’ya bazı belgelerin sızdırıldığına ilişkin casusluk olayı ortaya çıkıyor ve bu belgeleri sızdıran kişinin Dreyfus olduğu söyleniyor. Bu olay nedeniyle Dreyfus’un rütbesi elinden alınıyor, tutuklanıp yargılanmaya başlanıyor. 

Bu Dava Tüm Dünyada yankı Uyandırıyor. 

Dünyanın her bir yerinden gazeteciler bu davayı izlemeye geliyorlar. Aslında belgeleri sızdıran Dreyfus değil. Zaten suçsuz olduğu sonradan ortaya çıkıyor 
ve toplumda Dreyfurs’un sadece Yahudi olduğu için suçlandığına dair bir kanaat oluşuyor. Bu davayı izleyenlerden biri de az önce bahsettiğimiz Theoder 
Herlz’dir. Bu dava sırasında dünyada özellikle Avrupa’da Yahudilerin nasıl ezildiklerini, nasıl küçük düşürüldüklerini ve horlandıklarını fark ediyor ve bununla başa çıkabilmek için dünya Yahudilerini teşkilatlandırmak gerektiğini anlıyor. Theodor Herlz’in Dünya Siyonist Teşkilatı içerisindeki en masum kişilerden biri olduğunu söylemek gerekiyor. O sadece Yahudilerin bir arada yaşayabilecekleri bir yurt istiyordu. Bu amaçla 1897 yılında Dünya Siyonist Teşkilatı kuruluyor ve yayınlanan deklarasyonda “Filistin’de bir yurt oluşturulmasına” ilişkin karar alınıyor. Theodor Herlz’in bir kehaneti vardır. 
Der ki; “ Çok değil, 50 yıl sonra İsrail Devleti kurulacak ”. Bu sözü 1897 yılında söyler, Taksim Kararı 1947 yılında alınır. Dünya Siyonist Teşkilatı olarak ilk kararlarını alırlarken bir noktayı unutuyorlar. 

Yurt Edinmeyi Düşündükleri Filistin Toprakları, Osmanlı Devleti’nin Topraklarıdır. 

Bu nedenle Theodor Herlz, Osmanlı Padişahı 2. Abdülhamit ile irtibata geçmeye çalışır. Bunun için en uygun Alman İmparatoru’nu II. Wilhelm’i devreye sokmaya çalışır. 

O dönemde Osmanlı Devleti’nin Filistin topraklarında izlediği özel bir politikası var. O topraklar kutsal olduğu için, kırmızı teskere denilen bir olay vardır. Hıristiyanlar ve Yahudiler oraya girmek için para veriyorlar ve kalacakları gün kadar izin belgesi alıyorlar. Döndükleri zaman ise paraları iade ediliyor. Kısaca her isteyen Filistin topraklarına giremiyor. Alman İmparatoru’nun girişimleriyle Teodor Herlz, II. Abdülhamid’le görüşmeyi başarıyor. 

Bu görüşmede Yahudiler için Filistin topraklarından yurt istiyor. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, asla devlet söyleminin kullanılmamasıdır. 
İstenilen devlet kurmak değil yurt edinmektir. 

Theodor Herlz buna karşılık olarak; “Beni buraya Avrupalı Yahudi bankerler gönderdi. Eğer siz Filistin topraklarında Yahudilerin yurt edinmesine izin 
verirseniz, Avrupalı Yahudi bankerler sizin dış borçlarınızı ödemeye hazırlar” diyor. Bazıları Abdülhamit direk olarak reddetti derler. Ama ben reddetmediğini 
düşünenlerdenim. Çünkü Theoder Herlz’e ikinci bir randevu vermiştir. O dönemde Teodor Herz’in görüştüğü hiçbir tüccar ya da banker onun söylediğine olumlu bakmıyor. İkili 1903 yılında tekrar görüşüyorlar. Bu görüşmede Abdülhamit meşhur sözünü söylüyor; “ Hayır. Biz onu ancak aldığımız bedelle veririz ”. Yani kanla veririz demeye çalışıyor. Abdülhamit, Theoder Herlz’i uğurladıktan sonra; “Bu millet çok azimli. Er ya da geç Filistin’de mutlaka devletlerini kuracaklar” diyor. Eli boş dönen Theoder Herlz 1904 senesinde ölüyor. Onun yerine Chaim Weizmann geçiyor. Bu kişi patlayıcı maddelerde kullanılan, sentetik aseton’u bulmuş bir kimyager. Bu nedenle de İngiliz 
savunma sanayinde popülerliği ve etkinliği olan birisi. Teodor Hertz öldükten sonra onun yerine Çayn Mayzman geçiyor. İngiltere; “Uganda’ya Yahudiler 
yerleşebilirler” diyor. Theoder Herlz buna çok seviniyor. Çünkü Yahudiler için bir yurt bulduğunu düşünüyor. Bunu Dünya Siyonist Teşkilatı’na açıkladığında 
büyük tepki görüyor. En büyük itirazcılardan biri de Chaim Weizmann’dır. Bu nedenle az önce Theoder Herlz en masum olanlarıydı dedim. 

Çünkü o gerçekten Yahudilere bir yurt arıyordu, Filistin olması şart değildi. Ama Weizmann için durum böyle değildi. Filistin’de bir yurt edinilecekti. 

Bu sırada dünya 1. Dünya Savaşı’na doğru gidiyordu. Savaş patlat verdiğinde Osmanlı’da dahil olmuştu. İngiltere ve Fransa, Osmanlı Devleti’nin Orta doğu topraklarında özellikle Arap Ortadoğu’sunda yaşayan milletleri Osmanlıya karşı kışkırtmak için büyük çaba göstermişlerdi. Genel algı Arapların Türkleri sırtından vurduğu yönündedir. Birçok Arap cephede Türklerle birlikte savaştılar. Sadece Mekke Şerifi Hüseyin İngiltere’yle anlaşarak Osmanlı’ya karşı isyan başlatmıştır. İngiltere ve Fransa Arap Ortadoğusu’nu bir taraftan isyan çıkarması karşılığında Mekke Şerifi’ne vaat etmiş bir taraftan da 1915’te kendi aralarında paylaşmış bir taraftan da1917 yılında İngiltere Dışişleri Bakanı Balfour kendi adıyla yayın lanacak  olan Balfour Deklarasyonunu ilan etmiştir. Bu deklarasyon İsrail 
Devleti’ne giden yolda atılan ilk resmi belgeli adımdır. 

Kısa ve anlamlı bir deklarasyondur. Üzerinde uzun süre ABD ve İngiltere tarafından çalışılmıştır. 
Birinci paragrafında; “ İngiltere Hükümeti Yahudilerin Filistin’de yurt edinmelerini memnuniyetle karşılar ” der. Yani Filistin’de Yahudilerin “ Yurt ” edinmelerine izin verir. Burada bir sorun yok asıl ikinci paragraf önemlidir. İkinci paragraf “ Filistin’de bulunan Yahudi olmayan toplumların da medeni ve siyasi haklarına saygı duyulacaktır” diye başlar. Sanki Filistin’de çoğunlukta olan bir Yahudi toplumu varmış izlenimi yaratılır. Aslında “Yahudi olmayan 
topluluklar” diye adlandırılan toplum Filistin topraklarındaki nüfusun %85’ini temsil eden Arap topluluğudur. 

Bu deklarasyondan sonra Filistin meselesi farklı bir boyuta ulaşır. 1918’de savaş biter ve Osmanlı’nın Arap toprakları İngiliz ve Fransızların manda yönetimine bırakılır. Filistin toprakları İngiliz manda yönetimindedir. Bu dönemde ciddi 
anlamda bir Yahudi göçü yaşanır. Sonraları toprakların sınırlı olması ve bu göçü kaldıramayacak olması sebebiyle İngilizler sınırlamaya gitse de Yahudiler 
gizli yollardan göçe devam eder. Filistin İngiliz mandası altında iken Filistinli Araplarla Yahudilerin çatışmalarının başladığını görüyoruz. Önceleri bu 
çatışmaların siyasi olmaktan ziyade ekonomik nitelikli olduğu anlaşılıyor. Yahudiler hızla Arapların arasına karışmaya başlayınca ister istemez kültür çatışması yaşanmaya başlıyor. Mesela bu çatışmalara örnek olarak; hayvan otlatma meselesini verebiliriz. 

Normalde tarlalar biçildikten ve ekinler kaldırıldıktan sonra hayvanlar her yerde otlayabilir. Ama Yahudiler asla kendi topraklarında herhangi bir Arap’ın hayvanının otlamasına izin vermemişler. En önemli çatışmalardan bir tanesi de su meselesidir. 

Su, İslam Dünyası’nda insanlığın ortak malıdır. Ama Yahudiler için böyle değil. Kendi topraklarından bir kova su vermiyorlar. Tüm bu çatışmalar gitgide 
büyüyor. 1920’lerin sonlarında bu çatışmalar siyasi nitelik kazanmaya başlıyor. İngiltere çatışmaların her geçen gün büyüdüğünü görüyor. Ve bu durumdan kurtulmak için birçok rapor hazırlıyor. 

İlk çözüm önerisi olarak Britanya Beyaz Kitabı’nı sunuyor. Bunu Araplar kabul etse de Yahudiler kabul etmiyor. Sürekli çözüm üretmeye çalışıyor. Kimisinde 
ikili devlet öneriyor, kimisinde federal yapı öneriyor. Ama Araplar tarafından kabul edilenleri Yahudiler, Yahudilerin kabul ettiklerini ise Araplar kabul etmiyor. Böylece İngiltere’nin iki halkın anlaşmazlığı yolundaki çözüm arayışı sonuçsuz kalıyor. Ama çatışmalar her geçen gün daha da büyümeye devam ediyor. İngiltere’nin imdadına 2. Dünya Savaşı yetişiyor. 1939’da 2. Dünya Savaşı patlak veriyor. 

Filistinlilerin bir kısmı İngilizlerle birlikte savaşıyorlar. Çok büyük bir çoğunluğu savaşmıyor. 
Yahudilerde savaş dışı kalıyorlar. Ama belirli bir Yahudi grubu İngilizlerle birlikte savaşıyorlar. Çok ilginçtir, o dönemde İngiliz cephaneliklerinde büyük hırsızlık olaylarına rastlanıyor. Yani Yahudiler savaş döneminde cephane çalıyorlar. Savaş bittiğinde bu silahlar sadece Filistinli Araplara yöneltilmeyecek aynı zamanda İngilizlere de yöneltilecektir. 1942 yılında yapılan kongrede “İsrail Devleti’nin kurulmasına” ilişkin karar alınıyor. İlk defa burada devletten bahsediliyor. Savaş bittikten sonra artık devlet olma yolunda ciddi adımlar atmaya başlıyorlar 
ve biran önce manda yönetimine son vermesi için silahlarını İngilizlere de yöneltmeye başlıyorlar. İngiltere daha fazla dayanamayarak bu sorunu 1947 
yılında BM’ye havale ediyor. BM, 1945 yılında kurulmuş çok yeni bir örgüt. Genel Kurulda 11 üye devletten oluşan “BM Filistin Özel Komitesi” kuruluyor. 
Bu 11 ülkenin görevi Filistin’e gidip yerinde araştırma yaparak en iyi çözümü üretmeyle görevlendirilmişti. Bu devletlerin temsilcileri kendi aralarında 3’e ayrılıyor. Hindistan, İran ve Yugoslavya’nın olduğu grup azınlık raporu sunuyor. 
Diğer 7 üye çoğunluk raporu hazırlıyor. Sadece Avustralya çekimser kalıyor. Ne azınlık raporuna ne de çoğunluk raporuna katılıyor. Azınlıkların önerdiği federal yapıdır. Arap Devleti ve Yahudi Devleti kurulacak ve Kudüs ayrıcalıklı bir yer olacak. Çoğunluklar ise tamamen bağımsız iki devletten bahsediyor. 

Kudüs ise BM’nin vesayetinde ayrı bir varlık olacak. Çoğunluk raporu 1947 yılında 181 sayılı karar olarak kabul ediliyor (Taksim Kararı). Bu kararın arkasından İngiltere “15 Mayıs’a kadar Filistin’den çekileceğini” açıklıyor. 1920’de San Remo konferansında Arap Ortadoğusu, İngiltere ve Fransa manda yönetimine bırakılırken güdülen mantık, kendi kendilerini idare edemeyecekleri, 
eğitimsiz oldukları, onları kendi kendilerini idare edebilecek düzeye getirene kadar o ülkede kalmalarıdır. Tüm manda yönetimlerinin demokrasi getirmek, 
özgürleştirmek, eğitilmek için başladığı söylenir ama hep tam tersi olmuştur. İngiltere mayıs ayında bölgeden ayrılıyor ve 15 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin kurulduğu ilan ediliyor. İsrail Devleti kuruluyor ama Arap Devleti kurulamıyor. Çünkü Araplar Filistin’in bütünü üzerinde hak iddia ediyorlar ve İsrail Devleti’ni kesinlikle reddediyorlar. İsrail Devleti’nin kurulduğu andan itibaren Arap 
ülkeleri Filistin topraklarına girmeye başlıyorlar. Tarihe geçen 1948-1949 1. Arap İsrail Savaşı böyle başlıyor. Bu savaşta İsrail yeni kurulmuş bir devlet 
olmasına rağmen tüm Arap Devletleriyle savaşıyor (Mısır, Ürdün, Irak, Suriye) ve Ürdün dışında tüm Arap ülkelerini büyük yenilgiye uğratıyor. Topraklarını 
genişleterek bu savaştan karlı çıkıyor. Ürdün tam anlamıyla bir İngiliz kolonisidir. Ürdün, 1920’de yani daha manda yönetimi altına girildiğinde 25.000 kişilik kocaman bir çöl köyüdür. İngiltere, orayı devlet yapıyor. Meşhur İngiliz Glad 
Paşa, olağanüstü bir Ürdün ordusu yaratıyor. O ordu İsrail’le savaşıyor ve Kudüs’ün doğusu Ürdün’e bırakılıyor. Batısını ise İsrail işgal ediyor. 181. Sayılı 
karara göre Kudüs özel bölge idi. Ama daha ilk anda bu kural bozulmuştur. İsrail işgal ettiği anda da Batı Kudüs’ü başkenti ilan etmiştir ama kimse bunu kabul 
etmemiştir. 
1. Arap İsrail Savaşı’nın sonunda iki önemli sorun ortaya çıkmıştır. Birisi Filistinli mülteciler, diğeri ise Kudüs’tür. Bu sorunlar bugün Filistin meselesinin çözümün de kilit noktası olan iki sorundur. Filistinli mülteciler konusunda İsrail başka Araplar başka tezler sürerler. İsrail’e göre Arap orduları Filistin toprakları na girmeye başladıklarında önlerindeki Filistinli Arapları engel olarak görmüş ve onlara civar ülkelere geçmelerini söylemiş. 

Böylece milyonlarca Filistinli Arap, Arap ordularının ayaklarına bağ olmamak için diğer ülkelere gidiyorlar. Sonra Arap ülkeleri savaşta yenilince ve o topraklar İsrail’in eline geçince Filistinliler geri dönemediler ve mülteci olarak kaldılar. Araplar ise İsrail’in tüm Arapları dışa göçmeye zorladığını söylüyor. Ortada iki tez bir gerçek var. O gerçekte milyonlarca Filistinlinin çözülemeyen sorunları. O dönemdeki mültecilerin çocukları hak iddia ediyorlar “ Ya İsrail bizi kabul etsin ya da bize tazminat ödesin ” diyorlar. Küçücük bir İsrail’in o kadar insanı 
ülkesine kabul etmesi, onları barındırması ve onlara istihdam sağlaması mümkün değil. Tazmin etmesi içinse bütün bütçesi bile yetmez. Bu sorun ne kısa vadede ne de uzun vadede çözülecek gibi görünmüyor. 

Bu mesele çözülmeden de birçok Arap anlaşmaya yanaşmıyor. Yani bu mesele oldukça karmaşık bir halde. Kudüs meselesi ise apayrı bir mesele. Kudüs 
tek tanrılı üç din içinde kutsal bir şehir. Bu özelliği hesap edilerek ayrı bir statü verilmişti. 1949’da Doğu Kudüs’ü Ürdün, Batı Kudüs’ü ise İsrail almıştı. Hatta 1950’de İsrail Batı Kudüs’e başkent demişti. 

1967’de yani 3. Arap İsrail Savaşı’nda Kudüs’ün doğusu da İsrail tarafından işgal ediliyor. 

Daha sonra ise Doğu Kudüs’ü ilhak edip;” Birleşik Kudüs sonsuza dek benim başkentim” diyor. Hemen hemen devletlerin tamamı bu kararı protesto 
etmişler ve kendi diplomatik temsilciliklerini Tel Aviv’den Kudüs’e taşımamış lardı. Ama 2000’lerden sonra ABD başta olmak üzere İsrail’in Başkenti olduğu fiilen kabul edilmiş gibidir. Bu durumu Müslümanlar kabul etmeyeceğine göre Kudüs sorunu çözülmeden bekliyor. Filistin meselesini içinden çıkılmaz 
duruma sokan iki başlık budur. 1950’lerin başlarından itibaren Filistin meselesinde yumuşamalar görülüyor. Çünkü o dönemde devletlerin dikkati İran, Türkiye gibi ülkelerde. Filistin değil petrol gündemdedir. 1952’de Mısır’da olağanüstü bir gelişme oluyor. Cemal Abdülnasır ortaya çıkıyor. 

Monarşi yıkılıyor ve Cumhuriyet kuruluyor. Cemal Abdülnasır Arap politikalarına hükmeder duruma geliyor. 1956 yılında Süveyş Kanalını millileştiriyor. 

Bu İngiltere ve Fransa’nın bölgeden ekarte edilmesi anlamına geliyor. Bunun üzerine Londra’da konferanslar yapılıyor. Maalesef Türkiye bu konuda hep batının yanında yer alıyor. Sonra İngiltere ve Fransa durumu düzeltemeyecekleri ni anlıyor ve İsrail, Fransa ve İngiltere Dışişleri Bakanları İsviçre’de Serv’de bir araya geliyorlar ve Sevr Protokolü imzalıyorlar. Bir savaş senaryosu yazılıyor ve uygulamaya geçirme kararı alınıyor. Senaryoya göre, İsrail, Mısır topraklarına girmeye başlayacak. İşgale uğrayan Mısır birlikleri karşılık verince İngiltere ve Fransa hem İsrail’e hem de Mısır’a “Derhal ateşi durdurun. Süveyş kanalının x metre kadar gerisine çekilin” diyecekler. İsrail buna uyacak ama Mısır uymayacak  Mısır uymayınca İngiltere ve Fransa Mısır topraklarına girerek kanalın iki yakasını kontrole alacaklar. Serv’de alınan bu kararla savaş 
senaryosu hiç sapmadan uygulamaya konuluyor. 

Bunlar olurken ABD başkanlık seçimleriyle uğraşıyor. SSCB ise Macaristan’ı dize getirmekle meşgul. O dönemde Macaristan’da komünizmden sapmalar 
yaşanıyor. 1956 yılında SSCB tankları Macaristan’a giriyor ve bu ayaklanmayı bastırıyor. Zamanlama da mükemmel bir durumdur. Tabi sonuç İngiltere ve Fransa’nın beklediği gibi olmuyor. Rusya Macaristan’ı dize getirdikten sonra önce İngiltere ve Fransa’ya bölgeden çekilmelerini söyleyen nota gönderiyor. 

Amerika’ya ise beraber bölgeye asker çıkarıp, durumu normalleştirmeyi söylüyor. O dönemde ABD Başkanı Eisenhower, Sovyetlerin Ortadoğu 
bölgesine asker çıkarması teklifinden rahat-sız oluyor. Çünkü Sovyetler ilk defa bölgeye asker çıkarmaktan bahsediyor. Bunun üzerine Sovyetleri daha fazla galeyana getirmemek için Fransa ve İngiltere’ye ültimatom vererek derhal bölgeden çekilmelerini istiyor. İngiltere ve Fransa bu ültimatoma uyarak bölgeden çekiliyor. Böylelikle Nasır misyonunu tamamlamış oluyor. Çünkü bu olayla ABD Ortadoğu’ya giriyor, İngiltere ve Fransa bölgeden tamamen çıkıyor. Eisenhower sonraki seçimlerde yeniden seçiliyor ve Sovyetlerin bölgeye asker çıkarmasından endişelendiği için 1957 yılında Eisenhower Doktrini’ni ilan ediyor. Bu doktrinin özelliği; “İsteyen bölge devletleri, benden yardım istediği zaman, ben bölgeye asker sokarım”. Bu tarihten sonra Ortadoğu bir dizi krize sahne oluyor ve ABD hepsinde asker kullanıyor. 

1950’li yılların sonundan itibaren Yaser Arafat’ın öncülüğünde FKÖ’nün kurulduğunu görüyoruz. 1969 senesinde El Fetih ve FKÖ birleşmişlerdir. 
1960’lı yıllarda özellikle sonra çarpışmalarında FKÖ’nün etkili olduğunu görüyoruz. Özellikle Ürdün’den İsrail’le giriş yaparak sınır çatışmalarını 
sürdürüyorlar. 1967 3. Arap-İsrail Savaşına kadar çatışmalar bu şekilde devam ediyor. Bu savaş Filistin meselesi açısından bir dönüm noktası teşkil eder. 1967 yılına kadar Filistin-İsrail çatışmasının özü İsrail’i bölgeden defetmek, bu devleti haritadan silmektir. İsrail içinse kendi varlığını idame ettirebilmek için mücadele etmekti. Ama 1967 yılındaki savaştan sonra her şey değişti. Bu savaş altı gün sürmüştür. İsrail altı gün içerisinde tüm Suriye, Ürdün, Irak ve Mısır birliklerini deyim yerindeyse perişan etmiştir ve topraklarını Mısır’dan Sina yarımadasına 
kadar genişletmiştir. Bu savaştan sonra 242 sayılı BM kararı alınmıştır. Bu karar “belirlenmiş sınırlar” tabirini kullanarak İsrail’in varlığını ve o anki sınırlarını 
garantiye almıştır. Bu kararı Filistinli Araplar reddetmişlerdir. Bundan sonra Arapların stratejisi, İsrail’in varlığına son vermekten işgal edilmiş topraklarını 
geri almaya dönüyor. İsrail’in stratejisi ise “barış için toprak politikası”na dönüyor. Ne kadar barış o kadar toprak diyor. 1967 savaşından sonra 
uluslararası ortamda bir yumuşama görülüyor. Bu yumuşama Ortadoğu’daki ilişkileri de etkilemeye başlıyor. Özellikle ABD, Ortadoğu’daki sorunları 
çözmek için harekete geçmeye başlıyor Mekik diploması denilen bir diploması türü geliştiriyor. Mısır, ABD, İsrail arasında adeta mekik dokunarak Mısır 
ve İsrail barıştırılmaya çalışılıyor. 1970 yılında Cemal Abdülnasır öluyor ve yerine “aptal” olarak nitelendirdikleri Enver Sedat geçiyor. Mısır askerlerinin 
amacı bu silik kişiliği başa geçirip elinden yetkilerini almayı planlarken Enver Sedat bambaşka çıkıyor. Bunu sağlayanda arkasındaki güçtür. Ben 

4. Arap-İsrail Savaşı’nın da senaryo savaşı olduğunu düşünüyorum. Bu savaş sonunda ne Mısır ne de İsrail galip gelir. Bu savaşla Mısır’a prestiji iade edilmiştir. Bu savaştan hemen sonra mekik diplomasi devreye girer ve nihayetinde iki devlet ABD aracılığıyla uzlaşır. İsrail’i ziyaret eden ilk Arap lider Enver Sedat’tır ve İsrail meclisinde bir konuşma yapar. Arkasından İsrail Devlet Başkanı Mısır’a gitmiştir. Mısır İsrail’i tanımaya hazır hale gelmiştir. Bu tanıma 
da 1978 Camp David Anlaşmalarıyla olmuştur. Sina yarımadasındaki topraklarını geri alma karşılığında İsrail’i tanıyor. Ve tabi ki Arap Dünyası’ndan da tecrit ediliyor. Mısır, İsrail’i tanıdığı andan itibaren, bölgede en çok ABD yardımı alan ikinci ülke oluşur. Mısır’ın İsrail’i tanımasından sonra olaylar daha farklı bir seyre giriyor. Arap-İsrail Anlaşmazlığı, 1979 yılının Şubat ayında gerçekleşen İran İslam Devrimi ve 1979 yılında Sovyetlerin Afganistan’ı işgal etmesiyle Ortadoğu gündeminde geri plana düşüyor. 1980 yılında sekiz yıl boyunca sürecek olan 
İran-Irak Savaşı başlıyor. 1987 yılında 1. İntifada’yla Arap-İsrail sorunu tekrar gündeme geliyor. Bu yıldan itibaren sorunun çözümüne ilişkin Madrid görüşmeleri başlıyor. 1988 yılında Yaser Arafat, 242 sayılı kararı kabul ediyor yani dolaylı olarak İsrail’i tanımış oluyor. Madrid görüşmelerinden sonra imzalanan ilkeler bildirgesi ve Oslo Anlaşması’da resmen İsrail tanınmış oluyor ve Filistin Devleti’nin aşama aşama kurulmasına karar veriliyor. Fakat bu 
aşamaların hiçbirisi gerçekleşmiyor. Suriye, Lübnan ve Ürdün’le görüşmeler başlatılıyor. Arap Ülkeleriyle yapılan barış görüşmeleri sadece Ürdün’ün İsrail’i 
tanımasıyla sonuçlandı. Üstelik Filisin Devleti’nin kurulmasına giden yol İsrail’in politikalarıyla tıkandı. 2000 yılında 2. İntifada olayı patlak verdi. 

2. İntifada kasap lakaplı Ariel Şaron’la ilgilidir. Muhalefet Lideri olan Ariel Şaron Müslümanlarca kutsal olan El Aksa Camii’ni ziyaret ediyor. Bu ziyarete Cuma namazından çıkan Filistinli Araplar büyük tepki gösteriyorlar. Bu andan itibaren Ariel Şaron’un iktidarıyla sonuçlanacak olan 2. İntifa’da başlıyor. Şaron iktidara geldikten sonra uzlaşmaz bir tutum sergiliyor ve barış görüşmeleri sekteye uğruyor. Arapların tamamen olaydan çekilmesiyle Filistin-İsrail meselesi haline gelen olay çözümsüz kalıyor. 2004 yılında Yaser Arafat hayatını kaybediyor. 
Onun yerine daha batı yanlısı olan Mahmut Abbas Filistin Başkanlığı (İlkeler bildirgesi ile Filistin, Filistin Özerk Yönetimi oluyor) görevine getiriliyor. 
2006 yılında yapılan genel seçimlerde HAMAS büyük bir farkla hükümet olmaya hak kazanıyor. 

Bu da Filistin’in ikiye bölünmesine yol açıyor. Gazze’ye hakim olan Hamas iken Batı Şeria’ya El Fetih hakim oluyor. Şuan Gazze abluka altındadır. 

Teşekkür ederim. 


ORSAM ORTADOĞU  YAZ OKULU - 2011 






***

İsrail Dış Politikası ve Türkiye İsrail İlişkileri



İsrail Dış Politikası ve Türkiye İsrail İlişkileri 



Prof. Dr. Türel Yılmaz Şahin* 
*Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 


Bugün İsrail ve Filistin hakkında konuşacağız. 

Bana göre Ortadoğu dünyanın en karışık bölgesi. 20. Yüzyılın başlarından itibaren bu bölgede karışıklıklar ortaya çıkmış ve aradan 1 yüzyıl geçmesine 
rağmen hala devam etmekte. Bizde bu bölgenin bir üyesi olduğumuz için tüm gelişmeler tüm çalkantılar Türkiye’yi de etkilemekte. İsrail yaratılmış bir devlettir. BM’de alınan bir karala oluşturulmuş devletlerden biridir. Buna örnek olabilecek bir diğer devlet ise Kosova’dır. İsrail 1947 yılında BM’de (taksim kararı) Genel kurulda alınan 181. Sayılı kararla kurulmuş bir devlet. Taksim kararı Filistin toprakları 1947 yılında taksim edilmiş. Belirli bir kısmı Araplara diğer bir kısmı Yahudilere bırakılmıştır. Yani Filistin ikiye bölünmüştür. Bu kararın ardından 1948 yılının Mayıs ayında İsrail Devleti’nin kurulduğu ilan edilmiştir. Ama Araplar Filistin’in tümü üzerinde hak iddia ettikleri için BM tarafından kendilerine bırakılan alanda herhangi bir devlet oluşturmamışlar. İsrail Devletinin kurulmasının ilanından hemen sonra 1. Arap-İsrail Savaşı başlıyor. Bu kısmı diğer dersimizde daha detaylı anlatacağım. 




Türkiye-İsrail ilişkilerini belirli bir döneme kadar Arap-İsrail çatışması karakterize etmiştir. Daha doğrusu Türk-İsrail ilişkileri belirli bir döneme kadar Arap-İsrail çatışması sayesinde şekillenmiştir. İsrail Devleti 1948 yılında kurulduktan sonra, 1949 yılında bu devleti tanıyan ilk Müslüman ülke 

Türkiye’dir. Bu tarihten itibaren diplomatik ilişkiler kurulmuştur. İsrail’le ilişkiler batı odaklı olarak ge-lişmiştir. Türkiye İsrail’le ilişkilerini batı politikaları 
çerçevesinde şekillendirmiştir. Politik ve ekonomik ilişkilerden ziyade 1950’lerin sonuna doğru Türkiye ve İsrail arasındaki ilişkiler istihbarat alanında olmuştur. 
Genel olarak Arap-İsrail çatışması çerçevesinde şekillenen ilişkiler önce Büyükelçilik düzeyine başlamıştır. Fakat Arap-İsrail anlaşmazlığı çerçevesinde 
inişler ve çıkışlara rastlanmıştır. Mesela 1956 yılında Süveyş krizi sırasında Maslahatgüzarlık seviyesine indiriliyor. 1982’de Lübnan olayları doğrultusunda 
2. Katiplik seviyesine yani en alt seviyeye indiriliyor. Fakat unutulmaması gerekir ki Türkiyeİsrail ilişkileri hiçbir zaman diplomatik olarak kesilmiyor. 
1990 yılında ise tekrar Büyükelçilik seviyesine çıkıyor ve hala bu seviyede devam ediyor. 

1956 Süveyş Savaşında her ne kadar ilişkilerini Maslahatgüzarlık düzeyine indirmiş olsa da Türkiye’nin politikası Mısır’ı suçlar durumdaydı. Hatta Büyükelçi çekilirken, “İlişkilerimiz en üst seviyede devam edecek. Bu sadece jest olsun diye yapılan bir hareket” deniyor. Kendisi boğazlar sorunu yaşamış olan Türkiye Süveyş Kanalı ile ilgili olarak Batı’nın (İngiltere ve Fransa’nın) tezlerini savunmuş ve onlarla birlikte hareket etmiştir. Buradan Türkiye’nin İsrail’le ve Araplarla olan politikasını batının belirlediği sonucuna varılabilir. Bu durum Arapları özellikle  Mısır’ı gücendirmiştir. Arap basının da 






Türkiye “Batıdan daha batıcı”, “ Kraldan daha kralcı ” olmakla suçlanmıştır. 1955 yılındaki Bandung Konferansında da aynı eleştiriler yapılmış ve Arap ülkeleri Türkiye’yi “Batı politikalarının taşeronu” olmakla suçlanmıştır. 1950-60 yılları arasına bakıldığında Türkiye’nin politikalarının tamamen batıcı olduğunun ve Araplara yönelik politikalarını da Batı’ya göre şekillendirdiğini görüyoruz. 195556 yılında Cezayir Bağımsızlık hareketinin çıktığı dönemde kendisi de bağımsızlık savaşı vermiş olan Türkiye Fransa’nın politikalarını desteklemiştir. 
BM’de Fransa lehine oy kullanmıştır. Türkiye’nin dolaylı olarak İsrail lehinde olan batı politikalarını izlemesi Bağdat Paktı’nı oluşturması, bu paktın içersinde İngiltere’nin olması, paktın emperyal ülkelerin Ortadoğu’da hüküm sürmeyi amaçlar bir çizgide görülmesi ve Türkiye’nin tüm bunlara ön ayak olması Arap ülkelerini Türkiye’ye cephe almaya itmiştir. 1960 yılında Türkiye’de yaşanan darbeden sonra tekrar demokratik sisteme geçildiğinde özellikle Adalet Partisi döneminde Türkiye’nin Arap ülkeleri ile ilişkilerini geliştirmeye başladığını görüyoruz. Türkiye’nin bu dönemde dış politikasını etkileyen en önemli maddelerde birisi Kıbrıs Sorunu’dur. Bu sorunda Arap Ülkeleri BM’de Türkiye’nin tezlerini desteklememişlerdir. Bu da Türkiye’nin Arap ülkelerini ne kadar ihmal ettiğini fark etmesini sağlamıştır. O tarihten itibaren İsrail ve Arap ülkeleri 
arasında bir denge politikası oluşturulmaya çalışılmıştır. 

Denge politikası dönemi 1980’li yıllara kadar devam ettirilmeye çalışılmıştır. 1960’lı yılların ortalarından itibaren ne İsrail’i ne de Arap Ülkelerini bertaraf etmeyen bir politika izlemeye başlayan Türkiye 1967 3. Arap-İsrail Savaşında göstermiştir. 
Bu savaşta Türkiye Araplara yardımda bulunuyor. Arap ülkelerine yardım amaçlı giden Sovyet uçaklarına havaalanlarımız kullandırılıyor. 1973 yılında 4. Arap-İsrail Savaşında ise neredeyse Arapları destekler bir tutum izleniyor. Amerikan gemilerine ve uçaklarına İsrail’e yardım etmesi için izin verilmezken, 
Sovyet uçaklarına Arap ülkelerine yardım götürebilmesi için izin veriliyor. Kısaca bu dönemde Türkiye’nin Arap-İsrail karşıtlığında batı politikalarına göre değil denge politikasına göre hareket ettiği görülüyor. Türkiye Araplar lehinde politika izlerken İsrail buna hiç gücenmiyor. Çünkü Türkiye-İsrail arasındaki ilişkilerin nedeni istihbarata dayalı. 1958 yılında Türkiye-İsrail arasında istihbarata yönelik anlaşmalar imzalanmıştır. 1970 yılında MOSSAD ve MİT özellikle ASALA’ya yönelik ortak operasyonlar düzenlemişlerdir. 1975 yılında Türkiye daha da ileri giderek BM’de Siyonizm ırkçılık olduğunu ifade eden karara Araplarla birlikte hareket ederek olumlu oy kullanmıştır (1990 yılında bu karar iptal edilmiştir). 1970 yılların ortalarından itibaren Türkiye daha Arap yanlısı bir politika izlemeye başlamıştır. FKÖ’nün Ankara’da şubesinin açılmasına izin verilmiştir. Ve Türkiye FKÖ’yü bir terör örgütü olarak değil Filistinlilerin temsilcisi olarak kabul etmiştir. 1980 yılında İsrail Doğu Kudüs’ü ilhak edip, “Hem batı hem doğu, Birleşik Kudüs, sonsuza dek İsrail’in başkentidir” diyor. Türkiye bunu protesto etmiştir. 1982 yılında Lübnan’ın işgali sırasında yine Türkiye’nin protestosu görülmüştür. 

İlişkiler göstermelik olarak temsil düzeyinin bir alt düzeye indirilmesi ile devam etmiştir. 1986 yılından itibaren ise İsrail’le olan ilişkilerde gelişmeler kaydedilmiş tir. 1987’de Filistin’de İntifada Hareketi başlıyor. Dünya kamuoyunun gözleri önünde İsrailli askerler taş ve sopalarla direnen Filistinlilere yönelik sert davranış lar izlenmiştir. 1988 yılında dünyanın az da olsa sempatisini kazanan Filistinliler,  FKÖ’nün lideri Yaser Arafat aracılığıyla bağımsızlıklarını ilan ediyorlar. Aralarında Türkiye’nin de olduğu birçok devlet o dönemde Filistin Devleti’ni tanımıştır tabi şuan da bu devlet işlevsizdir. 1990 yılında Türkiye eş zamanlı olarak hem Filistin hem de İsrail’deki temsil seviyesini büyükelçilik düzeyine çıkarmıştır. Bu tarihten sonra Türkiye-İsrail ilişkilerinde olağanüstü bir ivme yaşanmıştır. 1990’da Irak 
Kuveyt’i işgal etmiştir. Bu dönemde Yaser Arafat Irak’ı destekler bir politika izlemiş ve bu yüzden uluslararası kamuoyunun desteğini yitirmiştir. Türkiye 
açısından ise durum daha zordur. Sınırında kriz yaşanmaktadır. Ayrıca Suriye sınırından sızan PKK ile yoğun şekilde mücadele etmektedir. Tüm bu gelişmeler Türkiye-İsrail ilişkilerinin ivme kazanmasına neden olmuştur. 1990 yıllarından sonra gelişen Türkiye-İsrail ilişkilerine “stratejik ilişki” denmektedir. Özellikle askeri anlamda yapılan anlaşmalarla ilişkiler zirve noktasına taşınmıştır. Bu yakın ilişki Suriye’nin kendisini baskı altında hissetmesine neden olmuştur. Bu durum da PKK’nın başı Abdullah Öcalan’ı uzun yıllardır barındıran Suriye’nin hem Öcalan’ı hem de diğer PKK militanlarını ülkesinden çıkartmasına neden olmuştur. 1998 yılında Suriye PKK militanlarını ülkesinden çıkaracağını ve bir daha barındırmayacağını içeren Adana Mutabakatı imzalandı. Bu tarihten sonra Türkiye ve Suriye ilişkileri yavaş yavaş gelişmeye başladı. Bu iki ülke arasındaki ilişkiler gelişirken İsrail’le Türkiye ilişkileri gerilemeye başlamıştır. İsrail’le olan ilişkilerin bugünkü durumuna gelmesi AKP iktidarı ile başlamamakta dır. 
2000 yılında Hafız Esad öldüğünde Ahmet Necdet Sezer cenazeye katılmıştır. Hatta o yıllarda Ecevit İsrail’i soykırım yapmakla suçlamıştır. 



   <   1974 yılından beri Türkler ve Rumlar arasında bölünmüş olan Kıbrıs adası, İsrail kara sularının yakınındaki Afrodit sahasında tespit edilen doğal gaz kaynakları nedeniyle tekrardan dünya gündemini meşgul etmeye başlamıştır. Kıbrıs Rum Yönetiminin anılan kaynaklar üzerinde İsrail’le oluşturduğu güçbirliği, Türkiye’nin zaten sorunlu olduğu adayla ilişkilerini daha da sıkıntılı bir hale sokmuştur. Bu bağlamda birçok analist Akdeniz’de enerji savaşının patlak verebileceği öngörüsünde bulunmaktadır. 

Hakikaten de Yunanistan-Kıbrıs Rum Yönetimi-İsrail arasındaki “yeni enerji üçgeni” bu ülkelerin Türk tehdidine karşı oluşturmuş oldukları “ Yumuşak-Dengeleme” buzdağının görünen tarafıdır. Bir diğer ifadeyle, bu ülkelerin enerji işbirliği Türkiye’ye karşı siyasi ittifak zemini üzerinde meydana gelmektedir. 
Bahsedilen rekabet ortamı içerisinde Afrodit’in cazibesi, tarafları Doğu Akdeniz ’de “pozitif barış” veya “Sıcak Barış” tesis etmeye yetmeyecektir.

Bu noktada asıl belirleyici olacak faktör Türkiye’nin güvenlik ve enerji çıkarları arasında kuracağı denge yoluyla tehditkâr tutumundan ne oranda  kaçınabileceği olacaktır. >

2003’ten sonra yani ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra bölge politikalarının seyri tamamen değişmiştir. Bu tarihe kadar askeri ve istihbarat alanında gelişen 
İsrail-Türkiye ilişkilerinin yavaş yavaş yok olmaya başladığı görülmektedir. ABD Irak’ı işgal ettiğinde İsrail’in Irak’a yönelik politikaları Türkiye’yi rahatsız etmeye başladı. Türkiye için hassas noktalardan biri olan Irak’ın kuzeyindeki gelişmeler de İsrail parmağı olduğu net bir şekilde ortaya çıktı. İsrail orada 

Kürtleri organize ediyor. Birçok MOSSAD Ajanı halkın arasında çeşitli işlerde çalışıyor ve çeşitli yayınlar dağıtıyorlar. Bu İsrail’in Irak’ın Kuzey’inde etkin olmasını sağlıyor. Bu nedenlerle 2003 yılından itibaren iki ülke ilişkilerinde gerileme yaşanmaya başlıyor. 2006 yılında ise ilişkiler kopma noktasına 
geliyor. O yılda Filistin’de yapılan seçimde Hamas 132 sandalyeli mecliste 76 sandalye kazanıyor. Hamas’ın kazanmasıyla birlikte olaylar farklı bir seyre geçiyor. Yapılan seçimler AGİT’i gözetimi altında son derece demokratik. Hamas siyasal bir parti fakat ABD dahil batılı bir çok ülke Hamas’ı terör örgütü olarak kabul ediyor. Hamas’ın parti programı İsrail Devleti’ni reddeder. ABD Irak’a 
demokrasi götürmek için gidiyor fakat Filistin’de yapılan demokratik bir seçimi kabul edemiyor. Bu da başka bir çifte standart. O dönemde Hamas’ın lideri Türkiye’de ağırlandı. Batılı devletler ve İsrail Filistin’deki yeni hükümeti tanımadılar ve hiç düşünülemeyecek bir şey oldu; Filistin’i ikiye böldüler. 

Batı Şeria’ya El Fetih, Gazze tarafına ise Hamas hakim oldu. Türkiye bu dönemde özel olarak “Filistinlilere”, Hamas’a değil, hassasiyet gösterdi. Gazze 
bölgesi ablukaya alındı ve ambargo uygulanmaya başladı. O bölgedeki insanlar aç ve ilaçsız kaldılar. Türkiye, Filistinlilere hassasiyet gösterip, Başbakan 
nezdinde ciddi çıkışlar yapmıştır. Hatta “ one minute ” olayı da bunlardan biridir. Bunlar Türkiye-İsrail ilişkilerini gerginleştiren olaylar dizisidir. “One minute” olayının ardından televizyon dizileri, “Anadolu Kartalı” tatbikatı, alçak koltuk krizi şeklinde gerginlikler devam etti. Bardağı taşıran son damla Mavi 
Marmara gemisi olayıdır. Bu olayda 9 Türk vatandaşı hayatını kaybetti ve çok büyük bir kriz yaşandı. Türkiye, İsrail’ “Özür dile” dedi, İsrail dilemedi 
ama yine de ilişkiler kopmadı. Büyükelçi çekilmedi. Ayrıca olayın yaşandığı haziran ayı içerisinde Türkiye-İsrail arasında çok fazla anlaşma imzalandı. Kısaca Türkiye-İsrail ilişkileri için her zaman kopma noktasında denir ama hiçbir zaman kopmaz. Hani İsrail özür dileyecekti? Biz bu özrü ne zamana kadar 
bekleyeceğiz. İsrail hiç masum bir devlet değil. Dış politikalarını bölge istikrarsızlığı üzerine oturtmuş bir devlettir. İstikrarsız bir bölgede Arap devletleri bütünleşemez. Aksine birbirleriyle mücadele halindedirler. 

Ayrıca İsrail kendisine hep Arap olmayan ortaklar bulmaya çalışır, Türkiye ve İran gibi. İran’la uzun zamandır ilişkiler yok: Türkiye’yle de iyi değil. Sizce şimdi kimi ortak yapacak? Kürtleri. Bu yüzden Irak’ın kuzeyindeki Kürtlerle yakından 
ilgililerdir. İsrail devleti kurulmadan önce Yahudiler bu bölgede araştırma yapıyorlar ve kendilerine yakın olarak Kürtleri tanımlıyorlar; “Arap değiller, 
cahiller, dağlarda yaşıyorlar” bu insanlarla işbirliği yapılabilir. 1960’lı yıllardan beri de Barzan aşiretiyle irtibata geçiyorlar. 1979’a kadar İran-İsrail-ABD 
üçlüsü Kürtleri silahlandırmışlardır. 

İsrail’in temel politikalarından birisi de orantısız güç kullanmasıdır. Mesela 1948 Deir Yasin Katliamı vardır. Filistinliler iki İsrailliyi öldürüyorlar ve bu insanların çoğu çocuk ve yaşlı. Sabra ve Şatilla Katliamları’nda da durum böyledir. Yani masum olmayan bu devlete ders verilmesi gerekir. İsrail’le ilişkilerimiz çok gergin dedik, son bir haftadır, Suriye olayları ilerlediğinden beri durum değişmeye başladı. Suriye ile gerginlikler yaşanıyor. Suriye tankları Türkiye sınırından 1 km ötedeler. Gazeteler de bu olayların arkasında ABD’nin ve İsrail’in olduğu söyleniyor. Peki, bundan sonra Türkiye’nin İsrail’e yönelik politikası ne olacak? İşbirliği yapılacak mı? Ya da Suriye’ye girilecek mi? Bunları öngörmek pekte mümkün değil. Bu soruların cevaplarını zamanla bulacağız. 

Sizin sormak istediğiniz sorular varsa onlara geçelim. 

Katılımcı: 

Mavi Marmara olayından sonra Haziran ayında Türkiye ve İsrail arasında anlaşmaların imzalandığını söylediniz. Bu anlaşmalar özel firmalar arasında 
mı imzalandı yoksa devletlerarasında mı imzalandı? 

Türel YILMAZ: 

Muhtemelen hem devlet bazında hem de özel sektörler arasında yapılan ve büyük bir çoğunluğu ticari amaçlı anlaşmalar vardır. Fakat net bir bilgi veremem. Ama önemli olan ilişkilerin hala kopmamış olmasıdır. Mavi Marmara olayında 9 vatandaşını kaybetmiş bir ülke olarak İsrail’e diş bilememiz çok 
doğal. Pek büyük olmasa da bir tepki gösteriyoruz ve İsrail’e ders vermemiz gerektiğine inanıyoruz. Ama bu durumda bile anlaşmalar imzalıyoruz. Hatırlarsanız Fransa meclisinde “ Ermenilere soykırım yapılmamıştır ” diyenlere ceza verileceğini söyleyen bir kanun kabul etti. Biz o zaman “ Fransızlar kim oluyor? Fransız mallarını boykot edeceğiz ”. Hatta bir Fransız “ Türkler balık hafızalıdır. Bu olayı unutacaklar ” dedi. 

O söze de Öfkelenmiştik. Çok geçmeden hepsini Unuttuk. 

Katılımcı: 

Bu olayla ilgili hükümetin ve başbakanın tepkisinin anlık olduğu ve sonrasında bu çıkışların üstünü örtmek için anlaşmalar yapıldığı gibi bir şey söylemek 
mümkün mü? 

Türel YILMAZ: 

Ben böyle düşünmüyorum. Bu biraz senaryo yazmak olur. Ben şu aşamada Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik politikalarını eleştirmekten ziyade bekleyip 
görmekten yanayım Çünkü ne bizim politikalarımızda ne de Ortadoğu gelişmelerinde bir netlik yok. Bence Ortadoğu’da sınır değişiklikleri de yaşanacak. Yeni bir dünya düzeninin kurulma vakti geldi. Birazda siyasi tarihe değinelim. 1815 yılında Viyana’da yeni bir dünya düzeni kuruldu. Viyana 
düzeni 19. Y.y. düzeni idi. Bu düzeni oluşturan devletler dönemin güçlü devletleri idi. Çarlık Rusya’sı, Avusturya İmparatorluğu ve İngiltere’ydi. 1815’in 
düzeni 1914’te 1. Dünya Savaşı ile bozuldu. Sonra 1918 yılında Versay Düzeni kuruldu. Yine aynı güçlerin oluşturduğu düzen 20. Y.y düzeni olmadı. 
20. Y.y’ın düzenini soğuk savaş belirledi. Şimdi 21. Y.y.’a girdik. Her yüzyıla girildiğinde bir düzen kurulur. 21. Y.y’ın düzeninde de sınırlar değişecek. 
Özellikle Ortadoğu’da gelişen olaylar yeni düzenin oluşacağı sinyallerini veriyor. Eğer doğru adımları atar ve beklersek bu yeni düzende önemli bir güç 
olabiliriz. Bundan kastım Yeni Osmanlıcılık değil, bölgeye ilişkin politikaların belirlenmesinde etkin olmaktır. Ben Türkiye’nin mevcut gelişmelerde 
ABD ve İsrail’le birlikte hareket edeceğine inanıyorum. 

Katılımcı: 

Az önce bahsettiğiniz Hamas- El Fetih çatışmasını biraz daha detaylandırabilir misiniz? 

Türel YILMAZ: 

Hamas, 1987’de 1. İntifada da ortaya çıkmış örgütlerden biridir. Silahlı bir örgüttür ve temel felsefesi tıpkı El Fetih’in kurulduğu felsefe gibi “İsrail’in varlığını reddetmektedir”. Hamas, FKÖ’ye karşı İsrail tarafından oluşturulmuştur. Yani arkasında İsrail ve ABD vardır. Hamas’ın temel felsefesi İsrail’in yok edilmesidir. El Fetih’te başlangıçta bu felsefeyle kurulmuştur. Ama 1988 yılında silahı bırakarak sorunları diplomatik yollarla çözeceğini açıklamıştı. 

1993 yılında ise İlkeler Bildirgesi ve Oslo Anlaşmalarıyla birlikte El Fetih İsrail’i tanımıştır. Hamas ve El Fetih’in aralarındaki fark budur. ABD’nin ve İsrail’in özellikle üzerinde durduğu nokta Hamas’ın silahı bıraktığından emin olmaktır. Ayrıca İsrail Devleti’ni tanımasını sağlamaktır. Fakat Hamas şimdiye kadar bu konularda herhangi bir taviz vermiş değildir. 

Katılımcı: 

Hamas hem İsrail’in varlığını reddediyor hem de İsrail’den destek mi alıyor? 

Türel YILMAZ: 

Siz ABD’nin Müslüman Savaşçıları’ndan haberdar mısınız? Bu temel bir stratejidir. 1979’da, SSCB’linin Afganistan’ı işgal ettiği dönemde, ABD 
dünyanın dört bir yanından maddi durumu kötü Müslüman çocuklar bulmuş ve onları SSCB’ne karşı “Müslüman bir devlet, dinsiz bir devlet tarafından 
işgal edilmiştir” söylemiyle Afganistan’da yetiştirilmiştir. Bunların büyük bir kısmı sonradan Taliban olmuştur. ABD tarafından yetiştirilen radikal İslamcılar Soğuk Savaştan sonra ABD’nin başına bela olmuştur. Mesela PKK’nın kullandığı silahların büyük bir kısmı da batıdan gelmektedir. Kimse PKK’nın kendi başına kurulmuş bir terör örgütü olduğunu iddia edemez. Devletler bölgedeki çıkarlarını korumak için bazı örgütleri destekleyebilirler. 

Hamas’ın arkasında da İsrail’in ve ABD’nin olduğu kesin. 

Katılımcı: 

Sizin anlattığınız her şeyin sonucunda ben şunu anladım;
 ” Ebedi dostluk ve ebedi düşmanlık yoktur. Ebedi olan çıkarlardır ”. 

Türel YILMAZ: 

Çok uzağa gitmeye gerek yok. Türkiye’nin dış politikasına baktığımız zaman “Bu bizim dostumuzdur” diyebileceğimiz bir ülke yok. Bakın çok kısa bir zaman önce Suriye’yle sınırlarımızı kaldırdık. Şimdi ise Suriye tankları Suriye sınırında, Suriye Dışişleri Bakanlığı iki gün önce Türkiye’ye resmen gözdağı verdi. Bireyler fedakar olabilir ama devletler olamaz. Çıkarlar her zaman ön plana çıkar. Tabi 
hangi davranışı çıkarımıza hizmet edeceğini iyi görmek gerekiyor. Mesela ben İsrail’le ilişkilerin kopmamasından yanayım. İsrail’in yaptıklarını tabi ki 
onaylamıyorum. Ama Türkiye’nin çıkarına olacaksa ilişkiler devam etmeli. 

Katılımcı: 

İsrail izlediği yayılmacı politikanın sonucu sizce ne olur? 

Türel YILMAZ: 

İsrail bölgenin şımarık çocuğu. Kurulduğu andan itibaren uluslararası kamuoyunda alınan tüm kararları geçersiz saymaktadır. Kudüs’e ilişkin BM gözetiminde ayrı bir varlık olma kararını hiçe sayıyor, kendisi aleyhine alınmış kararları uygulamamakta direniyor. Yerleşim birimlerini durdurmasına ilişkin 
alınan kararları ciddiye almıyor. Kimsede ona ses çıkarmıyor, çıkarsa bile fiilen bir faaliyete bulunulmuyor. Bu durum 1948’den beri böyle. Demek ki İsrail’in bu bölgedeki varlığı bir ülke için olmazsa olmaz. Yani hayati öneme sahip. ABD’nin her yıl yayınladığı güvenlik stratejilerinde Ortadoğu için İsrail’in varlığına ilişkin herhangi bir faaliyeti tehdit olarak algılar. Yani bölgede İsrail’in aleyhine hiç bir şey yapılamaz. ABD’ye ait özel güvenliğe ilişkin bir belgede İsrail’in isminin geçmesi, hatta ona karşı bir faaliyetin tehdit olarak algılanması; “ İsrail, Ortadoğu’nun Amerikası ” söylemini doğuruyor. 

Katılımcı: 

Yahudilerin 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Hitler tarafından bu bölgeye gönderilmesi de bir komplo değil mi? 

Türel YILMAZ: 

İsrailliler mağduru çok güzel oynuyorlar. Hitler’in o politikası olmasaydı belki devlet kuramayacaklardı. Son olarak şuan Türkiye’nin çıkarları ABD’yle işbirliği 
yapmaktan geçiyor. Bu durumda İsrail’le de ilişkilerin devam ettirilmesi gerekli. Aksi bir durumun olması için yine soğuk savaş döneminde olduğu gibi dünyanın batı ve doğu olarak ikiye bölünmesi gerekli. Ancak o zaman Türkiye ABD’ye sırt 
çevirebilir. Bu senaryo gerçek olana kadar ne ABD ne de İsrail’le ilişkiler kopma noktasına gelemez. ” 

SAYFA 85;


http://www.orsam.org.tr/files/Yazkisokulu/2011yaz/2011yazokulu.pdf

***