Tevrat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tevrat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Mart 2019 Perşembe

KUR AN VE BARNABA İNCİLİ: ÇOK ÖNEMLİ BİR GERÇEĞİN DELİLİ

KUR AN VE BARNABA İNCİLİ: ÇOK ÖNEMLİ BİR GERÇEĞİN DELİLİ


Fetih Suresi, Hakkari’de bulunan İncil ve Muhsin Yazıcıoğlu!

29 Ağustos 2009 09:09


Madem ki Ramazan’dır, Ramazan’ın bereketinden biz de istifade etmeye çalışalım.
Bundan bir süre önce Kuran-ı Kerim’in Fetih suresinde son derece ilginç bir ayete rastladım. 

Okuyalım:

‘Muhammed Allah’ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vâdetmiştir.’ 

(Fetih Suresi, 29. bkz. http://www.kuranikerim.com/mdiyanet/fetih.htm )

Açıkça anlaşılacileceği gibi, söz konusu ayette, Peygamber efendimize tabi olanların özellikleri ve sıfatları anlatılmaktadır. Peki Kuran Peygamberimize tabi olanların bu vasıflarının nerede yazılı olduğunu söylemektedir?

Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır.’

Peki ya diğerleri?

‘İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir.’

Şimdi soru şudur?

Peygamberimize tabi olanların söz konusu vasıfları bir şekilde, Tevrat’ta ya da İncil’de bulunmakta mıdır?

Cevap tek kelimeyle ‘hayırdır.’

Yani ne mevcut Tevrat’ta ne de 4 Kanonik İncil’de bu vasıfları anımsatacak her hangi bir bölüm bulun-ma-maktadır. Zaten Tevrat ve İncil’ler bu vasıflardan 
Paygamberimizden de bahisle bahsedecek olsa, bu Yahudi ve Hristiyanların zaten peygamberimizi kabul etmelerini gerektirirdi.

Diğer taraftan, Fetih suresi nüzül olduğu vakit(M.S. 628) Arap toplumu içerisinde hem Yahudiler hem de Hristiyanlar mevcuttu. Yani o dönemde hem Tevrat hem de İncilleri bulabilmek, okuyabilmek mümkündü.  Peki o tarihte, Tevrat ve İncil’lerde peygamberimize tabi olanların söz konusu vasıfları acaba yazılı mıydı? Elbette bu sorunun da yanıtı ‘hayır’ olmalı. Olacak olsa, yine Yahudi ve Hrıstiyanların peygamberimize tabi olmaları gerekirdi.

Diğer taraftan, Peygamber efendimiz ‘Ümmi’ olmasa ve söz konusu kitapları okumuş olsa, böyle bir bölümün olmadığını da bilecek ve haşa rasyonel olarak da böyle bir hata yapılmaması gerektiği akla gelecekti. Bu bile, Kuran’ın insan sözü olmadığının kanıtı olmalıdır.   

O halde Kuran neden peygamber efendimize tabi olanların vasıflarının Tevrat’ta ve İncil’de yer aldığını söylemektedir?

Bunun en önemli sebebi, acizane kanaatim odur ki, günün birinde, orijinal Tevrat ya da İncil metinlerinin ortaya çıkması durumunda, Kuran, o metinlerin otantik ya da gerçek olup olmadıkları konusunda bize bir pusula ya da ipucu vermektedir.

Şimdi bu konuya neden girdim diye sorabilir bazı okurlarımız.

Hamza Hocagil ismini hatırlarsınız. Apokrifal adlı kitabımızı bilenler, Aramice uzmanı Doç Dr. Hamza Hocagil’in 1981 yılında o dönemde Hakkari sınırları içinde kalan şimdilerde Şırnak sınırları içinde olan Uludere’de bir mağarada köylüler tarafından bulunan İncil’in tercüme hikayesini de hatırlayacaklardır. 
Halen Genelkurmay tarafından muhafaze edildiği iddia edilen bu İncil’le ilgili kitabımın 33. sayfasında Hamza Hocagil’e sormuşum:

‘Kitabın bu bölümüne kadar içeriğinden bahsedebilir misiniz? 

Tevhitten başka bir şey yoktu. Zikrullah vardı. İbadet etmenin önemi, Allah’a eş koşmama, bu arada komşulara yardımcı olma, Lut Kavmi ile ilgili bazı uyarıcı bilgiler ile ilgili ibret alınmasını öğütleyen bir kıssa vardı. Dikkatimi çeken bir şey daha vardı. ‘Bir peygamber gelecek, ona tabi olanlar, dolgun başaklar gibi olacak! Ayeti vardı.’ (Apokrifal, Timaş Yayınları, sf.33)

 İlginç değil mi sizce de. Ne yalan söyleyeyim ben Fetih suresi 29. ayette geçen

‘İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider.’ Bölümü yeni farkettim.
 Gövdesi üzerine dikilmiş ekine ne denir? Başak değil mi?
 Hakkari’de bulunan İncil’de geçen ayet ne diyor?

 ‘Senden sonra bir peygamber gelecek, ona tabi olanlar, dolgun başaklar gibi olacak!’
 Peki bu İncil’in nerede olduğu iddia ediliyor. Genelkurmay’da!
 Peki herkes susuyor mu?
 Evet, susuyor!

 Neden?

 Dengeler dolayısıyla. Devletin en tepesindeki isimler, dengeler dolayısıyla Hamza Hocagil’e basına konuşmaması için ricada bulundular. Bunu da biliyorum.

 Kıymetli okurlarım. Şu ana kadar pek yazmadım. Apokrifal adlı kitabım yayınlandıktan sonra, kitapta anlatılanlara en çok ilgi gösteren isimlerin başında kim geliyordu biliyor musunuz?

 Merhum Muhsin Yazıcıoğlu. Ortak dostlarımız vasıtasıyla 2009 Ocak ayında beni Ankara’ya davet ettiler. Muhsin Bey bu konuyla ilgili neler yapılabileceğini düşünüyordu. 
Ve kendisi de bu konuyla ilgili araştırma sürecine dahil olmuştu. Ve hatta 2 milyon dolar da bütçe bularak bu konunun sinemaya aktarılmasına uğraşıyordu.

 Helikopterinin düşmesi bu konuyla ilgili olabilir mi?

 Bilmiyorum.

Ama bildiğim bir şey varsa o da şu:  

‘Kendilerine kitap verdiklerimiz, O’nu, çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen içlerinden bir bölümü bilmelerine rağmen gerçeği gizlerler. 
(2 Bakara Suresi, 146.) 

haber7.com


II. YAZI

KIBRISTA ELE GEÇİRİLEN iNCİL’E NE OLDU

09 Haziran 2009 13:28
8 Şubat 2009 
Hürriyet Gazetesi’nde şöyle bir haber yayımlandı:

‘KKTC polisi 29 Ocak’ta otobüs terminalinde düzenlediği bir operasyonda, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Sercan Çankaya ve Hilmi Höner’in çantasında Süryani alfabesiyle yazılı tarihi bir İncil ele geçirdi.

KKTC Eski Eserler İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu’nun ön incelemesinde 3 milyon TL değer biçtiği İncil’in, iki bin yıllık olduğu tahmini yapıldı ve kaybolan 
dördüncü St. Barnabas İncil’i olabileceği belirtildi. Operasyonun devamında Ali Rıza Arıoğlu, Ömer Akın, Kenan Arslan, Barış Can, Özgür Uzundal, Uğur Özgürlü, Ali Çoban da gözaltına alındı.

Operasyonda Ali Çoban’ın garajında, 25 bin TL değerinde ana tanrıça ve 3 bin TL değerinde Hz. İsa kabartmalı kilit taşı da bulundu. 

Şüpheliler, yurt dışına çıkış yasağı konularak serbest bırakıldı.

Barnabas İncil’i, Hıristiyanlığın en tartışmalı konularından biri olarak kabul ediliyor. Hz. İsa döneminde yazılan tek İncil olduğuna inanılan ve ’Beşinci İncil’ de denilen Barnabas İncil’inde iddiaya göre, Hz. İsa’nın, “Tanrı’nın oğlu değil peygamber olduğu” yazıyor ve Hz. Muhammed’i müjdelediğine inanılıyor.

Yazar Aydoğan Vatandaş, bir süre önce “Apokrifal” adlı kitabında dört Barnabas İncili’nden birinin Kıbrıs’tan çalındığını ve Genelkurmay Başkanlığı’nın elinde olduğuna dair iddialara yer vermiş, konu bazı gazete ve televizyonlarda haber olmuştu.’

Türkiye’de maalesef bazı konularda haber takibi yeterince yapılamıyor. Bunun başlıca nedenleri arasında bazı spesifisik konularda yeterince uzman muhabir 
bulunmaması. Editör arkadaşlar da muhabirleri yeterince yönlendiremiyorlar. 

Hürriyet Gazetesi iyi bir haber yakalamış ancak bir daha haberin devamını getirmemiş. Başka gazeteler de konuya ilgi göstermemiş. Oysa hiçbir şey, ama hiçbir şey, 

1. yüzyıla ait olabilecek bir İncil metinden daha değerli olamaz bence. Çünkü bu, tarihsel İsa ile kurgusal İsa arasındaki 4 yüzyıllık boşluğu kapatabilir.

Bugün Hz. İsa’nın gerçekte yaşayıp yaşamadığı tartışmaları bile yapılırken, erken Hristiyanlığa ait böyle bir keşif Don Brown’un Davinci Code’undan daha mı değersiz?  

Belki inanmayacaksınız ama geçenlerde Pullitzer ödüllü bir gazeteciyle konuştum New York’ta, yakında kendisiyle yaptığım söyleşiyi de okuyacaksınız kısmetse. 
Bu konuyu maalesef anlayamadığını fark ettim.

Hürriyet’in bu haberinde küçük bazı maddi hatalar da vardı. Mesela, Apokrifal adlı kitabımda, Kıbrıs’ta değil Hakkari’de, 1981 yılında bulunan 1.yüzyıla ait 
Aramice İncil’in peşine düşmüştüm. Bu kitapta ilk defa Aziz Barnabas’ın bu İncil’i Arami dilinde 4 ayrı alfabeyle de yazdığı bilgisine de yer vermiştim.

Peki Kıbrıs’ta çalınan bir şey yok mu? Var elbette. 

Birincisi Aziz Barnabas’ın mezarı soyuldu 1996 senesinde. 
Ancak mezardan ne alındığı hala bir muamma olmaya devam ediyor. 
Kutlu Adalı’nın başına gelenleri de detaylarıyla (merhum) yazmıştım.

Barnabas’ın mezarının bulunduğunda göğsünün üzerinde bir İncil bulunduğu biliniyor.  M.S. 478 yılında, Kıbrıs Piskoposu Anthemios’un çabalarıyla Barnabas’a ait kalıntılar bir harup ağacı altındaki Roma dönemine ait antik bir mezarda bulunmuştu.

Mezarda bulunan ceset kalıntılarının yanısıra orada Aziz Mathhias İncilinin de bulunduğu, bu İncil’in de,  Anthemios’un beraberindeki görevli üç papazla birlikte, İstanbul’daki Aziz Stephen Kilisesi avlusunda, Bizans İmparatoru Zeno’ya hediye olarak verildiği biliniyor. Peki bu İncil’e ne oldu? Elbette kayıp. 

Bu sorunun yanıtını da Kıbrıs Üniversitesi’nden Sanat Tarihçisi ve İlahiyatçı Andreas Foulias’a sormuştum. Andreas’ın verdiği cevaplar konuyu daha da ilginç hâle getiriyor. Şunları söylüyor Foulias:
  
‘St. Barnabas’ın göğsünde, Başpiskopos Anthemios tarafından bir İncil bulunduğu, bu İncil’in Matthias’a ait olduğu bunun da Bizans İmparatoru Zeno’na hediye edildiği ve İstanbul’daki Aziz Stephanos Kilisesi’ne konulduğu biliniyor. Söylendiğine göre İncil Frankların 1204 yılında İstanbul’u aldıkları bir sırada çalınmıştır. 

O Günden bugüne kadar hakkında hiçbir bilgi edinilemedi.’

Peki, bu İncil kimindi? St. Barnabas’ın mı, yoksa Matthias’ın mı?

Bu konu son derece önemlidir. Demek ki, 1204 yılına kadar Aziz Barnabas tarafından kaleme alınan ancak Aziz Matthias’a ait olduğuna inanılan otantik, 1.yüzyıla ait bir İncil mevcuttu ve Aziz Stephanos Kilisesi’nde saklanıyordu. Ortadan kaldırılması ya da çalınmasının tek bir nedeni olabilirdi. O da şu an kabul edilen 4 kanonik İncil’den farklı olması!

Bu İncil de Aziz Barnabas’ın el yazısıyla yazılmıştı ve Mathias İncili’nden Barnabas tarafından kopya edilmişti.

Haberde Genelkurmay’da olduğu iddia edilen İncilin 1981 yılında Hakkari’de bulunan İncil olması gerekiyor, Kıbrıs’ta milattan sonra 478 yılında bulunan değil.

Şimdi gelelim Hürriyet’in haberinde geçen İncil’e. Evet, Kıbrıs’ta 29 Ocak 2009’da eski bir İncil’in bulunduğu kesin. Benim duyumlarım bu İncil’in şu anda 
Gazi Mağusa Adli Tıbbında olduğu yönünde. Sanırım Türkiye’den gelecek iki uzman bu konuyla ilgili rapor hazırlayacak, hazırlanan raporlardan çıkacak sonuca göre de işlem yapılacak.  Şu anda yakalanan 4 kişiden biri tutuklu diğer üçü serbest.
Benim merak ettiğim, 1. yüzyıla ait olabilecek bir İncil’i anlayabilecek kaç tane uzmanımız var bizim? Hadi bir soru daha sorayım. Türkiye’de karbon testi 
yapabilecek bir labaratuarımız var mı?

Cevap Maalesef hayır. Türkiye tarihi eser cenneti. Ancak Karbon testi yapabilecek tek bir labaratuara bile sahip değil.

Lütfen bu İncil Meselesinde uzmanlığa ve bilimselliğe dikkat edilsin ve sonuçlar da mutlaka kamuoyuyla paylaşılsın.


http://www.hzisahristiyanmiydi.com/karan-ve-barnaba-incili-cok-onemli-bir-gercegin-delili

***

7 Kasım 2018 Çarşamba

ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 5

ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 5




Tevrat ve Körfez Savaşı 

BİLİM Araştırma Grubu'nun (B.A.G.) araştırmasına göre Körfez Savaşı'nın çıkması ile Tevrat'taki efsaneler arasında birebir bir ilişki bulunuyordu: 
"Ve Sion'da gözlerinizin önünde yaptıkları bütün kötülükleri Babil'e (Bağdat) ve Kildaniler diyarında (Irak) oturanların hepsine ödeyeceğim."(Yeremya Bölümü, 51/24) Yahudi sermayeli ABC Televizyonu tarafından savaştan 3,5 ay önce savaş senaryoları üretilmeye başlanmıştı.Cumhuriyet Gazetesi'nin 5.10.1990 tarihinde ABC televizyonundan alıntılayarak "Savaş Senaryosu" manşetiyle duyurduğu haberinde savaş senaryosu çoktan hazırdı bile. 
"Ve Babil üzerine gelecek bütün kötülüğü, BABİL İÇİN YAZILMIŞ OLAN 
BÜTÜN SÖZLERİ YEREMYA KİTABA YAZDI. Ve Yeremya Seraya'ya dedi: Babil'e vardığın zaman bak, ve bütün bu sözleri oku, ve de: Ya Rab, bu yerde ne adam ne de hayvan oturan olmasın fakat ebedi vİrane olsun. Ve bu kitabı okumayı bitirince sen ona bir taş bağlayacaksın ve Fırat ırmağının ortasına atacaksın ve ona diyeceksin: BABİL BÖYLE BATACAK ve onun üzerine getire- ceğim kötülük yüzünden bir daha kalkmayacak. Ve onlar yorgun düşecekler. Yeremya nın sözleri buraya kadardır." (Hezekiel Bölümü, 9/5) B.A.G'ye göre, Körfez Savaşı'nda muharref Tevrat'ın hükümleri birer birer uygulanmıştı. Savaşta asıl hedef olarak Bağdat şehrinin seçilmesi, Tevrat'ta Babil ve Kildaniler diyarı olarak geçen yerin Irak'ın bulunduğu yere tekabül etmesiydi. National Geographic Mayıs 1991 sayısında, Kildaniler diyarı ve Babil'in günümüzdeki Bağdat olduğu belirtilmiştir. Oxford Bible Atlas, sayfa 75'te de Kildaniler diyarı ve Babil'in günümüzdeki Bağdat olduğu belirtilmişti. Türkiye Diyanet Vakfı'nın İslam Ansiklopedisi 4. ciltteki Babil maddesinde Babil'in günümüzdeki Bağdat olduğu anlatılmaktaydı. Meydan Larousse'un Bağdat maddesinde Babil'in günümüzdeki Bağdat olduğu aynı şekilde anlatılmaktaydı.(Cilt. 2, sf.50/ B.A.G,sf, 334) 

Amerika'da yayınlanan, "The Rise Of Babylon - Babil'in Yükselişi" adlı kitabın kapağı ilginç bir şekilde şu sözlerle başlıyordu: 

"Saddam Hüseyin Babil'in kaybolan şehrini tekrar inşa ediyor. Tevrat Babil'in son zamanda tekrar inşa edileceğini söylüyor. Bu bizim son neslimiz olabilir mi? Babil'in Yükselişi, 'Son Zamanların işaretidir' başlığı ile başlıyor." Saddam'ın savaşının gizli tarihine "Jnholy Babylon - Kutsal Olmayan Babil" adlı kitapta Körfez Savaşı ile ilgili dört soruyla dikkat çekiliyordu. Bu dört soru Körfez Senaryosu'nun boyutlarını gözler önüne sermek açısından son derece önemliydi: 

1. İsrail'in ordu yardımı ve zekice kullanılan yanlış istihbarattaki rolü neydi? 
2. Batı nasıl ve niçin Saddam Hüseyin'in insafsız diktatörlüğünü destekliyor ve onun ilerleme hırsını dikkate almıyordu? 
3. İngiltere ve Amerika, Saddam Hüseyin'in Kuveyt'in istilasını planladığına dair raporları niçin ısrarla önemsemiyordu? 
4- Hangi Avrupa şirketleri Irak'a kanun dışı ordular gönderdiler ve hükümetler, diğer servisler bunun ne kadarını biliyorlardı? 
"Babil (Bağdat) kralı Nebukadnezar beni yedi, beni ezdi, beni boş bir kap etti, canavar gibi beni yuttu, güzel yemeklerimle karnını doyurdu, beni kovdu, Sion'da oturan diyecek: Bana ve etime edilen zorbalık Babil'in boynunda olsun ve Yeruşalim dikecek: Kanım Kildanilerin dinarında oturanların boynunda olsun. 
Bundan dolabı Rab şöyle diyor: İste davanı ben göreceğim ve senin öcünü alacağım ve onun denirini kurutacağım." (Yeremya Bölümü, 51/35-37, B.A.G., sf, 333) Charles H. Dyer, Babil'in Yükselişi adlı kitabında konu ile ilgili olarak bakınız neler söylüyordu: 

"Irak'ın gücünün artması Nebukadnezar'ın gücünün artmasına benzerdir. Saddam Batılılar'a göre oldukça mantıksız ve garipti. Acaba onun istekleri ve amaçları neydi? Onun şimdiki faaliyetleriyle Kitab-ı Mukaddes'teki kehanetler ve Yehova'nın dünya için planları arasında nasıl bir ilişki vardı? Saddam acaba Armageddon'a uzanan zincirin bir halkası mıydı? Yoksa yalnızca dünyayı fethedecek uzun zincirin halkalarından en sonuncusunu mu oluşturuyordu? Saddam Hüseyin'in sırrı Babil'de odaklanmıştır." 

Armagedon'a gelince? Armagedon, Yahudiler'in dünya hakimiyetine ulaşmak için yapacaklarını düşündükleri son kutsal savaşın adıydı. Bu savaş Yahudiler'in galibiyetiyle sonuçlanacak ve Yahudiler amaçlarına ulaşmış olacaktı. 
İşin garip tarafı, Saddam Hüseyin kendisini gerçekten de tüm dünyaya son Babil Kralı Nebukadnezar gibi tanıtmasıydı. "Tevrat'ta Eski Ahid'in vuku bulduğu yer bu çölün altında yatıyor. Saddam Hüseyin kendini son Babil Kralı Nebukadnezar'ın mirasçısı olarak tanıtıyor." (Bume, 10 Ocak 1991, sh. 55, B.A.O., s. 336) "Babil( Bağdat) Kralı ürerine bu meseli söyleyip, dikeceksin; Gadreden nasıl yok oldu! Altın Şehri yok oldu." (İşaya Bolümü, H/4) 
"Ve Allah Sodom'u ve Gomora'yı yıktığı gibi ülkelerin izzeti, Kildani'lerin gururunun süsü olan Babil'de (Bağdat) yok olacak. İçinde ebeddiyyen oturulmayacak ve nesilden nesile meskun olmayacak." (İşaya Bölümü, 13/19-20) 

"Babil (Bağdat)'ın ortasından kaçın ve herkes canını kurtarsın, onun fesadı içinde helak olmayın; çünkü Rabbin öç alma vaktidir; ona karşılık ödeyecek olan odur. Babil Rabbin elinde, bütün dünyayı sarhoş eden bir kase oldu; milletler bundan dolayı çıldırdılar. Babil (Bağdat) ansızın düşüp kırıldı. Onun için uluyun; sancısı için merhem alın; belki şifa bulur. Babil'e şifa vermek istedik: fakat şifa bulmadı: onu bırakın ve gidelim, herkes kendi memleketine; çünkü onun hükmü göklere erişiyor, ve asumana yükseldi." (Yeremya Bolümü, 51/69) 

"... Babil(Bağdat) alındı. Bel utandı. Merodak yıldı, onun dikili taşları utandılar, putları yıldılar deyin çünkü ona karşı şimalden bir millet çıkıyor ONUN DİYARINI VİRAN EDECEK." (Yeremya Bölümü, 50/2-4) 

"İşte, Babil'e karşı ve Leb'kamay'da oturanlara karşı HELAK EDİCİ BİR YEL uyandıracağım. Ve Babil (Bağdat)'e harman savuranlar göndereceğim ve onu savuracaklar; ve onun diyarını bos bırakacaklar; çünkü kötü günde her taraftan onun üzerine gelecekler. Yay kurana karşı, ve zırhı ile övünene karsı okçu 
yayını kursun; ve onun gençlerini esirgemeyin; hep onun ordusunu bütün bütün yok edin, ve vurulanlar Kildaniler diyarında, ve yaralılar onun diyarında düşecekler..." (Yeremya Bölümü, 51/1-4) 


Bilindiği gibi ABD, Irak'a karşı operasyonu gece yarısı başlatmıştı ve adına "Çöl Fırtınası" denmişti... "Kildaniler ürerine ve Babil(Bağdat)'de oturanlar ürerine ve reisleri ürerine ve hekmetleri üçerine kılıç... yiğitleri ürerine kılıç ve onlar yılacaklar.. .ve onlar kadın gibi olacaklar." (Yeremya Bölümü, 50/35-37) 

"Babil(Bağdat) yiğitleri cenk etmekten el çektiler, hisarlarında oturuyorlar, güçleri tükendi, kadın gibi oldular, onun meskenlerine ateş verildi, kapı sürgüleri kırıldı. Şehir her taraftan alındı ve geçitler tutuldu. KAMIŞLIKLARI YAKILDI." (Yeremya Bölümü, 51, 30-32) 

"Irak Haber Ajansı (IRNA) dün yaptığı açıklamada ABD uçaklarının, Musul'un kuzeyindeki buğday ve arpa tarlalarına yangın bombası atarak, binlerce hububatı yaktığını iddia etti. Irak'ın BM temsilcisi Abdülemir El Anbari de BM 
Genel Sekreteri Butros Gali'ye bir mektup göndererek, ABD uçaklarının.." . "Ve Babil'in üzerine göklerde, yerde ve onlarda olanların hepsi sevinçle terennüm edecekler çünkü şimalden onun üzerine helak ediciler gelecekler..." (Yeremya Bölümü, 51/48) 
"Babil'in yükü, onu Amots'un oğlu /saya gördü.. .Dağlarda kalabalığın gürültüsü, büyük bir kavmin gürültüsü gibi biraraya "BÎRİKMİŞ MÎLLETLER" ülkelerinin kargaşalık gürültüsü! Orduların Rabbi cenk için orduyu yokluyor. Bütün memleketi vİran etmek için, Rab ve gazabının silahları uzak bir diyardan 
göklerin ucundan geliyorlar." (İşaya, Bölümü, 13/1-6) 

"Uluyun! Çünkü Rabbin günü yakındır: herşeye kadir olan tarafından bir yıkım gibi geliyor, bundan ötürü eller gevşeyecek... Memleketi çöl etmek için ve onun içinden suçlu olanlarını helak etmek için. işte Rabbin günü, acımayan gün, gazapla ve kızgın öfkeyle geliyor. Çünkü göklerin yıldızları ve onların yıldız kümeleri ışıklarını vermeyecek." (İşaya Bolümü, 13/6-10) 

"İşte Şimal'den bir kavim geliyor, ve büyük bir millet ve çok krallar yerin uçlarından uyanacaklar. Ellerinde yay ve kargı var; insafsızdırlar ve merhametleri yok; sesleri deniz gibi gürlüyor ve atlara binmişler 
ve her biri sana karsı dizilmiş, cenkçi gibi. Ey Babil kızı Babil kralı onların haberlerini işitti ve elleri gevşedi; onu sıkıntı, doğuran kadın gibi ağrılar tuttu." (Yeremya Bölümü) 


"Babil'in içinden kaçın ve Kildaniler diyarından çıkın ve sürünün önünde ergeçler gibi olun çünkü iste Babil'e karşı büyük milletler cumhurunu şimal diyarından ben uyandırıp çıkaracağım ve ona karsı dizilecekler ve o yandan alınacak onların okları HÜNERLİ YİĞİDİN OKLARI GIBÎ OLACAK VE HİÇBİRİ BOŞ DÖNMEYECEK). (Yeremya Bölümü, 50/8-9- Şeytan'ın Dini Masonlu);, Bilim Araştırma Grubu, sh. 333-347) 

Gerçekten de Tevrat'ta bahsedildiği gibi BM hedefinden sapmayan üstün teknolojiye sahip füzeler kullanmıştılar. Tüm bunlar Körfez Savaşı'nın sadece Saddam'la açıklanamayacağını gösteriyor. Daha da önemlisi Körfez Savaşı bir "Kuzey Irak" yaratması ve ardından da Çekiç Güç'ün bölgeye gelmesi ile sonuçlanan "Kürt Devleti" sürecinin başlatılmasıydı. Şöyle diyordu Muharref Tevrat: "Mısır ırmağından büyük ırmağa, FIRAT nehrine kadar bu diyarı senin zürriyetine verdim." 

Özal Oyunu Görüyor 

ÖZAL, ABD-İsrail ikilisinin bölgedeki hedefini görmüş ve tâbi devlet olmaktansa sözkonusu politikaları kendisi belirlemeyi ve uygulamaya koymayı yeğlemişti. Onlarla beraber, onların zamanlamasıyla, onların yönlendirmesiyle bu misyonu gerçekleştirmeye çalışmak, Türkiye'yi reaksiyoner politikalar izlemek zorunda bırakabilirdi. Türkiye, inandırıcı olmayan, başkalarına entegre konumda hareket eden bir duruma geçebilirdi. Türkiye gibi merkezdeki bir ülke için bu son derece tehlikeli olabilirdi. 

İşte bu yüzden Özal, Çekiç Güç'ten yana görüntüsü vermiş ve bu bölgede bir Kürt devletinin kurulması faaliyetlerine görünürde ses çıkarmamıştı. Özal'ın Amerikancı olduğu iddiaları tam anlamıyla bir yanılsamadan ibaretti. Diğer taraftan Özal, ABD'nin bölgede yeni bir yapılanmaya gittiğini görüyor ve 
bunu elinden geldiğince Türkiye'nin lehine sonuçlanacak alternatif senaryolara dönüştürmeye çalışıyordu. 

Özal, Misak-ı Milli sınırları konusunda da Atatürkçülerle sadece bir konuda ayrılıyordu. O da Misak-ı Milli sınırlarının değişmezliği ile ilgiliydi. Kafasında bir Musul-Kerkük meselesi oluşmuştu. Buraları Türkiye'ye katmak, en azından oralar üzerinde tasarruf yetkisi almak istiyordu. Türkiye'den bazı parçaların gitmesi konusunda ne düşünüyordu? Özal buna taraftar değildi. Güneydoğu'da bir Federe Kürt Devleti filan istemiyordu. Çünkü bunun olmazlığını görüyordu, ispat etmek istediği de bunun olmazlığından ibaretti. 

Özal'ın Musul-Kerkük meselesini bu kadar çok düşünmesinin belki de en büyük sebebi ABD-İsrail ikilisinin bölgedeki niyetini görmesi ile ilgiliydi. Özal bu tehlikeli dostlarının Türkiye'yi Güneydoğu'sundan ayırmak konusundaki ciddiyetini görmüş ve bu yüzden "en azından Musul-Kerkük'ü Türkiye topraklarına 
nasıl katarım"m hesabına girmişti. işin daha da ilginci Milliyet'in Washington muhabiri Turan Yavuz, Çekiç Güç'ün bu bölgede konuşlanmasından tam bir yıl önce bu bölgede son derece gizli yürütülmüş bir operasyondan bahsediyordu. Bu operasyon son derece gizliydi ve Irak'ın Kuveyt'i işgalinden de önceye dayanıyordu. 

Yavuz'un söyledikleri o kadar ilginçti ki daha Çekiç Güç gelmeden ABD-İSRAİL ikilisinin bölgedeki niyeti belli oluyordu. 

Çekiç Güç'ün Gerçek Misyonu 

1991 MAYIS'I idi. Washington'dan Ankara hükümetine gönderilen nota, varış noktası Kuzey Irak olarak bildirilen ve 600 askerden oluşan bir özel tim grubunun Türkiye'ye getirileceğini bildiriyordu. Kuzey Irak'ta oluşturulan tampon bölgeye ABD askerleri yerleşmişlerdi bile. Acaba Washington neden ek bir 
gücün daha bölgeye gönderilmesi için istekte bulunuyordu? Daha sonra, bu iki gücün özelliği neydi? Adı İngilizce "Special Forces" olarak bilinen bu gücün Kuzey Irak'ta işi neydi? 

Sözkonusu özel güç ABD'nin ortaya çıkardığı ilk güç değildi. Bundan önce Vietnam, Lübnan, Panama, gibi çeşitli dönemlerde, dünyanın sıcak noktalarında kullanılan bir güçtü. Hatta, Irak, Kuveyt'e saldırmadan önce de sözkonusu güç Irak'ta bir hayli faal durumdaydı. Bu gücün bir özelliği de şuydu, işgal edilen topraklarda kendilerine yakın gördükleri insanlarla ilişki kurup, mahalli idare ve hükümete karşı koyma, çeşitli sabotaj ve kontrgerilla taktiklerini öğretme görevini de üstlenmiş olması. 

Sözkonusu özel güçte yeralan askerlerin bazılarının Arapça ve Kürtçe konuşabilir olması da başka bir ilginç yöndü. Özel Güç, Kuzey Irak'ta 6 ay kaldı ve Provide Comfort harekatının birinci süresinin sona erdiği Aralık 1991 tarihinde de geldiği gibi sessizce Kuzey Irak ve Türkiye'den ayrılarak ABD'deki üssüne geri döndü. Bu özel grupta askerlerin dışında kimler vardı? Irak'a denetimsiz neler soktular? Altı ay boyunca Irak'ın kuzeyinde neler yaptılar? Hangi konumda kimleri eğittiler, ne tür taktikler verdiler? 


Bunları kimse bilmiyor." (Turan Yavuz) 

Çekiç Güç'te İsrailli Subaylar 

TURAN YAVUZ'UN, Çekiç Güç ve İsrail arasındaki ilişkiyle alakalı verdiği bilgiler ise çok daha çarpıcıydı: 
"Öğleden sonra Washington'daki Türkiye Büyükelçiliği'nin numarasını çeviren Amerikalı yetkili oldukça sinirliydi. Ankara'daki büyükelçiliklerinden gelen bir kripto, sinirlerini germiş ve adeta çatacak bir yer arıyormuş gibi, Türkiye Büyükelçiliği'ne ulaşmaya çalışıyordu. Ankara'dan gönderilen bilgi, Refah Partisi 
Genel Başkanı Necmettin Erbakan'ın o günkü gazetelerde yer alan demeci ile ilgiliydi. Erbakan, Türkiye'nin Güneydoğu'sunda konuşlandırılan Çekiç Güç'e bağlı ABD askerlerinin çoğunun Musevi asıllı olduğunu ileri sürüyor ve bunu da Washington'un bölgedeki gizli emellerine bağlıyordu. ABD Dışişleri Bakanlığı yetkilisi, ahizenin öbür ucundaki Türk diplomatına beklenmedik şu öneriyi 
getiriyordu: "Çekiç Güç'e dahil bir çok Amerikalı asker var. Sayın Erbakan'a söyleyin, Çekiç Güç'e bağlı bütün askerlerimizi incelesin, içlerinde Musevi asıllı tek bir asker bulursa, biz askeri bir helikoptere bindireceğiz ve on bin metreden aşağıya atacağız..." 
Amerikalılar, Çekiç Güç'ün İsrailli subaylarla ilişkilendirilmesinden son derece rahatsız olmuşlardı. Oysa Turan Yavuz, aslında Çekiç Güç'e bağlı ABD askerleri arasında Yahudi olanların var olduğunu, hatta incirlik Üssü'nde Çekiç Güç komutasında ulunan ABD askerleri arasında adı Israilî olan subayların bile 
bulunduğunu belirtiyordu. (Türkiye için Milli Strateji, sh. 65) 

Bölgede bir Kürt devletinin kurulması İsrail açısından kaçınılmaz bir stratejik hedefti.
 Birincisi kurulması planlanan bu Kürt devleti, İsrail'in vade-dilmiş topraklarına giriyordu, İsrail, Kürtler vasıtasıyla bu emellerine ulaşabilirdi. Çünkü Kürtler'in bir devlet geleneği bulunmadığı için bölgede bir garantör devlete ihtiyaçları olacaktı ki o kuşkusuz İsrail'di. "Kenan diyarından Fırat ırmağına kadar olan bütün toprakları senin zürriyetine verdim." (Tekvin /18) 

 İkincisi, kurulması planlanan bu Kürt devleti, bölgenin en stratejik yeraltı ve yerüstü zenginliklerine sahipti. Su (Fırat ve Dicle) ve Petrol... 

Üçüncüsü, kurulması planlanan bu Kürt devleti, ABD'nin baş düşmanı, İsrail'in güvenliğini tehdit eden ülkelerin bölünmesiyle sonuçlanıyordu: Iran, Suriye, Irak... Aslına bakılırsa İsrail'in Yahudilerle ilişkileri hakkında oldukça ilginç bazı bulgular da bulunuyordu, İsmail Beşikçi'nin Kürt Aydını Üzerine Tezler adlı eserinde şöyle deniliyordu: "Kürtler'in Ortadoğu'da Yahudiler'e karşı düşmanlık hisleri beslemesinin hiç bir yararı yoktur. Kürtler Yahudi toplumuyla daha sıcak ilişkiler kurmak durumundadırlar. Yahudi toplumunun demokratik kurumlarını görmezden gelemezler. 

Yahudi toplumu Ortadoğu'da Kürtler'in doğal ittifakçısıdır." 

Dr. A. Medyalı, Kürdistanlı Yahudiler adlı kitabında Kürtler ile Yahudiler arasındaki tarihsel bağa dikkat çekerek, iki halkın Ortadoğu'da müttefik olmaları gerektiğini öne sürer. (Türkiye İçin Milli Strateji. sh. 48) 

"16. ve 17. yüzyıllarda Kürdistanlı hahamlar tarafından yazılmış ulan çeşitli belgeler ve el yazması kitaplar, genel olarak Kürdistanlı Yahudiler'in başta dinsel olmak üzere, sosyal ve ekonomik yaşantıları hakkında ayrıntılı bilgilerin yanısıra Kürdistan'la ilgili bazı dolaylı bilgiler de içermektedir. Bu dönemlerde kimi 
Yahudi toplulukları Kürdistan halklarının genel yoksulluk tablosu içlerinde yer alırken, öte yandan özellikle ünlü Barzani Ailesi'nden gelen hahamlar Kürdistan'ın birçok yerinde dinsel çalışmalar yapmış ve eğitim için 
merkezler kurmuşlardı. Bu dini merkezler Mısır ve İsrail gibi uzak yerlerden bile öğrenci kabul ediyorlardı." (A. Medyalı, Kürdistanlı Yahudiler, Behrem Yayınları, sh. 64) 

Tüm bunlar ABD-İSRAİL ikilisinin bölgedeki hedeflerini anlamamızı kolaylaştırıyor ve bu ikilinin bu projeyi gerçekleştirmeye çok daha önce ve de son derece planlı-programlı bir şekilde başladıkları gerçeğini ortaya koyuyordu. Güneydoğu'da görev yapan subaylar son derece belirgin verilerden yola çıkarak bölgedeki yabancıların PKK'yı apaçık desteklediklerine dair raporlar hazırlıyorlardı. 

"Güneydoğu'da görev yapan subaylarımız PKK'nın Kuzey Irak kamplarında bizzat Amerikalı ve İsrailli uzmanların askeri eğitim yaptırdıklarını açıklıyor, hatta bombalanan kamplara girildiğinde, bunlardan bir kısmının cesetlerine rastladıklarını da ekliyorlardı. Çekiç Güç'ün Türkiye içindeki PKK yuvalarına olan 
malzeme yardımları ya İncirlik'ten kaldırılan C-130 uçakları vasıtasıyla paraşütle atılıyor ya da yine aynı meydandan veya Diyarbakır'dan kaldırılan helikopterlerle ulaştırılıyordu. En sarp dağ tepelerinde ele geçirilen ve 'Buralara kadar nasıl taşımışlar' diye herkesi hayrette bırakan ağır silahların sırrı buradaydı. 
Bizim sevgili müttefiklerimiz bunları PKK'nın ayağına kadar getiriyorlardı." (Ferruh Sezgin, Siyah Beyaz) Batı'nın Kuzey Irak'ta ne tür bir yapılanmaya gittiğini gören eski başbakan, deneyimli politikacı Bülent Ecevit 2 Hazİran 1991 tarihinde Bağdat'ta Saddam'ı ziyaret ettiğinde, Irak'a uygulanan ambargonun  Türkiye tarafından dikkate alınmamasını istiyordu. Ecevit oyunu görüyordu: Kuzey Irak'ta Batı eliyle kurularak bir Kürdistan devleti. Bununla birlikte Ecevit Kuzey Irak'taki özerklik girişimlerinin PKK'yı güçlendireceğini belirtiyordu. Bazı stratejistlerin görüşü, bir dönem başbakanlık yapmış olan bir Bülent Ecevit'in Saddam'ı ziyareti ve yapmış olduğu bu açıklamaların "münferit bir olay gibi" 
değerlendirilemeyeceği şeklindeydi. Yani Ecevit, Türkiye Cumhuriyeti adına resmi olmayan yollarla hem Türkiye sınırına asker yığmaya başlayan Irak'a "aslında bizim sizinle bir problemimiz yok" mesajı veriyor, hem de Çekiç Güç'le ilgili şüpheler bir şekilde kamuoyuna duyuruluyordu. Ecevit, 6 Ağustos 1991 tarihinde yapmış olduğu bir başka açıklamasında da, Kuzey Irak'ta Kürtler'e 
güvence bahanesiyle Müttefiklerin gözetiminde bir PKK üssü oluşturulduğunu öne sürüyordu. O günlerde yenilir yutulur gibi olmayan bu iddiaların kısa bir süre sonra gerçek olduğu anlaşılacaktı. 

Bazı askerler de, ilk başlarda her ne kadar Kuzey Irak'ta kurulacak böyle bir Kürt devletine karşı değilmiş izlenimi verseler de, bu durumdan en fazla onlar rahatsızlık duyuyordu. Çünkü askerler herşeyi en kötü ihtimalle değerlendiriyor du. Nitekim o günlerin MGK toplantılarının en önemli konusu buydu. 

Türkiye son derece hassas bir dönemden geçiyordu. Bir taraftan dünyanın en büyük ekonomik ve askeri gücü olan ABD'nin bölgedeki politikalarının takipçisi ve uygulayıcısı olmak, diğer taraftan bu politikaların Türkiye'nin bölünmesiyle sonuçlanacağı düşüncesi Turgut Özal'ı da, Başbakan Demirel'i de, askerleri de 
endişelendiriyordu. Türkiye ABD'ye karşı gelemezdi, geldiği taktirde neyle karşılaşacağı belli olmazdı. 

Karşı gelmese büyük bir ihtimalle bu, Türkiye'nin bölünmesiyle sonuçlanacaktı. Dönemin Cumhurbaşkanı Özal bir taraftan devleti temsilen "konfederasyon dahil her şeyi tartışalım" diyerek ABD'ye "sizinleyiz" mesajı verirken, diğer taraftan da Türkiye'de konuşlandırılan Çekiç Güç'le amaçlanan Birleşik Kürt Devleti'ni engellemenin yollarını arıyorlardı. Türk devleti belki de tarihinin en önemli dönemecinden geçiyordu. 

Turgut Özal'ın ölümünden sonra Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel'e 28 Hazİran 1995 tarihinde, Harp Akademileri Komutanlığında, sadece üst düzey subaylara verilen özel bir konferansta, bir kurmay yarbay tarafından sorulan bir soru konunun ciddiyetini gösteriyordu: 

Demirel Harp Akademileri'nde: "İran ile İşbirliği İçindeyiz!" 

SORU: Kuzey Irak'ta bir Kürt devleti oluşturma yolunda Batılı ülkelerin artan faaliyetleri karşısında, Türkiye'nin -basında açıklananlar dışında- alabileceği tedbirler neler olabilir? 

CEVAP: Türkiye bu meseleye karşı fevkalade hassastır. Eğer Irak parçalanırsa, K. Irak'ta bir Kürt devleti kurulmak suretiyle burada meydana gelecek olan ihtilaf, yalnız Filistin-İsrail meselesinde olduğu gibi 50 sene değil 100 sene sürer. Binaenaleyh, burada kurulacak bir Kürt devleti evvela bir bağımsız devletin ülkesinde kurulacaktır. Yani biz sınırımızı geçip bizim insanlarımızı şehit eden, fakir fukara masum sivil insanlarımızı öldürenleri takip için üç gün Irak'ın içine girdik diye dünyanın kıyametini kopardılar. Yani onun içindir ki, burada bir bağımsız devlet kurulması hali İran'ı da, Türkiye'yi de, Irak'ı da, Suriye'yi de 
rahatsız ettiği gibi, dünya çözemediği pekçok sorununa bir yenisini eklemek gibi bir durumla karşılaşır. Bu çeşit düşünceler var. Ve bu şimdi enternasyonalize olmuştur. Bu düşünceler daha çok biraz önce anlatmaya çalıştığım serbest toplumlarda çeşitli kişilere mal olmuştur. Basında da vardır. Başka ülkelerin 
basınında, aydınlarında hatta parlamentolarında vardır. Ama gayet tabii ki, böyle bir şeye karşı Türkiye'nin ne kadar hassas olduğunu herkes biliyor. Sanıyorum ki Türkiye'nin hassasiyeti Türkiye güçlü kaldığı müddetçe caydırıcılıktır. Tabii ki bunu söylemekle yetinmiyoruz. Diplomasinin verdiği bütün imkanları 
Türkiye kullanacaktır. Burada yapılacak bir şey çok büyük sıkıntılara sebep olur. Türkiye'yi rahatsız edecek birtakım tavır ve tutumlara da bazı ülkelerin girmemesi lazımdır. Onun içindir ki biz kendi gücümüzü ve kendi kudretimizi muhafaza ettiğimiz sürece, sanıyorum ki, kimse böyle bir şeye cüret ve 
cesaret edemeyecektir. 

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirci, İran'la ilgili olarak bir kurmay albay tarafından yöneltilen bir soruya, iddiaların tam aksine, tarihî öneme haiz şu cevabı veriyordu: 

SORU: Yunanistan, Suriye ve İran'ın PKK'ya ve Türkiye aleyhtarı her türlü verdikleri destekleri de göz önünde bulundurarak Türkiye'nin takip ettiği dış politika hakkında değerlendirme yapar mısınız? 

CEVAP: İran'da devlet var. Bu devlet uzun zamandan beri var. Rejim değişse bile devlet geleneği var. Devletten devlete söylenen şeyler ikili söz olamaz. 
Çünkü söylenen şeyin doğruluğu yanlışlığı ortaya çıkar. Benim söylediğim şey Türkiye'yi bağlar. Ben Türkiye adına konuşurken 100 seneyi düşünerek konu- şuyorum. Yani 100 sene içinde benim söylediğimin yanlışlığı iddia edilememeli dir. Biz İran'la fevkalade iyi münasebetler içerisindeyiz. Devlet Başkanı Sn. Rafsancani ile ben şahsen birçok kere bu meseleyi konuştum. Ve kendilerinin bu PKK çetesine, bu canilere en ufak şekilde göğüs açmamalarını, en ufak bir şekilde destek vermemelerini söyledim. Ama söylediği şudur: Bunlar bizde yok. Gösterin, nerede varsa gidip biz onları lazım geldiği şekilde tedip edelim. Ama bu o kadar kaygan bir olay ki şuradadır dediğin gün bir yerde ertesi gün başka 
yerde. Bizim dağlar gibi onlarda da var. Binaenaleyh, o dağlarda birtakım adamlar var. Biz bu adamları her defasında İran'a söylüyoruz. Şu dağda var. Şurada var. Burada var. Binaenaleyh, İran'ın bunlara destek verdiği şeklindeki bir yorum yerine, İRAN ÎLE TÜRKİYE BU MESELELERDE FEVKALADE İŞBİRLİĞİ İÇERİSİNDEDİR diyebiliriz. VE BU İŞBİRLİĞİ BAŞARIYA  GÖTÜRECEKTİR. Iran bizim 360 senedir hiç silahlı çatışmamız olmamış bir komşumuzdur; Kasr-ı Şirin'den beri. Binaenaleyh Iran, hem büyük devlettir hem de büyük komşumuzdur. 

Demirel: "Apo'nun Telefon Numarasını Hafız Esad'a Verdim!" 

CUMHURBAŞKANI Süleyman Demirel, Suriye konusunda V_>da oldukça ilginç bir anısını anlatıyordu karşısındaki üst düzey subaylara: 

"Suriye'ye gelince ben kendim gittim. Başbakan olarak Sayın Hafız Esad'a Türkiye'deki çocukları, kadınları, askerlerimizi, polislerimizi, öğretmenlerimizi şehit eden bu çeteye destek olma' dedim. "Kesinlikle. Ben hiç Türkiye'deki kardeşlerimizin kanının dökülmesini ister miyim?" dedi. Sonra dedim ki 
"Bunların başı olan zat Suriye'dedir". "Hayır" dedi. Ben de şöyle bir kağıt çıkardım. Kendisine dedim ki: 

"işte telefon numarası. Lazkiye'nin filanca köyünde şu telefonda, aniden şuradan telefonu çevirenin karşına çıkacaktır. Aldı cebine koydu ve konuşmayı başka bir safhaya taşıdı. Suriye açıklıkla söylüyorum ki bunlara destek vermiyorum diyor. Hep onlarla da konuşuyoruz, ama biz biliyoruz ki, bu adamların önemli 
bir kısmı burada barınıyor." 

Cumhurbaşkanı Demirel'e askerler tarafından sorulan sorular konunun ne denli hassas ve ne denli ciddiye alındığını gösteriyordu. Diğer taraftan Cumhurbaşkanı Demirel Türk kamuoyunun bildiklerinin aksine kurulması planlanan Kürt devleti projesine karşı Türkiye'nin İRAN'LA İŞBİRLİĞİ İÇERİSİNDE OLDUĞUNU söylüyordu. Suriye ile ilgili olarak da PKK'yı açıkça desteklediğinden ziyade, PKK'nın Suriye'de barındığından bahsediyordu. Oysa Türkiye'nin en önemli müttefiki ABD'nin niyetinin hiç de iyi olmadığını gösteren yığınla belge bulunuyordu Genelkurmay'ın kasalarında... 

Oramiral Erkaya: "Savaşın Eşiğindeyiz" 

EMEKLİ Oramiral Güven Erkaya, 12 Eylül 1995 tarihinde göreve gelmesinden kısa bir süre sonra, Kuzey Deniz Saha Komutanlığı personeline Türk devletinin bu konuya ne denli hassas olduğunu şöyle anlatıyordu: 

"Kuzey Irak'taki Kürt meselesi, federasyon mu kurulacak, konfederasyon mu kurulacak, yoksa özerk, müstakil bir devlet mi kurulacak, Saddam giderse ne olacak, gitmezse ne olacak? Saddam giderse Kuzey Irak ne hale gelir? Bu bölgedeki gelişmeler Türkiye'yi hem PKK terörü açısından hem de burada 
oluşacak yeni bir siyasi oluşum nedeniyle çok yakından ilgilendiriyor. Türkiye'nin veya Irak'ın veya Suriye'nin istemediği bir siyasi oluşum olursa, bunun bölgeyi tekrardan sıcak bir savaşın eşiğine getirmesi mümkündür. Türkiye'nin buradaki politikası, Irak'ın devlet bütünlüğünün, toprak bütünlüğünün sağlanmasıdır. Ancak bu toprak bütünlüğünün nasıl, hangi modelde sağlanacağı henüz net bir şekilde ortaya konulabilmiş değildir. Müstakil bir Irak 1990 öncesi Irak'ı mı olur, yoksa yeni bir Irak mı olur, Saddam'ın yerine gelecek olan kişi seçilmiş mi olacaktır, yoksa seçilmemiş mi olacaktır? Seçilmemişse, bu nasıl bir Irak meydana getirecektir? Talabani ile Barzani şu anda Amerika ile nasıl bir anlaşma yapmıştır? Saddam gittikten sonra nasıl bir Kuzey Irak çıkacak ortaya? Kuzey Irak'taki petrol nasıl paylaşılacak? Bunların hepsi şu anda cevabı olmayan sualler, Hepsinin yakinen takibi ve değerlendirilmesi gerekir. Çünkü gelişmeler Türkiye'nin tam istediği şekilde ortaya çıkmayabilir. Ve bu da Türkiye'yi bir oldubitti ile karşı karşıya bırakabilir. Bu karşı karşıya kalış sonunda Türkiye silahlı çatışmaya girer mi girmez mi, buna cesaret eder mi etmez mi, buna müsaade ederler mi etmezler mi, bu Türkiye'yi uğraştıracak olan çok 
önemli konulardan bir tanesidir." 

6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

25 Ocak 2017 Çarşamba

Filistin Meselesinin Temel Dinamikleri



 Filistin Meselesinin Temel  Dinamikleri 


Prof. Dr. Türel Yılmaz Şahin* 
*Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 



     Bu oturumda Filistin meselesinin nasıl ortaya çıktığını konuşacağız. 

Başlangıçta Arap-Yahudi, sonrasında İsrail-Filistin çatışması ve bugünkü ismiyle 
Filistin meselesi Ortadoğu’nun en eski sorunlarından biridir. Bir yüzyılı aşkın süredir devam etmektedir ve hala çözülememiştir, çözülecek gibi de görünmemekte dir. Filistin meselesinin geçmişi siyonizme dayanır. İsrailoğulları’nın Filistin üzerindeki arzuları ve “vaat edilmiş topraklar”daki hevesleri M.Ö.’ne kadar dayanır. Biz o kadar eskiye gitmeyelim, Tevrat’la uğraşmayalım. Dünya Siyonist Teşkilatı’nın kurulduğu 1897 yılından başlayalım. 
Biliyorsunuz Filistin toprakları Yahudiler için vaat edilmiş topraklardır. Yani Yahudiler bu toprakların Tevrat’la kendilerine verildiğini düşünürler. M.Ö. 
İsrailoğulları bu topraklardan sürüldüklerinden beri kendilerine vaat edildiğine inandıkları topraklara tekrar geri dönme hayaliyle, rüyasıyla yaşamışlardır. 
1897 yılı Yahudilerin bu hayallerinin gerçekleşmesi için temel olan tarihlerden bir tanesidir. 1897’de Basel’de dünyanın her yanındaki Yahudiler bir araya 
gelmişlerdir. Ve burada bir bildiri kabul edilmiştir. Bu bildiride Filistin topraklarında bir yurt edinmenin zorunluluğu üzerinde durulmuştur. Dünya Siyonist Teşkilatı da bu yıl kurulmuştur ve başkanı Theodor Herlz ’dir. Herlz, Macar asıllı bir gazetecidir. 

1893 yılında Fransa’da bir casusluk olayı ortaya çıkmıştır. 

Bu olay tarihe “ Dreyfus Olayı ” olarak geçmiştir. 

Dreyfus, Fransız ordusunda görevli Yahudi asıllı bir yüzbaşıdır. O dönemde Almanya’ya bazı belgelerin sızdırıldığına ilişkin casusluk olayı ortaya çıkıyor ve bu belgeleri sızdıran kişinin Dreyfus olduğu söyleniyor. Bu olay nedeniyle Dreyfus’un rütbesi elinden alınıyor, tutuklanıp yargılanmaya başlanıyor. 

Bu Dava Tüm Dünyada yankı Uyandırıyor. 

Dünyanın her bir yerinden gazeteciler bu davayı izlemeye geliyorlar. Aslında belgeleri sızdıran Dreyfus değil. Zaten suçsuz olduğu sonradan ortaya çıkıyor 
ve toplumda Dreyfurs’un sadece Yahudi olduğu için suçlandığına dair bir kanaat oluşuyor. Bu davayı izleyenlerden biri de az önce bahsettiğimiz Theoder 
Herlz’dir. Bu dava sırasında dünyada özellikle Avrupa’da Yahudilerin nasıl ezildiklerini, nasıl küçük düşürüldüklerini ve horlandıklarını fark ediyor ve bununla başa çıkabilmek için dünya Yahudilerini teşkilatlandırmak gerektiğini anlıyor. Theodor Herlz’in Dünya Siyonist Teşkilatı içerisindeki en masum kişilerden biri olduğunu söylemek gerekiyor. O sadece Yahudilerin bir arada yaşayabilecekleri bir yurt istiyordu. Bu amaçla 1897 yılında Dünya Siyonist Teşkilatı kuruluyor ve yayınlanan deklarasyonda “Filistin’de bir yurt oluşturulmasına” ilişkin karar alınıyor. Theodor Herlz’in bir kehaneti vardır. 
Der ki; “ Çok değil, 50 yıl sonra İsrail Devleti kurulacak ”. Bu sözü 1897 yılında söyler, Taksim Kararı 1947 yılında alınır. Dünya Siyonist Teşkilatı olarak ilk kararlarını alırlarken bir noktayı unutuyorlar. 

Yurt Edinmeyi Düşündükleri Filistin Toprakları, Osmanlı Devleti’nin Topraklarıdır. 

Bu nedenle Theodor Herlz, Osmanlı Padişahı 2. Abdülhamit ile irtibata geçmeye çalışır. Bunun için en uygun Alman İmparatoru’nu II. Wilhelm’i devreye sokmaya çalışır. 

O dönemde Osmanlı Devleti’nin Filistin topraklarında izlediği özel bir politikası var. O topraklar kutsal olduğu için, kırmızı teskere denilen bir olay vardır. Hıristiyanlar ve Yahudiler oraya girmek için para veriyorlar ve kalacakları gün kadar izin belgesi alıyorlar. Döndükleri zaman ise paraları iade ediliyor. Kısaca her isteyen Filistin topraklarına giremiyor. Alman İmparatoru’nun girişimleriyle Teodor Herlz, II. Abdülhamid’le görüşmeyi başarıyor. 

Bu görüşmede Yahudiler için Filistin topraklarından yurt istiyor. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, asla devlet söyleminin kullanılmamasıdır. 
İstenilen devlet kurmak değil yurt edinmektir. 

Theodor Herlz buna karşılık olarak; “Beni buraya Avrupalı Yahudi bankerler gönderdi. Eğer siz Filistin topraklarında Yahudilerin yurt edinmesine izin 
verirseniz, Avrupalı Yahudi bankerler sizin dış borçlarınızı ödemeye hazırlar” diyor. Bazıları Abdülhamit direk olarak reddetti derler. Ama ben reddetmediğini 
düşünenlerdenim. Çünkü Theoder Herlz’e ikinci bir randevu vermiştir. O dönemde Teodor Herz’in görüştüğü hiçbir tüccar ya da banker onun söylediğine olumlu bakmıyor. İkili 1903 yılında tekrar görüşüyorlar. Bu görüşmede Abdülhamit meşhur sözünü söylüyor; “ Hayır. Biz onu ancak aldığımız bedelle veririz ”. Yani kanla veririz demeye çalışıyor. Abdülhamit, Theoder Herlz’i uğurladıktan sonra; “Bu millet çok azimli. Er ya da geç Filistin’de mutlaka devletlerini kuracaklar” diyor. Eli boş dönen Theoder Herlz 1904 senesinde ölüyor. Onun yerine Chaim Weizmann geçiyor. Bu kişi patlayıcı maddelerde kullanılan, sentetik aseton’u bulmuş bir kimyager. Bu nedenle de İngiliz 
savunma sanayinde popülerliği ve etkinliği olan birisi. Teodor Hertz öldükten sonra onun yerine Çayn Mayzman geçiyor. İngiltere; “Uganda’ya Yahudiler 
yerleşebilirler” diyor. Theoder Herlz buna çok seviniyor. Çünkü Yahudiler için bir yurt bulduğunu düşünüyor. Bunu Dünya Siyonist Teşkilatı’na açıkladığında 
büyük tepki görüyor. En büyük itirazcılardan biri de Chaim Weizmann’dır. Bu nedenle az önce Theoder Herlz en masum olanlarıydı dedim. 

Çünkü o gerçekten Yahudilere bir yurt arıyordu, Filistin olması şart değildi. Ama Weizmann için durum böyle değildi. Filistin’de bir yurt edinilecekti. 

Bu sırada dünya 1. Dünya Savaşı’na doğru gidiyordu. Savaş patlat verdiğinde Osmanlı’da dahil olmuştu. İngiltere ve Fransa, Osmanlı Devleti’nin Orta doğu topraklarında özellikle Arap Ortadoğu’sunda yaşayan milletleri Osmanlıya karşı kışkırtmak için büyük çaba göstermişlerdi. Genel algı Arapların Türkleri sırtından vurduğu yönündedir. Birçok Arap cephede Türklerle birlikte savaştılar. Sadece Mekke Şerifi Hüseyin İngiltere’yle anlaşarak Osmanlı’ya karşı isyan başlatmıştır. İngiltere ve Fransa Arap Ortadoğusu’nu bir taraftan isyan çıkarması karşılığında Mekke Şerifi’ne vaat etmiş bir taraftan da 1915’te kendi aralarında paylaşmış bir taraftan da1917 yılında İngiltere Dışişleri Bakanı Balfour kendi adıyla yayın lanacak  olan Balfour Deklarasyonunu ilan etmiştir. Bu deklarasyon İsrail 
Devleti’ne giden yolda atılan ilk resmi belgeli adımdır. 

Kısa ve anlamlı bir deklarasyondur. Üzerinde uzun süre ABD ve İngiltere tarafından çalışılmıştır. 
Birinci paragrafında; “ İngiltere Hükümeti Yahudilerin Filistin’de yurt edinmelerini memnuniyetle karşılar ” der. Yani Filistin’de Yahudilerin “ Yurt ” edinmelerine izin verir. Burada bir sorun yok asıl ikinci paragraf önemlidir. İkinci paragraf “ Filistin’de bulunan Yahudi olmayan toplumların da medeni ve siyasi haklarına saygı duyulacaktır” diye başlar. Sanki Filistin’de çoğunlukta olan bir Yahudi toplumu varmış izlenimi yaratılır. Aslında “Yahudi olmayan 
topluluklar” diye adlandırılan toplum Filistin topraklarındaki nüfusun %85’ini temsil eden Arap topluluğudur. 

Bu deklarasyondan sonra Filistin meselesi farklı bir boyuta ulaşır. 1918’de savaş biter ve Osmanlı’nın Arap toprakları İngiliz ve Fransızların manda yönetimine bırakılır. Filistin toprakları İngiliz manda yönetimindedir. Bu dönemde ciddi 
anlamda bir Yahudi göçü yaşanır. Sonraları toprakların sınırlı olması ve bu göçü kaldıramayacak olması sebebiyle İngilizler sınırlamaya gitse de Yahudiler 
gizli yollardan göçe devam eder. Filistin İngiliz mandası altında iken Filistinli Araplarla Yahudilerin çatışmalarının başladığını görüyoruz. Önceleri bu 
çatışmaların siyasi olmaktan ziyade ekonomik nitelikli olduğu anlaşılıyor. Yahudiler hızla Arapların arasına karışmaya başlayınca ister istemez kültür çatışması yaşanmaya başlıyor. Mesela bu çatışmalara örnek olarak; hayvan otlatma meselesini verebiliriz. 

Normalde tarlalar biçildikten ve ekinler kaldırıldıktan sonra hayvanlar her yerde otlayabilir. Ama Yahudiler asla kendi topraklarında herhangi bir Arap’ın hayvanının otlamasına izin vermemişler. En önemli çatışmalardan bir tanesi de su meselesidir. 

Su, İslam Dünyası’nda insanlığın ortak malıdır. Ama Yahudiler için böyle değil. Kendi topraklarından bir kova su vermiyorlar. Tüm bu çatışmalar gitgide 
büyüyor. 1920’lerin sonlarında bu çatışmalar siyasi nitelik kazanmaya başlıyor. İngiltere çatışmaların her geçen gün büyüdüğünü görüyor. Ve bu durumdan kurtulmak için birçok rapor hazırlıyor. 

İlk çözüm önerisi olarak Britanya Beyaz Kitabı’nı sunuyor. Bunu Araplar kabul etse de Yahudiler kabul etmiyor. Sürekli çözüm üretmeye çalışıyor. Kimisinde 
ikili devlet öneriyor, kimisinde federal yapı öneriyor. Ama Araplar tarafından kabul edilenleri Yahudiler, Yahudilerin kabul ettiklerini ise Araplar kabul etmiyor. Böylece İngiltere’nin iki halkın anlaşmazlığı yolundaki çözüm arayışı sonuçsuz kalıyor. Ama çatışmalar her geçen gün daha da büyümeye devam ediyor. İngiltere’nin imdadına 2. Dünya Savaşı yetişiyor. 1939’da 2. Dünya Savaşı patlak veriyor. 

Filistinlilerin bir kısmı İngilizlerle birlikte savaşıyorlar. Çok büyük bir çoğunluğu savaşmıyor. 
Yahudilerde savaş dışı kalıyorlar. Ama belirli bir Yahudi grubu İngilizlerle birlikte savaşıyorlar. Çok ilginçtir, o dönemde İngiliz cephaneliklerinde büyük hırsızlık olaylarına rastlanıyor. Yani Yahudiler savaş döneminde cephane çalıyorlar. Savaş bittiğinde bu silahlar sadece Filistinli Araplara yöneltilmeyecek aynı zamanda İngilizlere de yöneltilecektir. 1942 yılında yapılan kongrede “İsrail Devleti’nin kurulmasına” ilişkin karar alınıyor. İlk defa burada devletten bahsediliyor. Savaş bittikten sonra artık devlet olma yolunda ciddi adımlar atmaya başlıyorlar 
ve biran önce manda yönetimine son vermesi için silahlarını İngilizlere de yöneltmeye başlıyorlar. İngiltere daha fazla dayanamayarak bu sorunu 1947 
yılında BM’ye havale ediyor. BM, 1945 yılında kurulmuş çok yeni bir örgüt. Genel Kurulda 11 üye devletten oluşan “BM Filistin Özel Komitesi” kuruluyor. 
Bu 11 ülkenin görevi Filistin’e gidip yerinde araştırma yaparak en iyi çözümü üretmeyle görevlendirilmişti. Bu devletlerin temsilcileri kendi aralarında 3’e ayrılıyor. Hindistan, İran ve Yugoslavya’nın olduğu grup azınlık raporu sunuyor. 
Diğer 7 üye çoğunluk raporu hazırlıyor. Sadece Avustralya çekimser kalıyor. Ne azınlık raporuna ne de çoğunluk raporuna katılıyor. Azınlıkların önerdiği federal yapıdır. Arap Devleti ve Yahudi Devleti kurulacak ve Kudüs ayrıcalıklı bir yer olacak. Çoğunluklar ise tamamen bağımsız iki devletten bahsediyor. 

Kudüs ise BM’nin vesayetinde ayrı bir varlık olacak. Çoğunluk raporu 1947 yılında 181 sayılı karar olarak kabul ediliyor (Taksim Kararı). Bu kararın arkasından İngiltere “15 Mayıs’a kadar Filistin’den çekileceğini” açıklıyor. 1920’de San Remo konferansında Arap Ortadoğusu, İngiltere ve Fransa manda yönetimine bırakılırken güdülen mantık, kendi kendilerini idare edemeyecekleri, 
eğitimsiz oldukları, onları kendi kendilerini idare edebilecek düzeye getirene kadar o ülkede kalmalarıdır. Tüm manda yönetimlerinin demokrasi getirmek, 
özgürleştirmek, eğitilmek için başladığı söylenir ama hep tam tersi olmuştur. İngiltere mayıs ayında bölgeden ayrılıyor ve 15 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin kurulduğu ilan ediliyor. İsrail Devleti kuruluyor ama Arap Devleti kurulamıyor. Çünkü Araplar Filistin’in bütünü üzerinde hak iddia ediyorlar ve İsrail Devleti’ni kesinlikle reddediyorlar. İsrail Devleti’nin kurulduğu andan itibaren Arap 
ülkeleri Filistin topraklarına girmeye başlıyorlar. Tarihe geçen 1948-1949 1. Arap İsrail Savaşı böyle başlıyor. Bu savaşta İsrail yeni kurulmuş bir devlet 
olmasına rağmen tüm Arap Devletleriyle savaşıyor (Mısır, Ürdün, Irak, Suriye) ve Ürdün dışında tüm Arap ülkelerini büyük yenilgiye uğratıyor. Topraklarını 
genişleterek bu savaştan karlı çıkıyor. Ürdün tam anlamıyla bir İngiliz kolonisidir. Ürdün, 1920’de yani daha manda yönetimi altına girildiğinde 25.000 kişilik kocaman bir çöl köyüdür. İngiltere, orayı devlet yapıyor. Meşhur İngiliz Glad 
Paşa, olağanüstü bir Ürdün ordusu yaratıyor. O ordu İsrail’le savaşıyor ve Kudüs’ün doğusu Ürdün’e bırakılıyor. Batısını ise İsrail işgal ediyor. 181. Sayılı 
karara göre Kudüs özel bölge idi. Ama daha ilk anda bu kural bozulmuştur. İsrail işgal ettiği anda da Batı Kudüs’ü başkenti ilan etmiştir ama kimse bunu kabul 
etmemiştir. 
1. Arap İsrail Savaşı’nın sonunda iki önemli sorun ortaya çıkmıştır. Birisi Filistinli mülteciler, diğeri ise Kudüs’tür. Bu sorunlar bugün Filistin meselesinin çözümün de kilit noktası olan iki sorundur. Filistinli mülteciler konusunda İsrail başka Araplar başka tezler sürerler. İsrail’e göre Arap orduları Filistin toprakları na girmeye başladıklarında önlerindeki Filistinli Arapları engel olarak görmüş ve onlara civar ülkelere geçmelerini söylemiş. 

Böylece milyonlarca Filistinli Arap, Arap ordularının ayaklarına bağ olmamak için diğer ülkelere gidiyorlar. Sonra Arap ülkeleri savaşta yenilince ve o topraklar İsrail’in eline geçince Filistinliler geri dönemediler ve mülteci olarak kaldılar. Araplar ise İsrail’in tüm Arapları dışa göçmeye zorladığını söylüyor. Ortada iki tez bir gerçek var. O gerçekte milyonlarca Filistinlinin çözülemeyen sorunları. O dönemdeki mültecilerin çocukları hak iddia ediyorlar “ Ya İsrail bizi kabul etsin ya da bize tazminat ödesin ” diyorlar. Küçücük bir İsrail’in o kadar insanı 
ülkesine kabul etmesi, onları barındırması ve onlara istihdam sağlaması mümkün değil. Tazmin etmesi içinse bütün bütçesi bile yetmez. Bu sorun ne kısa vadede ne de uzun vadede çözülecek gibi görünmüyor. 

Bu mesele çözülmeden de birçok Arap anlaşmaya yanaşmıyor. Yani bu mesele oldukça karmaşık bir halde. Kudüs meselesi ise apayrı bir mesele. Kudüs 
tek tanrılı üç din içinde kutsal bir şehir. Bu özelliği hesap edilerek ayrı bir statü verilmişti. 1949’da Doğu Kudüs’ü Ürdün, Batı Kudüs’ü ise İsrail almıştı. Hatta 1950’de İsrail Batı Kudüs’e başkent demişti. 

1967’de yani 3. Arap İsrail Savaşı’nda Kudüs’ün doğusu da İsrail tarafından işgal ediliyor. 

Daha sonra ise Doğu Kudüs’ü ilhak edip;” Birleşik Kudüs sonsuza dek benim başkentim” diyor. Hemen hemen devletlerin tamamı bu kararı protesto 
etmişler ve kendi diplomatik temsilciliklerini Tel Aviv’den Kudüs’e taşımamış lardı. Ama 2000’lerden sonra ABD başta olmak üzere İsrail’in Başkenti olduğu fiilen kabul edilmiş gibidir. Bu durumu Müslümanlar kabul etmeyeceğine göre Kudüs sorunu çözülmeden bekliyor. Filistin meselesini içinden çıkılmaz 
duruma sokan iki başlık budur. 1950’lerin başlarından itibaren Filistin meselesinde yumuşamalar görülüyor. Çünkü o dönemde devletlerin dikkati İran, Türkiye gibi ülkelerde. Filistin değil petrol gündemdedir. 1952’de Mısır’da olağanüstü bir gelişme oluyor. Cemal Abdülnasır ortaya çıkıyor. 

Monarşi yıkılıyor ve Cumhuriyet kuruluyor. Cemal Abdülnasır Arap politikalarına hükmeder duruma geliyor. 1956 yılında Süveyş Kanalını millileştiriyor. 

Bu İngiltere ve Fransa’nın bölgeden ekarte edilmesi anlamına geliyor. Bunun üzerine Londra’da konferanslar yapılıyor. Maalesef Türkiye bu konuda hep batının yanında yer alıyor. Sonra İngiltere ve Fransa durumu düzeltemeyecekleri ni anlıyor ve İsrail, Fransa ve İngiltere Dışişleri Bakanları İsviçre’de Serv’de bir araya geliyorlar ve Sevr Protokolü imzalıyorlar. Bir savaş senaryosu yazılıyor ve uygulamaya geçirme kararı alınıyor. Senaryoya göre, İsrail, Mısır topraklarına girmeye başlayacak. İşgale uğrayan Mısır birlikleri karşılık verince İngiltere ve Fransa hem İsrail’e hem de Mısır’a “Derhal ateşi durdurun. Süveyş kanalının x metre kadar gerisine çekilin” diyecekler. İsrail buna uyacak ama Mısır uymayacak  Mısır uymayınca İngiltere ve Fransa Mısır topraklarına girerek kanalın iki yakasını kontrole alacaklar. Serv’de alınan bu kararla savaş 
senaryosu hiç sapmadan uygulamaya konuluyor. 

Bunlar olurken ABD başkanlık seçimleriyle uğraşıyor. SSCB ise Macaristan’ı dize getirmekle meşgul. O dönemde Macaristan’da komünizmden sapmalar 
yaşanıyor. 1956 yılında SSCB tankları Macaristan’a giriyor ve bu ayaklanmayı bastırıyor. Zamanlama da mükemmel bir durumdur. Tabi sonuç İngiltere ve Fransa’nın beklediği gibi olmuyor. Rusya Macaristan’ı dize getirdikten sonra önce İngiltere ve Fransa’ya bölgeden çekilmelerini söyleyen nota gönderiyor. 

Amerika’ya ise beraber bölgeye asker çıkarıp, durumu normalleştirmeyi söylüyor. O dönemde ABD Başkanı Eisenhower, Sovyetlerin Ortadoğu 
bölgesine asker çıkarması teklifinden rahat-sız oluyor. Çünkü Sovyetler ilk defa bölgeye asker çıkarmaktan bahsediyor. Bunun üzerine Sovyetleri daha fazla galeyana getirmemek için Fransa ve İngiltere’ye ültimatom vererek derhal bölgeden çekilmelerini istiyor. İngiltere ve Fransa bu ültimatoma uyarak bölgeden çekiliyor. Böylelikle Nasır misyonunu tamamlamış oluyor. Çünkü bu olayla ABD Ortadoğu’ya giriyor, İngiltere ve Fransa bölgeden tamamen çıkıyor. Eisenhower sonraki seçimlerde yeniden seçiliyor ve Sovyetlerin bölgeye asker çıkarmasından endişelendiği için 1957 yılında Eisenhower Doktrini’ni ilan ediyor. Bu doktrinin özelliği; “İsteyen bölge devletleri, benden yardım istediği zaman, ben bölgeye asker sokarım”. Bu tarihten sonra Ortadoğu bir dizi krize sahne oluyor ve ABD hepsinde asker kullanıyor. 

1950’li yılların sonundan itibaren Yaser Arafat’ın öncülüğünde FKÖ’nün kurulduğunu görüyoruz. 1969 senesinde El Fetih ve FKÖ birleşmişlerdir. 
1960’lı yıllarda özellikle sonra çarpışmalarında FKÖ’nün etkili olduğunu görüyoruz. Özellikle Ürdün’den İsrail’le giriş yaparak sınır çatışmalarını 
sürdürüyorlar. 1967 3. Arap-İsrail Savaşına kadar çatışmalar bu şekilde devam ediyor. Bu savaş Filistin meselesi açısından bir dönüm noktası teşkil eder. 1967 yılına kadar Filistin-İsrail çatışmasının özü İsrail’i bölgeden defetmek, bu devleti haritadan silmektir. İsrail içinse kendi varlığını idame ettirebilmek için mücadele etmekti. Ama 1967 yılındaki savaştan sonra her şey değişti. Bu savaş altı gün sürmüştür. İsrail altı gün içerisinde tüm Suriye, Ürdün, Irak ve Mısır birliklerini deyim yerindeyse perişan etmiştir ve topraklarını Mısır’dan Sina yarımadasına 
kadar genişletmiştir. Bu savaştan sonra 242 sayılı BM kararı alınmıştır. Bu karar “belirlenmiş sınırlar” tabirini kullanarak İsrail’in varlığını ve o anki sınırlarını 
garantiye almıştır. Bu kararı Filistinli Araplar reddetmişlerdir. Bundan sonra Arapların stratejisi, İsrail’in varlığına son vermekten işgal edilmiş topraklarını 
geri almaya dönüyor. İsrail’in stratejisi ise “barış için toprak politikası”na dönüyor. Ne kadar barış o kadar toprak diyor. 1967 savaşından sonra 
uluslararası ortamda bir yumuşama görülüyor. Bu yumuşama Ortadoğu’daki ilişkileri de etkilemeye başlıyor. Özellikle ABD, Ortadoğu’daki sorunları 
çözmek için harekete geçmeye başlıyor Mekik diploması denilen bir diploması türü geliştiriyor. Mısır, ABD, İsrail arasında adeta mekik dokunarak Mısır 
ve İsrail barıştırılmaya çalışılıyor. 1970 yılında Cemal Abdülnasır öluyor ve yerine “aptal” olarak nitelendirdikleri Enver Sedat geçiyor. Mısır askerlerinin 
amacı bu silik kişiliği başa geçirip elinden yetkilerini almayı planlarken Enver Sedat bambaşka çıkıyor. Bunu sağlayanda arkasındaki güçtür. Ben 

4. Arap-İsrail Savaşı’nın da senaryo savaşı olduğunu düşünüyorum. Bu savaş sonunda ne Mısır ne de İsrail galip gelir. Bu savaşla Mısır’a prestiji iade edilmiştir. Bu savaştan hemen sonra mekik diplomasi devreye girer ve nihayetinde iki devlet ABD aracılığıyla uzlaşır. İsrail’i ziyaret eden ilk Arap lider Enver Sedat’tır ve İsrail meclisinde bir konuşma yapar. Arkasından İsrail Devlet Başkanı Mısır’a gitmiştir. Mısır İsrail’i tanımaya hazır hale gelmiştir. Bu tanıma 
da 1978 Camp David Anlaşmalarıyla olmuştur. Sina yarımadasındaki topraklarını geri alma karşılığında İsrail’i tanıyor. Ve tabi ki Arap Dünyası’ndan da tecrit ediliyor. Mısır, İsrail’i tanıdığı andan itibaren, bölgede en çok ABD yardımı alan ikinci ülke oluşur. Mısır’ın İsrail’i tanımasından sonra olaylar daha farklı bir seyre giriyor. Arap-İsrail Anlaşmazlığı, 1979 yılının Şubat ayında gerçekleşen İran İslam Devrimi ve 1979 yılında Sovyetlerin Afganistan’ı işgal etmesiyle Ortadoğu gündeminde geri plana düşüyor. 1980 yılında sekiz yıl boyunca sürecek olan 
İran-Irak Savaşı başlıyor. 1987 yılında 1. İntifada’yla Arap-İsrail sorunu tekrar gündeme geliyor. Bu yıldan itibaren sorunun çözümüne ilişkin Madrid görüşmeleri başlıyor. 1988 yılında Yaser Arafat, 242 sayılı kararı kabul ediyor yani dolaylı olarak İsrail’i tanımış oluyor. Madrid görüşmelerinden sonra imzalanan ilkeler bildirgesi ve Oslo Anlaşması’da resmen İsrail tanınmış oluyor ve Filistin Devleti’nin aşama aşama kurulmasına karar veriliyor. Fakat bu 
aşamaların hiçbirisi gerçekleşmiyor. Suriye, Lübnan ve Ürdün’le görüşmeler başlatılıyor. Arap Ülkeleriyle yapılan barış görüşmeleri sadece Ürdün’ün İsrail’i 
tanımasıyla sonuçlandı. Üstelik Filisin Devleti’nin kurulmasına giden yol İsrail’in politikalarıyla tıkandı. 2000 yılında 2. İntifada olayı patlak verdi. 

2. İntifada kasap lakaplı Ariel Şaron’la ilgilidir. Muhalefet Lideri olan Ariel Şaron Müslümanlarca kutsal olan El Aksa Camii’ni ziyaret ediyor. Bu ziyarete Cuma namazından çıkan Filistinli Araplar büyük tepki gösteriyorlar. Bu andan itibaren Ariel Şaron’un iktidarıyla sonuçlanacak olan 2. İntifa’da başlıyor. Şaron iktidara geldikten sonra uzlaşmaz bir tutum sergiliyor ve barış görüşmeleri sekteye uğruyor. Arapların tamamen olaydan çekilmesiyle Filistin-İsrail meselesi haline gelen olay çözümsüz kalıyor. 2004 yılında Yaser Arafat hayatını kaybediyor. 
Onun yerine daha batı yanlısı olan Mahmut Abbas Filistin Başkanlığı (İlkeler bildirgesi ile Filistin, Filistin Özerk Yönetimi oluyor) görevine getiriliyor. 
2006 yılında yapılan genel seçimlerde HAMAS büyük bir farkla hükümet olmaya hak kazanıyor. 

Bu da Filistin’in ikiye bölünmesine yol açıyor. Gazze’ye hakim olan Hamas iken Batı Şeria’ya El Fetih hakim oluyor. Şuan Gazze abluka altındadır. 

Teşekkür ederim. 


ORSAM ORTADOĞU  YAZ OKULU - 2011 






***