KURAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KURAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Şubat 2020 Cumartesi

Medeniyetin Ortak Paydasında İnsan olmak: Yeni bir Bilimsel algı Çerçevesi, BÖLÜM 2

Medeniyetin Ortak Paydasında İnsan olmak: Yeni bir Bilimsel algı Çerçevesi, BÖLÜM 2




  Özellikle sosyal bilimlerde halen kullanılmakta olan ortak ölçütlerin çoğunda 
“öznellik” ağır basmakta ve “nesnel” kabul edilebilecek durağanlıkta 
veri temini mümkün olmamaktadır. Bunların ortak akıl ürünü bilgi üretebilmesi 
için “paylaşılmışlıkları artırılmaya” (daha durağan hale getirilmeye) 
çalışılmaktadır. Aslında, bu ad ile anılmasa ve sınırlıkları yeterince dikkate 
alınmasa da, halen pek çok alanda kullanılan ölçütler bu türdendir! Bu anlamda, 
durağan ortak ölçüt arayışı yeni değildir - “psikometri” ve “ekonometri” 
gibi alanlar bu yaklaşımın yaygın olarak bilinen uzmanlıklarıdır. 

Henüz nesnelleştirilemeyen “paylaşılmış öznellikler” arayışında bilimsel diyalog önemlidir. Bu amaçla, uzman paneller ve gelişmiş istatistik  çözümleme ler sıkça kullanılmaktadır. Ayrıca, medeni dünyada “evrensel” kabul görmüş ve çeşitli uluslararası sözleşmelerle koruma altına alınmış “temel insan hak ve özgürlükleri” gibi ölçütler de saygın “paylaşılmış öznellikler” olarak kabul görmektedir. Bu bağlamda, “düşünce ve inanç özgürlüğü” adeta bütün özgürlüklerin taşıyıcısı olarak önemsenip tirizlikle korunmaya çalışılan temel insan hakkı olarak tescil edilmiştir. 

Kuşkusuz, ölçütteki öznellik payı arttıkça toplumsal uzlaşılar da zorlaşır. 
Uzlaşma ilke, emek ve zaman ister. Böylesi bir uzlaşının anahtar ilkesi yada 
kuralı farklılıklarda mantık aramaktır. 

Bu süreç, bireysel akılların Yaratıcı iradeye yaklaşma yönünde birlikte bir 
mükemmellik arayışı olarak da algılanabilir! Medeni dünyanın önemsediği 
bu algı henüz yeterince anlaşılıp yaygınlaştırılamamış olsa bile, İslam’ın 
asırlar öncesinden koyduğu “meşveret” ve tasavvufta “başkalarından yana 
olmak” (farklılıkları başkalarına mutluluk verecek şekilde değerlendirmek) 
diye açıklanan ilkeler ile açıkça teşvik edilmiştir. Dolayısıyla, “ Farklılıklarda Mantık aramak”, bilimsel bir gereklilik olduğu kadar dinen de hoş görülebilir bir ilkedir denilebilir. 

Bu yaklaşımda, her görüş ya da algı çerçevesi sınanmaya ve değerlendirilmeye 
değer sayılır. Uzlaşma, her zaman “benzer algı ve uygulamaların kabulü” anlamına gelmez; farkın varlığının tespiti ve birlikte var olma iradesinin 
oluşturulması da önemli bir uzlaşıdır. 

Bu gerçeklikler ışığında, sınırlıklarının da bilincinde olarak, bütün algısal 
irade kaynakları daha rasyonel olarak kullanılabilecek; belki insanlığın barış 
içinde birlikte yaşayabilme şansı artacaktır. 

Gerçekten de, yirmi birinci yüzyılda, birey ve toplum yaşamında hissedilen 
pek çok problemin barışçıl yollarla çözümünde “ortak toplumsal algı” önemli dir. Bu “ortak algı”, bazen “nesnel”, ama çoğu zaman, “paylaşılmış öznellikler” türünden algısal ölçütlerle elde edilebilmektedir. Bu anlamda, ortak ölçüt kavramı, bilim ve teknolojinin geliştirilmesi kadar, düşünce ve inanç özgürlüğünün yaşandığı çoğulcu demokratik toplum yapısının da “olmazsa olmazı” sayılır. Medeniyetin ortak paydasının “ideali” katılımcı demokratik yapı, ancak paylaşılmış öznellikler ile kurulabilir ve yaşatılabilir. 

Bu bağlamda, medeni dünyanın en büyük başarısı, galiba, “eşit koşullarda 
birlikte var olma” ortak ölçütünde (ilkesinde) uzlaşmış olmaktır. Bunun 
için, mümkünse “nesnellik”; değilse, ortak algısal ölçütlü “paylaşılmış öznellikler” üzerinden yürütülen süreç ve ürünlerin geliştirilmesine çalışılır. 
Zira gerçeğe yaklaşmada, henüz insanoğlunun üretebildiği daha güvenli bir 
yol bilinmemektedir. 

Ortak algısal ölçüt kullanımını teşvik eden pek çok ilmi ve dini gerçeklikten 
de söz edilebilir. Dini açıdan, “tevhit” algısının giderek daha bilinçli şekilde insan hayatına yansıması ve “ortak akıl ve ortak gönül”e dayalı uzlaşıların giderek daha yoğun aranır olması önemli bir gelişmedir. Sıkça sözü edilen “dinler arası diyalog” çalışmaları da bu ortak algı arayışının bir ürünü olsa gerek. Bilim kaynaklı en etkili gelişme ise, yirminci yüzyılda fizikte yaşanan “Kuantum devrimi” ile her türlü bilimsel ürünün, kesin ve mutlak değil, “olasılıklı algısallık” olarak yorumlanabileceği gerçekliğinin daha iyi anlaşılması ile yaşanmıştır. 

Kuantum devrimi ile bilim adamlarına, adeta, “yanılabilme hürriyeti” tanınmış; 
sosyoloji, psikoloji vb sosyal bilim alanları yanında, öznellikte belki en uç örnek olan inanç alanında da, isteyenler için, “paylaşılmış algısal ölçütler” ile bilimsel irade algılı uzlaşma arayışı daha bir saygınlık kazanmıştır. 

Bir başka ifade ile öznel alanlarda yapılan bilimsel çalışmalardaki “çekingenlik” 
havasını azaltıp, daha çok cesaretlendiren bir ortam oluşmuştur. 

Daha açık bir deyişle, bilimdeki geleneksel nesnel ve mutlâkiyetci algı yıkılmış; 
öznelliğin en yoğun yaşandığı kutsal algılı inanç alanı bile “ortak akıl/ gönül” merakına açılmıştır. 

İnanç alanında “ortak ölçüt” hakemliğine başvurmak da dini bir gereklilik 
gibidir.12 Kur’an’da araştırma, bilim ve akıl yüceltilmekte; bilinçli inanma 
önemsenmektedir. Örneğin, “Hac:8-9”da ilmi olmayanların kibirlerine ve 
insanları Allah yolundan saptırmalarına dikkat çekilmektedir! 

Bu durum insan doğası ya da daha somutta insan zihninin işleyişi ve öğrenme 
süreci ile de bire bir uyumludur. Her şeyde olduğu gibi, insan, dini de ancak kendi araştırıcı çabası ile anlayıp içselleştirebilir. Bu nedenle, ortak akıl/gönül ile geliştirilen kavram, süreç ve ölçütlerin dini anlama ve yaşamada da kullanılması Yaratıcı güç’ün de istediği ilahi bir buyruk olsa gerek. 

Bütün bunlar, Allah’ın kullarına bahşettiği akıl ve gönül’ün sistematik 
hakemliğine başvurmak anlamına da gelmektedir. Bu hakemlik sürecinde, 
muhtemelen, iman yansıması olan gözlenebilir amel sorgulaması hedef 
alınabilir. Allah’a iman, kolay değişmeyen öznel bir kabul ya da yaşam felsefesi dir. Kişinin kendisi dışında buna kimse nüfuz edemez; Allah’tan başka kimse de bunu bilemez ve değerlendiremez. Bir başka deyişle herkesin kendi “öznel algısal ölçütü” kendisi için değerlidir; bu anlamda “ortak algısal ölçüt” arayışı bile gereksiz görülebilir. Ancak, “geçerlik” algısıyla olmasa da, farklı inanç algılarına sahip kişilerin birlikte yaşamasının kurallarını oluşturmada bazı amellerde “ortak ölçüt” arayışı kaçınılmazdır. Bu amaçla, imanın “amel” sayılan (davranışa yansıyan) algı ve uygulamaları, bilimsel yöntemin ortak ölçütleri olan geçerlik (validity) ve iç tutarlık (reliability) sorgulamalarına açılabilir. Tek başına “tutarlık” sorgulaması bile, gerçek hayatta, “kültürel kalıplaşma” ürünü olarak, başkaca bir geçerlik ya da tutarlık endişesi taşımadan yerleşen birçok algı ve uygulamanın ayıklanmasına; böylece, Kur’an-i temelde “iman amel” örtüşmesine ciddi katkılar sağlayabilir. 

Belki ancak böylece, bütün öznel alanlarda ortak aklı işletmek; özellikle 
din, mezhep vb inanç farkları nedeniyle yaşanan ve bazen cana kıymaya 
varan karşıtlıkları anlamak ve önlemek mümkün olabilir. Kuşkusuz, birlikte 
yaşama sözleşmesi yaparken, ortak ölçüt arayışında bütün algısal irade 
kaynakları bir şekilde değerlendirilerek, insanın ve toplumun bütününe 
hitap edilebilmek son derece önemlidir. Aksi halde, muhtemel boşlukların 
doldurulmasında “çıkara dayalı bireysel öznellikler” artar, ortak akla dayalı 
evrensel ilke ve uygulamaları hayata geçirmek zorlaşabilir! 

Böylesi bir ortak ölçüt arayışında, tek bir gerçeklik algısı kadar, farklı gerçekliklerin varlığı ve bunların birlikte yaşanabileceği algısına ulaşılması da 
mümkün ve aynı ölçüde önemlidir. Bu anlamda, her uzlaşı birlikte yaşama 
sözleşmesi için temele konulan önemli bir taş gibidir. 

Yazar, paylaşılmış ortak ölçüt arayışının önemli bir mekanizması olarak 
geliştirdiği “evet, …; fakat, … sarmallı bilimsel diyalog süreci”ni önermektedir. 



Şekil 3. 

Bilimsel diyalog, etkileşimli bir iletişim modelidir. Amaç, özellikle inanç 
vb duygu ve değer yoğun alanlarda toplumsal uzlaşı sağlamaktır - “ben” ve 
“sen”i “biz” yapmaktır; bir başka deyişle, “bireysel öznellikten paylaşılmış 
öznelliğe” geçişi ya da farklı gerçeklik algıları ile yüzleşerek “birlikte var 
olma” uzlaşısı sağlamaktır. 

Bilimsel diyalogda başarı “farklı görüşlerde mantık arama; ölçütlü ve bağıntılı 
düşünme; ortak ölçütlülük; yanılabilmenin peşinen kabulü; kuşkuculuk; 
olasılıklı yargı; sabır ve kanıt için kararı erteleme gibi bilimsel tutum ve 
davranışlara uygun hareket etmekle sağlanabilir. Bu modelde etkileşim için 
küçük grupla çalışmak esastır. Bu yaklaşım, grubun küçüklüğü ve sözlü iletişim 
yoğunluğu nedenleriyle, yöntembilimdeki yaygın kullanımı ile “odak 
grup görüşmesi” (focus group interview) olarak da anılabilir. 

Bilimsel diyalog, özünde, problemin farklı düşünen tüm taraflarının katıldığı 
eleştirel düşünme sistematiğinde bir öğrenme sürecidir. Bu süreçte 
taraflar, gönüllü olarak, birbirlerinin ortaya koyduğu açıklama, gerekçe ya 
da seçenekleri karşılıklı olarak anlamaya, onlarda mantık, tutarlık ve mümkünse 
geçerlik aramaya, eleştirmeye, elemeye ve paylaşmaya; bu mümkün 
değilse, herkesin yanılabilme hürriyetini kullanarak “farklılıklarla bir arada 
yaşayabilecekleri” bir toplumsal sözleşme yapmaya çalışır. 

Süreç olarak, bilimsel diyalog, öz’de, bilimsel yöntemdeki basamakları izler. Yani, önce hissedilen güçlüğün problem olarak tanımlanmaya - hangi  değişkenlerin etkili olduğu ve aydınlatılması gerektiği, hangi ilişkilerin var olabileceği vb tespit ve tahminlerde bulunulmaya; hangi sorulara cevap 
aranması gerektiğine; bu süreçte hangi ölçütlerin kullanılabileceğine; benzerlik 
ve farklılıklar hakkında bilgilenilmeye; farklılıklara yaşama hakkı tanınması da dahil, “ortaklaşa kabul edilebilir” algı ve uygulamalara ulaşılmaya çalışılır. 

Bu süreçte aranan nicel ve nitel verilerin toplanması ve değerlendirilmesinde 
de bilimsel yöntem sürecindeki teknikler kullanılır. Bu amaçla, diyaloga 
taraf olanlar, “görüşme”ye ön hazırlık olmak üzere, belgesel tarama, gözlem, görüşme ve yazışma yolu ile topladığı bilgilerle, tartışmaya konu olabilecek muhtemel noktaları önceden belirlemeye çalışırlar. Başarılı bir diyalog süreci için, bu tür bir ön hazırlığın önemi büyüktür. 

Bilimsel diyalog’da, tartışmalar, farklılıklara saygı temelinde, mümkün olduğu ölçüde, karşı tarafın özgürlük alanını genişletip rahatlatmak amacıyla yapılır. Bunun için süreç, karşıdakinin “güçlü/haklı” görünen yanları samimi olarak anlaşılmaya çalışılıp vurgulanarak sürdürülür. Böylece, birlikte çalışmak ve/veya var olmak için uygun bir güven ortamı hazırlanır. 

Daha sonra, o bağlamda bilinmediği, karanlıkta kaldığı, eksik ya da yanlış 
algılanmış olabileceği sanılan farklı talepler de dile getirilebilir. 

Bu süreçte, başlangıçta var olan görüş ayrılıklarını gidermenin ya da azaltmanın ya da birlikte var olmaya karar vermenin anahtar kavramı, diyalogda, karşılıklı olarak “EVET” diyebilmeye çaba harcamaktır. Buradaki “evet”, karşı tarafın mantığını anlamaya çalışmanın, mümkünse paylaşmanın ya da muhtemel farklılığa saygı duyulup birlikte var olma arayışının samimi bir göstergesi olmalıdır. Zira her görüşün kendine göre bir mantığı vardır; diyalogda karşı tarafa düşen, öncelikle bu mantığı anlamaya çalışmaktır. 

Bu anlamda, “evet, gerekçeni anlıyorum; galiba şunu … düşünüyorsun; 
bu yönü ile haklı da olabilirsin; en azından bu farklı algıda bulunmana saygı duyarım” mesajı verilerek, iletişim rahatlatılır. Karşı tarafın buna vereceği karşılık da benzer bir “mantık arama” söylemi ile olur. Böylece, taraflar arasında 
başlangıçta sürtüşmeye de yol açan farklı algılar giderek örtüşmeye ya da 
saygı içinde birlikte var olma noktasına evrilir. 

Özetle, bilimsel diyalog bir “ölçütlü eleştirel düşünme ve sorgulama sürecidir. 
Bu süreçte, karar dayanağı olarak kullanılmak üzere, olabildiği ölçüde 
net ve objektif sorularla bilgi alışverişinde bulunulmaya çalışılır. Kimsenin, 
“hazır doğrular” ile başkalarına “nasihat” etmesi beklenmez. Aksine, düşündürücü, sorgulayıcı, ilham verici sorularla, karar sürecinde, kişinin görebildiği seçenek haritasını önce zenginleştirmek; sonra da, karşılıklı sorularla 
bu seçenekleri eleyip bir uzlaşıya varmak amaçlanır. Bu nedenle, olabildiği 
kadar çok sayıda ölçüt geliştirilmeye ve soru sorulmaya çalışılır. Zira her bir 
ölçüt ve buna bağlı olarak sorulanlar çözüm seçeneklerini ve başarı olasılığını 
artırır; zihinlerdeki karanlık noktalar bu sorularla aydınlanır. Sorgulanmadığı 
için fark edilip düzeltilemeyen geçmiş saplantılardan kurtulmanın bilinen en sağlıklı aracı sorulardır; çünkü değişim zihinseldir, zihni etkinleştiren 
de sorulan sorulardır. 

Bu bağlamda, galiba, başarının sırrı sorulan soruların niteliğinde saklıdır. 
Benzer sorunların sürekli olarak yaşandığı din gibi değer yargılarının yoğun 
olduğu alanlarda yeni açılımlar, ancak, soruları değiştirmekle mümkün olabilir. 
Eskiden beri kullanılmakta olan “yargılayıcı sorular”, eski cevapların bir tür tekrarından öte gitmeyen sonuçlar doğurur! Oysa öyle sorular vardır ki, alanında devrim yaratır. Göçebe toplumların “suya nasıl ulaşırız?” sorusundan “suyu buraya nasıl getiririz?” sorusuna geçişleri ile “tarihin akışını değiştirip”, yerleşik düzene yönelmeleri buna klasik ve güzel bir örnektir.13 

Bu nedenle, “özgürce soru sormak” hayati önemdedir. Tıpkı bilimsel yöntemde “her gerekçeli iddiaya (hipoteze/denenceye) sınanma hakkı verildiği” gibi, bilimsel diyalog sürecinde de herkesin zihninde oluşan soruyu sorma ve ona cevap arama/alma hakkı vardır. 

Bilimsel diyalog süreci hemen her konuya uygulanabilir bir yapıya sahiptir. 
Diyalog’da, herkesin nesnel bir ortak ölçüt üzerinde anlaşması her zaman mümkün olmayabilir. Bunun yerine, bireysel algı ve uygulamalar anlamındaki “öznellikler” üzerinden fark edilebilirliğin artırılması; onlara yaşama hakkı tanınması; nihayet mümkünse, “bireysel öznellikten paylaşılmış öznelliğe” geçiş için çaba harcanması önem taşır. Böylece, insanların var olan bireysel farklılıklarıyla, barış içinde birlikte yaşamalarına imkân verecek bir uzlaşma kültürünün oluşumuna ortam hazırlanmış olabilir. Örneğin, nesnel ölçütlü bilim algısına en uzak görünen dini konularda iman esaslarının daha iyi anlaşılması, amel’in nihai amaç (misyon) geçerliği ve iç tutarlık açılarından sorgulanarak iyileştirilmesinde de bilimsel diyalog 
önemli bir rol oynayabilir. 

Sağlıklı bir diyalog süreci başlatmanın ve var olan düşünce tıkaçlarını görebilmenin, belki de, ilk koşulu, bilerek ya da bilmeyerek ve tümü ile “doğru” 
kabul edilip tartışmaya kapatılan varsayımların fark edilmesi ve sorgulanmasına 
açık olmak; hatta böyle bir sorgulama süreci ile işe başlamaktır. 

Bu anlamda diyalog, farklılıkların fark edilmesi üzerinden yanlış algıların 
(“doğru” sanılan “yanlış”ların – “galat-ı meşhur”ların) düzeltilmesi için etkili 
bir mekanizmadır. Hintli bir şahsın, sohbet ettiği bir Hıristiyan’a, “kutsal 
saydıkları için inek eti yemedikleri” açıklamasında bulunurken, bunu 
“Müslümanların domuzu kutsadıkları için yemedikleri” benzetmesinde bulunması 
yanlış bilgi ve varsayımların ne denli çarpık değerlendirmelere yol açabildiğinin bir örneğidir. 

Algılardaki farklılaşmalar hayatın bir gerçeğidir. Bunun çok önemli bir 
nedeni de algısal irade kaynaklarının bütününün farkında olamayıştır. Herkes, 
kendince bunlardan bir yada bir kaçı ile karar verirken ya da onlardan 
etkilenirken, başkalarının pozisyonlarının arka planından habersiz gibi yaşar 
ve uzlaşmak zorlaşır. 

Diyalogun amacı farklılıkları ortadan kaldırmak kadar ve hatta belki ondan 
daha da önemli olarak, farklılıklarla bir arada yaşayabilmenin yolunu 
açmaya çalışmaktır. O kadar ki, tek tanrılı dinlerdeki “yaratıcı” (Allah, Tanrı) 
kavramının niteliğinde bile tam bir uzlaşma olduğu söylenemez; ama 
inanan herkes beyan edilmiş yada edilmemiş haliyle böyle bir güce inanır. 
Bu durumda, diyalog ile algıları tek’e indirgemekten çok “farklılıklarla bir arada 
yaşayabilmeyi kolaylaştırmak amaçlanır. 

Bu yönü ile bilimsel diyalog bir kazanma-kaybetme çekişmesi (yarışması) 
değil, birlikte kazanma/birlikte var olma arayışıdır. Bu nedenle, iletişimde 
içerik ve sunuş karşı tarafı “güç durumda bırakma”, “köşeye sıkıştırma”, 
“mat etme” ve benzeri duyguları değil, konuya ilişkin samimi “öğrenme” 
ve “aydınlanma isteğini” yansıtan türden olmak durumundadır. Zira diyalog, 
yargılamak değil, öğrenmeye odaklı, akla takılan sorulara cevap arayan, 
mevcut kabulleri (varsayımları) sorgulayan ya da var olan tahminleri (hipotezleri) sınayan ortak ölçütlü bir arayıştır. 

Özetle ifade etmek gerekirse, belki yaratılışın da bir gizi olarak, müzelik 
olma derecesinde farklılaşan insanlar birlikte yaşamak ister. Medeni dünya, 
bu amacı “farklılıkların birlikte var olabildiği” gönüllü uzlaşı olan “katılımlı 
demokrasi” gibi sistemler ile gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Kuşkusuz, çabaların başarısı, insanların diyalog sürecinin tasarım, içselleştirme ve uygulanmasındaki yetkinliğine bağlıdır. 

Temel Araştırma: Kademeli Algı 

Ölçütlerdeki paylaşılmış öznelliğin fark edilmesinin araştırma algısında 
da bir yansıma bulması gerekir. Burada, geleneksel “temel” ve “uygulamalı” 
araştırmalara farklı bir algı çerçevesinden bakılmaya çalışılmıştır. En 
önemli fark “temel araştırma”nın “bilgi üretme” işlevi öne çıkartılarak, çoğu 
nesnel ölçütlü fen ve tabiat bilimlerinde “kuram” ile eşleştirilmiş geleneksel 
bağından kopartılmasıdır. Bilindiği üzere kuram, pek çok araştırma ile üretilen 
bilginin sistemleştirilmesi sonucu ve nadiren elde edilen bir bilgidir. 
Yani, her bilimsel çaba bir bilgi üretebilir; ama her bilgi kuram değildir. Kaldı 
ki bir bilginin değerli sayılabilmesi için illa kuram düzeyinde olması da 
gerekmez; çoğu zaman bu mümkün de değildir. Aksine, pek çok sosyal bilim 
alanında ancak gerçekleşen kuram öncesi aşamaları da önemseyen yeni 
bir “algı çerçevesi”ne ihtiyaç duyulmaktadır. Şekil 4’de bu durum sembolize 
edilmiştir. 

  Bu yeni algıda temel araştırmalar, üretilen bilginin özelliğine göre kademelen dirilmektedir. 
Birinci kademe, alana ilk giriş niteliğinde, karşılaşılan problemin gerçekten ne 
olduğu ve hangi değişkenlerle bağlantılı olabileceğinin “kabaca” belirlenmesi 
anlamında bir “keşif” çalışması olan “açımlama” düzeyidir. 

  İkincisi kademe, mevcut durumun, probleme neden olduğu sanılan 
değişkenler ve aralarındaki olası ilişkileri daha ayrıntılı olarak “tespit” 
anlamında bir “ayrıntı saptama” düzeyidir. Bunlar bilimin “anlama” işlevine 
dönük, “nedir?” sorusuna cevap arayan çabalardır. Üçüncüsü, problemi 
etkilediği tahmin edilen değişkenler arasında var olduğu sanılan nedensel 
ilişkilerin belirlenip sınanmaya çalışıldığı  “ Neden Saptama ” kademesidir. 
Nihayet, son aşamada, problem alanındaki oluşumları sistematik ilişkiler 
şeklinde açıklayabilecek “kavramsal bütünlük” çalışması olan “kuram geliştirme” 
düzeyinde bilgi üretimi yer alır. Bu son iki düzeyde bilgi üretimi 
çabası bilimin “açıklama” işlevine dönük “niçin?” sorusuna cevap arayan 
daha rafine ve üst düzey bir bilimsel etkinliği yansıtır. Alanın gelişmişliğine 
göre, bilgi üretim düzeyleri de belli bir hiyerarşi içinde yükselir; bazen de 
hiyerarşi izlenmeden sıçramalar yaşanır. 

Böyle bir kademelendirme, nesnel konular yanında, din vb öznel alanlarda 
da “temel araştırma” çabasını özendirecektir. Zira geleneksel “temel 
araştırma” kavramı, büyük ölçüde, nesnel alanlarda ve yalnızca “deneme” 
modelli bir süreç içinde ve “kuram” geliştirmeye dönük çalışmalarla sınırlı 
algılanırdı. Oysa burada, sınırlıkların da bilinci ile din vb öznel alanlarda da 
bilimin “anlama” (keşfetme) ve bir ölçüde de “açıklama” işlevlerine uygun 
araştırmaların yapılabileceğine dikkat çekilmektedir! Böylece, hayatın bütün 
halinde kavranmasına yardımcı olunabileceği umulur. 

Uygulamalı araştırmalarda da genelde yaşanan bir algı hatasının düzeltilmesi 
gerekmektedir. Öz itibarıyla, uygulamalı araştırma temel araştırmada 
elde edilen ya da uygulamalı araştırma sürecinde açığa çıkartılan bilginin 
problemin fiili çözümüne yansıtılması sürecidir. Uygulamalı araştırmalar, 
bir dizi “deneme-geliştirme” çabasından oluşur. Bunlar probleme taraf olanlarca, algıladıkları sorunların çözümünde sahip olunan öznel ve/veya nesnel 
bilginin birlikte değerlendirilmesi anlamındaki “aksiyon (“action”/eylem)” 
ile denenmiş ürün ve uygulama geliştirmeye dönük “AR-GE” (R&D) 
araştırmaları olarak sınıflandırılmaktadır. Uygulamalı araştırmalar bilimin 
“kontrol işlevi” ile bağlantılıdır – ki buna “teknoloji” de denilebilir. 

Aksiyon araştırması, bilimsel diyaloga dayalı bir süreçtir; güncel literatürde, 
sıkça, “atölye (“workshop”/yön arama) çalışması” ya da “çalıştay” olarak da anılmaktadır. Bu tür bir araştırma, tercihan bir uzman yöntem bilimcinin  kolaylaştırıcılığında, probleme taraf (paydaş) olan ve çözüm arayan 
sınırlı sayıda kişinin aktif olarak katıldığı sistemli bir diyalog süreci ile 
gerçekleştirilir. Bu süreçte, her paydaşın dile getirdiği “doğru”lara, sonuna 
kadar tanınma ve sınanma hakkı verilir ve bütün bunlardan bir “ortak akıl” 
ürünü oluşturulmaya çalışılır. 




Şekil 4. Araştırma Tür ve Düzeyleri 

AR-GE türü çalışmalar geleneksel olarak mühendislik alanlarında daha 
yaygın olmasına rağmen, bütün alanlarda uygulanabilme potansiyeli vardır. 
Muhtemel ürünler bir dizi deneme sonunda elde edildiğinden, genelde 
gerektirdiği zaman uzun ve maliyet yüksek olsa da problemlere geçerli ve 
güvenilir çözümler bulmada son derece başarılı bir süreçtir. 

Uygulamalı araştırmalar, genel felsefe ve işleyiş itibarı ile din gibi öznel 
alanlarda da pekala gerçekleştirilebilir. Bu amaçla, kişi isterse, dinini daha 
bilinçli yaşayabilmek adına, dini algı ve uygulamalarını “dinin nihai amacı 
(misyonu)” ile ne kadar uyumlu/geçerli ve kendi içinde ne kadar tutarlı 
olduğu anlamında bir iç denetim ve değerlendirmeye (rasyonelleştirme sürecine) açabilir. 

Bilim/İlim: Sistemleştirilmiş Ortak Algı 

Bilimsel algı çerçevesi ile gerçekleştirilecek yeni kavramsallaştırma ihtiyaç 
alanından önemli biri de çeşitli kesimlerce farklılaştırılarak14 kullanılan 
“bilim” ve “ilim” terimleri için ortak bir algı çerçevesi oluşturmaktır. 

Farklı algıların ulaştığı uç nokta, galiba, “ilim”i İslam’a özgü bir kavram 
olarak algılayıp, “bilim”i Batı’nın pozitivist anlayışının ürünü sayan bir algıdır. 
Bu algıda ilim ”kainatı ve Kur’an’ı okuyarak” elde edilir; bilim ise doğayı 
ve hayatı gözlemleyerek. 

Bilindiği üzere, mevcut katı pozitivist bilim algısı nesnel ölçütlü gözlenebilenlerle 
sınırlıdır; özellikle dini literatürde sıkça geçen ilim algısı ise, “akıl ve gönül”ün öznellikleriyle algılanan, Kur’an ve hadis kaynaklarının yorumu anlamında, Yazar’ın “rasyonalizasyon” diye ifade ettiği bireysel muhakeme ve sezişe dayalı bir arayışın ürünüdür. Bu iki alan, yıllarca, nesnel-öznel algısal farklılıklara paralel olarak, adeta birbirlerini dışlayıcı bir yapı sergiledi. Genel olarak ve biraz abartı ile tekrarlamak gerekirse: bilim terimini kullananlar, gerçekliğin ancak nesnel (pozitivist) ölçütlerle anlaşılabileceğini; ilim terimini kullananlar ise “asıl gerçek” algının “manevi boyut”ta saklı olduğunu ve bunun da duyarlı bir akıl-gönül ikilisi ile kutsal metinlerden ve kainatın yaratılış gerçeğinden keşfedilebileceğini düşünmüşlerdir. 

Konunun ayrıntılı tartışması bu çalışmanın sınırlarını aşmakla birlikte, algılardaki 
bu farklılaşmayı sürdürmenin fazlaca bir anlamı olmayacağı; yeni 
bilimsel algı çerçevesinde ortak anlamlı bir terim üzerinde anlaşmakta yarar 
olacağı söylenebilir. Bu amaçla, burada “bilim/ilim” anlamında “bilgi”yi 
çağrıştıracak “sistemleştirilmiş ortak algı” deyimi önerilmekte.15 Ancak, bu 
ifadenin mevcut alan yazınında (literatürde) henüz yer almadığı için kullanımı 
(en azından şimdilik) pratik görünmemektedir. 

Bu safhada, “ortak algı” ile “eş anlamlı” oluşları unutulmadan, “bilim” ve 
“ilim” terimlerinin bir arada kullanılmaları ya da birinin tercihi düşünülebilir. 
Belki , güncel yaygınlığı da olan “bilim” terimini kullanmak; ona “ilim” 
ile temsil edildiği düşünülen öznel-manevi alanın anlam yükünü de katmak 
daha uygun olabilir. 

Kuantum fiziği ve bilim/ilim bütünleşmesi ile daha iyi anlaşılması gereken 
gerçekliklerden biri de insanoğlunun ulaşabildiği her türlü bilginin, 
olasılıklı bir algıdan ibaret olduğu gerçeğinin kabulü ve bunun bireysel ve 
toplumsal karar alma süreçlerine yansıtılmasıdır. Kuantum fiziği ile gerçekleşen 
dönüşüm geleneksel algıdaki “mutlak doğru” kabulünün bir “serap” 
benzeri bir “yanılsama” olduğu; bunun yerine, “gerçeğe yaklaşılabileceği” 
ve bunun da “algısal gerçeklik” ya da gerçeğin “tahayyülü” olarak kabul 
edilmesi gerektiği şeklinde bir değişime yol açmak zorundadır denilebilir. 
Yani, bir bilgi kaynağında mutlak olsa dahi, insanlar tarafından algılandığı 
haliyle artık “öznel, eksikli ve olasılıklı” yapıdadır. Bilginin kaynağında 
mutlak olması yada insanlarca “öznel” veya “nesnel” olarak niteleniyor olması 
bu gerçeği değiştirmiyor! Bu durum, geleneksel bilim ve ilim terimlerindeki 
ayırımın giderilmesi ile hayatın nesnel ve öznel yönleriyle bir bütün 
olarak algılanışını da kolaylaştıracaktır. İslam’ın “gaybı Allah’tan başkası 
bilemez” söylemi, hem dini hem de ilmi açıdan bu algısal gerçekliğin de bir 
yansıması gibidir. Bu anlamda, her keşif, Bacon’un deyimiyle, uzun yolculukta 
“konaklama yeri” gibidir. 

Aslında, öteden beri bilim çevrelerinde bilinen bu olasılıklı yapı, günlük 
hayatta, çoğu zaman adeta görmezlikten gelinmektedir. O kadar ki, “mutlak 
algılı” bazı konularda “sebep-sonuç” ilişkisi gibi gözlenen ama gerçek işleyişin 
hâlâ yeterince bilinmeyişi bilmezlikten gelinmektedir. Elektrik düğmesini 
çevirince elektrik ampulünün yanması, somut bir ilişkiyi gösterse de 
bunun niçin yandığının açıklamasının, bir dizi gözlenemeyen kabule bağlı 
olduğu akla bile gelmemektedir. Atom ile ilgili kabul ve kavramsallaştırmalar 
için de durum bir çok bilinmez hakkında yapılan kabullere dayalıdır. 
Bunlar ne kadar gerçekse, doğrudan gözlemlenemeyen kimi öznel kabuller 
de o kadar gerçek olabilir.16 Bu durum, maddi ve manevi dünyaların bir 
bütün halinde, içselleştirilmiş olasılıklı yapıda yeni bir bilimsel irade algı 
çerçevesi içinde bilimsel sorgulamaya açılmasının bir başka gerekçesi olarak 
kabul edilebilir. 

Bu bağlamda, insanlar için “ilahi irade” de “bilimsel/ilmi irade” de ulaşılması 
hedeflenen, ama ulaşılabildiğinden emin olunamayan birer algısal 
gerçekliklerdir – nihai “mutlaklar” değil. Toplumda var olan farklı “ilahi ve 
ilmi irade algıları” bunun en güçlü kanıtıdır -manzara, insanın üzerinde 
bulunduğu tepeye göre değişmektedir. 

Özetle tekrar etmek gerekirse, medeniyetin ortak paydasında gerçekleşmesi 
umulan yeni aydınlanma döneminin ve buna uygun insan yetiştirme 
modelinin en temel özelliklerinden biri gerçekliklerin olasılıklı algısallığıdır. 
Bu gerçekliğin açıkça idrak edilip, insanı maddi ve manevi yönleriyle 
bir bütün olarak ele alıp, özel ve toplumsal hayata yansıtılması, galiba, yeni 
dönemin de anahtarı olabilecektir. Bu bağlamda, eğitim sisteminin adeta yeniden yapılandırılmasına ihtiyaç olduğu söylenebilir. 

Sonuç 

Yazar, yıllarca eğitim, araştırma, yayın ve danışmanlık hizmetleri verdiği 
eğitim ve araştırma yöntembilimi alanlarında hissettiği bir eksikliği tartışmaya 
açmak istedi: yaratılışta bir bütün olan insan, kendi türünü o bütünlükte ele 
alabilmeyi henüz başarabilmiş değildir. 

İnsanların kendi özel ve toplumsal karar süreçlerinde, Yazar’ın burada 
“medeniyetin ortak paydası” olarak nitelediği “ilahi, toplumsal, bireysel ve 
bilimsel irade kaynakları” önemli bir yer tutmaktadır. Farklı yoğunluklarda 
da olsa, herkesin bunlardan yararlandığı ya da bir şekilde etkilendiği bir 
gerçektir. Barış içinde birlikte yaşamanın artık bir tercih değil zorunluluk olduğu 
bu çağda, eğitim sistemlerinin başta gelen görevlerinden birinin de, her tür 
ve kademede, bu kaynaklar hakkında herkese “gerekçeli bir farkındalık” kazandırmak olduğu söylenebilir. 

Bu bağlamda, bu yazının da hedef kitlesinden olan din ve bilim adamlarına 
ciddi sorumluluklar düşmektedir. 

Yazar, böylesi bir aydınlık ortama uygun olacağını düşündüğü yeni bir 
“bilimsel algı çerçevesi” için ürettiği düşünme gıdasını tartışmaya açtı. Özellikle, 
araştırma, bilim/ilim ve bilimsel yöntem kavramları için ciddi farklılaşma 
ihtiyaçlarına dikkat çekildi ve önerilerde bulunuldu. 

Dinin konu olduğu hemen her durumda, bazı yanlış anlamalar kaçınılmaz 
gibidir. Bu nedenle, küçük bir hatırlatma yapmakta yarar vardır. Yazar, 
“bilginin dinselleşmesi” ya da “dinin nesnelleşmesi” gibi bir arayış içinde 
kesinlikle olmadı; sadece, bilim ve dinin kendi doğal yapıları içinde birbirini 
daha gerçekçi bir şekilde anlayabilmeleri ve mümkünse yardımlaşa bilmek 
önünü açabileceği umulan düşünme gıdaları üretmeye çalıştı. Şu kadarla 
ki, ortak ölçüt arayışında, bütün algısal irade kaynaklarının “bilimsel 
algı” sürecinde yer almasını engellemenin bir anlamı olmayacağı varsayıldı! 

Yeni bakıştaki “ Algısı” gerçeği dinde de bilimde de “ yanılmanın 
mümkün olduğu” kabulüyle, “alçak gönüllülüğü”, olasılıklı düşünmeyi ve 
uzlaşmacı olmayı zorunlu kılmaktadır. Aksi tutum ve davranışların, problem oluşturan din ve bilim algılarıyla bireysel ve toplumsal geri kalmışlık ve 
çöküş ortamına yol açtığına ilişkin tarihi gerçeklikler bu çalışmanın da kabulleri 
arasındadır. 

   Anadolu İnsanı, “ Medeniyetin Ortak Paydası ” olarak nitelenen bu olgunluğu, 
Kur’an kaynaklı İslami öğretileriyle Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli 
gibi gönül Erlerinin ( ERENLERİN ) kılavuzluğunda, Asırlar öncesinde yaşamıştır. 

   Zamanla bazı kırılmalar olsa da, Anadolu bu genlerden hala zengindir; dünya 
milletleri de bu potansiyelin farkındadır. Aslında, doğuştan sahip olunan 
“öz yeterlikler” anlamında bir “gizil güç” olarak da nitelenebilecek bu ortak 
paydanın mevcut “ Küllenmiş ” konumundan çıkartılıp bugünkü evrensel algıya 
taşınması bu toprakların insanları üzerinde bir “borç” gibidir! 


DİPNOTLAR;


1 Bu Makalede dile getirilenler, öz’de yeni bir algı çerçevesini ifade etmektedir. Diğer ayrıntılar ise bilim dünyasının yabancısı olmadığı  “genel geçer” kabuller ya da olgulardır. Bu nedenlerle, fazla bir kaynak gösterme zorunluluğu hissedilmemiştir. 
2 Niyazi Karasar, “Medeniyetin Ortak Paydasında Öğretmen Olmak,” Maltepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde 24 Kasım 2011’de düzenlenen Öğretmenler Gününde yapılan konuşma. Bu algı çerçevesinin kamuya yansıması ilk defa bu konuşma ile olmuştur. 
3 Nureddin Es-Sabuni, Matüridiyye Akaidi, Çeviren: Bekir Topaloğlu (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı, 2005), s. 55.
4 Hüseyin Atay, İslamda İşçi-İşveren İlişkileri (Ankara: 1979), s. 4 
5 Stefano E D’Anna, Tanrılar Okulu, Çeviren: Şükrü Zafer Serinken (Bursa: ALTEO, 2005). Dünyaca ünlü “eylem felsefecisi” ve bilim adamı olarak bilinen D’Anna, yönetici yetiştirmede  Kur’an, İncil ve Tevrat gibi kutsal kitaplardan önemli dersler çıkarılabileceğine dikkat çekmektedir. 
6 Ebu Nasr El-Farabi, İdeal Devlet. El-Medinetü’l-Fazıla. Çeviri ve açıklamalar: Ahmet  Arslan (Ankara: Vadi Yayınları, 1997), s. 78. Farabi’de: mantık, tahayyül (sezgi, ruh, imgelem)   ve duyusal algı. 
7  Kwane Anthony Appiah, Kozmopolitizm: Yeni Küresel Ahlak. Çeviren: Fezal Gülfidan; yayına Hazırlayan: Zülfü Dicleli (İstanbul: Türk Henkel Yayınları, 2007). 
8 Hz Ali’den Devlet Adamlarına Öğütler. Advices of Ali (R.A.) for Statesmen (Ankara: Seha Neşriyat, ty.). 
9 Niyazi Karasar, Bilimsel Araştırma Yöntemi: Kavramlar İlkeler Teknikler (25. basım. Ankara: NOBEL, 1982 ... 2013). 
10 Erdal İnönü, Bilimsel Devrim ve Stratejik Anlamı (2. baskı. Ankara: Türkiye Bilimler Akademisi, 2005), ss. 14-16, 26. 
11 Okuyucu, bu konuda pek çok yayına kolayca ulaşabilir. 
12 Ethem Ruhi Fığlalı, “Yeni Bir Geleceğe Açılırken İslam ve Müslümanların Bazı Meseleleri,” Yeni Bir Geleceğe Açılırken İnsan ve Din Sempozyumu. Adana, 08-09 Kasım 2001 (Adana:Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 2002), s. 20. 
13 Marille G Adams, Soruların Gücü: “Sorularını Değiştir, Hayatın Değişsin”. Çeviren Işıl Ölmez (İstanbul: GOA, 2005). 
14 İrfan Yılmaz (ed.), Yeni bir Bakış Açısıyla İlim ve Din 1(İstanbul: Zaman Gazetesi, 1998), s.61. 
15 Niyazi Karasar, Bilimsel Araştırma Yöntemi: Kavramlar İlkeler Teknikler (25. basım. Ankara: NOBEL, 2013); Niyazi Karasar, Araştırmalarda Rapor Hazırlama (17. Basım. Ankara: NOBEL, 3012). 
16 Vahiyuddin Han, Din Bilim Çağdaşlık. Çeviren M. Önder Nar (İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 2001), s. 54. 


Medeniyetin Ortak Paydasında İnsan olmak: Yeni bir Bilimsel algı Çerçevesi, BÖLÜM 1

Medeniyetin Ortak Paydasında İnsan olmak: Yeni bir Bilimsel algı Çerçevesi, BÖLÜM 1 





Niyazi KARASAR 
Maltepe Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü 
niyazikarasar@maltepe.edu.tr 

Giriş 

“Nasıl bir insan” sorusu, insanlık tarihi kadar eskidir; verilen cevaplar ise öznel ve muhteliftir. Herkes, kendi “beğenisine” uygun insan tipi arayışı içindedir. Bu durum, bir arada yaşamak isteyenlerin “ortak algı” oluşturmada dikkate almak zorunda oldukları bir olgudur. 

Geleneksel toplumlarda hayat nispeten durağandı; algılanan problemler ve çözümleri de yereldi; hemen her şey yakın çevrenin gelenek ve görenekleri 
içinde çözülebiliyordu; yeni nesillerin bunları “emsal” alması yeterliydi. Problem ve çözümlerdeki yerellik, kaçınılmaz olarak, farklı insan tiplerine yol açsa da, bu durum günlük hayatta fazla rahatsızlık yaratmıyordu. 

Ulaşım ve haberleşmenin baş döndürücü bir hızla ilerlediği; insanlar arası etkileşimin çoğalıp yoğunlaştığı; yerel, bölgesel, ulusal ve uluslar arası 
birlikteliklerin yaygınlaştığı; kalabalıklar halinde birlikte yaşama sözleşmelerinin adeta zorunluluk olduğu bir dünyada “nasıl bir insan” sorusuna verilebilecek 
cevap da karmaşıklaşmıştır. Ortak ölçütlü algı ve uygulamalara ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır. 

Bu bağlamda, bütün insanlığın birikimli ürünü olarak, tarihten süzülüp gelen ve insanlığı barış ve refah içinde birlikte yaşatmayı hedefleyen 
bir “medeniyet” algısı ve bunun gerektirdiği bir insan tipinden söz etmekte yarar vardır. Böylesi bir insan olmanın en ayırıcı özelliği, galiba, hayatı 
bir bütün halinde kuşatan “algısal irade kaynakları” üzerine inşa edilmiş bütüncül bir bilimsel algı çerçevesine sahip olmaktır. Bu yeterliklere sahip 
olmaya, adeta “kurucu ortak” anlamında, “medeniyetin ortak paydasında insan olmak” da denilebilir. 

Ne var ki, özellikle kendini nesnel dünya ile sınırlı hisseden “pozitivist felsefe” üzerinden yapılan eleştirilerle gündeme taşınan bilimsel ve dini 
olgu, bulgu, kabul ve telkinlere rağmen, henüz bu yönde bütüncül bir algı çerçevesi geliştirilip hayata yansıtılabilmiş değildir. Doğuştan “problem 
çözme” yeterliğine sahip olan insanın arzu edilen bu yetkinliğe nasıl ulaştırılacağı ve bunda eğitim sisteminin muhtemel rolünün ne olacağı önemle 
tartışılması gereken konulardır. Burada böyle bir varsayımla hareket edilerek, çözümün muhtemel ipuçları olabileceği umulan düşünme gıdaları üretilmeye 
çalışılmıştır.1 

Algısal İrade Kaynakları 

Nesnel ve öznel yönleriyle bir bütün olan ve belki en ayırıcı özelliği problem çözmek olan insan, kendi karar süreçlerinde, farklı algısal irade kaynaklarından 
yararlanmaktadır. Yazar, bunlara “medeniyetin ortak paydasının algısal irade kaynakları” demeyi uygun bulmuştur. 

Bu bağlamda, herkesin farklı ölçülerde başvurduğu dört algısal irade kaynağından (Şekil 1) söz edilebilir.2 Bunlar: 

1.İlahi irade algısı 
2.Toplumsal irade algısı 
3.Bireysel irade algısı ve 
4.Bilimsel irade algısıdır. 

Herkes, kendi karar süreçlerinde, içinde bulunduğu ortam ile sahip olduğu 
yetişmişlik tür ve düzeyine göre farklılaşan ağırlıklarla bu irade kaynaklarından 
yararlanmaktadır. 

Bunlar, kişinin hayattan edindiği öznel gerçeklik algılarıdır; yani gerçeğin 
bizzat kendisi değil, öznel birer tahayyülüdür. Bu nedenle, edinilen her 
bilgi öznel, eksikli, geçici ve olasılıklı yapıdadır. Bu özellikleri nedeniyle 
de eleştiriye açıktırlar. 

Algılar, bilişsel niteliktedir; doğuştan gelen “genetik” özellikler ve duyusal 
yeterlikler yanında, içinde bulunulan sosyal, psikolojik, dini, ekonomik, 
fizik vb koşulların bir ürünüdür. Bu durum, bireysel ve toplumsal farklılaşmaları 
kaçınılmaz kılarken, herkese bir tür “yanılabilme özgürlüğü” de 
verir! 

Bu algısal gerçekliklerin kendi aralarında sürekli bir etkileşim halinde 
oldukları, bir anlamda birbirlerine “ihtiyaç” duydukları ve bu şekilde daha 
güçlendikleri de söylenebilir – örneğin, dini algı ve uygulamaların entelektüel 
ilgi alanına girmesiyle, muhtemelen, dinin “gerçek” kimliği ile nihai 
amaç odaklı algılanması kolaylaşacak; insanların inanma ihtiyaçlarının istismarı 
da önlenebilecektir! 

Bir yandan çağdaş bilim anlayışındaki Kuantum algısal dönüşümü ile 
yaşanan olasılıklı algı ve bir yandan da hayatın “bütünselliği” anlamında, 
geleneksel “bilim” algısının dışında kalan alanların giderek daha belirgin 
şekilde gündeme gelmesiyle, problem çözmede algısal irade kaynakları üzerinden “ortak ölçütlü” bir arayışın etkinleştirilmesi acil bir ihtiyaç olmuştur. 



Şekil 1. Algısal İrade Kaynakları 

Bir toplumda, algısal irade kaynakları bilincine sahip bireylerin çokluğunun, 
medeniyetin ortak paydasında, barış içinde birlikte yaşama sözleşmesi 
yapmayı kolaylaşacağı umulmaktadır. 

İlahi İrade Algısı 

Pek çok insan için, temel bilgi kaynaklarının başında “vahiy” ile yansıdığı 
varsayılan İlahi irade algısı gelir. Bu algı, varoluşun Rabce açıklaması an-
lamındaki bir kabulü, “kutsalı”, “külli irade”yi temsil eder. İnançlı bir Müslüman 
için “ilk neden” Allah iradesidir. Her şey O’nun iradesi ile olur. Bu, İslam’ın temel iman esasıdır. Muhtemelen, bu iradeye tümü ile ulaşmak ya da O’nu temsil etme iddiasında bulunmak mümkün değildir. Buna, Allah’ın zatı ile beraber bulunan mutlak ve yaratılmış olanın bilgisine benzemeyen “kadim ilim” de denmektedir.3 Farklı inanç ya da inançsızlık alanlarında Allah kavramı ile ifade edilmese bile, hemen herkesin zihninde, iradesinin “ilk ve mutlak” olarak algılandığı bir güç vardır! 

Bir algıya göre, ilahi iradenin insanlara yansıması “doğrudan” (sözsüz, 
gizli) ve “dolaylı” (sözlü, açık) şekillerde olmaktadır. Bunlara temelde “vahiy” 
denilebilir.4 Doğrudan ya da sözsüz (gizli) vahiy, yaratılanın özel irade 
ve gayreti olmaksızın doğuştan sahip olduğu ve bu anlamda Yaratıcının 
doğrudan transfer ettiği kabul edilen akıl, duyusal algı, sezgi, gönül, 
vicdan, refleks ve doğal tepki gibi adlarla da anılan potansiyel güç olarak 
algılanabilir. Buna “standart donanım” anlamında “zorunlu ilim” de denilebilir. 

Dolaylı ya da sözlü (açık) vahiy ise, özel görevli elçiler (peygamberler) 
aracılığı ile ulaştırılan; muhtemelen, evliya vb Allah dostu kişilerin de yardımı 
ile kuramsal ve uygulamalı olarak, insanlara tebliğ edilen mesajlardır. 

Bunlar, yaratılan sistemin sağlıklı işlemesini temin edecek kurallar demeti 
anlamında bir tür “işletim kılavuzu” (kutsal kitaplar) olarak algılanır – Kur’an, İncil ve Tevrat gibi. 

İster doğrudan ister dolaylı olsun, İlahi irade’nin insandaki algısı, bire-bir 
bir mutlaklık ve eşitlik ile değil, kişiden kişiye farklılaşan bir idrak olan “inanç” iledir. Bu nedenle, kişinin “ilahi irade” adına edindikleri sadece algısal gerçekliklerdir. Bunun en somut kanıtı, kişiden kişiye değişen “mutlaklık” 
algısının yaygınlığıdır. Zira dini mesajların tebliğ ve algılanışlarında, içten ya da çıkara dayalı farklılaşmalar, çeşitli din, mezhep, tarikat vb oluşumlara neden olmuştur. Kuşkusuz, bu da yaradılışın bir “giz”i olsa gerek. 

Bu kadar sınırsız yaratma ve yönetme gücü olduğu kabul edilen Allah, herhalde 
dileseydi, algılanışta da “algılama birliği” sağlayabilirdi! Bunun yerine, 
insanların önüne, adeta, “ulaşılmak için yarışılan” bir hedef konmuştur. 
Belki, yaşamın itici gücü de budur; zira her şey bilinir olsaydı, uğraşın da bir 
amacı kalmayabilirdi! 

İnsanlar birçok konuda ilahi irade algılarına göre yaşamaya çalışırlar. 
Tevhidi algıya göre, bütün ilahi iradeler benzer hedefler ve benzer mesajlar 
veriyor olsalar da herkesin kendi ilahi irade algısına göre kabul edilmiş 
ve başarılı sonuçlar vermiş “doğruları” vardır. Ayrıca, bunlardan bağımsız 
(“inançsız”) olarak yaşamaya çalışanlar da vardır. Medeni dünya, sürekli 
olarak, bütün bu farklılıklara rağmen, insanları barış içinde bir arada yaşatmanın yollarını aramış ve sınırlı çevrelerde başarılı düzenlemeler de yapabilmiştir. 

Evrensel ölçekte başarı henüz bir hayal olarak gerçekleştirilmeyi 
beklemektedir! 

Bu algısal gerçeklikleri veri kabul eden bir bilimsel algı çerçevesi, özlenen 
toplumsal yaşam için önemli kazanımların yolunu açabilir. Bu şekilde, 
mevcut algı ve uygulamaların karşılıklı anlaşılabileceği; en azından bilimin 
geçerlik ve güvenirlik süzgecinden geçirilerek özdeki benzerliklerin fark 
edilebileceği; “ortak ölçütler” konulup, toplumsal düzenin inşasında ilahi 
iradenin de öngördüğü belli doğrulardan yararlanılabileceği5; ayrıca, farklılıklar 
ile birlikte de yaşanabileceği daha iyi anlaşılabilir. Böylece, herkesin 
kendisini hem bağımsız hem bir bütünün parçası olarak göreceği bir aidiyet 
duygusuna sahip olması; bu bağlamda, kendini başkalarının mutluluğu için 
de sorumlu kabul ettiği bir hayat felsefesinin yaygınlaşması kolaylaşabilir. 
Aslında, bütün bunların İslam’ın kapsayıcı ve zorlama öngörmeyen orijinal 
algı ve uygulamaları ile de teşvik edildiği söylenebilir. 

Bireysel ve toplumsal karar süreçlerinde etkili irade kaynaklarından biri 
de örf, adet, felsefe vb kabullerden oluşan toplumsal irade algısıdır. Kişi, 
içinde yaşadığı çevrenin algı ve uygulamalarından önemli ölçüde etkilenilir; 
hayata adeta bu “algı çerçevesi” ile bakar, hemen her şeyi bu açıdan değerlendirir. 

Birçok şey, ciddi bir “doğruluk” (geçerlik) denetimine tabii tutulmadan, 
çevrenin alışkanlıkları doğrultusunda sürdürülür. Geleneğin ölçütü, 
zaman içinde, başkalarınca oluşturulan emsal olgusudur. Bir problemle 
karşılaşıldığında, çözüm için, öncelikle toplumda egemen olan algı çerçevesi 
işletilerek, benzer durumlardaki eski uygulamalar örnek alınır. Böylece, kararda, 
bilinenin ötesinde bir risk alınmamış olur! Eskiden var olan her uygulama 
ya da algılama, “haklı bir gerekçesi olduğu” ya da en azından ciddi 
bir “risk taşımadığı” değerlendirmesi ile kabul edilip sürdürülmek istenir. 

Ancak, bizzat hayatın kendisi bir değişim ve risk’tir. Artan bilgi ve gelişen 
teknoloji, insan yaşamını önemli ölçüde etkilemektedir. O kadar ki, karşılaşılan 
problemler ve sorulan sorular aynı da olsa, çözümler ve verilecek 
cevaplar zamanla değişebilmektedir! 

Toplumsal iradenin yansıması olan örf, adet, gelenek ya da felsefe’nin 
oluşumunda “otorite” olarak algılanan kişi ve kurumların önemli rolü vardır. 
Bu süreç, çoğu zaman, toplumda “otorite” figürü olarak, belli konularda 
karar verme yetkisi ya da yeteneği olduğu kabul edilen kişi ya da kurumlara 
başvuru şeklinde de işleyebilmektedir. Çocuk için, anne ve baba; bir bakan-
lık çalışanı için siyasi irade olan Bakan; bilimde, dinde, felsefede ve sanattaki 
yeterlikleri nedeniyle belli yetkilerle donatılmış bilim adamı, din adamı, 
fi lozof, sanatçı vb kişiler ile yine toplum tarafından belli yetkilerle donatılan 
kurumlar otorite olarak işlev görebilirler. Bunların bireysel ya da kurumsal 
görüş ve önerileri “doğru” ya da doğruya en yakın gerçekler olarak kabul 
edilip uygulanmaya çalışılır. Ancak, genellikle, aynı konuda farklı otoriteler 
ve farklı yorumlar ortaya çıkar ve hangisinin “gerçek” kabul edilebileceğine 
karar vermek güçleşir. Örneğin, inanç alanında çeşitli dinler; aynı din içinde, 
aynı Kutsal’a bağlı çeşitli mezhep ve tarikatlar ayrı ayrı “doğruluk” ya 
da “üstünlük” iddiasında bulunabilmekte; bunların önderleri, pek çok kişi 
tarafından otorite olarak algılanıp, oluşturdukları algı ve uygulamalar
 “sorgusuz” izlenebilmektedir! Aynı şey farklı felsefi ve siyasi görüşler için de 
geçerlidir; her birinin kendine özgü kabul ve kuralları vardır. 

Toplumsal hayatı anlama ve yönetmede, bu gerçekliklerin, ne kadar öznel 
olursa olsunlar, bir şekilde çalışılıp dikkate alınması gerekir. Bunlar içindeki 
sınanmış başarılı örnekleri başkaları da kullanabilir. Tıpkı ilahi irade algısında 
olduğu gibi, yeni bir bilimsel algı ile toplumsal hayatı anlama ve yönetmede, 
barış içinde birlikte yaşama ve başarmanın ortak ölçütlerini bulmak 
kolaylaşacaktır. 

Bireysel İrade Algısı 

Karar sürecinde yaygın olarak kullanılan algısal irade kaynaklarından 
belki en önemlisi ya da en yaygın olarak kullanılanı bireysel irade algısıdır. 
Bireysel irade algısı, yaradılışta, İlahi irade’nin “sözsüz vahiy” yansıması 
olarak, kişide var olan potansiyelin eğitim, kültür vb pek çok toplumsal ve 
çevre faktörlerinin de katkısı ile edinilen algısal gerçekliklerdir. 

Kişi, çoğu zaman, kendi bireysel irade algısı ile hareket eder; en çok ona 
güvenir. Ancak, ortak karar almada farklı kişilerin bireysel irade algıları arasında 
bir uzlaşı sağlama hiç de kolay değildir! Zira bireysel irade algıları 
hemen her zaman özneldir; hangi öznelin daha “geçerli” ve daha “güvenilir” 
olduğunu söylemek güçtür. Herkesin özneli “kendince doğru”dur – örf 
ve adetler ile inanç ve etnik yapı farklılıklarındaki uzlaşmaz ve çoğu zaman 
yıkıcı olan tutumlar bunun en somut kanıtı olsa gerek. 

Bireysel irade algısının, üç bileşeninden söz edilebilir: akıl/mantık (rasyonalizm) , duyusal algı (empirizm) ve sezgi (gönül gözü).6 Bunların her üçü de doğuştan var olan ve burada “zorunlu bilim” ya da “ilk donanım” denilebilecek bir “öz”ün bileşenleridir. 

Akıl ya da mantık’ta kavrayış, muhakeme ve yargılama vardır; her şey, 
bu amaçla konmuş “kurallar” içinde ele alınır; “gerçekler” bu yolla algılanmaya 
çalışılır; buna “rasyonalizm” de denir. Duyusal algı, beş duyu organı ile edinilebilen “objektif” tespitlerle sınırlıdır; buna “empirizm” de denir; 
“ortak ölçüt” oluşturmak oldukça kolaydır. Geleneksel bilimsel algının en 
çok itibar ettiği veriler bu yolla temin edilir. Bireysel iradede öznelliğin en 
yoğun yaşandığı alan sezgi, sevgi ve “gönül gözü” olarak da ifade edilen 
algılama boyutudur. Çoğu zaman “içimden bir ses bana diyor ki ...” gibi tamamen öznel ve bir başkasına yansıtılamayan algılamalardır, bunlar. İnsan 
hayatında oldukça önemli bir yere sahiptir. Galiba, akıl ve duyusal algılar 
bunun yaktığı ya da yakabildiği ışık ile yön ve etkinlik kazanabilmektedir. 
Sezgi boyutu, özellikle tasavvufi platformlarda son derece belirleyici bir işleve 
sahiptir. O kadar ki, bu bileşenin ihmal edildiği ortamlarda, bir inancın 
geniş kitlelerce kabulü olanaksız gibidir. İnsan hayatındaki önemli yerine 
rağmen, sezgi “ortak ölçüt” oluşturmada yaşanan güçlük nedeniyle geleneksel 
bilimin ilgi ve çalışma alanı dışında kalmıştır. 

Kuşkusuz, bireysel iradenin bu bileşenlerinin karar verme süreçlerindeki 
yoğunlukları kişiden kişiye değişmektedir. Bunlardan her biri kimilerinde 
varlığı ile yokluğu zor belli olan ince bir dere, kimilerinde bir küçük nehir ve 
kimlerinde de kontrol edilemez bir çağlayan gibidir. Hepsinin ortak hedefi, 
adeta, birbirlerini bütünleyen bir arayış içinde, bir yolunu bularak, gerçeklik 
“deniz”ine ulaşabilmektir. 

Bireysel irade algısı, hayatın “olmazsa olmaz”ıdır; insanı insan yapan temel 
öğedir. İnsan, kendi sınırlı tecrübeleri yanında, diğer iradelerin de algılayıcısıdır! 

Ne var ki, bilinen bu gücüne ve vazgeçilmezliğine rağmen, bireysel irade 
algısı ile alınan kararlarda muhtemel hata ölçüsünün bilinemeyişi ile bunların 
düzeltilme sürecinin zaman alıcı ve pahalı oluşu gibi önemli sınırlıkları 
vardır. İnsanlık tarihi bireysel irade algıları ile alınan kararların yol açtığı 
bireysel ve toplumsal gerginlik, ayrışma, çatışma ve yıkımlarla doludur. 

Öz itibariyle “benzersizlik” anlamında “müzelik” olan birey, yaşamın doğal 
akışı içinde, hemen her türlü karar sürecinde kendi öznel irade algısını 
kullanmaktadır. Yerel düzeyden evrensel düzeye kadar etkili olan bu sürecin, 
bireysel ve toplumsal barış ve refah için, bir şekilde yönetilebilmesi gerekmektedir. 

Bu farklılaşmayı kimileri “küreselleşme” kimileri “çok kültürlülük”, 
kimileri de “kozmopolitizm” olarak nitelendirmektedir. Kozmopolit algıda, tüm 
insanlık bir bütün olarak algılanmakta; herkesin herkese karşı 
sorumlulukları olduğu; bunun için inanç ve toplumsal değerlerin de içinde 
yer aldığı bütün farklılıklara saygı gösterilmek zorunda olunduğu varsayılır.7 

  Dördüncü İslam Halifesi Hz. Ali’nin Mısır Valisi Malik Eşter’e verdiği 
görev talimatında8, herkesin “ya dinde kardeş, ya yaratılışta eş” oldukları 
özlü hatırlatmasıyla, bütün insanlara eşit davranılması gerektiği vurgusu 
Appiah’ın “kozmopolitizm” algısı ile büyük benzerlikler taşıyor, hatta belki 
ona kaynaklık da ediyor gibidir. 

Yeni bilimsel algı çerçevesi bireysel irade algılarındaki bu gerçekliği de 
dikkate alacak şekilde yeniden yapılandırılmak zorundadır. 

Bilimsel İrade Algısı 

Bilimsel irade algısı ortak akıl ile ulaşılabilen bir “gerçeklik” algısıdır. 
Temelinde “ortak ölçütlü” bir arayış vardır. Geleneksel algıda ortak ölçüt 
“gözlenebilir ve nesnel” olsun istenir. Bugünkü medeniyetin ulaştığı fizik 
başarılarda bu yaklaşım çok önemli bir yer tutmuştur ve tutmaya da devam etmektedir. 

Bilimsel irade algısına ulaşmada izlenen süreç “bilimsel yöntem” olarak 
nitelendirilmektedir. “Bilimsel yöntem”in belki en önemli özelliği “ortak ölçütlü” 
bir sınama (test etme) süreci oluşudur. Bu süreçte, bireysel akıl ile 
gerçekleşen tahminler “ortak ölçüt” ile sınanarak, “ortak akıl”a ulaşılmaya 
çalışılır. Bu yönü ile bilimsel yöntem süreci, insanoğlunun ulaşabildiği en 
güçlü uzlaşma formülü olarak algılanabilir. 

Bilimsel yöntem, geleneksel beş basamaklı algıya Yazar’ın eklediği raporlaştırma 
ile birlikte, altı basamaklı bir süreç olarak ifade edilebilir. Bunlar: 

1. Güçlüğün hissedilmesi 
2. Problemin tanımlanması 
3. Muhtemel çözümün tahmin edilmesi 
4. Sınayıcı ortak ölçütlerin tespiti 
5. Deneme/sınama (veri toplama) ve değerlendirmenin yapılması ile 
6. Raporlandırılmalıdır. 


Bu süreçler “tanılama–sınama–raporlaştırma” şeklinde gruplandırılarak 
da ifade edilebilir (Şekil 2).9 İlk iki aşamaya “teşhis” ve “tedavi sınaması” da 
denilebilir. Tanılama aşamasında problem anlaşılmaya; muhtemel çözüm 
tahmin edilip soru ya da hipotez/denence formatında ifade edilerek, sınama 
için “ortak ölçütler” tespit edilmeye çalışılır. Sınama aşamasında, problem 
çözümüne yönelik tahminlerin belirlenen ortak ölçütler üzerinden toplanacak 
verilerle desteklenip desteklenmediklerine bakılır. Nihayet, bütün bu 
süreç ve elde edilen sonuçlar, başkalarının da kolayca anlayabilmesi için, 
belli bir model bütünlüğünde rapor edilir. 

Fen ve tabiat bilimleri gibi alanlarında, gözlenebilir “nesnel” ölçütler geliştirilmiş 
ve önemli kazanımlar elde edilmiştir. Nesnel dünyanın anlaşılmasında 
çok önemli gelişmelerin önü açılmış; insanın doğaya hâkimiyeti 
artmıştır. Muhtemelen bu başarılara da bakarak, sosyoloji ile anılan ünlü 
Fransız matematikçisi Comte (1798-1857), teoloji ve metafizik dönemlerinin 
kapandığını ifade ile pozitivist felsefenin egemen olması gerektiğini savunmuştur. 



Şekil 2. Bilimsel Yöntem Süreci 

Entelektüel kesimde destek bulan bu algı, zamanla, keskin bir din-bilim 
ayırımı yapan; teoloji ve metafiziği “insanlığın ilerlemesini engelleyici” alanlar olarak, horlayan; yalnızca “nesnel olgu”ları önemseyen bir algı çerçevesine 
dönüşmüştür. Ancak, pek çok alanda nesnel ölçüt bulmak, maalesef, henüz 
mümkün olamamıştır; öngörülebilir yakın bir gelecekte başarılabileceği 
de son derece şüphelidir. Bu koşullarda yalnızca “nesnel” ölçütlü bir arayış, 
insan hayatının ancak bir bölümünü ele alıp anlamaya ve geliştirmeye çalışırken, öznel nitelikli sosyal ve manevi boyutta büyük ihmallere ve belki 
yıkımlara yol açılmaktadır! Böylece, büyük ölçüde öznellikler üzerine kurulu 
insan hayatı önemli boyutlarıyla bilimsel sorgulamanın ilgi alanı dışında 
tutulmuştur. 

Ancak, bu dışlama uzun sürmemiş, sosyoloji, psikoloji, yönetim vb pek 
çok alanda nesnel özentili ortak ölçütler arayışı başlamıştır. Bu amaçla, psikometri ve ekonometri gibi alanlar geliştirilmiştir. Ne var ki, bunlar nesnellikten uzak “paylaşılmış öznellikler” üzerine kurulu ortak ölçütler olduğu 
gerçeği yeterince fark edilip kavramsallaştırılamamıştır. 

Kuşkusuz, var olan “öznellikler” ne kadar nesnelleştirilebilirse geleneksel 
bilimsel yöntemin işlerliği de o kadar kolaylaşacaktır. Bu konuda mesafe 
alınması gerekli ve mümkündür. Bu, insanın, asırlardır kanıtlanmış “ortak 
akıl gücü”ne inancın da bir gereğidir. Zira bir zamanlar, ancak “keramet” 
denilebilecek şeyler, artık bilimin ortak ölçütlerine göre nesnelleştirilebilmiş; 
elektrik, radyo ve TV yayınları, mühendislik, tıp vb alanlarda önemli 
gelişmeler sağlanmıştır. Kâinatın yaratılışı gereği, belki, bir miktar “giz”in 
ulaşılamazlığı normal bulunsa bile, bu konularda daha işin başında olunduğu 
söylenebilir. Bu bağlamda, “nesnel ortak ölçüt” konusu, bilim çevrelerinin 
çok daha özgün kavramsal ve teknik çalışmalarını gerektirecektir. 
Bu çalışmalara paralel olarak, öznel alanları da bir şekilde kuşatan yeni bir 
bilimsel algı kavramına ihtiyaç var görünüyor. Bu çalışmada bu yönde bir 
pencere açılmaya çalışılmıştır. 

Aydınlanma Çağının Kısa Bir Muhasebesi 

Evreni ve mevcut yaşamı anlamadaki teoloji ve felsefe ağırlıklı geleneksel 
algı ile orta çağ Avrupası’nın papazları ve kiliseleri bir tür ilahlaştıran 
yaklaşımları, yoğun bir şekilde, “din-akıl” çatışmasının yaşanmasına yol açmıştır. 
Batıda, kendisi de bir papaz olan Martin Luther’in 1517’de Wittenber 
Kilisesi kapısına astığı 95 maddelik itiraz ile kilise ve onu temsilen papaz 
ve papa’nın “günahlardan arındırma” gücü ve etkinliğini “dinin istismarı” 
olarak yorumlayıp karşı çıkması, Hıristiyanlık’ta “akıl’a vurulan zincirin 
kırılması” ve aydınlanma çağına geçişi tetikleyen ilk ciddi girişim olarak 
algılanmaktadır. 

“Aydınlanmacı” düşünürlerin öncülüğünde, on altıncı ve on yedinci yüz-
yıl Orta ve Batı Avrupa’sında gerçekleştirilen bilimsel atılımların toplamı 
anlamında anılan ”bilimsel devrim” ile de önemli kırılmalar yaşanmıştır. 
Bunlar arasında: Copernicus’un 1543’deki “Göksel Cisimlerin Hareketleri 
Üzerine” adlı eseri; Vesalius’un aynı yıl yayınladığı “Anatomi” kitabı; Kepler’in 
1609 ve 1618 yıllarında gezegenlerin hareketlerini uzay ve zamanda 
betimleyen matematiksel yasaları; Galileo’nun, 1610’dan sonra geliştirdiği 
teleskopla gök cisimlerini incelemesi ve Aristo fiziğini yanlışlayıp Copernicus’u 
destekleyen çalışmaları; Descartes’in “Yöntem Üzerine Nutuk” adlı 
“mantıklı düşünmenin kuralları” olarak lanse edilen ünlü felsefe eseri; Bacon’un 
1620’de, “tümevarımsal” yöntem ile deneye ve gözleme dayalı bilgi 
üretmeyi açıklayan ünlü “Novum Organum” adlı yayını; Newton’un, 
1686’daki “Tabiat Felsefesinin matematiksel İlkeleri” adlı kitabı; ve nihayet 
Galieo’nun başlattığı atılımı sonuçlandıran ve yeryüzünde ve göklerdeki 
tüm maddesel hareketleri açıklayan yasaları önemli bir yer tutmaktadır. Bütün 
bunlarla, içlerinde Aristo fiziği, Ptolemaios astronomisi, Galenos ve İbni 
Sina tıbbının da bulunduğu, yaklaşık iki bin yıllık bilimsel birikimin yüz elli 
yılda değişmesi anlamında bir sıçrama yaşanmıştır.10 

Birinci aydınlanma çağı ile başlayan ve Newton fiziği ile sembolize edilen 
atılımın felsefesi, dünyada, her şeyin belli sebep-sonuç ilişkileri içinde cereyan 
ettiğidir. Bacon’un anlatımı ile “nedensel ilişki” vardır. Doğaya egemen 
olmak için onu harekete geçiren nedenleri kontrollü biçimde kullanabilmek 
gerekir. 

Aydınlanmacılar, tümü ile nesnel (gözlenebilir) verileri önemsemiş; nedensel 
ilişkileri “kesin”, “mutlak” ve “tek doğru” olduğu ve bunun denemelerle 
bulunabileceğini kabul etmişlerdi. Bu algılamada, her şey, son derece 
berrak, “tek sebep – tek sonuç” ilişkisi içinde, kolayca anlaşılabilecek nitelikte 
kabul edildi. Buna göre, bir şey ya vardır ya da yoktur; ikisi arası bir şey 
söz konusu değildir; var olan şeyler de “nesnel” olarak ifadelendirilebilmelidir; 
bu anlamda ölçülemeyen şey, aslında, “yoktur”! 

Böylece, daha sonra, adına “pozitivizm” denilen ve hâlâ geçerliğini büyük 
ölçüde koruyan güçlü bir bilimsel algı gelişmiştir. Artık, var olduğu ya da 
olabileceği sanılan her olgu ya da ilişki “ortak nesnel ölçütler” ile gözlenip 
denenerek keşfedilmeyi beklemektedir. Kuşkusuz, bu algı, nesnel dünyanın 
anlaşılması ve kontrol altına alınmasında büyük gelişmelere kapı açmıştır. O 
kadar ki, bunu gözlemleyen ünlü Fransız matematikçi Comte (1798-1857)’ye 
göre, ilk defa kullandığı “sosyoloji” terimi ile aydınlatılmak istenenler de 
dahil, “bundan böyle pozitivist felsefe egemen olmalı; teoloji ve metafizik 
dönemi artık kapanmıştır”. 

Sonuçta, din-bilim ayırımına dayalı; teoloji ve metafiziğin, “insanlığın 
ilerlemesini engelleyici” alanlar olarak horlandığı ve yalnızca “olgu”ların 
önemsendiği “pozitivist” bir aydınlanma dönemi başlamıştır. Semavi dinlerin 
açıklamaları, nesnel olmadıklarından, tümü ile “bilimsel uğraş” dışında 
ve “değersiz” sayılmış; o kadar ki, bazı kesimlerde, hayatın manevi boyutunun 
tümü ile reddedildiği, adeta “peygamberi bilim” olan bir insanlık dini 
algısının oluşumuna yol açılmıştır! İnsanlık, bu şekilde, yaklaşık üç yüz yıllık 
(belki “şaşkın” denilebilecek) bir dönem yaşamıştır. 

Bilimsel devrimi fiilen yaşayamayan toplumlarda, bu kavramlar, farklı 
bir zihinsel donukluğa neden olmuştur. Adeta, mutlaklık algısı ile kutsandığı 
için eleştirilen “din”in yerini, gerçeğin tek ve mutlak temsilcisi gibi algılanmaya 
başlanan bilim almıştır. 

Bu sınırlıklarla bile olsa, aydınlar arasında kendine güçlü bir yer edinen 
“pozitivist” akımın halk’a yansıması aynı kolaylıkta olmamıştır. En azından, 
toplumun bir kesiminin vicdanında gerçeği tam da temsil etmediğine inanılan 
“zapt edilmiş” yeni kaleler inşa edilmiştir! Bu algı çerçevesinin kabulü 
için harcanan yoğun çabalara rağmen, ciddi “halk-aydın” ayrışması halen 
bile yeterince önlenememiştir. Zira bu ayrışmayı giderecek yeni bir algı çerçevesi geliştirilip hayata yansıtılamamıştır. O kadar ki, hayatın öznel yönlerinin ihmal edilişini düşünen zihinlerde oluşan güvensizlikle, pozitivizmin 
mevcut potansiyelinden bile yeterince yararlanılamayan ortamlar oluşmuştur. 

Yeni Bir Bilimsel Algı Çerçevesi 

İnsanlık, maddi ve manevi yönleriyle mutlu ve müreffeh bir hayat için 
“medeniyetin ortak paydasında” yeni bir bilimsel algı çerçevesine muhtaç 
görünüyor. Bu altbölümde, böyle bir ihtiyacı zorlayan faktörler ile geleneksel 
bilimsel yaklaşımda öngörülen kavramsal bazıdeğişiklikler özetlenmiştir. 

Zorlayıcı Faktörler 

Yeni algı çerçevesine olan ihtiyacı zorlayan faktörlerden belki en önemlileri 
arasında “hayatın bütünselliği”, “birlikte yaşama ve uzlaşma zorunluluğu” 
ile “kuantum fiziğinin yol açtığı algısal değişim” sayılabilir. Bu alt bölümde, 
yeni algı çerçevesini geliştirme, içselleştirme ve yaygınlaştırma için 
anlaşılması gereken bu dinamikler kısaca tanıtılmaya çalışılmıştır. 

Hayatın Bütünselliği 

İnsanın maddi ve manevi boyutlarıyla bir bütün olduğu, dinen de ilmen de hemen her zaman kabul edilmekle birlikte, ortak akıl sorgulamasına açılarak 
anlaşılmaya çalışılması büyük ölçüde maddi boyut ile sınırlı olagelmiştir. 

Oysa karar süreçlerinde kullanılan algısal irade kaynakları, yoğun olarak, hayatın öznel boyutu ile de ilişkilidir ve hayatın maddi yönden iyileştirilmesi insanları mutlu etmeye yetmemektedir; hatta bireysel ve toplumsal yıkımlara bile neden olunabilmektedir. 

Söylemlerde önemsenen bu gerçekliğin içselleştirilip gecikmeden bilimsel 
araştırmalara konu edinilmesi, elde edilecek sistemleştirilmiş bilginin 
hayata yansıtılması beklenir. Aksi halde, küreselleşen dünyada barış içinde 
birlikte yaşamak güçleşecektir. 

Birlikte Yaşama ve Uzlaşma Zorunluluğu 

Fizik, psikolojik vb özellikleri ve yaşam felsefesi açısından benzersizlik 
anlamında adeta “müzelik” olan insan, tabiatı icabı, başkaları ile birlikte yaşama 
ihtiyacındadır. Bu ihtiyaç, bireyi, başkalarını, yalnızca nesnellikleri ile 
değil, benzersiz öznellikleri ile de anlamaya ve gerektiğinde bazı özgürlüklerden 
“vazgeçme” pahasına uzlaşıp, birlikte yaşama sözleşmesi yapmaya 
mecbur etmektedir. Bu bağlamda, birlikte yaşamak isteyenler, birbirlerinin 
görüş, tutum, inanç vb öznel algısal iradelerini anlamak ve ortak payda arayışında dikkate almak zorundadır. Bu anlamda, herkes birbirine muhtaçtır! 

Bu düzende, insanlar “kendi özelinde tam; kamusal hayatta sınırlı özgürlüğe 
sahiptir”. Yani, ortak yaşam hiç bir kişi ya da grubun öznel algısına 
göre kurgulanamaz. “Farklılıklarla birlikte yaşamak” belki en önemli toplumsal 
uzlaşı şeklidir. Böylesi bir uzlaşı, kabul edilebilir bir toplum düzeni 
sağlaması yanında, kişilerin öznel algılarının bir şekilde sınanma hakkının 
saklı tutulmasına da imkân verir. Zira toplumun “akıl ve vicdanında” kabul 
görmeyen kuralların kalıcılığı olmadığı gibi toplumsal barışa katkısı da beklenemez! 

Toplumsal uzlaşıların bir bölümü, pozitivist felsefenin ortak ölçütlü ve 
gözlenebilir nesnel veriler (geleneksel bilimsel irade) üzerine inşa edilebilirken, 
insanoğlunu ilgilendiren din, demokrasi vb pek çok öznel alanda “ortak 
nesnel ölçüt” temini henüz mümkün değildir. Bu durum, daha farklı 
arayışları zorunlu kılmaktadır. 

Kuantum Fiziği ile Oluşan Algısal Değişim 

Yirminci yüzyılda, başta Mack Plank, Einstein ve Niels Bohr olmak üzere, 
pek çok bilim insanının deney, tez ve antitezleriyle yaklaşık otuz yıllık 
bir sürede olgunlaşan Kuantum fiziği/mekaniği ile gerçekleşen dönüşüm11 
önemli izler bırakmıştır. Bununla, birinci aydınlanma döneminin Newton 
fiziği bağlantılı “pozitivizm” algısının sınırlıkları daha iyi anlaşılmış; bilimsellik 
algısı ve uygulanma alanlarının değişimine tanık olunmuştur. 

Kuantum fiziğinin tespitleriyle: Işığın sadece dalgalardan değil, cisimciklerden 
de oluştuğu; her parçacığın ayrık birimler halinde salındığı (dalgalar 
üretebildi ği); ilişki ağında uzaklığın sorun olmadığı; sürekli değişim (ışık-enerji) 
ve belirsizliklerin yaşandığı; böylesi bir ortamda, sonuçların, mutlak değil, ancak “olasılıklı” olarak algılanabileceği kabul edilmiştir. Böylece, 
birinci aydınlanma döneminin bilim felsefesinin temel algı çerçevesi olan 
Newton fiziğinin “belirlilik/deterministic” ilişkiler imparatorluğu, “belirsizlik/
indeterministic” ilişkiler kabulü ile kökten sarsılmıştır. Bilimsel yöntemin 
“tek sebep-tek sonuç” algısı yerine belki tümü ile bilinmesi bir yana 
düşünülmesi bile zor olan “çoklu sebep-sonuç” algısı hakim olmuştur. 

Önceleri bazılarınca “bilim” alanı bile sayılmayan toplumbilimler artık daha 
rahat çalışılmaya başlanmıştır. Kısaca evrene bakışta, insanlara yepyeni bir 
pencere açılmıştır. Bu bağlamda, mutlak algılı pozitivizme yönelik eleştiri 
ve karşı koymalar, fizik dünyadan önemli bir “destek” bulmuştur! 

Ne var ki, Kuantum fiziğinin ürünleri olan bilgisayarlar, görüntüleme cihazları 
vb teknolojiler yaygın olarak kullanılırken, dönüşümün olaylara ve 
doğaya bakıştaki yeni algı çerçevesi hayata henüz yeterince yansıtılamamıştır. 
Örneğin, insan yaşamında son derece önemli yer tutan din ve benzeri 
öznel alanlar, pek çok bilim insanı ve “aydın” tarafından görmezlikten gelinmeye, dışlanmaya ya da açıkça aşağılanmaya devam edilmiştir! 

Galiba, nesnel ve öznel ölçütleri birlikte dikkate alan ve bunları sorgulayabilen; 
bilinebilen sonuçların “algısal gerçeklikler” olarak “ihtimale dayalılığını” kabul eden yeni bir “bilimsel algı çerçevesi” kaçınılmaz bir ihtiyaç olmuştur. Ortak aklın da inanç alanının Kutsal’ının da beklentileri bu olsa gerek. 

Değişen Bazı Kavramlar 

Bilimsel araştırma faaliyetlerinde yeni bir algı çerçevesine ihtiyaç olduğu 
varsayımı ile Yazar, bir yöntembilim öğrencisi olarak, kavramsal dönüşüme 
yardımcı olabileceğini düşündüğü bir dizi “düşünme gıdası” üretmeye çalıştı. 

Bu amaçla, bilimsel algı çerçevesinin önemli parametreleri olarak ortak 
ölçüt kavramı ile araştırma ve bilimde ihtiyaç duyulan yeni sınıflandırma 
önerilerinde bulunuldu. 

Ortak Ölçüt: Paylaşılmış Öznellikler 

Yeni bilimsel algı çerçevesindeki değişimin özünde, mevcut bilimsel yöntemdeki 
“ortak ölçüt” kavramının “paylaşılmış öznellik” olduğu kabulü 
vardır. Bu bağlamda, nesnel-öznel nitelemesinin paylaşılmış “durağanlık” 
üzerinden yapılabileceği düşünülmektedir. Halen, ağırlık, uzunluk, sıcaklık 
gibi artık durağan kabul edilen uzlaşılarla oluşan ortak ölçütlere “nesnel”; 
başarı, yetenek, ilgi, beğeni, kalkınma gibi şimdilik daha az durağan (değişkenliği 
fazla) olan ortak ölçütlere de “öznel” nitelemesi yapılabilir. Yani, 
paylaşılma “nesnel” denilebilecek bir durağanlığa ulaşabileceği gibi “öznel” 
seviyede de kalabilir. Bu, bir süreçtir. Bugün “nesnel” olarak bilinen pek 
çok ölçüt, insanlığın daha önce paylaştığı öznellikler üzerine kurulmuştur. 
Önemli olan, karar alma sürecinde, mevcut bilinenler ışığında, “elde edilebilen 
en durağan dayanağı (veriyi) kullanabilmektir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

28 Mart 2019 Perşembe

KUR AN VE BARNABA İNCİLİ: ÇOK ÖNEMLİ BİR GERÇEĞİN DELİLİ

KUR AN VE BARNABA İNCİLİ: ÇOK ÖNEMLİ BİR GERÇEĞİN DELİLİ


Fetih Suresi, Hakkari’de bulunan İncil ve Muhsin Yazıcıoğlu!

29 Ağustos 2009 09:09


Madem ki Ramazan’dır, Ramazan’ın bereketinden biz de istifade etmeye çalışalım.
Bundan bir süre önce Kuran-ı Kerim’in Fetih suresinde son derece ilginç bir ayete rastladım. 

Okuyalım:

‘Muhammed Allah’ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vâdetmiştir.’ 

(Fetih Suresi, 29. bkz. http://www.kuranikerim.com/mdiyanet/fetih.htm )

Açıkça anlaşılacileceği gibi, söz konusu ayette, Peygamber efendimize tabi olanların özellikleri ve sıfatları anlatılmaktadır. Peki Kuran Peygamberimize tabi olanların bu vasıflarının nerede yazılı olduğunu söylemektedir?

Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır.’

Peki ya diğerleri?

‘İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir.’

Şimdi soru şudur?

Peygamberimize tabi olanların söz konusu vasıfları bir şekilde, Tevrat’ta ya da İncil’de bulunmakta mıdır?

Cevap tek kelimeyle ‘hayırdır.’

Yani ne mevcut Tevrat’ta ne de 4 Kanonik İncil’de bu vasıfları anımsatacak her hangi bir bölüm bulun-ma-maktadır. Zaten Tevrat ve İncil’ler bu vasıflardan 
Paygamberimizden de bahisle bahsedecek olsa, bu Yahudi ve Hristiyanların zaten peygamberimizi kabul etmelerini gerektirirdi.

Diğer taraftan, Fetih suresi nüzül olduğu vakit(M.S. 628) Arap toplumu içerisinde hem Yahudiler hem de Hristiyanlar mevcuttu. Yani o dönemde hem Tevrat hem de İncilleri bulabilmek, okuyabilmek mümkündü.  Peki o tarihte, Tevrat ve İncil’lerde peygamberimize tabi olanların söz konusu vasıfları acaba yazılı mıydı? Elbette bu sorunun da yanıtı ‘hayır’ olmalı. Olacak olsa, yine Yahudi ve Hrıstiyanların peygamberimize tabi olmaları gerekirdi.

Diğer taraftan, Peygamber efendimiz ‘Ümmi’ olmasa ve söz konusu kitapları okumuş olsa, böyle bir bölümün olmadığını da bilecek ve haşa rasyonel olarak da böyle bir hata yapılmaması gerektiği akla gelecekti. Bu bile, Kuran’ın insan sözü olmadığının kanıtı olmalıdır.   

O halde Kuran neden peygamber efendimize tabi olanların vasıflarının Tevrat’ta ve İncil’de yer aldığını söylemektedir?

Bunun en önemli sebebi, acizane kanaatim odur ki, günün birinde, orijinal Tevrat ya da İncil metinlerinin ortaya çıkması durumunda, Kuran, o metinlerin otantik ya da gerçek olup olmadıkları konusunda bize bir pusula ya da ipucu vermektedir.

Şimdi bu konuya neden girdim diye sorabilir bazı okurlarımız.

Hamza Hocagil ismini hatırlarsınız. Apokrifal adlı kitabımızı bilenler, Aramice uzmanı Doç Dr. Hamza Hocagil’in 1981 yılında o dönemde Hakkari sınırları içinde kalan şimdilerde Şırnak sınırları içinde olan Uludere’de bir mağarada köylüler tarafından bulunan İncil’in tercüme hikayesini de hatırlayacaklardır. 
Halen Genelkurmay tarafından muhafaze edildiği iddia edilen bu İncil’le ilgili kitabımın 33. sayfasında Hamza Hocagil’e sormuşum:

‘Kitabın bu bölümüne kadar içeriğinden bahsedebilir misiniz? 

Tevhitten başka bir şey yoktu. Zikrullah vardı. İbadet etmenin önemi, Allah’a eş koşmama, bu arada komşulara yardımcı olma, Lut Kavmi ile ilgili bazı uyarıcı bilgiler ile ilgili ibret alınmasını öğütleyen bir kıssa vardı. Dikkatimi çeken bir şey daha vardı. ‘Bir peygamber gelecek, ona tabi olanlar, dolgun başaklar gibi olacak! Ayeti vardı.’ (Apokrifal, Timaş Yayınları, sf.33)

 İlginç değil mi sizce de. Ne yalan söyleyeyim ben Fetih suresi 29. ayette geçen

‘İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider.’ Bölümü yeni farkettim.
 Gövdesi üzerine dikilmiş ekine ne denir? Başak değil mi?
 Hakkari’de bulunan İncil’de geçen ayet ne diyor?

 ‘Senden sonra bir peygamber gelecek, ona tabi olanlar, dolgun başaklar gibi olacak!’
 Peki bu İncil’in nerede olduğu iddia ediliyor. Genelkurmay’da!
 Peki herkes susuyor mu?
 Evet, susuyor!

 Neden?

 Dengeler dolayısıyla. Devletin en tepesindeki isimler, dengeler dolayısıyla Hamza Hocagil’e basına konuşmaması için ricada bulundular. Bunu da biliyorum.

 Kıymetli okurlarım. Şu ana kadar pek yazmadım. Apokrifal adlı kitabım yayınlandıktan sonra, kitapta anlatılanlara en çok ilgi gösteren isimlerin başında kim geliyordu biliyor musunuz?

 Merhum Muhsin Yazıcıoğlu. Ortak dostlarımız vasıtasıyla 2009 Ocak ayında beni Ankara’ya davet ettiler. Muhsin Bey bu konuyla ilgili neler yapılabileceğini düşünüyordu. 
Ve kendisi de bu konuyla ilgili araştırma sürecine dahil olmuştu. Ve hatta 2 milyon dolar da bütçe bularak bu konunun sinemaya aktarılmasına uğraşıyordu.

 Helikopterinin düşmesi bu konuyla ilgili olabilir mi?

 Bilmiyorum.

Ama bildiğim bir şey varsa o da şu:  

‘Kendilerine kitap verdiklerimiz, O’nu, çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen içlerinden bir bölümü bilmelerine rağmen gerçeği gizlerler. 
(2 Bakara Suresi, 146.) 

haber7.com


II. YAZI

KIBRISTA ELE GEÇİRİLEN iNCİL’E NE OLDU

09 Haziran 2009 13:28
8 Şubat 2009 
Hürriyet Gazetesi’nde şöyle bir haber yayımlandı:

‘KKTC polisi 29 Ocak’ta otobüs terminalinde düzenlediği bir operasyonda, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Sercan Çankaya ve Hilmi Höner’in çantasında Süryani alfabesiyle yazılı tarihi bir İncil ele geçirdi.

KKTC Eski Eserler İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu’nun ön incelemesinde 3 milyon TL değer biçtiği İncil’in, iki bin yıllık olduğu tahmini yapıldı ve kaybolan 
dördüncü St. Barnabas İncil’i olabileceği belirtildi. Operasyonun devamında Ali Rıza Arıoğlu, Ömer Akın, Kenan Arslan, Barış Can, Özgür Uzundal, Uğur Özgürlü, Ali Çoban da gözaltına alındı.

Operasyonda Ali Çoban’ın garajında, 25 bin TL değerinde ana tanrıça ve 3 bin TL değerinde Hz. İsa kabartmalı kilit taşı da bulundu. 

Şüpheliler, yurt dışına çıkış yasağı konularak serbest bırakıldı.

Barnabas İncil’i, Hıristiyanlığın en tartışmalı konularından biri olarak kabul ediliyor. Hz. İsa döneminde yazılan tek İncil olduğuna inanılan ve ’Beşinci İncil’ de denilen Barnabas İncil’inde iddiaya göre, Hz. İsa’nın, “Tanrı’nın oğlu değil peygamber olduğu” yazıyor ve Hz. Muhammed’i müjdelediğine inanılıyor.

Yazar Aydoğan Vatandaş, bir süre önce “Apokrifal” adlı kitabında dört Barnabas İncili’nden birinin Kıbrıs’tan çalındığını ve Genelkurmay Başkanlığı’nın elinde olduğuna dair iddialara yer vermiş, konu bazı gazete ve televizyonlarda haber olmuştu.’

Türkiye’de maalesef bazı konularda haber takibi yeterince yapılamıyor. Bunun başlıca nedenleri arasında bazı spesifisik konularda yeterince uzman muhabir 
bulunmaması. Editör arkadaşlar da muhabirleri yeterince yönlendiremiyorlar. 

Hürriyet Gazetesi iyi bir haber yakalamış ancak bir daha haberin devamını getirmemiş. Başka gazeteler de konuya ilgi göstermemiş. Oysa hiçbir şey, ama hiçbir şey, 

1. yüzyıla ait olabilecek bir İncil metinden daha değerli olamaz bence. Çünkü bu, tarihsel İsa ile kurgusal İsa arasındaki 4 yüzyıllık boşluğu kapatabilir.

Bugün Hz. İsa’nın gerçekte yaşayıp yaşamadığı tartışmaları bile yapılırken, erken Hristiyanlığa ait böyle bir keşif Don Brown’un Davinci Code’undan daha mı değersiz?  

Belki inanmayacaksınız ama geçenlerde Pullitzer ödüllü bir gazeteciyle konuştum New York’ta, yakında kendisiyle yaptığım söyleşiyi de okuyacaksınız kısmetse. 
Bu konuyu maalesef anlayamadığını fark ettim.

Hürriyet’in bu haberinde küçük bazı maddi hatalar da vardı. Mesela, Apokrifal adlı kitabımda, Kıbrıs’ta değil Hakkari’de, 1981 yılında bulunan 1.yüzyıla ait 
Aramice İncil’in peşine düşmüştüm. Bu kitapta ilk defa Aziz Barnabas’ın bu İncil’i Arami dilinde 4 ayrı alfabeyle de yazdığı bilgisine de yer vermiştim.

Peki Kıbrıs’ta çalınan bir şey yok mu? Var elbette. 

Birincisi Aziz Barnabas’ın mezarı soyuldu 1996 senesinde. 
Ancak mezardan ne alındığı hala bir muamma olmaya devam ediyor. 
Kutlu Adalı’nın başına gelenleri de detaylarıyla (merhum) yazmıştım.

Barnabas’ın mezarının bulunduğunda göğsünün üzerinde bir İncil bulunduğu biliniyor.  M.S. 478 yılında, Kıbrıs Piskoposu Anthemios’un çabalarıyla Barnabas’a ait kalıntılar bir harup ağacı altındaki Roma dönemine ait antik bir mezarda bulunmuştu.

Mezarda bulunan ceset kalıntılarının yanısıra orada Aziz Mathhias İncilinin de bulunduğu, bu İncil’in de,  Anthemios’un beraberindeki görevli üç papazla birlikte, İstanbul’daki Aziz Stephen Kilisesi avlusunda, Bizans İmparatoru Zeno’ya hediye olarak verildiği biliniyor. Peki bu İncil’e ne oldu? Elbette kayıp. 

Bu sorunun yanıtını da Kıbrıs Üniversitesi’nden Sanat Tarihçisi ve İlahiyatçı Andreas Foulias’a sormuştum. Andreas’ın verdiği cevaplar konuyu daha da ilginç hâle getiriyor. Şunları söylüyor Foulias:
  
‘St. Barnabas’ın göğsünde, Başpiskopos Anthemios tarafından bir İncil bulunduğu, bu İncil’in Matthias’a ait olduğu bunun da Bizans İmparatoru Zeno’na hediye edildiği ve İstanbul’daki Aziz Stephanos Kilisesi’ne konulduğu biliniyor. Söylendiğine göre İncil Frankların 1204 yılında İstanbul’u aldıkları bir sırada çalınmıştır. 

O Günden bugüne kadar hakkında hiçbir bilgi edinilemedi.’

Peki, bu İncil kimindi? St. Barnabas’ın mı, yoksa Matthias’ın mı?

Bu konu son derece önemlidir. Demek ki, 1204 yılına kadar Aziz Barnabas tarafından kaleme alınan ancak Aziz Matthias’a ait olduğuna inanılan otantik, 1.yüzyıla ait bir İncil mevcuttu ve Aziz Stephanos Kilisesi’nde saklanıyordu. Ortadan kaldırılması ya da çalınmasının tek bir nedeni olabilirdi. O da şu an kabul edilen 4 kanonik İncil’den farklı olması!

Bu İncil de Aziz Barnabas’ın el yazısıyla yazılmıştı ve Mathias İncili’nden Barnabas tarafından kopya edilmişti.

Haberde Genelkurmay’da olduğu iddia edilen İncilin 1981 yılında Hakkari’de bulunan İncil olması gerekiyor, Kıbrıs’ta milattan sonra 478 yılında bulunan değil.

Şimdi gelelim Hürriyet’in haberinde geçen İncil’e. Evet, Kıbrıs’ta 29 Ocak 2009’da eski bir İncil’in bulunduğu kesin. Benim duyumlarım bu İncil’in şu anda 
Gazi Mağusa Adli Tıbbında olduğu yönünde. Sanırım Türkiye’den gelecek iki uzman bu konuyla ilgili rapor hazırlayacak, hazırlanan raporlardan çıkacak sonuca göre de işlem yapılacak.  Şu anda yakalanan 4 kişiden biri tutuklu diğer üçü serbest.
Benim merak ettiğim, 1. yüzyıla ait olabilecek bir İncil’i anlayabilecek kaç tane uzmanımız var bizim? Hadi bir soru daha sorayım. Türkiye’de karbon testi 
yapabilecek bir labaratuarımız var mı?

Cevap Maalesef hayır. Türkiye tarihi eser cenneti. Ancak Karbon testi yapabilecek tek bir labaratuara bile sahip değil.

Lütfen bu İncil Meselesinde uzmanlığa ve bilimselliğe dikkat edilsin ve sonuçlar da mutlaka kamuoyuyla paylaşılsın.


http://www.hzisahristiyanmiydi.com/karan-ve-barnaba-incili-cok-onemli-bir-gercegin-delili

***